05 Mart 2013

W. E. Gladstone ve S. Ullman’ın şiirlerinden bölümler içeren “Yaşlandıkça Gençleşebilmek”

Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir.
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur. 

İnsan kendine olan güveni kadar genç,
Kuşkusu kadar yaşlı,
Cesareti kadar genç,
Korkuları kadar yaşlı,
Umudu kadar genç,
Bezginliği kadar yaşlıdır.
 
Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.
İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.
Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.
 
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,
Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.
 
İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.   

Annesinin Ayakkabılarını Giyen Çocuk

Mevsimin ilk kar taneleri Londra köprüsünün kulelerinde birikirken, Oakley Sokağı’ndaki tek odalı bir evde iki erkek çocuk, kırmızı kadife ceketini terzi makasıyla kesen annelerini seyretmektedir. Kadının, büyük oğlu Sydney’e ceketini bozarak diktiği palto ortaya çıktığında, bodrum katındaki odada hıçkırık sesleri içinde bir çocuk sesi duyulur: “Okuldaki arkadaşlarım beni böyle görünce ne düşünecekler?”

Ertesi sabah, okul yolundaki Sydney’in giydiği yalnızca annesinin ceketi değildir. Ayaklarındaki de, annesinin, yüksek topuklarını keserek giydirdiği ayakkabılarıdır.

Alkolik olan baba erken yaşta öldüğü için öylesine yoksullardır ki, Sydney okuldan arta kalan zamanlarında Londra’nın kırmızı otobüslerinde gazete satmak zorundadır. Bir gün, otobüsün üst katındaki boş bir koltukta bulduğu cüzdanın üstünü yolcular görmeden gazeteyle kapatır ve usulca cebine koyduktan sonra koşarak eve gelir.  Sydney,  sinir nöbetlerinden birini geçiren annesinin yatağına boşalttığı cüzdanın hala ağır olduğunu görünce şaşırır. Biraz daha kurcalayınca cüzdanın içindeki küçük bir gözde yedi tane altın lira bulur. Kadın, yataktan kalkar kalkmaz çocuklarına güzel kıyafetler alır ve hafta sonu tatile götürür. Sydney’in kardeşi o günü şöyle anımsayacaktır: “Denizi ilk kez görüyordum, hemen büyülendim. Parlak güneşin altında suya yaklaştığımda kocaman bir canavar kıvrılarak üzerime geliyor gibi bir duyguya kapılmıştım. Üçümüz de ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımızı suya soktuk. Su bileklerimi ıslatıyor, yumuşak kumun içerisinde ayaklarım gömülüyordu.”

Yalnızca Sydney mi, kardeşi de çalışmak zorundadır. Küçük çocuk barlarda nergis çiçeği de satacaktır, oduncuda kesilen odunların düzgün bir şekilde dizilmesine de yardım edecektir. Hatta annesinin eski elbiselerini pazarda satmayı da deneyecektir ama sadece bir jartiyeri bedelinden çok daha az bir para karşılığında verdiği için eve döndüğünde fırça yiyecektir.

Küçük çocuk bir gün, Kennington semtinin arka sokaklarının birinde yaşlı bir adam ve oğluyla tanışır. Baba, oğul bir ayakkabıcıdan aldıkları eski ayakkabı kutuları, talaş, Noel kağıtları ve tutkal ile oyuncak gemiler yapıp sokakta satmaktadır. Renkli ipler ve bayraklarla donatılmış oyuncak gemiler yoldan geçenlerin dikkatini çekmekte ve rahatlıkla alıcı bulmaktadır. Küçük kardeş, ayakkabı kutularından oyuncak yapımını öğrenmek arzusuyla baba ve oğluna yardım etmeye başlar. Onlar mahalleden taşınınca da bu işi evde kendi yapmaya karar verir. Bir hafta içinde yaptığı üç düzine gemiyi zorlanmadan satar satmasına ama zaten küçük olan evlerinde dikiş işleri yapan annesinin malzemelerinden yer bulamaması ve kazandığı paranın az olması nedeniyle çok sevdiği oyuncakçılık işine istemese de son verir.

 Annelerinin rahatsızlığı nedeniyle akıl hastanesine kaldırıldığı dönemlerde evde birbirine sokularak uyuyan iki kardeşten küçük olanı, yıllar sonra çocukluk günleriyle ilgili şunları söyleyecektir: “Yoksul mu yoksul bir odada yaşıyorduk. Çoğu zaman yiyecek bir lokma ekmeğimiz olmuyordu. Ayakkabılarımız da yoktu. Annem bazı kereler potinlerini çıkartıp birimize giydiriyor, potinleri giyen de yoksullara dağıtılan çorbanın peşine düşüyor ve günlük tek aşımız olan çorbayı kapıp getiriyordu.”

 Annesinin ayakkabısını giyen bir çocuğun adımları nasıldır? Ayağından büyük olan ayakkabılar çıkmasın diye kısa ve çabuk çabuk!

 Ayakkabı tamircisi olan büyükbaba gut hastalığından dolayı elleri şişince, işini artık yapamaz olur. Zavallı kadın, akıl hastanesinde tedavi görmediği günlerde çocuklarını yanına alarak büyükbabanın evine gitmekte ve ona yardımcı olmaktadır.

Yoksulluk içinde geçen yılların ardından küçük kardeş, “yatağın altındaki farelere ayakkabılarını fırlatarak” geçirdiği on iki günlük bir gemi yolculuğundan sonra Kanada’ya, oradan da trenle New York’a ulaşır. Times Meydanı’nda tramvaydan indiğinde Amerika hakkındaki ilk izlenimleri şöyle olacaktır: “Hemen hemen her köşede seyyar ayakkabı boyacılarının karşısına oturmuş kısa kollu gömlekler giyen insanlar büyük bir rahatlıkla ayakkabılarını boyatıyordu. İnsana sanki giyinip kuşanmalarını sokakta tamamlıyorlarmış izlenimi veriyorlardı.”

Amerikalı yönetmen Sennett, çekeceği otel sahnesini hazırlayan set işçilerine bakarken, ucunu koparmak için ısırdığı purosunun tütününün yapıştığı dudaklarından şu sözcükler dökülür: “Burada bir komedi unsuruna gereksinimimiz var.” Bu sözden sonra Sennett, yaktığı purosundan derin bir nefes çekerek, bir kenarda keşfedilmeyi bekleyen oyuncu adaylarından birine döner: “Komedi makyajı yap. Ne olursa olsun fark etmez.”

 Genç adam, gardıroba doğru yürürken, böyle bir fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini bilmektedir. Attığı her adımda, onlarca komik karakter gözünün önünden film şeridi gibi akar... Bürüneceği karakter bir an önce zihninde oluşmalıdır, zamanı çok azdır… Oldukça bol bir pantolon bulacak, başına küçük bir şapka koyacak ve büyük ayakkabılar giyecektir. Gardırobun kapısını açtığında kararını vermiştir:” Üstümdeki her şeyin birbiriyle çelişkili olmasını istiyordum. Yani torba gibi bol pantolon giyerken ceketim bedenime sıkıca yapışacaktı, şapkam başıma küçükken ayakkabılarım ayağımdan fırlayacak kadar büyük olacaktı.”

 Yıllar yıllar sonra o küçük çocuk, yani Charlie Chaplin, yarattığı sinema tarihinin en unutulmaz, en güzel komedi karakteri Şarlo ile, annesinin ayakkabıları ayağından çıkmasın diye çorba almaya giderken attığı adımlarla bütün dünyayı güldürecektir, kısa ve çabuk çabuk!                  

Fernando Pessoa - Huzursuzluğun kitabı

 
 20. yüzyıl Portekiz edebiyatının büyük ismi Fernando Pessoa, sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı. Yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler veren yazar, bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalamıştı; kötü bir Portekizce’yle ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, "içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman" diye tarif edilen Alvaro de Campos gibi... Bu kurmaca yazarlardan biri olan Bernardo Soares, Pessoa’nın "yarı-dışkimlik" olarak nitelediği, ona çok yakın bir karakterdi ve Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak yaratılmıştı. Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu.

Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa’nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913’ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982’de Portekiz’de yapıt ilk kez olarak basıldı; daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.

Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kâğıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.
 
 * * *
Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama!
 
Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! Başkalarının kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. En ufacık bir derinlik katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve haz buluruz. 
 
Düşünüldüğü anda her şey karmaşık hâle gelir ve tabii düşünce de kendine has bir hazzı işe karıştırarak meseleyi iyice arapsaçına çevirir. Ama insan düşünürken, her şeyden niye vazgeçtiğini, neyi nasıl kavradığını etraflıca anlatarak açıklama ihtiyacı hisseder, yalancıların her argümana yaptığı gibi bol ayrıntı da verir, ne var ki toprağı biraz kazınca yalanın kökleri açıkta kalıverecektir.
 
Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi -ah, gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül ne kadar da biz hâlâ!

Amaç ne olursa olsun, çabanın sarf edilmesiyle hayat tarafından yolundan saptırılması bir olur; böylece o bir başka çaba haline gelir, başka amaçlara hizmet eder, bazen ilk başta hedeflenenin tam tersi bir sonuca varır. Sadece aşağılık hedeflerin uğrunda didinmeye değer, çünkü bir tek onlar tam olarak elde edilebilir. Zengin olmak uğruna çaba harcamak istesem, bir şekilde bunu başarabilirim; kişisel olsun ya da olmasın, bütün nicel hedefler gibi bu da aşağılık, ulaşılabilir bir hedeftir, kontrol altında tutulması da mümkündür.
 
Bugün ruhumu tanımlamak için tercih ettiğim ifade, duyarsızlıklar yaratıcısı. Hayata faydası dokunacak bir eylemde bulunacak olsaydım, en çok, insanları kendileri için hep daha az hissedecek şekilde yetiştirmek isterdim. Sıradanlığın hastalığı yaymasını engelleyebilecek bu manevi temizliği insanlara öğretmek; idealimdeki sahici pedagoga yıldızların biçtiği kader bence bu olabilir. Yazdıklarımı okuyan herkes (konunun gerektirdiği gibi, adım adım da olsa) bakışları ya da görüşleri karşısında hiçbir şey hissetmemeyi öğrensinler -bu kaderim- de varsa, hayatımın skolastik durgunluğu şöyle böyle de olsa ödülünü bulmuş demektir.
 
Varlığımızı öyle bir halde getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup da bizi çözememeleri olsun. Ben hayatımı böyle şekillendirdim, hemen hiç düşünmeden yaptım bunu, ama sanatı ve içgüdüleri o kadar çok kullandım ki, kendi gözümde ayrı bir kişilik haline geldim, kuşkusuz bana ait olan, ama ne açıkça ne de tam olarak tanımlanmış bir kişilik.
 
Düşlerdeki insanlar, gerçek kişilere göre daha kişilikli, daha hakikidir. Düş evrenim baştan beri benim biricik gerçek dünyam oldu. Tepeden tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar gerçek, onlar kader ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik! Üstelik özlemi bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da gelip geçici…
 
Akıl çağına gelmiş her insanın en büyük kaygılarından biri kendini idealindeki imgeye göre, düşünen bir birey olarak biçimlendirmektir. Modern çağın dışarıdan gelen tiz seslerinin karşısında, ruhumuzdaki asaletin mantığı hiçbir ideal durağanlıktan daha iyi yansıtamayacağına göre, Durağan, Etkisiz olmayı ideal edinmeliyiz. Yararsız? Onu sadece, yararsızlığı öyle ya da böyle cazip bulanlar dert edecektir.
 
Hayat tahayyül edebildiğimiz kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir imparatorluktur. Sezar’ın gözünde ise azımsadığı imparatorluğu topu topu bir tarla kadardır. Fakir insanın bir imparatorluğu var, güçlü olanın ise altı üstü bir tarlası. Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir; dolayısıyla, hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil. (Böyle düşünmemin özel bir nedeni yok.)
 
Coşku, kabalıktır.
 
Coşkunun ifade edilmesi, öncelikle dürüst olmama hakkımıza bir saldırıdır. 
 
Ne zaman dürüst olduğumuzu asla bilemeyiz. Belki de hiç değilizdir. Ve bugün dürüst davranıyorsak, yarın, tam tersi bir nedenden dolayı da aynı şekilde davranabiliriz. Kendi adıma, hiçbir zaman kesin inançlarım olmamıştır: Sahip olduğum tek şey duygulardır. Sırf orada rezil bir günbatımı seyrettim diye bir yerden nefret etmem. Duygularımızı dışa vurduğumuzda, onları gerçekten hissetmekten çok, hissettiğimize kendimizi ikna etmeye çalışıyoruzdur.

Gerçeği aramak –ister bir inancın üzerinde yükselen öznel gerçek, ister hakikatin kendisini içeren nesnel gerçeklik ya da paraya, güce bağlı olan toplumsal gerçeklik söz konusu olsun–, bu arayışın sonucunda ödüle layık zihinler daima, onun kesinlikle var olmadığı sonucuna ulaşırlar. Hayatın büyük ikramiyesi, ancak ve tesadüfen bilet almış olanlara vurur.
Sanat: Bütün değerini, bizi buradan uzaklaştırmakla kazanır.

Gurur, yüce bir varlık olduğumuza, duygularımızla, kesin olarak inandığımızın bir göstergesidir. Kendini beğenmişlik ise, başkalarının yüceliğimizi kabul ettiğine ya da bizi öyle gördüğüne dair, gene duygulardan örülü bir inançtır. Bu iki duygu her zaman bir araya gelmediği gibi, yapıları yüzünden illa ki ters düşmeleri de gerekmez. Farklıdırlar ama bağdaşabilirler.
 
Çeviren: Saadet Özen

Osho - Sevgi 'Aşkın en güzel çiçeği'

Sevgi korkusuzluğun ifadesidir. 

Sevdiğin zaman korku kaybolur, sevdiğin zaman korku yoktur. Birini seversen korku kaybolur, ne kadar çok seversen korku o kadar kaybolur. Bütünüyle seversen korku mutlak şekilde yoktur. Korku sadece sen sevmediğinde ortaya çıkar. Korku sevginin yokluğudur, kanun sevginin yokluğudur. 

Sevgi korunmasızdır, kanun ise savunmaya yönelik bir düzenlemedir. Birisini sevdiğinde yasadan bahsetmezsin. Sevdiğinde yasa kaybolur çünkü sevgi nihai yasadır. Onun başka hiçbir kanuna ihtiyacı yoktur, o kendi başına yeterlidir ve sevgi seni koruduğunda başka hiçbir korunmaya ihtiyaç duymazsın.