~ Her şey görünüm değiştirir, güneş bile; her şey eskir, mutsuzluk bile…
~ Her tarafta isteyen insanlar…, çapsız ya
da esrarengiz hedeflere doğru koşuşturan adımların maskaralığı, çakışan
iradeler, herkes bir şey istiyor, kalabalık bir şey istiyor, bilmem neye
doğru yönelmiş binlerce insan.
~ Yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir…
~ Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz…
~ Kendini iletişimsizliğe bırakmanın,
tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında,
hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde koparılan
patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri…
~ Geceler boyunca hangi kâbuslarla haşır neşir olduk ki güneşe düşman olarak kalkıyoruz?
~ Omuzlarımızın ve düşüncelerimizin üzerinde ağır yüklerle bir
hapishanede doğmuşuz; kesip atma imkanı bizi bir sonraki gün yeniden
başlamaya teşvik etmese, tek bir günün bile sonunu getiremezdik.
~ Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet
eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin
celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok
etmek için yırtınırız.
~ Yeryüzünü ve gökyüzünü sevmek istedim, marifetlerini ve coşkularını;
ve bana ölümü hatırlatmayan hiçbir şey bulamadım: çiçekler, yıldızlar,
çehreler -solmanın simgeleri, bütün muhtemel mezarların potansiyel
kapaktaşları!
~ Vaktiyle bir “benliğim” vardı; artık sadece bir nesneyim… Yalnızlığın
bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana
benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hala bir yerim
olabilir ki?
~ Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı
yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar:
Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının
beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve
bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı
denen o zaman matemindeki madde’siz acı, bilincin karşısına, onu
kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen
ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret
vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız,
fakat imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu
sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından
gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman
içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren
manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü
halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.
~ Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her şey kendisini çok
sever; hayatın derinlikleriyle yüzeyini kasıp kavuran dehşet başka
türlü nereden gelirdi ki? Herkese göre evrendeki tek sabit nokta
kendisidir. Eğer bir insan bir fikir için ölürse, bunun nedeni fikrin
onun fikri olmasından, onun hayatı olmasındandır.
~ Kuvvetimizi, unuttuklarımızdan ve aynı andaki kaderlerin çokluğunu
tasavvur etme yetersizliğimizden alırız. Evrensel acıyı o lahzada
anlayan ve hayatta kalabilen kimse olamazdı; her yürek ancak belli
miktarda acıya göre yoğurulmuştur çünkü… Tahammülümüzün adeta maddi
sınırları vardır; halbuki, her kederin yayılması bu sınırlara erişir ve
bazen onları aşar: Çoğu zaman hüsranımızın kökeni budur. Her acının, her
kederin sonsuz olduğu izlenimi de buradan doğar. Gerçekten de öyledir,
ama yalnızca bizim için, yüreğimizin hudutları için; yüreğimiz geniş bir
alanın boyutlarında olsa dertlerimiz daha da büyük olurdu; çünkü her
acı dünyanın yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Akıl,
beyhude yere bize rastlantısallıklarımızın sonsuz küçüklükteki
boyutlarını göstermeye verir kendini; kozmogonik çoğalma eğilimimiz
önünde başarısızlığa uğrar. Bundan dolayı hakiki çılgınlık, asla
tesadüflere ya da beynin felaketlerine değil, yüreğin uydurduğu yanlış
bir mekan anlayışına bağlıdır…
~ Hayatı nezaketen kabul ederim: Sürekli başkaldırı tıpkı intiharın
yüceliği gibi zevksizdir. Yirmi yaşındayken semaya ve onun örttüğü
pisliğe karşı verip veriştirilir, sonra bundan bezilir. Trajik poz ancak
uzamış ve gülünç bir ergenliğe yakışır; ama kayıtsızlık şarlatanlığına
ulaşmak için bin bir tane badire gerekir.
~ Önemli olan olgu buyurmaktır: İnsanların neredeyse tamamı buna heves
eder. Elinizde bir imparatorluk da olsa, bir kabile, bir aile veya bir
uşak da olsa, muzafferane ya da karikatürümsü tiran yeteneğinizi buna
hasredersiniz: Bütün bir dünya ya da tek bir kişi emriniz altındadır.
Öne çıkma ihtiyacından doğan bir dizi uğursuzluk böyle yerleşir… Sadece
satraplarla muhatap oluruz: Herkes -elinden geldiğince- kendine bir sürü
köle arar ya da bir tanesiyle yetinir. Hiç kimse kendine yermez: En
mütevazısı bile, otorite düşünü hayata geçirebilmek için daima bir
arkadaş ya da bir refika bulacaktır. İtaat eden sırası geldiğinde
kendine itaat ettirir: Kurbanken cellat olur; herkesin en yüksek
arzusudur bu. Sadece dilenciler ve bilgeler bunu hiç hissetmezler-belki
de onların oyunları daha incedir…
~ Sefaletin bin tane çaresi olsa da, yoksulluğun hiçbir çaresi yoktur.
Açlıktan ölmemekte sebat gösterenlere nasıl yardım edilebilir? Tanrı
bile onların bahtını düzeltemezdi. Talihin gözdeleriyle hırpaniler
arasında, şatafat ve paçavralılar tarafından sömürülen, zahmet çekmekten
dehşet duyarak şanslarına ya da istidatlarına göre salona ya da sokağa
yerleşenler tarafından yağmalanan o saygıdeğer açlar gider gelir.
İnsanlık da böyle ilerler: birkaç zenginle, birkaç dilenciyle – ve bütün
yoksullarıyla…
~ Bütün ciğerlerden geçmiş olan hava artık kendini yenilemez. Her gün
yarınını kusar ve tek bir arzu hayalleyebilmek için boşuna çabalarım.
Her şey bana yüktür: Sırtına Madde vurulmuş bir yük hayvanı gibi
ayaklarım tutulmuş, gezegenleri sürüklerim.
Ya bana başka bir evren sunulsun- ya da pes ediyorum.
~ Artık hayatla anlaşma yok, artık ölümle anlaşma yok: Olmayı unuttuğumdan, silinmeye razıyım. Oluş -ne cinayet!
~ Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan doğuştan gelen ümitsizliğimizin
çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur. Hayat bizim ortamımız değil
diye kendimizi hayattan muaf mı tutturalım? Var olmama belgesi veren
kimse yoktur.
~ Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir “yeni” hayat
görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunaltılı bir
geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de
ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine
düştüğünü gördüm.
~ Ateşli bir kafa yapısına sahip birini mi gördünüz? Emin olun ki
sonunda kurbanı olursunuz… Kendi doğrularına inananlar -insanların
hafızasında iz bırakan yegane kimseler- arkalarında da cesetlerle dolu
bir yeryüzü bırakırlar. Dinlerin bilançosunda en kanlı tiranlıkların
işlediğinden fazla cinayet vardır; insanlığın tanrılaştırdıkları da,
gözünü kan bürümüşlükte en bilinçli canilerden baskın çıkarlar.
~ Keyfim yerinde: Tanrı iyi. Ağlamaklıyım: Tanrı kötü. İlgisizim: Tanrı
tarafsız. İçine girdiğim haller O’na mütekabil sıfatları verir; bilgiyi
sevdiğimde O her şeyi bilir, kuvvete taptığımda da O her şeye kadirdir.
Şeyler bana var gibi mi görünmektedir? Var olurlar. Bana yanılsama gibi
mi görünmektedirler? Buharlaşırlar. Bin gerekçe O’nu destekler, bin
gerekçe de yok eder; coşkularımla canlanıyorsa da hırçınlıklarımla
soluksuz kalır. Bundan daha değişken bir suret yaratamazdık.
~ “Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi,” diye söylendim sokaklarda,
“acıya ya da …acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim!
‘Yürek’: Bütün azapların kökeni … Nesneye imreniyorum… maddenin ve
donukluğuna lütfuna… Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi
görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgar, havanın
çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes
ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir… Hareketten ve rüyalarımdan istifa
ediyorum. Namevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın… ‘Arzu’, sözcüklerden
ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürücü şakası önünde
geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme
melekemi hepten kaybettim.”
~ Günlerin azabı içinde ilerlememiz, bunların seyrini acılarımız
dışında hiçbir şeyin durduramamasındandır; ötekilerin acıları bize, izah
edilebilir ya da aşılması mümkün görünür: Yeteri kadar irade, cesaret
ya da zihin açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız.
Kendimizinki hariç her acı, bize meşru ya da gülünçlük derecesinde
anlaşılır görünür; böyle olmasa, duygularımızın değişkenliği içinde tek
sabit şey matem olurdu. Fakat yalnızca kendimizin matemini tutarız. Eğer
etrafımızda sürünen sonsuz sayıdaki can çekişmeyi, birer gizli ölüm
olan bütün hayatları sevip anlayabilseydik, acı çeken varlık sayısında
kalp gerekirdi bize. Ve geçmiş üzüntülerimizin tamamını mevcudunda
bulunduran, mucizevi bir şekilde güncel bir hafızamız olsaydı, böyle bir
yükün altında çökerdik. Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.
~ Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat
dünya olmak üzere… Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç
şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı
şekilde abestir: Onun iyi veya kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir
tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme
maruz kaldığımız gibi. Hayat yasalarının başında çürüme gelir: Kendi
kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından
daha yakınızdır; onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen
yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız. Ama bizzat
yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza
noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde
ufalanırlar…
~ Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak kurtulma imkanımız olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir ortadan kalkardı.