25 Şubat 2013

Şiir Hakkında Bazı Düşünceler - Ahmet Haşim

Biz bu satırlarda, şiirde anlam ve açıklığın ne değerde şeyler olduğu üzerinde, kendi görüşlerimizi söylemekle yetineceğiz.

Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki, şiirde anlam sözüyle ne demek istendiğini bilmiyoruz. Düşünce dedikleri bayağı görüşler yığını mı, hikaye mi, mazmun mu; ve açıklık, bunların adı kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onun asıl yüzünü seçip tanımayanlardır.

Oysa şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir kural koyucudur. Şiirin dili, nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden çok musikiye yakın, ortalama bir dildir. Nesirde üslubun oluşması için gerekli olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Denilebilir ki, şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır…

Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir. Şairin amacı, her kelimenin cümledeki yerini öteki kelimelerle ilgilerinden, gizemli birleşmelerinden doğacak tatlı, gizli, uçarı ya da sert sese göre belirlemek ve çeşit çeşit kelime ahenklerini, mısranın genel gidişine uydurarak dalgalı ve akıcı, karanlık ya da aydınlık, ağır ya da hızlı duygulara; kelimelerin anlamı üstünde, mısranın musiki dalgalanmalarından, sınırsız ve etkili bir anlatım bulmaktır.

Kelime değişmeleri ve ahenk kaygıları arasında anlam kararırsa, ruh, ahengin tadıyla onun yerini doldurur. Zaten anlam, ahengin telkinlerinden başka nedir?

Şimdiye kadar, hiçbir büyük şairin, sınırlı bir insan topluluğu dışında anlaşılmış olduğunun iddia edilemeyeceği düşüncesindeyiz. Abartmadan denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir yalnız aşağı şairlerin işidir. İyi şiirlerin girişleri, tunç kaplı şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır; her el o kanatları itemez ve kapılar kimi zaman yüzyıllarca insanlara kapalı kalır.

Şiirde kimi bölümlerin belirsiz kalması bir yanlış ve bir kusur olmak şöyle dursun, tersine, şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir.

Kısaca şiir, çeşitli yorumlara elverişli bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. Bir şiirin anlamı, başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da anlamını katar ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir etkilenme dili olmak derecesini kazanır. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği yolda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlılıkları kapsayacak bir genişlikte olanıdır.

Sevgi üzerine deneme Nuri Can

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
W. Shakespeare 

Bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel sesiyle çakıl taşları arasından sızıp gelen su, çimenler, dağ çiçekleri, ceylanlar, kuşlar, denizler, yeni doğmuş süt kokan bebekler, güller, toprak, rüzgarda nazlı nazlı devinen yapraklar, ağaçlar, kısacası her şey. Ne yana baksam her şey bana insanları anlatır. İnsanların inceliğini, duyarlılığını, insancıllığını, sevecenliğini ululuğunu, yaratıcılığını, sanatçılığını.

Dünyada bunca yıkım, kıyım,zulüm,ihanet ve kötülükler olmasına rağmen, yine de insanlar hakkında kötü düşünemiyorum. İnsanları öylesine güzel, öylesine derin, anlamlı, zarif incelikli düşünüyorumki, onları güneş gibi sıcak, toprak kadar vefalı, su kadar temiz, çimenler gibi zarif, ceylanlar kadar güzel, kuşlar gibi özgür ve verimli bir toprak kadar ağır ve olgun düşlüyorum.
Ya güller, gülleri anlatacak kelime bulamıyorum, o üstün gururlu, minnet nedir bilmeyen, kendinden güzelliğinden emin, güller bana daima genç kızları hatırlatır. İnce, hassas, kızararak bakan, soluveren, hemencecik küsen, kırılan, tatlı bir söze gülümseyişe hemen açıveren yüreğini. Güllerki her yaprağı binbir mana binbir renk, ahenk ve ifade dolu.

Savaşlar, silahlar, ölümler, iftiralar, intikamlar, açlık, sefalet,ilkel ırkçılık,dini bağnazlıklar, kan, kin, nefret, bütün bunlar beni hayal kırıklığına uğratsa da; her şeye rağmen insanları güzel düşlemekten kendimi alamıyorum. Çünkü insanları yeryüzünün en değerli varlığı olarak görüyorum. Vicdan, adalet, merhamet ve sevginin, insanı insan eden ögelerin en başında geldiğini unutmayarak yaşıyorum. İnsanı insan eden bir diğer öğe ise bilinç ve düşüncedir, duyguysa olaylar karşısında ve yaşamda insanın yaşadığı acı ve sevinçtir. İyilik, dostluk, güzellik, adaletli ve vicdanlı olmak salt insana özgü bir olgudur. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Aydınlık ve karanlık nasıl biribirinin zıddıysa, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik de biribirinin zıddıdır. Ama evrende her şey iç içedir ve beraber yaşar. Karanlık, kötülük, çirkinlik nasılki körlüğü, cehaleti, zulmü, haksızlığı, adeletsizliği, vicdansızlığı, sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü temsil ediyorsa. Aydınlık,iyilik, güzellik de, bilgiyi,doğruyu, dostluğu, merhameti, dürüstlüğü, adaleti ve vicdanı temsil eder. Unutmayalımki, tabiatı güneş aydınlatır, insanı da bilgi. Bilgi eğer iyinin ve vicdanın hızmetinde ise hakça paylaşım ve adalet olur. Yoksa, haksızlık, vicdansızlık, zulüm ortaya çıkar.

Yirmibirinci yüzyılda hala insanın inancına, diline, kültürüne,bilincine, düşüncelerine, görüşüne ket vurarak, baskı uygulayarak hakaret ederek bir yere varmaya çalışan sırtlanları anlamaktan güçlük çekiyorum. Tertemiz bir suyu bulandırmak ne kadar kolaysa, bir insanı dininden, inancından, renginden, dilinden,tipinden dünya, görüşünden dolayı, hor görmek,küçük düşürmek, aşağılamak, iftira atmak da belki o kadar kolaydır.
Önemli olan yaşamayı bilmek ve yaşarken de paylaşmayı, dünyada her insanın yaşam hakkına saygı duymayı, insanları anlamayı ve en önemlisi de hoşgörüyle bakmayı savunmak ve sevmesini bilmek. Her şey son derece hassas ve basit. Zor görünse de. İnsanları diğer canlılardan ayıran özellikler de bunlar olsa gerek…

Ama sırtlanlar gün aydınlığını sevmez. Güzellikler onların meselesi değildir. Onların gülistanı çirkinliklerdir. Nefrettir, kindir, düşmanlıklardır. Onların hiç kimseye merhameti, sevgisi, saygısı olmaz, hatta kendilerine bile. Yürekleri, beyinleri, kan kin nefretle doludur. Erdemleri namusları bacakları arasındadır,namusları kadar beyinleri ve yürekleride kirlidirler.

Bence bu dünyada ihtiyacını duyduğumuz ve muhtaç olduğumuz en önemli şey sevgi, dostluk ve hoşgörüdür. Küçücük bir tebesüm ve tatlı dil, karşımızdakine verebileceğimiz en güzel hediyedir, unutmayalım. İnsanlar sevmeli, şartlar ne olursa olsun insanlar sevmesini bilmeli. Hayata hoşgörü ile bakılınca olaylara pek çok şey yumuşuyor. Bunu hepimizde biliyoruz mutlaka, ama yinede söylemeliyiz biribirimize, hatırlatmalıyız. Çünkü yaşamın tadı ayrıntılarda gizlidir, yaşamak sevmektir, hissetmektir, anlamaktır.
‘’ Bir kızılderili dede ile torunu evlerinin önünde oturmuş, biraz ötede boğuşan biri siyah digeri beyaz iki köpeği seyrediyorlarmış. Torunu sormuş: - Neden iki tane köpek besliyorsun? - Onlar benim için iki simgedir evlat demiş, iyilik ve kötülüğün simgesi... İyilik ve kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur. – Peki, sence hangisi kazanır mücadeleyi? diye sorar. Bilge reis derin derin gülümser ve derki, hangisi mi evlat? ben hangisini daha iyi beslersem o...’’
Sevgi, insanlara bağışladığımız bir duygu, bir armağan. Bu yüzden bazen tek taraflı da olabiliyor ve bu yüzden bunu hiç tanımadığımız insanlara da bahşedebiliyoruz.
Severek yaşamak güzeldir, severek yaşamanın güzelliğini ve önemini farkedenler de güzeldir… Dünyada bir şey olabilmenin ötesinde çok daha önemli bir şey var aslında; insan olabilmek. İnsan olabilmenin koşulu ise tek; yüreğinde sevgi taşıyabilmek. Yoksa kim olduğumuz, nereden geldiğimiz, hangi ülkenin pasaportunda adımızın yazılı olduğunun ne önemi var. Bu dünyada sadece insan değil miyiz. Herman Hesse diyor ki,‘’Ben vatanseverim ama, önce insanım. Her ikisinin bir arada yürümediği yerde daima insana hak veririm’’ Başkalarının hep ayrılan yanlarını değil, birazda ortak yanları ortaya çıkarılmaya çalışılmalı, sonradan yaratılan ve dayatılan dil, mezhep, ırk, tarikat, kültür, bölgecilik şeyhlik aşiretcilik gibi kavramlar yüzünden ve o kavramların kutsanmasından çıkan savaşlara, katliamlara, haksızlıklara karşı durulması gerekmiyor mu? İnsanlığın ortak değerleri olan hoşgörü, sevgi, saygı, barış, özgürlük, bireysel hak, adalet gibi evrensel değerlere inanmakta kimin ne zararı olabilir, insani duygulardan yoksun ve insanlıktan nasibini alamamış sırtlanlardan başka.

Yılgınlıkların yorgunlukların damarlarımızda dolaşıyor olması bizi bıktırmamalı ve de ilgilendirmemeli. Bize yüreğimiz gerekli, sevgiyi görmek ve duvarını örmek için. Korkmadan, yılmadan bozgunlardan ve sevgiyi kirleten yozluklardan.
Düşüncelerimiz, yargılarımız, önyargılarımız; ne kadar barajlar, dalkıranlar inşa etsede o yakıcı yıldırımların beynimize ulaşmaması için, ne kadar tarihsel, kültürel ideolojik gündelik paratonerimiz olsa da, bir yerden sonra, en azından şöyle kendi yüreğimizle başbaşa kaldığımızda , eminim anlarız. Eminim anlarız, bir kez olsun, biz de yürekten o soruları sorarsak kendimize, sormak durumunda kaldığımızı tahayyül edersek hiç olmazsa.

Yaşama dair.
‘’Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır…
Düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeli budur…
Sevmeye zaman ayırın, güçlü olmanın kaynağı budur…
Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,günler bencilliğinize yetmeyecek kadar kısadır…
Terbiyeli olmaya zaman ayırın, insan olabilmenin sembolü budur’’…
Goethe

Anlatacak bir şeylerin varsa yarınlara
Okunmamış bir kitap
Söylenmemis bir söz
Yapılmamış bir resim gibi
Sevgi üstüne, barış üstüne, kardeşlik üstüne
Durma kardeşim.

Bir gül yaprağının ürpertisini duyabiliyorsan yüreğinde
Yaşamın güzelliğini, sevmenin inceliğini kavrayabiliyorsan
Ve varabiliyorsan dostluklarin yüceliğine
Korkma hiç bir yıkımdan, yüreğini ortaya koy
Çünkü sen insansın

Yeni bir şeyler bul kardeşim, yeni şeyler
Yeni güzellikler, yeni sözler, yeni sesler
Yazılmamış bir şiir
Takılmamış bir ad
Yakılmamış bir türkü
Yaşanmamış bir sevda gibi
 

Dostluk - Cicero

Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı gözönünde tutmalı diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın (tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir, oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme (ihtiyaç) değil, doğa yaratır. 

Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var…

Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan -haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Halbuki önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için herşeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Bunu sananlar, tehlikeli şekilde yanılırlar. Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur: erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin. Bu türlü bir birlik bazı insanlar arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı. İşte, bence, insanların peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün bunlar var olunca, hayat mutluluk doludur.

Akademi Hatıraları - Bedri Rahmi Eyüboğlu

Nihayet yıllardan beri delicesine özlediğim mektebe kavuştum.
Bir haftadan beri İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim kısmında
talebeyim. Öğleye kadar atelyede heykellerden desen çiziyoruz.
Öğleden sonra nazarî dersler var.

Atelye hocamız Nazmi Ziya Bey. Kırkbeş elli yaşlarında görünüyor.
Derse beyaz gömleği, kocaman piposuyla geliyor. Hiç bağırıp
çağırmıyor. Ona Trabzon'da, kartpostalları karelere bölerek
yaptığım yağlıboya resimleri gösterdim:

--Hepimiz böyle başladık. Müzelerimiz, sanat neşriyatımız olmadıkça daha sittin sene hep bu, böyle gidecek. Bugünden itibaren bu kopyeleri bırak. Karşıda duran Yunan heykellerine bak. Şu Milo Venüsünün kalçalarındaki ahenge bak. Şu boya bosa, şu kumaş kıvrımlarının su gibi akışına bak.

Milo Venüsüne bakmasına bakıyordum ama... Bembeyaz bir duvar önünde bembeyaz bir alçı heykel, kılım bile kıpırdamıyor heykelin karşısında. Fakat bunu hocaya söylemek aklımdan bile geçmiyor. Atelyemi, hocamı, akademiyi o kadar seviyorum ki. Atelyenin her yanına serpilen bu buz gibi heykellere ısınabilmek için gözümü, gönlümü açıyorum.

Atelyede yirmi kişi kadarız. Yarısı kız. Hayatımda ilk defa kızlarla aynı atelyede çalışıyor, aynı dershanede yan yana ders dinliyorum. On sekiz yaşına kadar Anadolu'da dolaşan gördüğü en büyük şehir, Kütahya, Artvin ve Trabzon'dan ibaret olan bir delikanlı için kızlarla dolaşmak ne kadar güzel şey. İnsanın içi bir hoş oluyor. Nazarî dersler içinde en sevdiğim dersler estetikle mitoloji, bir türlü ısınamadığım da anatomi ve menazır.

Estetikle mitolojiye Ahmet Haşim geliyor... Son dersinde bize Ogüst Kont'tan bahsedecekti. Bilmem nereden açıldı, uzun uzadıya yolda gördüğü bir sıpayı anlattı. Dünyada sıpadan güzel bir mahluk olamazmış!... Sıpanın kulakları kadar yumuşak kulak, gözleri kadar gözler göz bulunmazmış!...

Sonra Amerikalı bazı kadınların giyimlerine geçti. 
 
--Mübarekler ne kadar güzel renkler seçiyorlar, kadın değil papağan dersin. En göz alıcı renklerden korkmuyorlar. Çingene pembesi üstüne acı badem yeşili. Cesaretlerine bayılıyorum... --dedi.

Haşim'in derlerine mimar talebeler de geliyor. Mimarlara yalnız bu derslerde rastlamak mümkün. Aralarında yaşını başını almış delikanlılar var. Ekseriya arka sıralarda oturup dalga geçiyorlar. Bunlardan bir tanesini Haşim geçen gün fena halde azarladı. Bir renk adı arıyor, bir türlü bulamıyordu:

--Bir pembe, hani şu hepimizin bildiğimiz bir pembe canım... --diyor, arkasını getiremiyordu. En arka sıralardan dalga geçmesiyle maruf bir mimar,

--Tozpembesi! --dedi.

Haşim rahatladı, mimara teşekkür etti. Ama sen misin teşekkür eden, mimar işi azıttı, yanındakine yüksek sesle bir şeyler anlatmaya başlayınca Haşim köpürdü:

--Sus be adam! --dedi --Şu toz pembesini bize bu kadar pahalıya satma!... 
 
Sonra rüzgâr ilâhı, Hermes'i anlatmağa başladı. Derken dershanenin bozuk yaylı kapısı kendiliğinden hafifçe gıcırdayarak açıldı. Derse geç gelenlere fena halde içerleyen Haşim hırsla başını kapıya çevirdi. Saygısızı fena halde haşlamaya hazırdı ama kapı tamamıyle kendiliğinden açılmıştı! Gelen giden yoktu. Haşim hırsla, "kim o!" deyince, kapının yanında oturan bir başka mimar hemen kondurdu:

--Kimse yok. Rüzgâr ilâhı Hermes olacak efendim!

Haşim'in kızgınlığı uçuverdi. Gülmeğe başladı, sonra mimara dönerek,

--Güzel!... --dedi.

Bir başka derste, Laukon'u anlatacaktı, tuttu bize Türk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini yana yıkıla öyle bir anlattı ki nerdeyse ağlayacaktık:

--Düşünün çocuklar! --diyordu --Şark!...Görülmemiş çiçeklerin, koklanmamış
kokuların diyarı, bir devre lâlenin adını, bir devre çiydemlerin, gülün kokusunu sindiren şark!... Güllerin bin bir çeşidini yetiştiren şark!... Bugün çiçeğini Avrupa'dan dileniyor. Dün gördüm. Bize tayyare ile İtalya'dan karanfil
geliyormuş. Düşünün bir kere, karanfili tayyare ile Avrupa'dan getiren bir İstanbul'un acıklı halini düşünün. Karanfil!... Hani şu bizim çiniler, minyatürler, kadifeler, yazmalar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kokladığımız karanfil nasıl olur da bugün İtalya'dan gelir? Deli olmak işten değil. 
 
Ön sıralarda bir yerde oturuyordum. Dayanamadım:

--Karanfil istediği kadar dışardan gelsin. Çok şükür şaiir bizdedir! 
--diyecek oldum.

Haşim'in karanfil şiirini hepimiz ezbere biliyorduk. Sevgili hocamı kulaklarına kadar kızardı:

--Teşekkür ederim!... --dedi.

Bir başka derste dünyada en çirkin mahlukun yemek yiyen insan olduğunu anlattı. Yemek yiyen bir insanı seyretmeğe mecbur olmaktan daha korkunç bir şey olamazmış.

--Hayvanları ve insanları yerken tetkik edin. Yerken insan yüzü kadar çirkinleşen bir mahluka rastlamak imkânsızdır. Çene kemikleri işler. Gırtlak gerilir, gözler döner!...

Bu işe pek aklım yatmadı. Neden sonra sevgili hocamızın hastalık denecek kadar midesine düşkün olduğunu öğrendim.

Sene 1928, mesim ilkbahar.
 
Geçen ders Ahmet Haşim'e verdiğim şiir defterimi hâlâ cebinde koyduğu yerde gördüm. Acaba çok mu hoşuna gitti? Yoksa hâlâ vakit bulup elini sürmedi mi? Bu şiirler son zamanlarda bütün şiir meraklılarını saran bir tarzda serbest nazımla yazılmış şeylerdi. Haşim'in bir sözü, beni bütün gücümle sarılmağa çalıştığım resim mesleğinden soğutup şiire, edebiyata sürükleyebilirdi. Şiir defterim birkaç hafta hocamızın cebinde gitti geldi. Nihayet bir gün defterimi bana uzattı. Dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı:

--Vallahi serbest nazım ustaları kadar mükemmel!... --dedi.

Ne demek istediğini tamamıyle anlamamıştım. Haşim'in serbest nazım ustalarıyla kanlı bıçaklı olduğunu neden sonra öğrenecektim. Fakat anladığım kadarı bana yetti. Bir daha bu şiir defterine bu şiir bahsine elimi sürmeyeceğim. Bir ortamektep talebesinin ilk saçma sapan karalamalarına Haşim yanılıp şiir deseydi, halim nice olurdu? Resimden soğuyup edebiyata dönmem işten bile değildi. Çünkü ben resim yoluna edebiyattan sapmıştım. Edebiyat sevgisi resim yanında çok daha eski çok daha köklü idi. O güne kadar resim diye dünyanın en aşağılık kartpostallarından başka bir şey görmemiş, ama tesadüfen olsun birkaç iyi kitap okumuştum.
 
Daha ilkmektep sıralarında iken babam bize Hugo'dan tercümeler yapardı. Uzun kış gecelerinde bütün aile etrafını sarar Sefiller'i dinlerdi. Halbuki resim!... Resim tamamıyle riyaziye derslerinden aldığımız sıfırların zoruyla, yoktan var edilmiş bir limandı. Akademiye geldiğim zaman bu limana sığınanların büyük bir yekûn tuttuğunu hayretle gördüm. Meğer: "Dillerde desitan imiş esrar sandığım!..." Atelyemizde yirmi kişi varsa en ağağı on yedi tanesi riyaziye dersleri yüzünden liseden soğumuşlar. Aynı ders, fiziğe, kimyaya da bulaşınca soluğu Akademide almışlar!... Onlar da benim gibi, lise sıralarında riyaziye derslerinden aldıkları sıfırlarla delik deşik olan izzetinefislerini Akademide bir meslek öğrenerek tamir etmeğe çalışıyorlar.

Lisede iki kere ikinin dört ettiğini öğrenenler, mimarîye giriyorlar. İki kere ikiden sıfır alanlar da bize... Çocukluğundan beri sahici resimler görerek resme heves eden hemen hemen yok gibi.


epigraf