30 Ağustos 2018
29 Ağustos 2018
İlhan Berk " Yaşamadım ben, yazdım, okudum sadece. Hayat ya yaşanır ya yazılır zaten. Yaşasaydım yazmazdım. "
Akşam Güneşi - Johann Wolfgang von Goethe
Yeşiller içindeki kulübeleri nasıl parlatıyor!
O giderek çekilirken, Gün kurtuluyor,
Bize inip kaybolurken bile hayat veriyor.
Ah! Bir kanat yerden beni kaldırmıyor,
Ki ardından, hep peşinden yetişeyim!
Seziyorum sonsuz Akşam ışığında,
Issız alemi ayaklarımın altında,
Tutuşmuş tüm tepeler, yatışmış her dere,
Gümüş Çınar altın ırmaklara akıyor habire.
Yok, durduramadı ulvi bahtı engeliyle
Azgın Dağ tüm uçurum ve geçitleriyle;
Çoktan Deniz ısınmış koylarıyla birlikte
Aniden açıldı hayretle bakışların önünde.
Tanrıça artık tamamen batmaya yeltendi;
Yalnız, körpe sürgün birden irkildi,
Acele koştum, ezeli nurundan içmeye,
Önümde Gün silkindi, arkamda Gece,
Alem üzerimde altımda dalgalar.
Güzel bir rüya derken, o esnada o sıvıştı gizlice!
Aman, ruhun kanatlarına kolayca
Beden kanatı yoldaş olamayacak galiba.
Tabi herkese doğuştan verilir bu his,
Duygularıyla yukarı ve ileri dalınası,
Gökyüzünde, mavi semada kaybolmuş,
Şakıyan türküsünü Çayırkuşu gibi ötesi,
Dik çamların tepelerinin üzerinde
Kartal hayli açılmış hürce süzülürken
Ve hasretle tarlaların, göllerin üstünde
Turna vatanına ulaşmaya can atarken.
27 Ağustos 2018
Muzaffer İzgü - Her Eve Bir Karakol
"Bizde hukukun üstünlüğü, yerine göre vardır; yerine göre yoktur. Şayet o hükümet, şayet o bakan, o memuru görevinden uzaklaştırmak istiyorsa yoktur, ama Danıştay zenginin yararına, yani iktidar doğrultusunda bir karar almışsa, o zaman vardır."
Cesare Pavese - Gece
Hiçbir şey kalmıyor anıların ötesindeki o zamandan, belli belirsiz bir anımsama dışında
Karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında, tepeler belirdi orada güne ait her şey, kıyılar ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ölüydü ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgardan, gökyüzünden yapraklardan ve hiçlikten.
Kimi zaman geri dönüyor günün kıpırtısız sakinliğinde anısı o yoğun yaşamın, şaşkın ışıkta.
Bir süre sonra - Veronica A. Shoffstall
26 Ağustos 2018
Fazıl Hüsnü Dağlarca gençlere şiir için neler söylüyor?
Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
Ve minnacık bir ''hane'':
Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
Anısız, uykusuz,
Kokar nane.
Ta öncelerden beri mestolmuş herkes,
Bir bakıma her şey ''mestane''.
Hayal edilir nazlı yar yönlerden,
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değişir gökler şahane.
Farkında değil gönül,
Sanki hepten divane;
İçimizden, dışımızdan
Geçer vakit
Zalim, zalimane!
Friedrich Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt
Umudunuza olan sevginiz olsun
ve en yüksek ümidiniz
en yüksek hayat düşünceniz olsun…
Birinci Bölüm Zerdüşt’ün Başlangıç Söylevi
Otuz yaşındayken yurdunu ve yurdundaki gölü ardında bırakarak dağa çekildi Zerdüşt. Dağda on yıl zaman zarfında, bıkmadan, usanmadan hep ruhunu dinledi… Ve sonunda içinde, gönlünün derinliklerinde bir değişiklik duyumsadı. Günlerden bir gün tan kızıllığında kalktı ve güneşe bakarak ona şöyle seslendi:
“Ey büyük yıldız, aydınlatacak bir şeyin kalmasaydı yazgın ne olurdu? On yıl var ki buraya, mağarama çıkıyorsun. Eğer ben, kartalım ve yılanım olmasaydık, ışığından ve yolundan bezerdin. Fakat biz her sabah seni bekledik. İşığının fazlasını aldık ve bunun için seni kutsadık.
Bak! Ben, fazla bal toplamış arı gibi uzanacak ellere muhtacım.
İnsanlara, akıllıların deliliklerine; fakirlerin de zenginliklerine kavuştuğu o derin sevinci tekrar yaşatmak için armağanlarımı paylaştırmak istiyorum. Bunun için aşağılara inmeliyim. Nasıl ki sen, cömert yıldız, akşamlan denizin arkasına iniyor ve arkadaki dünyaya ışık götürüyorsan, ben ele senin gibi, inmek istediğim insanların arasına girmek İstiyorum.
Ey, en büyük mutluluğu bile kıskanmadan görebilen tok göz, beni kutsal…
Taşmak isteyen kadehi kutsa ki içinden su, altın gibi aksın ve mutluluğun parıltılarını her tarafa saçsın.
Bak, bu kadeh yine boşalmak, Zerdüşt yine insan olmak istiyor.
Zerdüşt’ün on yıl sonra insanların arasına karışma isteği ve dağdan inişi böyle başladı.
Zerdüşt, tek başına aşağıya indi ve kimse ile karşılaşmadı; fakat ormanın içine girince karşısına yaşlı bir adam çıktı. Bu adam ormanda kök toplamak için kutsal kulübesinden çıkmıştı. İhtiyar, Zerdüşt’e şöyle seslendi:
“Bu yolcu bana yabancı gelmiyor, yıllar önce buradan geçmişti. Adı Zerdüşt’tü; fakat o değişmiş. O zaman, külünü dağa götürüyordun. Bugün ateşini vadilere mi taşımak istiyorsun? Kundakçılık cezasından korkmuyor musun? Evet, Zerdüşt’ü tanıdım. Onun gözü saftır ve hiçbir kin gütmez. Dans eder gibi yürümesi ondan değil mi? Zerdüşt değişmiş, Zerdüşt çocuk olmuş. O uyanıktır; ama şimdi uyuyanlar arasında ne yapacak? Yalnızken bir deniz içindeymiş gibi yaşıyordun ve deniz seni taşıyordu. Şimdi ne yazık ki karaya çıkmak istiyorsun. Ne yazık ki gövdeni yine kendin sürüklemek istiyorsun.”
Zerdüşt cevap verdi: “İnsanları sevmiyorum.”
İhtiyar dedi ki: “Benim ormana ve yalnızlığa çekilmemin nedeni, insanları pek çok sevdiğimden değil mi? Şimdi tanrıyı seviyorum, insanları sevmiyorum. İnsan, bence oldukça eksik bir varlıktır. İnsanı sevmek beni yok edebilirdi.”
Zerdüşt dedi ki: “Ne diye sevgiden bahsediyorum? Ben insanlara bir armağan götürüyorum.”
ihtiyar: “Onlara bir şey verme. Onlardan al, daha iyi. Onlardan bir şey al ve onlarla beraber taşı, daha iyi. Bu onların hoşuna gider; yeter ki senin hoşuna gitsin. Eğer ki onlara bir şey vermek istersen sadakadan başka bir şey verme. Ve bunun için de onları dilendir,’ dedi.
Zerdüşt: “Hayır,” dedi. “Ben sadaka vermem. Sadaka verecek kadar fakir değilim.”
İhtiyar, Zerdüşt’e güldü ve şöyle dedi:
“Öyle ise hazinelerini kabul ettirmeye bak. Onlar yalnızlığa çekilenlere karşı güvensizdir ve bizim, armağan vermek için geldiğimize inanmazlar. Bizim, sokaklardaki adımlarımız onlara çok sessiz gelir. Gece, güneşin doğmasından çok önce, yataktayken, bir adamın ayak sesini işitseler kendi kendilerine bu hırsız nereye gidiyor, diye sorarlar. İnsanlara gitme, ormanda kal. Hayvanlar arasına gitsen daha iyi. Neden benim gibi olmak istemiyorsun? Ayılar arasında ayı, kuşlar arasında kuş.”
“İhtiyar, sen ormanda ne yaparsın?” diye sordu Zerdüşt. İhtiyar şöyle cevap verdi:
“Ben şarkılar besteler ve onları söylerim. Şarkılar bestelerken güler, ağlar ve söylenirim. Böylece tanrıyı överim. Şarkı söyleyerek, ağlayarak, gülerek, tanrıyı, kendi tanrımı överim. Şimdi söyle bakalım, bize getirdiğin armağan ne?”
Zerdüşt, bu sözü işitince ihtiyarı selamladı ve şöyle konuştu:
“Size verecek neyim olabilir? Bırakın, çabuk gideyim de sizden bir şey almayayım.”
İhtiyarla Zerdüşt iki çocuk gibi, gülüşerek ayrıldılar.
Zerdüşt, yalnız kalınca kendi kendine söylendi: “Nasıl olmuş da ormandaki bu kutsal ihtiyar, tanrının ölmüş olduğunu daha işitmemiş?”
Zerdüşt, ormanın eteklerinde bulunan en yakın kasabaya vardığında halkı, bir ip cambazım seyretmek için geldikleri pazar yerinde toplanmış buldu. Zerdüşt halka şöyle seslendi:
“Ben size üstinsan’ı öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. Onu yenmek için ne yaptınız? Şimdiye kadar bütün varlıklar kendilerinden üstün bir varlık yarattılar. Siz bu büyük yaratışın gerisinde nü kalacaksınız? İnsanı aşacağınız yerde hayvana dönmeyi mi tercih edeceksiniz?
İnsana göre maymun nedir? Gülünecek veya acı bir utanç vere* eh bir şey. İşle insan da üstinsan’a göre böyle olmalıdır. Gülü necek veya acı bir utanç verecek bir şey!…
Siz, solucandan İnsanlığa kadar yol aldınız ve içinizde bir çok şey hâlâ solucandır. Bir zamanlar maymundunuz ve şimdi bile insan, her maymundan fazla maymundur.
İçinizde en hâkim olanınız bile, yalnız bir ot ve hayal karışımıdır. Ben sizin hayalet veya ot olmanızı mı isteyeyim?
Bakın, size üstinsan’ı öğretiyorum.
Üstinsan’ı dünyanın, yaşamın amacıdır. İradeniz demelidir ki: ‘Üstinsan dünyanın, yaşamanın amacı olmalıdır.’
Yalvarıyorum size kardeşlerim. Dünyaya, yaşama sadık kaim ve size öbür dünya ümitlerinden bahsedenlere kanmayın. Bunlar bilerek veya bilmeyerek zehir saçanlardır. Bunlar, yaşamı aşağı görenlerdir, ölüm halinde olanlardır ve kendileri zehirlenmişlerdir. Yaşam, bunlardan usanmıştır. Bırakın gitsinler.
tanrıya isyan, bir zamanlar, en büyük günahlı; fakat tanrı öldü ve onunla birlikte bu günahlar da öldü. Şimdi en korkunç şey, yaşama karşı günah işlemek ve ‘bilinmesi mümkün olmayanı’ yaşamın amacından üstün kılmaktır.
Ruh bir zamanlar, bedeni aşağılardı ve o zaman bu küçümseme büyük bir beceriydi. Ruh, bedeni cılız, çirkin ve aç görmek isterdi. Böylece bedenden ve yaşamdan sıyrılmak isterdi.
Ah, bu ruhun kendisi cılız, çirkin ve açtı. işkence bu ruhun şehvetiydi; fakat kardeşlerim, siz söyleyin! Bedenîniz ruhunuz hakkında ne diyor? Ruhunuz, fakirlikten, kirlilikten ve acınacak bir rahat düşkünlüğünden meydana gelmiş değil inidir?
Gerçekten, insan kirli bir nehirdir. Kirli bir nehri kirlenmeden içine alabilmek için bir insanın deniz olması gerekir. Bakın, size üstinsan’ı öğretiyorum. O, işte bu denizdir ki içinizdeki küçümseyen o tavır onun dibine batabilir.
Yaşayabileceklerimizin en büyüğü nedir? Bu büyük küçümsemenin zamanıdır. Mutluluğunuzun, aklınızın ve erdemlerinizin de MZC iğrenç geleceği zamandır.
Benim şansım da ne ki! O, fakirlik, kirlilik, acınacak bir rahat düşkünlüğü fakat yazgım varlığına sahip çıkmalıydı, diyeceğiniz zamandır.
Benim aklım nedir ki?… O, bilgiye karşı bir aslanın yiyeceğine duyduğu şiddetli şehveti duyuyor mu? O, fakirlik, kirlilik acınacak bir rahat düşkünlüğüdür, diyeceğiniz zamandır.
Benim erdemim nedir ki? O henüz beni çıldırtamadı. İyilik ve kötülüklerimden çok bıktım… Bunların hepsi yoksunluk, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür, diyeceğiniz zamandır.
Benim adaletim ne ki?… Alev ve kömür olduğumu görmüyorum. Oysaki adil olan, alev ve kömür olur, diyeceğiniz zamandır.
Benim acımam nedir ki?… Acıma, insanları sevenin çakıldığı bir çarmıh değil midir? Oysaki benim acımam henüz bir çarmıha gerilmedi, diyeceğiniz zamandır. Böyle konuşuyor, böyle bağırıyor muydunuz? Ah sizin böyle bağırdığınızı bir işitebilsem! Günahınız değil, kanaatkarlığınız göklere haykırıyor. Günahınızın içinde bulunan cimriliğiniz göklere haykırıyor. Diliyle sizi yalayacak yıldırım nerede? Size aşılanması gereken cinnet nerede? Bakın, size üstinsan’ı öğretiyorum. O, bu yıldırımdır. O, bu deliliktir.”
Zerdüşt’ün sözleri bitince halktan bîri bağırdı: “İp cambazının sözlerini çok dinledik. Şimdi artık kendisini gösterin bize.” Bütün halk Zerdüşt’e gülüyordu; fakat bu sözlerin kendisine yöneldiğini sanan ip cambazı, İşinin başına geçti.
Halka şaşırarak baktı Zerdüşt. Sonra şöyle konuştu:
‘İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurum üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış, insanda büyük olan şey nedir? Bir amaç değil, bir köprü oluşudur, insanda sevilebilecek şey, onun bir geçiş ve bir batış sürecinde olmasıdır.
Ben o adamları severim; çünkü yaşamayı bilmezler. Ola ki batanlar olsun; çünkü onlar karşıya geçenlerdir.
Ben büyük küçümseyicileri severim; çünkü onlar saygıdır ve karşı kıyıya duyulan özlemin oklarıdır.
Ben o adamları severim; çünkü batmak ve kurban olmak için.
Cumhurbaşkanı’na açık mektup
Şu sıralar size açık mektup yazmak pek moda. Bir mektup da benden olsun dedim, izninizle. Ben, basın ve ifade özgürlüklerine, hukuk devleti olmanın zaruretine, süregelmekte olan iç savaşın açtığı yaralara değinmeyeceğim.
Ben size, önemseyeceğinizi umarak, bu toz dumanda gözden kaçmakta olan bir hususu arz etmek üzere yazıyorum bu mektubu.
Siz ki 2023 yılına dair, ülkemiz için çok büyük bir beklenti içindeydiniz ya; sizi hayli üzecek bir haberim var. Beklentinize gem vurmanız gerekecek, efendim. Ya da daha gerçekçi bir yaklaşımla bekleyin o tarihi diye, kaleme alıyorum bu mektubu. Çünkü ben Cumhuriyetimizin 100. yıldönümünde, yaş haddinden dolayı, muhtemelen burada olup sizi teselli edemeyeceğim. Bari sizi uyarmış olayım.
Sayın Cumhurbaşkanım; dindar ve kindar gençler yetiştirme gayretiniz iyi netice vermedi. Gençler dökülüyorlar, tabiri caiz ise!
1 Nisan 2016 tarihli yazısında İsmet Berkan, YGS (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavlarının) sonucunu, belgelere dayanarak vermiş. Berkan ayrıntılarla işlemiş konuyu. Ben kestirmeden neticeyi sunuyorum size. Sınava katılan 2 milyon 84 bin kişiden 912 bin 797’i, liseden bu yıl mezun olanlarmış. Lise mezunu olarak katılanlar, Türkçe bölümünde sorulan toplam 40 sorudan ancak 19.31’ine; fen bilimlerinde ise sorulan 40 sorudan ancak 3 soruya doğru yanıt verebilmişler. Bu durum fazla bir değişim göstermeden 12 yıldır böyle devam ediyormuş.
İşte bu tablo, eğitimde dibe vurduğumuzun ve oradan çıkamadığımızın çok acıklı ve açık resmidir.
Sayın Cumhurbaşkanım, otoyol, gökdelen, köprü, AVM yaparak elbette bir yere varılır. Ekonomi gelişir, ülke zenginleşir. Ama insana doğru yatırım yapılmazsa, eğitimde bu sonuçlarla varılacak yer, cehalette feraset arayan kafaların yeridir ki, Türkiye’ye çok yazık olur ve olmakta.
Cumhuriyetin eğitim sistemi, kurulduğu tarihte sadece yüzde10’u okuryazar olan toplumu (ki bu yüzde 10’nun yüzde 9’u gayri müslimdi) onca zorluklara ve yoksulluğuna rağmen, çağdaş ve eşit eğitim seferberliği ile eğitmiş; tarlalarında, köylerinde, kasabalarında mahsur kalmaya mahkûm, sizin de arasında olduğunuz nice Anadolu evladının önünü açarak, onları devleti idare edecek mevkilere taşımıştır. Bu olgu dahi tek başına, hepimizin Cumhuriyet kurucularına saygı duymamızı gerektirecek bir husustur.
Cumhurbaşkanım, bir an önce, tercihiniz olan dindar ve kindar kuşaklar yetiştiren sistemi dikkatle gözden geçiriniz. Batı’ya karşı önyargılarınız varsa, örneğin Güney Kore’yi, Hindistan’ı örnek alıp, bilimsel verilerle eğitilen, irfanı hür, çağdaş kuşaklar yetiştiren bir sistemi kurunuz. Ülkelerin en büyük değerleri, iyi eğitilmiş, çağına ayarlı insanlarıdır.
Benden söylemesi, yoksa 2023 yılında, gelişmiş ülkeler sıralamasında, ülkemizin varacağı noktayı değiştirmede, ben aralarında olsam da, size melekler bile yardım edemez.
Julio Cortázar
Resim çekilmiş, süre dolmuş, zaman geçmişti; öyle uzaktık ki birbirimizden, o horlayıp hırpalayan eylem yapılmış bitmişti bile hiç kuşkusuz, göz yaşları çoktan akıtılmış...gerisi kestirmeceler ve üzüntüydü yalnızca. Durup dururken olayların akışı tersine dönmüştü, canlanmışlardı, hareket ediyorlardı, gelecekte neler yapacaklarına karar veriyorlardı, vermişlerdi bile. Bense bu yanda başka bir zamanın tutsağı, beşinci kattaki bi odada, onların kim olduklarını bilememek, o kadın, o adam, o çocuk, yalnızca fotoğraf makinamın merceği olarak kalmak, araya girebilme yeteneğinden yoksun, olduğu yerde duran, olduğu yere çakılı bir şey...Blow-Up and Other Stories
Pencere çerçevesinin üst kısmında bir damlacık beliriyor, onu bin sönük ışıltıya bölen gökyüzüne doğru titreşiyor, sonra büyüyor ve sendeliyor, düştü düşecek, ama düşmüyor, henüz düşmüyor. Bütün tırnaklarıyla oraya tutunuyor, düşmek istemiyor ve bir yandan göbeği büyürken dişlerini oraya geçirdiği görülüyor, o artık görkemli bir şekilde sarkan koca bir damla, derken birden, şıp ve işte düşüyor, parçalanıyor ve sonrası, hiçlik, mermerin üzerinde bir kayganlık...Ayak İzlerinde Adımlar
24 Ağustos 2018
Paulo Coelho " Başkalarını memnun etmek için yaşarsan herkes seni sever, kendin hariç."
Zamanını satabilirsin, ama geri satın alamazsın.
Affet ama asla unutma yoksa tekrar yaralanırsın. Affetmek bakış açını değiştirir, unutmak ise aldığın dersi kaybettirir.
Bir hayali gerçekleştirmeyi imkansız kılan tek şey vardır; başarısızlık korkusu.
Hayatın, insanın iradesini test etmek için pek çok yolu vardır, bazen hiçbir şey olmaz ya da her şey birden olur.
Elveda diyecek kadar cesursan, hayat seni yeni bir merhaba ile ödüllendirir.
Hiç yenilmemiş insanlar vardır. Onlar hiç savaşmamış olanlardır.
En iyisini sonraya saklamayın. Yarının ne getireceğini bilemezsiniz.
Başkalarının ne düşündüğü önemli değil çünkü her halükarda yine aynısını düşünecekler.
Bizi seven insanlar var, sadece nasıl göstereceklerini bilmiyorlar.
Hayatın sırrı, oysa, yedi kere düşüp, sekiz kere kalkmaktı.
Bir gün kalkacaksınız ve hep hayal ettiğiniz şeyleri yapmaya vakit kalmamış olacak. Şimdi tam zamanı. Harekete geçin.
Sadece güneşli günlerde yürürseniz, hedefinize asla varamazsınız.
Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et.
Deli - Halil Cibran
dostum, göründüğüm gibi değilim. görünüş sadece giydiğim bir elbisedir. senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığımdan seni koruyan, özenle örülmüş bir elbise.
benim içimdeki 'ben', dostum, sessizlik içinde oturur, sonsuzluğa dek kalacak orada, doyulmaz, erişilmez.
ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim- çünkü
sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden, yaptıklarımsa
umutlarının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir.
'rüzgar doğuya esiyor' dediğin zaman 'evet, doğuya esiyor' derim: çünkü
düşüncelerimin rüzgarda değil, deniz üzerinde dolaştığını bilesin
istemem.
denizlerde gezen düşüncelerimi anlayamazsın, zaten anlamanı da istemem. bırak denizimle başbaşa kalayım.
senin için gündüz olduğu zaman dostum, benim için gecedir: böyle olsa da ben yeşil tepelere değerek oynayan öyle vaktini, vadiden süzülen mor gölgeleri anlatırım; çünkü sen ne karanlığımın türkülerini duyabilir, ne de yıldızlara çarpan kanatlarımı görebilirsin-görmemenden, duymamandan hoşnudum ben. bırak gecemle başbaşa kalayım.
sen cennetine yükselirken ben cehennemime inerim- o zaman bile bu ulaşılmaz uçurumu ötesinden bana seslenirsin,'arkadaşım, yoldaşım' ben de sana seslenirim, 'yoldaşım, arkadaşım'-çünkü cehennemimi görmeni istemem. alevler görüşünü yakacak, duman burnuna dolacaktı. senin gelmeni istemeyecek kadar çok severim cehennemimi.bırak, cehennemimle başbaşa kalayım.
sen gerçeği, güzeli, doğruluğu seversin; ben de sen hoşnut olasın diye bunları sevmenin yerinde ve iyi olduğunu söylerim ama içimden senin sevgine gülerim. gene de gülüşümü göresin istemem. bırak kahkahalarımla başbaşa kalayım.
dostum, sen iyi, ihtiyatlı, akıllısın; hayır sen eksiksizsin- ben de
seninle ölçülü ve düşünerek konuşurum. oysa ben deliyim. ama gizliyorum
deliliğimi. bırak deliliğimle başbaşa kalayım.
dostum, sen benim dostum değilsin, ama ben bunu sana nasıl anlatacağım?
benim yolum senin yolun değil, gene de birlikte yürüyoruz elele.
Henri Cartier-Bresson - Karar Anı
Howard Zinn - Hareket Halindeki Bir Trende Tarafsız Olamazsınız
"Turgut Uyar adı benim için, iki kuşak öncenin usta bir ozanı, çağdaş şiirimize yeni temalar ve biçimler kazandırmış bir öncü."Ataol Behramoğlu
Onu hep dar alanlara, dar zamanlara sığmaya zorlanmış ve bu yüzden hep daralan bir büyük yürek, bunalan bir büyük akıl, sevmek ve yaratmak olanaklarına elverişli alanları bulamamış ve bu yüzden sınırlarını zorlayıp duran ve kimi kez acısını kendi içine akıtan, ''uzanıp kendi yanaklarından öpen'' bir büyük enerji olarak düşünürüm.
İlk büyük şiiri sayılabilecek ''Uzak Kaderler İçin'' i yazdığında yirmili yaşlarındadır:
''Bir gün, bir yağmurla garp garip
- Çoluğu çocuğu terk edeceğim -
Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım
Alıp başımı gideceğim
(.....)
Bir gün, bir parkta otururken, biliyorum
Bir el yağmurlarla dokunacak omuzuma
Bir çift göz, bir davet, bir kalp
Çoluğu çocuğu terk edeceğim
Yapraklar dökülecek çiçekler solacak
Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
Toprak ve insan kokularıyla
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
Başımı alıp gideceğim''
Benim 1960'lı yılların başlarında tanıdığım Turgut Uyar, Seka'nın Kızılay'daki (Ankara) binasında, birkaç kişinin paylaştığı odalardan birindeki bir masada oturan küçük bir memurdu. Kuşağımdan arkadaşlarla, kutsal bir yeri ziyaret edercesine o odaya sessizce süzülür, her zaman şık ve yakışıklı oturduğu masanın yakınlarındaki bir yerlere ilişirdik. O dar, sıkıcı, bürokratik ortamda konuşabildiklerimiz nelerdi, anımsamıyorum. Bir süre sonra, yine geldiğimiz gibi, sessizce, saygıyla çıkıp giderdik... Kişiliğiyle ve şiiriyle bizleri büyülemiş olduğu için, dar zamanlara, dar alanlara sıkıştırılmışlığını, şiirlerindeki karamsarlığın nedenlerini tam olarak anlayabilmiş değildik o sırada.
Bir gece geç bir saatte, Kızılay'ın arka ve tenha sokaklarından birinde karşılaştık. O yalnızdı. Biz, sanıyorum Veysel Öngören 'leydik. Her zamanki gibi ölçülü, saygılı ve kibar, ama çok, kibrit çakılsa tutuşur denilecek kertede çok içkiliydi. ''Kanayan bir beyinim ben'' dedi bizi gördüğünde. ''Ben kanayan bir beyinim...'' Ve belki üzerinde çalıştığı bir şiirden birkaç dize daha... Alkolle ve kederle dolu, uzaklaşıp gitti...
Onun dar zamanlara, dar alanlara sığmaya zorlanmışlığı gibi, alkolle (ve şiirde de olsa) kösnü'yle kendini yatıştırmaya çalışmasını da sanıyorum ki o sıralarda tam olarak anlayabilmiş değildik...
Bir gün ona, yine o yıllarda, Buhara meyhanesinde bir şiirimi okudum. Dikkatle dinledi ve şöyle dedi: ''Güzel ama kısa.'' Bence bu ''kısa'' sözcüğündeki eleştiride onun şiir anlayışı gizlidir.
Turgut Uyar bir destan şairidir. Geniş göğüslü, geniş ufuklu, geniş soluklu bir şiirdir onun şiiri. Evrensel, kozmik boyutları olan bir şiirdir. Bu şiirde, ''uzak kaderler için'' yola çıkmak hasretiyle dolup taşan, fakat ''neonlar'' ve ''teoriler'' içinde boğulan çağdaş insanın trajedisi vardır:
''Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı...''
Çıkışsızlık duygusu çok üşümeye dönüşür:
''çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız''
Onu çağdaş dünya ozanlarından belki bir tek T. S. Eliot 'a yakın bulabiliriz. ''Yavaşça Oluyor Ellerime'' nin kahramanı, onun kendi yaşantılarından, kendi boğuntularından damıtılmış bir Mr. Proofrock gibidir: ''Bir denizin yanında nedir ki bıyıklı ve saçları dökülmüş bir adam
Kötü bir alışkanlıktan başka nedir bir adam...''
En son görüşmemiz 1980 sonrasında, benim cezaevinden ya da bir gözaltından çıkışımdan sonra, bir akşamüstü, Bebek Oteli'nin barındadır. Edip Cansever ve Cemal Süreya da oradalardı. Sanıyorum ki Edip Cansever'le de son karşılaşmamızdı bu. İçten sıcak bir ortamda bir süre söyleştiğimizi ve orada onlara söylediğim bir sözü anımsıyorum: ''Aynı anda üçünüzü birden kucaklamak istiyorum...''
Ölüm haberi Paris'teki sürgünümde ulaştı. En sevdiğim şiirlerinden birinin ilk dizesiyle başlayan bir ağıt yazmak istedim:
''Ay ölür şimdi...'' Uzakta, çaresizlikte, içimde katılıp kalan gözyaşlarım gibi, böyle bir şiir de yazılamadı. Sonra, Zerdüşt 'ü bir kez daha okurken ''Büyük Saat'' kavramıyla karşılaşıp irkildim...
Dar zamanlara, dar alanlara sığmaya zorlanmış bu büyük yüreğin; Nietzsche 'nin başkaldıran çığlığında kendine bir yazgı yoldaşı aradığını sezinledim... Dar zamanlarda, dar alanlarda, kıraç topraklarda ''kayayı delen incir'' gibi fışkırıp geniş ufuklara yönelen Turgut Uyar şiiri, hayatın ve şiirin ''büyük saat'' lerinde hep gündemde olacaktır...
Uğur Mumcu
Ümit Yaşar Oğuzcan - Işık
Uyku belli değil, düş belli değil
Çöktü üstümüze bir kara duman
Işık belli değil loş belli değil.
21 Ağustos 2018
Can Yücel - İkimizin Arasında
Günlerin toz-toprak şarkısını çırparken
Canevimin önünden geçersen,
Bir gün şayet boynumda yem torbası hayallerim asılı
Bir gün şayet samançöpü bir sokak dişlerim arasında
Canevinin önünden geçersem
Anlatırım nasıl nerde
Bir ulu çınara takılı bir kuyrukluyıldız
Bir yeşil telaşta çırpınan ışığımız
Anlatırım nasıl nerde...
Sonra eğilir kulağına derim: Bekle
Çocukken kaçırdığım uçurtma dönsün gelsin
Hele çarpsın bu çerçi yükü şehirlere,
Hele ürksün fincancı katırları!
Bir gün şayet camsız çerçevesiz penceresiz
19 Ağustos 2018
Üç Nehir Üstüne Küçük Balad - Federico Garcia Lorca
Portakal ve zeytin bahçelerinin gölgesinde
Senin iki nehrin Granada
Düşer karlardan, vadilere
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Guadalkuivir kıvrımlarında
Yanar tutuşur nar çiçekleri
Akar nehirlerin Granada
Bir kanla, gözyaşıyla öteki
Ah sevda
Karıştı rüzgâra
Sevilla’da zarif
Yollar açılmıştır yelkenlilere
Senin nehirlerinde Granada
İniltilerdir yüzen sade
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Guadalkuivir? Çan kulesi
Ve rüzgâr, limon bahçesinde.
Dauro, Genil, ölü kilisecikler
Nehirlerin denize kavuştuğu yerde
Ah sevda
Karıştı rüzgâra
Sular taşıyıp götürürler mi
Çürüyen acının ateşlerini?
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Endülüs, portakal çiçeği alır
Ve zeytin dalları, denizlere
Ah sevda
Karıştı rüzgâra
Şükran Kurdakul 'Günümüzde de Tevfik Fikret'
Fikret’in yaşadığı yıllarda Türkçenin bağımsız bir dil olacağına inanmak Osmanlı kurumlarına tutkun kimselerce donkişotluk sayılıyordu. Ölümünden sonraki 79 yılda kaç kuşağın şairi, romancısı yapıtlarıyla dilimizin gizil gücündeki zenginliğin ürünlerini koydu ortaya.
Fikret, 1905’lerde,
"Ümidimiz bu, ölürsek biz yaşar mutlak, Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak" dizeleriyle geleceğe güvenini tazeledi.
Görmediği I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra, şiirlerini özümseyenler, Kurtuluş Savaşı duyarlığını, bilincini kültürümüzün vazgeçilmez bir parçası düzeyine ulaştırdılar.
Fikret,
"Haksızlığın envaını gördük. Bu mu kanun? En gamlı sefaletlere düştük. Bu mu devlet? Devletse de, kanunsa da artık yeter olsun, Artık yeter olsun bu deni zulmü cehalet" dizelerini yazmıştı.
I. Dünya Savaşı kuşağı, emperyalizmin kucağına oturan Sarayı da, Sadareti de, Kürt Mustafa Divan-ı Harpleri’ni de elinin tersiyle iterek karanlıktan aydınlığa çıkmasını bildi.
"Bu harmanın sonu gelir, kapıştırın giderayak...
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak
Bugün ki mideler kavi, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı pürneva sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!"
Fikret, son dizelerini okuduğumuz 'Han-ı Yağma’yla II. Meşrutiyet dönemi devletlilerinin yakalarına yapışıyor gibiydi. Bugün de aynı dizeler, "hayali ihracat" çetelerinin trilyonları aşan yolsuzluklarını komisyonlarda uyutan siyasal partiler erkanının suratlarında şaklayabilir.
Şiirin yapısına getirdiği yeniliklerle de dönemini etkileyen bir şairdi Tevfik Fikret. 1983 tarihini taşıyan bir yazımda ileri sürdüğüm yargıları yinelemek istiyorum:
Yahya Kemal de Haşim de yetiştikleri yıllar Tevfik Fikret’le karşılaştılar. Haşim’in Göl Saatleri'ndeki (1921) şiirlerinden çoğu ilk kez Fikret'in serbest müstezatlarında kurmayı başardığı yapılara benzer. Neden sonra çıkar o yörüngeden Haşim.
Yahya Kemal, yazılarında ölçüden, uyaktan söz etmişse Tevfik Fikret’i anmıştır. İçerikten, coşkudan, yenilikten, şiirimizin çağdaşlaşmasından söz etmişse Fikret'i anmıştır. Üstelik ergin, kendisinden öncekilerle hesaplaşma yaşlarının ürünleridir o yazılar. Ama bu belirttiğim özelliğe karşın Yahya Kemal gibi, eşi bulunmaz benbenci bir şair bile Fikret’in yerini belirlemeye çalışırken tarihsel raydan sapmamaya özen göstermektedir:
"Tevfik Fikret -bütün zaafları ve noksanları ile beraber- günümüzün içindendl. Şiirimizin alafrangaya doğru bir istikamet alacağı zamanda gelmiş, o istikametin başına geçmiş, göreceği işi görmüş, eserini de şahsiyetini de Türk Edebiyatına müebbeden hak etmişti. ” (Siyasi ve Edebi Portreler, 1968 basımı, sf. 22)
'Diyorlar ki’de (1918) Ruşen Eşrefin konuştuğu Abdülhak Hamid, Halide Edlb, Refik Hallt, Mehmet Fuat (Köprülü), Ahmet Haşim vb. edebiyat adamları da paylaşırlar Yahya Kemal’in yargısını. Ahmet Haşim’in sözleriyse hayranlığın yarattığı coşkunun "şairane”ye dönüşmesi sayılabilir.
"Fikret benim için kudurmuş bir deniz karşısında kayalar üzerinde yükselen altından bir ışık ve altından bir kuledir." (Diyorlar ki, 1972 bas. Haz.: Şemsettin Kutlu, sf. 258-259)
Yazıyı, Çağdaş Türk Edebiyatı’ndaTevfik Fikret’e ayırdığım bölümün son satırlarıyla bitirmek istiyorum:
"Namık Kemal, ‘Değişmez fen mi vardır, mustakır eşya mı kalmıştır?’ diye yazmıştı. Fikret yenilik ve değişim ile birlikte evrim düşüncesini geliştirerek birbirini tamamlayan düşünsel bir bütünlük yaratmıştır. İnsanoğlunun düşünme gücüne, yaratı yeteneklerine, usuna güvenmek bu bütün içinde sönmeyen bir ışık görünüşündedir. Bu ışığı algılaması ile öteki çağdaşlarının 'dar hendesesi'ne sığmaz Fikret. Yaşadığı tarihsel kesitin olumlu olumsuz çatışkıları içinde gelişmekte olanı görmüştür çünkü. Bu nedenle insanın toplumsal varlığı çıkar onun şiirinde karşımıza. Belirleyici gücünün farkına varmış, kim olduğunun bilinciyle hareket eden insan.. "
Honoré de Balzac - Eugenıe Grandet
Büyük ruhlu kişiler hiçbir zaman dalkavukluk etmezler. Bu, çevresine girmek istediği insanın yüreğine daha kolay sızabilmek için kendisini silen, bayağı, küçük ruhlu kişilerin işidir. Dalkavukluk, kendi çıkarını kollama dürtüsünden kaynaklanır.
Bütün yaşamı, gücünü mutluluğa ulaşmak için harcayıp durmakla geçmişti ve onu destekleyen gücünü
yenileyen hiçbir şey olmamıştı.
Ruh da, beden gibi yaşamak için soluk almak zorundadır.
Aşkın başlangıcıyla yaşamın başlangıcı arasında hoş benzerlikler vardır.
Herkesin yaptığı, çocuğu ninnilerle, tatlı bakışlarla oyalamak, geleceğini pırıl pırıl edecek masallar anlatmak değil midir? Umudun ışıltılı kanatlan hep onun zevki için açılmaz mı? Acıyla olduğu kadar sevinçten de gözyaşları dökülmez mi? Hiç yoktan örneğin sallantılı bir saray yapmaya çalıştığı taşlar, ya da toplar toplamaz unuttuğu çiçekler için huysuzlanmaz mı? Zamanı yakalayıp ardına koymaya, yaşam işlerini sürdürmeye istekli değil midir? Aşk, ruhun ikinci değişimidir.
Kemal Tahir'in Sohbetleri
Kemal Tahir
Albert Camus " Özgür basın iyi ya da kötü olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü olacaktır! "
16 Ağustos 2018
Charles Bukowski - En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür
Bir yanda
istediğin
her şeyi
söyleyebilirsin,
öte yanda
mecbur
değilsin.
Ben
bir şekilde
ikisini de
yapmayı
becerdim.
Bu yüzden
benimle
bir sorununuz varsa
size
aittir.
İlhan Selçuk - Düşünüyorum Öyleyse Vurun
Harflere baktım.
Şişgöbek D'ye, ince İ'ye, dengeli H'ya, yuvarlak O'ya, balık oltasına benzeyen J'ye, ayakyolunu anımsatan W'ye, öküz çağrışımı yaptıran Ö'ye, cetvel gibi T'ye, yılan gibi kıvrılan S'ye göz attım.
Harfler susuyorlardı.
Konuşmamı sürdürdüm:
- Ne susuyorsunuz? Atatürk niçin yazı devrimi yaptı? Sizleri uygar dünyadan alıp niçin Türkiye'ye getirdi? Gerçekleri söylemeniz amacıyla değil mi?
Harfler susuyorlardı.
Öfkelendim, ama belli etmedim; onları yüreklendirmeye çalıştım:
- Sizler Arap harflerine benzemezsiniz. Onlar "evet efendimci" idiler; boyunları da biçimleri gibi büküktü. Sizler doğruları yazabilirsiniz, fikir özgürlüğünün kaynağından gelen bir kökeniniz var.
Baktım ki harflere laf anlatmak zor; yazmaya başladım.
- Bu ne alçağpiklid...
O ne?
O ne?
Bilmem ki nasıl oldu? Harfler birbirine karışıverdi; yumuşak g'nin ardından p kendini ortaya attı, i boyuna bakmadan işe karıştı, k araya girdi, l ile d fırsatı kaçırmadılar.
Gözlerime inanamıyordum; yazdığım sözcüğü karalayıp
yeniden işe başladım:
- Bu alçağpikld...
Harfler görünmez bir gücün etkisiyle direnişe geçmiş gibiydiler. Kafamdakini kağıda dökmeye kalktığımda makinenin tuşları birbirine karışıyordu.
Sordum:
- Ne yapıyorsunuz? Bana kafa mı tutuyorsunuz? Bu ne terbiyesizlik?
Şişgöbek D konuşmasın mı:
- Kendine gel, aklını başına topla, sonra seni biz bile kurtaramayız.
Kızdım:
- Ulan şişgöbek, diye bağırdım, sen bu işe karışma! Ben ne yazacağımı bilirim. Hem sizler ben ne yazarsam boyun eğmek zorundasınız.
Yılana benzeyen S, ıslık gibi bir sesle konuşup kendini ortaya koydu:
- Şaşayım sana, biz senin istediğini yazamayız, kağıda dökemeyiz.
Ş ise S'yi destekledi:
- Şşşşşt, hop dedik!..
Aklım başımdan gitmişti.
Daktilonun tuşları arasında yer alan w, q, x'e gözlerimi çevirdim. Bunların bizim alfabede yerleri yoktu, ama acaba ne diyorlardı?... Hep birlikte konuştular:
- Biz senin istediğini yazmak zorundayız, görevimizin bilincindeyiz.
Bir kavga başladı; kağıt üzerinde harfler birbirine
girdiler:
ğtwtekxjwgatolşqasn!..
Bağırdım!
- Durun be! Bu rezalet nedir? Rahmetli Başbakan Refik Saydam doğru söylemiş: A'dan Z'ye kadar bu ülkede her şey bozuk...
W, q, x kafa tutmasınlar mı:
- Biz bozuk değiliz. Sizin başbakanınız "A'dan Z'ye kadar her şey bozuk" derken, sizin alfabeden söz açmıştı.
Acaba doğru mu söylüyorlar, diye düşünürken benim de kafam bvzuldu. A'dan Z'ye her şeyin bozuk olduğu yerde benim kafam neden bozulmasındı? Umursuzluğa kapıldım, yazacaklarımdan vazgeçtim.
Turgut Uyar Söylenir ve yarım kalır
15 Ağustos 2018
Müşfik Kenter
Bertolt Brecht " Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki, Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz. "
"Köy Enstitüleri, bu memlekette kurulmuş, kurulacak halkçı, gerçekçi, ilerici kelimenin tam anlamıyla milli eğitim kurumlarının başında gelir." Sabahattin Eyüboğlu
Tom Robbins - Ağaçkakan
Bir Cemal paketine bakarak neler söyleyebilirsiniz? Aşık değilseniz, o
da her nesne kadar anlamsızdır. Ama, "azılı" bir bombacı aklınızı
başınızdan almışsa ve aylarca Camel paketi dışında hiçbir şey
"okumamışsanız", siz de Prenses Leigh-Cheri gibi kainatın sırlarını
çözebilirsiniz belki.
Ağaçkakan, sıradışı kahramanların yaşadığı tutulu bir aşk hikayesi...
Tahttan sürülmüş bir kraliyet ailesinin Pranses kızı ile ğögsüne
bantlanmış dinamit lokumlarıyla dolaşan meşhur bombacı Bernard, nam-ı
değer Ağaçkakan, Hawaii de karşılaşırlar. Ağaçkakan bir kanun kaçağıdır
ama sıradan bir suçlu değildir, şerefli bir davası ve saygı değer bir
felsefesi vardır. Prenses ise seksin "arsız" çağrısına doğru dört nala
koşturan soylu vücudunu ıslah etmeye karar vermiştir. Yüksek toplumsal
ve çevresel duyarlılığı Ağaçkakan ın romantik bireyciliğine toslayınca,
Prenses bambaşka bir davanın peşinden koşmaya başlayacaktır: Aşk...
Aşk bazen gelir, ama sonra geldiği gibi gider. Robbins in hınzır,
dalgavı, hiperaktif dünyasında renkli ve hareketli bir aşk turu atarken,
ezeli bir soruya cevap bulma arayışında Prenses ile Ağaçkakan a eşlik
ediyoruz: Aşkı akalıcı kılmanın yolu nedir? Bu arayış sırasında,
piramitler, kızıl saçlılar, uzaylılar, Ay ın ve Güneş in misyonu ve
tabii Camel paketi arasındaki esrarlı ilişkileri keşfetmek de onlara
kısmet olacaktır.
Robbins aşkı mı "ti"ye alıyor, yoksa aşk karşısındaki çaresizliğimizi mi? Kendiniz karar verin.
Robin Sharma - Ferrari’sini Satan Bilge
Yaşamında başına ne gelirse gelsin buna vereceğin yanıtı seçme kapasitesine yalnızca sen sahipsin. Her koşulda pozitifi arama alışkanlığı geliştirirsen yaşam kaliten daha yüksek seviyelere ulaşacaktır. Bu tüm doğa yasalarının en muhteşem olanlarından biridir. Her şey zihnini daha verimli kullanmak işe başlıyor. Yaşamdaki tüm başarılar , maddi ya da manevi anlamda olsun , omuzlarının arasındaki yaklaşık bir buçuk kiloluk ağırlıkla başlıyor. Daha spesifik olarak her gün, her dakika ve her saniye zihninde oluşan düşüncelerle . Dış dünyan iç dünyandaki yaşamı yansıtır. Düşüncelerini ve yaşamdaki olaylara verdiğin tepkileri kontrol etmekle , kaderini kontrol etmeye başlarsın.
Yaşamda hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır. Olumsuz deneyim diye bir şey de yoktur, yalnızca kendi bilgeliğini kazanma yolunda olgunlaşmak, öğrenmek ve ilerlemek için fırsatlar vardır. Güçlükten güçlük doğar. Acı bile mükemmel bir öğretmendir. Acının üstesinden gelmek için onu yaşamak gerekir .Başka bir deyişle bir dağın zirvesinde olmanın keyfini dağın eteklerinde yürümeden nasıl yaşayabilirsin.
Olayları iyi veya kötü değerlendirmeyi bırakmalısın. Bunun yerine basitçe onları yaşa ve onlardan ders al. Her olay sana dersler verir. Bu küçük dersler iç ve dış gelişimini ateşleyecektir. Bunlar olmadan hiç ilerleme kaydedemez durumda, bir düzlükte takılıp kalırsın. Şimdi kendi yaşamını düşün. Çoğu kimse en büyük gelişimi karşılaştıkları güçlüklerle kazanmışlardır. Beklenmedik bir sonuçla karşılaşır ve biraz düş kırıklığı yaşarsan anımsa ki ,doğa yasaları bir kapıyı kapatırken her zaman başka bir kapıyı açar. Geçmişinin tutsağı olmayı bırak ve geleceğinin mimarı ol.
Mutluluğun sırrı basittir. Gerçekten yapmayı sevdiğiniz şeyleri bulun ve sonra tüm enerjinizi onu gerçekleştirmeye yöneltin. Bunu yaptığınızda yaşamınız zenginleşir ve tüm arzularınız kolayca ve fazlasıyla gerçekleşir.
Dışardaki başarı içerdeki başarıyla başlar. Dış dünyanı iyileştirmeyi gerçekten istiyorsan , sağlık, ilişkiler veya finans açısından olsun; önce iç dünyanı iyileştirmelisin. Bunu yapmanın en etkili yolu sürekli kendini geliştirme pratiğinden geçer. Kendilerini geliştirmek için zaman ayıranlar en güçlü kişilerdir ve ancak kendini geliştiren bir kişi başkalarının yaşamlarını da iyileştirebilir.
12 Ağustos 2018
Can Yücel - Bakış
Başkalarının gözlerinin içine bak
Köpeklerin gözlerine bak
Kedilerin gözlerine bak
Ne kadar masum
Ne kadar mahzun
Ama birdenbire rüzgâr esiyor
Sardunyalar açıyor
Kekikler kokuyor
Aynada bakma yüzüne
Ağaçların gözüne bak
Duvarların gözüne bak
Manavgat’a bak
Gözlerime gözlerime bak
Dünyanın gözlerine bak
Kendine aynada bakma
Sen öleceksin sonunda
Dünyanın gözleri kalacak...
09 Ağustos 2018
Felsefe Sözlüğü - Orhan Hançerlioğlu
1 Mayıs l952 tarihli Varlık dergisinde, genç Hançerlioğlu!na şöyle seslenmişti. Aziz meslektaşım. Vefalı dostum Yaşar Nabi"nin bana göndermekte olduğu yayınlar sayesinde, edebiyat aleminin genç kıymetlerin itanımak fırsatını buluyorumb. Hemen söylemek isterimki bunlar arasında ilgimi en çok siz çekmektesiniz.
Kültür Bakanı Sayın Cihat Baban, 9 Mart l971 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle dedi: Orhan Hançerlioğlu"nun gelişme temposunu izleyenler, yakınlarda onun, bütün dünyanın üzerinde duracağı orijinal yapıtlarla Türk düşüncesini yüceleştirdiğini göreceklerdir.
Değerli yazar Oktay Akbal, 20 Şubat l977 tarihli Cumhuriyet gazatesinde şöyle yazdı: Orhan Hançerlioğlu üstünde geleceğin araştırmacıları sanırım çıok kafa yoracaklar. Bu birbiri üstüne konan kocaman yapıtlar, Hançerlioğlu adını uzun uzun yaşatacak, kuşaklar boyu belleklere yerleştirecek.
Değerli ozan Melih Cevdet Anday, l Eylül l978 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle dedi: Böyle büyük, öneml, ciddi bir ansiklopedik yapıtı tek başına başaran sayın Orhan Hançerlioğlu"nu kutlamak isterim. Bu yoğun çalışma ürünü, kalıcı yapıt.
Hayat, Kendi Seçtiğim - Hermann Hesse
Bana nasıl yaşayacağım gösterildi.
Endişe vardı, keder vardı
Sefalet vardı, acının yükü vardı.
Beni ele geçirecek olan bağımlılık vardı, esir alan yanılgı vardı.
Beni gürleten ani öfke vardı, nefret ve kibir vardı, gurur ve utanç.
Fakat ışık dolu ve güzel düşlere dair günlerin mutlulukları da vardı, yakınmanın daha baskın olmadığı ve daha baskın olmadığı derdin, ve her yerde nimetlerin kaynağının aktığı.
Sevginin, hala yaşamakta olana, göçüp gitmiş olanın saadetini armağan ettiği, insanın, bütün beşeri ıstıraplardan arınmış, kendini yüce ruhların seçilmişi olarak gördüğü.
Bana kötülük ve iyilik gösterildi, bana noksanlarımın bolluğu gösterildi.
Bana beni kanatan yaram gösterildi, bana meleklerin yardımseverliği gösterildi.
Ve ben böylece müstakbel yaşamıma bakarken, bir varlığın sorusunu işittim, bunları yaşamaya cesaret edebilir miydim, çünkü karar saati artık gelmişti.
Ve tekrar tüm kötülükleri değerlendirdim - 'yaşamak istediğim hayat budur! ' - diye cevap verdim kararlı bir sesle.
Böyleydi yeni hayata adım attığımda
Ve kaderimi sessizce kabul ettim.
Böylece doğmuştum bu dünyaya.
Yakınmıyorum, çoğu zaman hoşuma gitmese de, çünkü henüz doğmamışken ona razı oldum.
Alacakaranlıktaki Ülke - Ahmet Erhan
Bir ozanın yaşamında ilk kitap her zaman sevindirici ve ilerde de anımsanması gereken bir olaydır. İçtenlikle söylemek gerekirse, ben şu anda bu sevinci duyamıyorum. Benim kuşağımın tarihi, insan yaşamını hiçe saymaların, ölümün tarihidir. Buradaki şiirlerin yazıldığı koşulları kim bilmiyor ki? Ülkemiz bir toplumsal çılgınlığın içine sürüldü. Öyle bir an geldi ki halkımızın en insanca, en demokratik özlemlerinin birtakım zorbalar tarafından silah sesleri aracılığıyla bize anımsatılmasına; ya da yine aynı yöntemle benzer zorbalar tarafından o özlemlerin boğulmak istenmesine tanık olduk. Binlerce insanımızı öldürdüler. gerçek bir alacakaranlık, tedirginlik ve korku ortamının içine attılar ülkemizi.
Bir ozanın bu ortamdaki görevi ne olmalıydı? Ya, tarih önünde haklı çıkmak adına gelecek güzel günler edebiyatını sürdürmek; ya da yaşanılan dönemi tüm insani boyutlarıyla sergilemek. Bu nedenle ben, bir politik seçimden çok, başlangıçtan bu yana bir insanlık durumunu seçtiğimi belirtmek istiyorum. Bunun içinde umutsuzluk da vardır, ölüm korkusu da, karşı çıkma duyguları da.. Günde onlarca insanın öldürüldüğü bir ülkede umutsuzluğa yer yoktur demek, içtenliksiz bir davranış olarak görünüyor bana.
Bilemiyorum, alacakaranlık belki de yalnızca bu kitabın sorunsalı olarak kalmayacak; hiç değilse başka düzlemlerde duyuracak kendini. ve biz, belki yaşamın sonsuz bir alacakaranlık olduğuna inanmaya başlayacağız. Ben hiç değilse şu an için bir çıkış yolunun bulunduğuna inanıyorum. Benim kuşağım, bu ülkenin genç insanları artık halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar çünkü. Şiirin toplumcu olması için de bir kargaşa ortamı gerekmiyor; hiçbir dönemde de gerekmedi.
Alacakaranlığın sonu, demek geliyor içimden. Bana bu kitabı yazdıran koşulların belleğimizden silinmesi, buradaki şiirlerin artık hiç okunmayacağı günlerin bir an önce gelmesidir dileğim. İşte o zaman ki, bu şiirlerin değeri birer anı olmaktan öteye gidemeyecektir. Ne büyük mutluluk! "
08 Ağustos 2018
Edip Cansever - Gelmiş Bulundum
Oymuş --- cam kırıkları gibi gövdemi yakan ---
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.
Güneş mi batarmış bir özel isim bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.
Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.
Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söylesin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.
Rabindranath Tagore - Romantizmden Modernizme
1. Hindistan'ın, biçimsel inaçlar ile içi boş uygulamalar sonucu gücünü yitirmiş bulunan manevi yaşamını yeniden canlandırma çabaları,
2. Edebiyatı, canlılığını engelleyen katı söz sanatları ile geleneksel kuralların boyunduruğundan kurtarma çabaları,
3. "Kimliğini ortaya koymaya çalışan Hindistan halkının kendi düşüncelerini dile getirmeye başlayan" bir milliyetçiliğin doğuşu.
Aynı zamanda hem devrimci, hem de yaratıcı olan bu akımlar; yeni değerler, yeni manevi biçimler, yeni bir edebiyat, yeni bir ulusal kültür yaratmak amacını taşıyordu. Bu özgürlük havası ile yaratıcı güç, çocukluğundan başlayarak Tagore'a esin kaynağı oldu. Onun yaşamında da, şiirlerinde de sık sık, sanki zihninden hiç uzaklaşmayan bir "sınır" simgesi görürüz; bu sınırlılık duygusunu aşabilmek için Tagore, hem düş dünyasında, hem gerçek dünyada uzak yolculuklara çıkmıştır.
Çocukluğunda, birkaç yıl devam ettiği okulun sınırları içinde Tagore kendini sürgünde ve tutsak gibi hissediyordu. Okul eğitimi kesintilerle geçmiştir. Yatılı okula gitmekteki ısrarı, baba ocağının sınırlılığından kurtulmak içindi. Ancak onun "renklere, müziğe, hareketli bir yaşama duyduğu derin özlem" yatılı okullarda karşılanabilecek gibi değildi.
Sonunda, şiiri, müziği, sanatı tanımak için gerekli fırsatı kendi evinde buldu. Eve gelen özel öğretmenlerle, Bengal'de İngiliz romantiklerinin etkisi altında gelişen yeni edebiyat yapıtlarını okudu. Aynı zamanda Sanskrit klasikleriyle tanıştı; bu eski şiirlerin ritimleri, renkleri, zengin müziği ve derin hayat görüşü büyüledi onu. İngilizce öğrenip Shakespeare'i, Milton'u, Shelley'yi ve öteki yazarları okudu.
Tagore, Kalküta'nın en varlıklı ve en ilerici ailelerinden birinin çocuğuydu. Kişiliğini biçimlendiren yılları nasıl bir ortam içinde geçirdiğini anlatırken şöyle der:
"Ailemin tüm bireyleri yetenekli kişilerdi — kimi ressam, kimi şair, kimi müzisyen. Evimizin tüm havası yaratıcılık ruhuyla doluydu. Neredeyse bebekliğimden beri, doğanın güzelliğini ta içimin derinliklerinde duyuyor; ağaçlara, bulutlara karşı yakın bir dostluk besliyor; kendimi mevsimlerin havada titreşen müziğiyle uyum içinde hissediyordum."
İngiliz toplumunun, İngiliz şiirinin bir çözümlemesini yaparken, Tagore şöyle yazıyordu:
"İngiliz toplumsal yaşamında güçlü tutkular sıkı bir denetim altındadır; işte belki de bu nedenle, İngiliz edebiyatına bu tutkular çok egemendir. İngiliz edebiyatının özelliği, bastırılan şiddetli duyguların, kaçınılmaz bir patlama noktasına gelmesidir. Hiç değilse Bengal'de biz İngiliz edebiyatının özü budur diye düşünüyorduk."
Tagore'un kendi yapıtlarında güçlü tutkular, Hindistan'ın eski bilge kişilerinin öğretileriyle dengelenmiştir. Bu bilgelere göre, yaşamın kökeni ve kaynağı, yeryüzünde evrimin hedefi, tutku değil, sevinçti. "Öteki adı aşk olan" bu sevinç duygusu, Tagore'un romantik şiirine dingin bir derinlik kazandırır. Yaşanan sevinç anları, bir bakıma, bu şiirlerin ana kaynağını oluşturur. Bir sabah doğmakta olan güneşe bakmış Tagore; sonradan şöyle yazıyor:
"Bakarken birdenbire sanki gözümden bir perde kalkıverdi ve dünyanın şaşırtıcı bir aydınlıkla kaplandığını gördüm; her yandan dalga dalga güzellikler, sevinç selleri yükseliyordu. Aydınlık, daha önce yüreğime kümelenmiş keder ve umutsuzluğu delip geçti, içimi evrensel ışığa boğdu. Aynı gün "Çeşmenin Uyanışı" adlı şiir, kalemimden coşkun bir çağlayan gibi döküldü. Şiir bitti, ama sevincimin üzerine perde yeniden inmedi."
Romantik şiirin iki büyük güç kaynağı vardır: Doğa ve sevgi. Maurice Bowra, "Romantik imgelemin özü, görünmeyen bu güçlerin işleyişini gösteren biçimler yaratmaktır," der. Tagore için doğa ve sevgi, ilk yaratıcı sevincin ifadesiydi. Sonsuz ve sınırsız olan bu sevinci doğada, sevgide ve yaşamda arıyordu o. Ancak, sevinç kendini her zaman yalnızca hoşa giden deneyimlerde göstermez.
Yaşadığımız üzücü ve korkunç şeylerde de ortaya çıkabilir. Tagore'un doğa şiirlerinde sevincin bu iki yönünü de görürüz. Kalküta kentinin kalabalığından uzakta Bengal'de, Padma ırmağının üstünde bir kayık-evde yaşarken yazdığı bir mektupta şöyle diyor: "Şimdi sanki öyle bir yerdeyim ki, zaman durmuş akmıyor. Her bir atom zerresi sınırsız; her dakika, sonsuz olmuş." Tagore, büyük bir sükun içindeki görünümüyle doğayı işte böyle algılıyor. Ama bir ay sonra bir gece, suların "şiddetli foşurtu"suyla uyanıyor; yıldız ışıkları altında sular, "bıçak yaraları" almış gibi çizgi çizgidir. Doğanın şefkatli yönünü, "Mutluluk" adlı şiirden alınan şu dizelerde görebiliriz:
Bulutsuz bir gün, gök pırıl pırıl
Güleç yüzlü bir dost gibi, hafif bir meltem
Okşamakta göğüsleri, yüzleri ve gözleri
Ve sandal salınıyor
Sessiz, durgun sularında Padma'nın
ezgili dalgacıklar çıkararak
Şimdi, başka bir doğa şiirinden, bir geminin batışını anlatan "Deniz Dalgalarından alınan birkaç dizeye bakalım:
Kıyısız denizin bağrında
Yıkım kol geziyor
Korkunç bir bayram havası içinde.
Azgın rüzgâr kükrüyor, tüm amansız gücüyle,
çırparak binlerce kanadını
Gökle deniz büyük bir kargaşayla tek olmuş sarmaş dolaş
Karanlık inmiş evrenin gözlerine
Yaratılan korkunç yıkımdan sonra, Fırtına Cadısı insan kurban istemektedir:
Kaldırmış gemiyi Cadı Fırtına, bağırıyor
'Ver! Ver! Ver!'
Deniz köpük kesilmiş, gürlüyor,
milyonlarca kollarıyla havada,
'Ver! Ver! Ver!'
Gecikmeye öfkeli, köpüren, ıslıklar çalan
Mavi Ölüm hiddetten kireç kesilmiş bir yüz,
Ufacık tekne dayanamaz bu zorlu güce,
Patladı patlayacak demirden bağrı!
Gökle deniz bir olmuş,
tutmuşlar bu minik oyuncağı
Amaçları eğlenmek!
Doğanın tüm bu korkunçluğuna, tüm öfkesine karşın, Tagore dünyayı sevmekte, onu güzel bulmaktadır:
Dünya güzeldir, ölmek istemiyorum ben
Tagore, uzakların çağrısına kapılmıştır, enginlere açılmak ister; özgürlüğe koşmaya can atar; ama gene de çileci keşişler gibi dünyadan el etek çekmeyi düşünmez. Bir sonesinde şöyle diyor:
El etek çekmekten gelecek kurtuluş
bana göre değil
Çıkaracağım mutlu özgürlüğün tadını ben
Doğanın sınırsız tutsaklığında
Romantik şairler doğayı zaman ve mekanla sınırlı olarak görmezler; onlar için doğa, tamamen dış görünüşünün kalıpları içinde sıkışıp kalan bir şey değildir. Eski Hint bilgeleri de, yeryüzündeki herşeyin, tanrının ölümsüz varlığı ile dopdolu olduğuna inanıyorlardı. Tagore, doğada bitmez tükenmez bir yaşam akışı görür. Bu akış, kaynağını "burada ve şimdi" olan şeylerden almakla birlikte, gene de bunların çok ötesine uzanır. Havada uçan yabani kazlara bakarak şöyle yazıyordu:
Bu kanatların mesajı,
taşıdı sanki hız tutkusunu
bir an için yalnızca,
heyecandan duran yüreğe.
Dağlar dönüşmek istiyordu avare Yaz bulutlarına;
ağaçlar istiyordu topraktan kopup gitmek
ve açılmış kanatlarla izlemek o sesi
sonsuz sınırlarına dek uzayın.
Kayboldu gitti akşamın düşü
özlem dolu bir acı kümelendi.
Ey uzaklara yönelen
özgürleşmiş kanatlar.
Ve çınladı bir mesaj evrenin yüreğinde,
'Burda değil, burda değil,
başka, başka bir yerde!'
Romantik şairler için ikinci büyük güç kaynağı sevgidir, aşktır. Tagore aşkı türlü ortaya çıkış biçimleriyle ele almıştır. İlk şiirlerinde aşk bedenseldir; bir duygu, bir heyecan işidir:
Ah, sevgilim,
Öpücük isteyince senden,
yüzünü öte yana dönme
dök dudaklarıma
o hayat veren kızıl parlak mutluluğu
Aşk bedenden ayrı bir şey değildir; hem bedeni, hem ruhu sarar. Aşk yalnızca cinsel bir gereklilik, fiziksel bir güdü olsaydı eğer, tüm güzelliğini, tüm sevincini yitirirdi. Gerçek aşk, insan boyutunu tanrısal olanla birleştirir:
Tanrım sevgilimdir, sevgilim tanrım.
Tagore için kadın, ne bir zevk aracı, ne sinsi bir baştan çıkarıcı, ne de bedensiz bir melektir. Çok yüceltildiği zaman bile, hep bir bedene sahiptir. Yüceltme, kadın imajının bir parçasıdır. Ortada hep etten kemikten bir kadın vardır, ama aşık-şair, onun bedensel güzelliğine kendi düşgücünü katar ve aşk kadınını yaratır. Tagore sevgiliye seslenerek,
Yarı kadın, yarı düşgücüsün sen
diyor. Belki de Tagore'un aşk kavramını en güçlü biçimde dile getiren bir şiir, denizden doğan, Urvashi adlı kutsal periye yazdığı bir kasidedir. Eski bir efsaneye göre peri, bir krala gönül verir ve onunla yaşamak için yeryüzüne gelir. Tagore için Urvashi, tanrısal güzellik simgesinin bedene bürünmüş halidir. Yalnızca bir düşünce ya da hayal değildir o; aynı zamanda bir kadındır. Ancak, tanrısal olduğundan, toplumun yasaları onu bağlamaz. Urvashi, tam bir özgürlük içinde güzelliktir, aşktır. Şiirin ilk dizesinin söylediği gibi, ev kadının görevleriyle yükümlü değildir:
Ne anasın, ne kız, ne de gelin sen,
ey beden bulmuş güzellik!
Urvashi bedene bürünmüş güzellik olduğu kadar, sonsuza dek gençtir de:
Gençlik kalıbını alıp da uyanınca,
çıktın karşısına dünyanın
tazeliğin doruk noktasındaydın artık sen
Tüm "dünyanın sevgilisidir" o. Bilge kişiler de dahil bütün erkekler bağlılıklarını bildirirler ona; çileciler derin düşüncelerini bir yana bırakır, önünde diz çöker, ona manevi değerlerini sunarlar. Onun kendisi herhangi birşey istemez; özgürdür.
Erkekler aşık olmuşlarsa, sevgileri kendi arzularının doğal bir biçimde ortaya çıkışıdır. Urvashi'yi belki de en iyi anlamanın yolu, onu bir dansçı olarak düşünmektir— seyredenlerde sevinç ve keder duyguları yaratan, ama kendisi bu duygulara kapılmayan bir dansçı. Ritim doludur Urvashi. Bir yandan bedeninin tazeliği baştan sona evrene yayılırken, beden ritimleri de tüm doğayı dansa boğar. Deniz dalgaları gibi gidip gelir. Yeryüzüyle, gökyüzüyle kaynaşır.
Sen dans edince
Denizin dalgaları dans ritimlerine uyup senin, dans eder,
Kanat çırpar yeryüzünün giysileri,
dalgalanan buğday başakları üstünde
Boynundaki gerdanlıktan
yıldızlar düşer gökyüzünün tabanına
Deniz, yer, gök evrensel bir ritmin girdabına kapılmıştır. Güzel olan ne varsa, hepsi Urvashi'nin güzelliğinin yansımasıdır. Tüm devinim, onun adımlarının ritminden doğmaktadır; yıldızlar onun gerdanlığının parıltısından başka bir şey değildir. Güzellikler dünyası olan doğa, onun görkemli varlığıyla dopdoldur. Urvashi doğanın ta kendisidir. Ama aynı zamanda bedeni olan gerçek bir kadındır, son derece arzulanan, ama görenlerce ulaşılması olanaksız bir kadın. O gözucuyla şöyle bir baksa, diyor şair, tüm dünya çarpılıp, gençler gibi aşk özlemiyle yerinde duramaz olur.
Kör rüzgarlar taşırlar her yere
bedeninin baş döndürücü kokusunu
ve büyülenmiş şair, bal sarhoşu bir kara arı gibi,
dolaşır durur özlemle,
sevinç türküleri söyleyerek.
Urvashi kusursuz, arınmış bir güzellik; yeryüzünde çektiğimiz tüm acıların yüceltilmiş biçimidir; acının ölümsüz bir sanat yapıtına dönüşümüdür. Arzu onun ayaklarına kapanmıştır; dünyanın arzuları, lotus çiçeğinden bir ayak iskemlesi olmuştur ona:
İnce bedenin yıkanır dünyanın gözyaşlarıyla,
Yüreklerden akan kanlar boyamış ayaklarına kızıla.
Ey çıplak güzellik, çözmüş saçlarının örgüsünü,
Koymuşsun ayaklarını hafifçe üstüne,
Tüm arzunun açılmış lotus çiçeklerine
Aşk arzunun kollarının erişebileceği uzaklığın ötesindedir. Gerçek aşkı kucaklamak olanağı yoktur; yakındadır, bedenleşmiş güzelliğin karşısında çarpıp duran yürektir, ama elde edilmesi olanaksızdır.
Tagore, Hindistan dışında, hatta diyebiliriz ki Bengal dışında, genellikle mistik bir şair olarak görülür. Bunun nedeni, onun çoğu Bengal dilinde yazılmış olan şiirlerinin yalnızca bir bölümünün başka dillere çevrilmiş olmasıdır. 1913 yılında Tagore Nobel edebiyat ödülünü aldı. Bu ödülü kazanan ilk Asyalıydı. Şiirlerinden bazılarını kendisi İngilizceye çevirmişti. Bunları kendisine ödülü kazandıran "Gitanjali" adlı İngilizce kitapta yayımladı. Bu şiirlerin gerisindeki deneyimler mistik deneyimlerdi. Tagore'un mistik bir şair diye tanınması işte bundandı.
Tagore'un şiirindeki mistik nitelik, onun romantikliğinden çıkmıştır. Romantik düşgücünün temelinde gizem ve hayret duyguları yatar. Ne zaman bu duygular derinleşir, insan ruhunu sararsa; ne zaman doğanın güzelliğinde sonsuzluğu ve tanrısal kutsallığı görürsek, işte o zaman mistiklikten söz edebiliriz.
Gökyüzüsün sen ve kuş yuvasısın
Ey Güzel! Aşkın nasıl da kucaklıyor ruhu bu yuvada,
tatlı ezgilerle,
renklerle, mis kokularla!
Yaklaşıyor Sabah,
kolunda altın sepet, içinde güzellik tacı
giydirecek sessizce yeryüzüne
İşte sürülerin terkettiği çayırlara iniyor akşam,
Ayak basmamış yollardan geliyor, altın testisinde serin
esintilerini getiriyor barışın, dingin Batı denizlerinden.
Ama ruhlar uçup erişsin diye serdiğin o sonsuz gökte,
lekesiz bir beyazlık dolu; işte orda ne gündüz var,
ne gece, ne biçim, ne renk, ne de bir söz.
Bu dizeler onun mistik yanının iyi bir örneği. Ancak Tagore bu noktada durmadı. Zaman değiştikçe değişmesini sağlayan bir canlılığa sahipti o. Batı, Tagore'u 1913'te tanıdı; 1914'te Birinci Dünya Savaşı çıktı. Eski düzen yıkıldı. Ve denebilir ki, güzel sanatlarda modernist bakış açısı egemen oldu. Yeni bir kuşağın şair ve ressamları, geçmişten tümüyle kopmaya çalıştılar. Modernizmi tanımlamak kolay değildir. Yalnız belki onun yeni bir zihinsel tutum olduğu söylenebilir:
Çağdaş yaşamdaki gerçek kopuklukların farkına varmaktan kaynaklanan yeni bir tutum. Bu düşünce biçimine göre, dünyadaki her şey sanki parça parça oluyordu. Eski idealler yok olmuş, romantik güzellik ve aşk kavramları uçup gitmişti. Sonlu ile sonsuzu, beden ile ruhu bir arada tuttuğu düşünülen büyük ilişkiler zinciri kopmuştu. İnsan yaşamı, yalnızca güncel, elle tutulabilen, sınırlı bir şeydi. Tek gerçeklik geçici olandı. Çağdaş insan hiçbir şeye, hiçbir değere inanmıyordu artık.
Tagore gelişti. Geçmişle bağlarını koparmadı; ama içinde yaşadığı zamanın, sıradan şeylerin, parçalanmışlığın neler gerektirdiğini anlıyordu. Yeni biçimler denedi, romantik olmayan konularda "düzyazı şiirler" yazdı. Orta sınıfın saygınlık kavramına boyun eğmeyen bir çocuk için "sokak köpeğinin trajedisi"ni yazmak isteyen Tagore, sıradan insanların konuşma biçimini, bu çocuğun yürek tellerine dokunabilecek bir dili, kullanmayı her zaman başaramadığını itiraf eder:
Ambika öğretmen yakındı bana,
"Vermiyor aklını okumaya
Kitabındaki şiirlerinizi,
aslında biraz budala!
İşe yaramazın teki, yırtıyor sayfaları,
Neymiş, fareler yemiş,
Nasıl da haşarı!"
Dedim ki, "Suç bende,
Onun kendi dünyasından bir ozan
Öyle bir şiirleştirir ki gübre böceğini
Çocuk şıp diye tanır.
Ben ne zaman gerçek kurbağayı,
Ya da sokak köpeğinin trajedisini
Anlatabildim ki?
Tagore, "sıradan bir kız"ı, bir "adam"ı, romantik şiirin dünyasında yeri olmayan başka insanları konu alan şiirler yazdı. Miçolar, borsa simsarları, katipler, hatta böcekler ve solucanlar bile artık onun şiir dünyasından dışlanmıyordu. Ama gene de, bunları gerçekten anlayıp anlamadığı konusunda kuşkusu vardı. (Kuşku çağdaş düşüncenin önemli bir öğesidir.)
Ancak, örümceğin dünyası bana
Sonsuza dek kapalı
Gözlerimin önünde sürekli,
Karınca yüreğini benden
Saklayan bir perde var.
Tagore artık sonsuzluğun farkında olduğu gibi, tarih içinde değişikliğin de farkındadır.
Bir sabun köpüğü gibi yükseldi Mohenjo-daro
ve sonra sessizce yitip gitti çöl kumları altında.
Sümerler, Asurlular, Babil, Mısır
hep güçlü göründüler,
zamanın alçak çitlerle çevirdiği
geçmişin arenasında.
Silinip gittiler sonra,
silinir mürekkeple yazılmış yazılar gibi.
Birkaç soluk iz geride kalan.
Tagore'un kendi ülkesi, Hindistan, kargaşa içindeydi. İngiliz egemenliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Halkın umutları, devletin güvenlik güçlerince şiddetle bastırılıyordu. Ozan bir kenara çekilip düşgücü dünyasında yaşayamazdı. Kendi yaşamını gözden geçirdiği bir şiirinde, romantik düşgücünü tek telli bir saz olan ektara'ya benzetir. Ve artık eline, sömürgeci baskısına karşı savaşıma bağlılığı simgeleyen savaş davulunu almak zorunda bulunduğunu söyler. Bu da Tagore'un modernizminin bir örneğidir: Çünkü ozanın zihninde romantik geçmişin yerini, güncel tarihin gerçek toplumsal-siyasal sorunları almıştır artık. O savaşım günlerini anımsayarak şöyle yazıyordu:
Yaşamının savaş alanında o gün
Çarpışma sesleri dalga dalga yayıldı,
yağmur bulutlarından kopan gümbürtüler gibi.
Gün oldu bırakıp elimden ektara'mı
savaş davulunu yüklenmem gerekti.
Koşmam gerekti korkunç öğlen sıcaklarında
zafer ve yenilgi
kasırgaları arasında
Ayağım dikenlerle delik deşik,
yaralı göğsümden kanlar akarak.
Tagore'un davaya olan bağlılığını en açık biçimde, iki siyasal tutuklunun polis kurşunlarıyla ölmesi ve yirmi kişinin yaralanması üstüne yazdığı "Soru" adlı bir şiirle gösterebiliriz. Tagore bu olaydan "katilce bir acımasızlık" diye söz ediyor.
Tanrım, kaç kez gönderdin peygamberlerini
bu acımasız dünyaya:
"Bağışlayın!" dedi onlar bize. "Sevin!" dediler.
"Kovun kötülüğü yüreklerinizden!"
Saygımız var, unutmuyoruz dediklerini,
ama bu karanlık günlerde
Yanlış övgülerle uzaklaştırdık kendimizden onları.
Güçlünün suç işlemesini önlemeye gücü yetmeyen adaletin
tek başına için için ağladığını gördüm,
Genç çocuklar gördüm, koşup kederli başlarını
acı içinde amansız taşlara vuran.
Şimdi sesim kısıldı, kalmadı flütümde ahenk
Aysız gecenin tutsaklığı
Derin, karanlık kâbuslara boğdu dünyamı.
İşte bunun için yaşlı gözlerle soruyorum sana
"Havanı zehirleyenler, ışığını söndürenler,
bağışlıyor musun onları gerçekten?
Gerçekten seviyor musun onları?"
Tagore romantik zihnin sade ve sarsılmaz inancının yitirmişti. Yukarıda elinden bıraktığını söylediğimiz ektara gibi, bu şiirdeki susan flüt de, tatlı romantik ezgilerin simgesidir. Şimdi Tagore'un zihni kuşku ve sorularla doludur. Daha önce evrenselliğe ve Batının uygarlaştırma gücüne inanıyordu. Yaşamının sonuna doğru, 1941'de seksen yaşındayken, bir yazısında şöyle der:
"Bir zamanlar, uygarlığın kaynağının Avrupa'nın yüreğinden fışkırdığına inanırdım, ama dünyayı terk etmek üzere olduğum şu günlerde bu inancım tümüyle iflas etti." İngiliz emperyalizminin kibrine ve elindeki gücü kötüye kullanışına tanık olmuştu Tagore; Almanya'da Nazizmin, İtalya'da faşizmin ortaya çıkışını görmüştü. 1935'te Mussolini Habeşistan'ı işgal ettiğinde "Afrika" başlığını taşıyan bir şiir yazdı. Bu şiirde çağdaş uygarlığın bir çeşit vahşet olduğunu söyler.
Demir zincirlerle geldiler,
Tırnakları kurt pençelerinden keskin...
Geldiler, insan avcıları,
Gözleri karanlık ormanlardan daha kör.
Uygarlığın vahşi açgözlülüğü
gösterdi utanmaz acımasızlığını....
Ve denizlerin ötesinde,
kendi kentlerinde, köylerinde o sırada
çanlar çalıyordu kiliselerde,
sabah dualarında, akşam dualarında
Bağışlayan tanrının yüceliğini ilan eden çanlar;
Çocuklar analarının kucağında oynuyor,
güzelliğe övgüler düzüyordu ozanlar
İkinci Dünya Savaşı Tagore'u sarsmıştı. Dünyanın paramparça olduğunu görüyordu. Savaş Avrupa'yı yakıp yıkıyordu ama, Tagore ne Hindistan'ın ne de dünyanın başka yerlerinin artık barış içinde kalamayacağını biliyordu. Gençliğinden anımsadığı, sade bir mutluluk, barış ve sükunla dolu yaşamın da paramparça olacağını sezinliyordu. Bu duygu, son dizelerini okuyacağım aşağıdaki şiirinde şöyle dile getirilmektedir:
Şeker kamışları kesildi, köklerin yanıbaşında
iki arkadaş tembelce dolaşmakta,
Yağmurun yıkadığı ormanın, otların,
kokusunu soluyarak,
Tatile çıkmışlardı:
Bir köy yolunda rastladılar birbirlerine.
Biri yeni evli.
Sohbetin tadı sanki sonsuz.
Çevrede Bhati çiçekleri taze bir güzellik içinde;
Ormanın girift yollarında
uçuşuyor baygın kanatlı kokuları,
İlerlemiş bir baharın sevincini ortalığa saçarak.
O sırada yakındaki bir jarul ağacında
bir guguk kuşu çılgın gibi ötmekte
Bir telgraf gelir;
"Finlandiya yerle bir Sovyet bombalarıyla."
Tagore insanlara olan inancını tümüyle yitirmedi. Uygarlığın yıkıntılarına bakarken, "Gene de insana olan inancımı yitirmek gibi ağır bir günah işlemeyeceğim ben," diyordu. Sonuçta kendini modernsitlerin nihilizm duygusuna kaptırmamıştı. İnsanların yeryüzündeki sorunlara henüz çözümler bulamadıklarını, yaşamın anlamını keşfedemediklerini biliyordu. Ölümünden birkaç gün önce, şu kısa şiiri yazdı:
İlk günün güneşi
Soruyu sordu
Yaşam ilk belirdiğinde
Kimsin sen?
Yanıt yok.
Yıllar, yıllar geçti
Günün son güneşi
Sordu son soruyu
Batı denizinin kıyısında
Sessizliğinde gecenin:
Kimsin sen?
Yanıt alamadı.
Yanıtı Tagore da bilmiyordu. Ama bu, insanlık sorunun yanıtını bulamayacak demek değildi. Eski kâhinlerin, bilgelerin sözlerini hiç unutmadı Tagore. Son şiirlerinden birinde, bu sözlerin yankılandığını görürüz.
Gökyüzü balla dolu, balla dolu kara toprak.
Bal, tatlılık ve sevincin simgesiydi. Tagore, ölüm anı gelip çattığında, dünyayı şöyle mırıldanarak terk edeceğini söylüyordu:
Alnımı senin kara toprağınla süsledim;
Ardında havanın karanlık perdesinin,
gördüm sonsuz ışığı,
İşte bu toprakta gerçek, sevince dönüşüyor
Bu bilinçle başımı toprağa eğiyorum.
Bu yüzden diyebiliriz ki, tüm dünyadaki çöküntü, romantik dünya görüşünü yitirmek, Tagore'u tam bir umutsuzluğa düşürmemiştir. Yaşamdaki çirkinliği, haksızlığı, adaletsizliği, savaşın korkunçluğunu görmüş, ama ne insanlara ne de doğaya olan inancını yitirmişti. Doğa, çoğu zaman aldatıcıydı, ama aynı zamanda yıldızların aydınlattığı bir yol vardı ve bu yol kalbe giden yoldu. İşte Tagore, bu inancı yitirmedi.
Senin yıldızının insana gösterdiği yol
Onun yüreğinin gideceği yoldur,
Hep açıktır
Ve aydınlatır insanı kendi
yüreğindeki doğuştan inancın ışığıyla.
Sözlerimi bitirirken, bu pek çok yönlü insanı bugün yalnız bir kaç yönüyle gördüğümüzü söylemek istiyorum. Tagore yalnızca şair değil, aynı zamanda bir romancı ve öykü yazarıydı. Hindistan'da ve başka ülkelerde sahnelenen tiyatro oyunları da yazdı. Yetenekli bir şarkıcıydı; pek çok şarkı besteledi ve yeni bir müzik türü yarattı. Ressamlık eğitimi görmemişti ama, yaşamının son on iki yılında iki binden fazla resim yaptı. Bu resimler onun iç dünyasındaki gerilimleri gösterir. Bunlar, romantizmin düşgücüyle yarattığı şiirlerden çok ayrıdır.
Resimleri incelenirse, Tagore'un modernizminin karanlık yönü, iç çatışmaları, ruhundaki bilinç dışı çalkantılar, kişiliğinin takındığı değişik çehreler ortaya çıkacaktır. Bunlar, Batı modernizmine daha yakın anlatımlardır. Tagore'un kendisi, "Şiirlerim kendi ülkemin insanları içindir. Resimlerimse, Batıya armağanımdır," demiştir.
Aslında insan, dilini bilmediği bir şiiri tam olarak değerlendiremez. Resmin dili daha evrenseldir. Ama bence resimleri Tagore'un yaratıcı dehasının zenginliğini ve çeşitliliğini göstermiyor. Oysa şiirlerinde, insan yaşamını, tutarsızlıklarıyla bölük pörçüklüğüyle, ama aynı zamanda geniş manevi yönüyle de kucaklayabilen bir düşgücünün evrimini buluyoruz. Ancak, ne yazık ki, Bengal dilinden başka bir dile çevrildiklerinde, bu şiirlerdeki gücün de, derin yaşam görüşünün de, büyük ölçüde kaybolduğu görülür.
RABİNDRANATH TAGORE
Çeviren: Ünal AYTÜR