Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.
Tarih hayal mahsulü olamaz. Biz daima hakikati arayan ve buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren insanlarız.
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.
Tarih hayal mahsulü olamaz. Biz daima hakikati arayan ve buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren insanlarız.
Oscar Wilde’ın, “Üzerinde ütopya ülkesi bulunmayan bir dünya haritasına
bir bakış fırlatmaya bile değmez; çünkü o harita, insanlığın sürekli
uğrak yeri olan ülkeyi göstermesi nedeniyle eksiktir. İnsanlık, oraya
ayak bastığında yeniden daha güzel bir ülke arayışına çıkacak ve onu
bulduğunda da yelkenlerini hemen o yöne çevirecektir…” sözü insanoğlunun
daima daha iyiye, daha güzele, ölümsüzlüğe özlem duymakta olduğunu
bizlere anlatır.
Ölümsüzlük ülkesini bulduğunda ise içindeki sese
kulak vererek yeniden yeni ülkeler pesine düşecektir. Ölüm olmayan,
bağlık bahçelik, masmavi gökyüzünün olduğu ülkeyi bulduğunda bile
bireyin yeni bir yer arayışına girmesi ütopyaya olan özlemini ortaya
koyar. Thomas More, ütopya türünde eser verdikten sonra özlem duyulan
yaşam tasarıları oldukça ilgi toplamıştır.
Dünya edebiyatında
önemli bir yere sahip olan bu türe Türk edebiyatının Cumhuriyet
döneminde yeni bir toplum oluşturmak amacıyla sıkça başvurulmaktadır.
Cumhuriyet döneminde yazılan ütopyaların belli başlıklar altında tasnif
edildiği bu çalışmada ütopik temalar üzerinde durulmaktadır. Bu
ütopyalarda eşitlik, adalet, gelişmişlik, kardeşlik ve mutluluk gibi
arayışların gelecek tasarılarını şekillendirdiği görülmektedir. (Tanıtım Bülteninden)
Sonuç
Ütopyalar, genellikle mevcut sistemlere alternatif olarak sunulurlar. Daha çok geleceğe dönük kurgular olarak dikkat çeken ütopyalar, mutlu bir yaşama duyulan özlemi dile getirirler. 1923–1950 yılları arasında Türk edebiyatında yazılan ütopik eserlerde gelecek zaman ön plandadır. Kurguların bazılarında zaman belirsizken bir kısmında ise tarihsel olaylarla paralel gelişen bir zaman tasavvuru görülmektedir.
Ütopyalarda, toplumların huzurlu ve mutlu yaşadıkları mekânların kurgulamasına dikkat edilir. Ele aldığımız eserlerde mekân genellikle huzursuzluğun bittiği, tüm sorunların çözüme kavuştuğu yerlerdir. Anadolu Fatihi Alparslan romanında mutlu ve huzurlu olunan mekân Anadolu’dur. Anadolu stratejik konumu açısından toplumun gelişimine imkân sağlayan bir yapıya sahiptir. Birçok kültüre ev sahipliği yapmış Anadolu coğrafyası verimli toprakları, korunaklı yapısı ve fethedilecek yerlerin merkezinde bulunması dolayısıyla bir cazibe merkezidir. Bir Sürgün romanında mekân olarak hem Türkiye hem de Paris işlenmiştir. Önceleri rahatsızlık veren bir mekân olarak İstanbul ve İzmir kötülenir. Paris her yönüyle idealleştirilir ve kahraman Paris’te yeni bir yaşam kurmak için büyük uğraşlar verir. Kahramanın Türkiye’deyken Paris’e duyduğu özlem, daha sonra Türkiye özlemine dönüşür. İdeal mekân Paris’ken bir anda Türkiye’ye dönüşür. Ankara romanında ideal mekân İstanbul’un karşısına konan Anadolu’dur. Aynı tema etrafında idealleştirilerek öne çıkarılan en önemli mekân Ankara’dır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla gelişen ve değişen Ankara yeni ülkenin ideal başkentidir. Serbest İnsanlar Ülkesinde romanında kurgulanan mekân belirsiz bir yerdir. Yazarın idealleştirdiği yer gerçekte olmayan bir ülkedir. Semavi İhtiras romanında ise İstanbul ve İstanbul’daki bir kız koleji ütopik bir atmosfer içerisinde ele alınır. Köy Hekimi romanında ideal birey toplumdan soyutlanmış, ideal bir mekânda yaşamını sürdürmektedir. Yeşil çam ormanlarında kurulan bir evi betimleyen Burhan Cahit Morkaya, yeşil yurt ütopyasını işler. On Yılın Romanı’nda Bingöl’ün bir köyünde meydana gelen olaylardan yola çıkılır. Köyün yanı sıra tüm Türkiye’deki gelişmeler ütopik bir bakış açısıyla ele alınır. Yezidin Kızı romanında Suriye ve Irak ele alındığı gibi ideal toplumun kurulması için en uygun mekân olarak Doğu Anadolu bölgesinin bir kısmı ve eskiden Hakkâri sınırlarında olan Laleş ele alınır. Pervaneler ve Kolejli Nereye (İşleyen Yara) romanlarında mutluluğun ve huzurun mekânı olarak Amerika işlenir. Amerika; eğitimi, iş imkânları, eğlencesi vb. bütün unsurları ile en ideal ülke olarak tasavvur edilir. Denizin Çağırışı, Medarı Maişet Motoru ve Aganta Burina Burinata romanlarında ise deniz ideal mekândır. Kimsenin mülkiyetinde olmayan deniz üzerinde kurulacak bir yaşamın eşitlik, adalet ve mutluluk getireceğine inanılır.
İncelenen ütopyalarda bireyin normal insanlardan farklı özellikler taşıdığını görmekteyiz. Roman kişilerinin ya ideal kişiler olarak betimlendiği ya da idealin peşinde koşan insanlar olduğunu söyleyebiliriz. İdeal bir toplum yapılanmasının peşine düşen bu kişilerin yanı sıra kişilerin ferdî boyutta gelişen ütopyaları da vardır. İlk dönem ütopik kurgularda belirli bir insan tipi yaratılmaya çalışılır. İdealize edilen bu insan tipi sonraki ütopyalarda yerini sıradan insanlara bırakmaya başlar. İdeal insanın özellikleri, Cumhuriyet ideolojisi etrafında şekillenir. Sağlıklı, ülkesine bağlı, cesur, eğitimli, birkaç spor dalında önemli başarıları olan ve en az bir yabancı dili kendi ana dili gibi konuşabilen bu bireyler, Cumhuriyet’i sonsuza kadar koruyacak ideal bireyler olarak öne çıkarılır. Örneğin Ankara ve Semavi İhtiras romanlarında Yıldız, Köy Hekimi’nde Emine, On Yılın Romanı’nda Torun ve Erhan, belirtilen özelliklerin hepsini taşıyan ideal bireylerdir. Genellikle romanlarda eski nesille yeni nesil arasında karşılaştırma yapılır ve yeni nesil gençlik idealize edilir.
İncelenen anlatıların çoğunda mutlu bir toplumun nasıl kurulacağının yanı sıra bu toplumların devamlılığı nasıl sağlanacağının üzerinde de durulur. Özlenen mutlu ve refah topluma ancak gelişmiş bilim, teknoloji veya eğitim yoluyla ulaşılabilir. Hem insanların hem de toplumun ıslah edilmesi üzerine projeler ortaya konmaktadır. Klâsik ütopyalarda olduğu gibi moral değerler insanlara aşılanmaya çalışılır. Toplumsal birliğin ve huzurun sağlanması için çaba harcanır. Ele aldığımız eserlerde sosyal hayatın ve etik değerlerin düzenlenmesine özellikle önem verilmektedir. Eskinin reddi ve kötülenmesinin ardından yeni ve ideal olarak görülen yaşamın değerleri üzerinde durulur. İncelediğimiz eserlerde kötüleşen yaşam şartları çöküşe uğrayan etik değerler distopik bir atmosfer içinde işlenir. Etik değerlerin ihmal edilmesi ve yeteneksiz liderlerin başarısızlığı nedeniyle toplumların çöküntüye uğradığına vurgu yapılır. Toplumun olumsuz yaşam şartlarına sürüklenmesinin sebebi olarak genellikle Osmanlı devletinin son dönemlerindeki kötü yönetim koşulları gösterilir. Yalnızca toplumun yaşadığı olumsuzluklar değil, bireysel yalnızlık, bunalım ve huzursuzluk gibi duyguların yaşanması da çoğu zaman II. Abdülhamid döneminin uygulamalarına bağlanır. II. Abdülhamid dönemindeki baskının sonraki dönemlerde yaşayan bireylere gen yoluyla aktarıldığı için olumsuz insan tiplerinin ortaya çıktığı savunulur. Hırsları sebebiyle toplumları kaosa sürükleyen eski dönem yöneticilerinin aksine bilim, sanat ve ekonomi alanında uzman kişilerin liderliği üzerinde durulur. Güçlü ve bilinçli bir lider portresi öne çıkarılır.
İncelenen eserlerden bazılarında teknolojinin ve bilimin gücü sayesinde imkânların artacağı, sınırların ortadan kalkacağı düşüncesi işlenmektedir. Örneğin Semavi İhtiras, On Yılın Romanı, Ankara gibi romanlarda gelişen teknolojinin sosyal yaşamdaki izleri üzerinde durulur. Semavi İhtiras’ta günlük ulaşım, uçaklar ve transatlantiklerle yapılır. Aynı şekilde On Yılın Romanı, Ankara romanlarında gelişen teknolojik araçlarla tarımsal alanda ve günlük yaşamda kolaylıklar elde edilir. Bazı ütopyalarda ileride dünyaya hâkim olacak tek bir gücün Amerika olduğu vurgulanır. Eserlerde açık bir şekilde süper gücün Amerika olduğu belirtilir. Bu ütopyalarda işlenen düşünceye göre mutlu bir ülkede yaşam ancak Amerikan yaşam tarzını benimsemekle mümkündür.
Klâsik ütopyalarda dış dünyadan kopuk, kapalı ve belirlenen kurallar çerçevesinde devam eden bir yaşam modeli sunulur. Ancak incelediğimiz ütopyalarda dış dünyaya açık olan, dünyadaki her gelişmeden haberdar olan insan ve toplumlar ön plandadır. Gelecek kurgularında değişimden etkilenen ve sürekli bir değişim içinde olan bireylerin topluma yön verdiği görülür. Bu eserlerde eğitim unsuru önemli bir yer tutar. Klâsik ütopyalarda olduğu gibi uzun uzun eğitimin nasıl yapılması gerektiği üzerinde duran ütopyalar vardır. Pervaneler, Kolejli Nereye ve Semavi İhtiras, On Yılın Romanı, Köy Hekimi, Ankara gibi romanlarında ihmal edilen bir alan olarak eğitim ele alınır. Milli, ileri ve çağdaş bir eğitimin mutlu bir gelecek için önemine değinilir. Eğitimsizliğin yol açtığı sorunlar, eğitim sistemindeki aksaklıklar ve eski eğitim usulleri sorgulanır.
Ekonomik hayat ütopik eserlerin çoğunun üzerinde durduğu bir konudur. Sosyal hayatı ve bireysel yaşamı yönlendiren ekonomik şartlar, kurulacak yeni yaşamda önemli role sahiptir. İnceleme konumuza dahil olan eserlerde öncelikle tarım ülkesi ele alınır. Gelişmiş teknolojik araçlarla tarım alanlarından yüksek verim elde etme hedeflenir. Toprak mülkiyetinin olmadığı, eşit gelirin olduğu bir toplum düzenin kurulması amaçlanır. Sanayi ve hizmet alanlarındaki gelişmeler de olumlu karşılanır. Kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir ülkenin yanı sıra dış ülkelere ihracat yapan ülke hayali kurulur. Serbest İnsanlar Ülkesinde, On Yılın Romanı, Anadolu Fatihi Alparslan ve Ankara romanlarında gelişen sanayi sonucunda kurulan fabrika ve kuruluşlarla refah bir ülkenin varlığına işaret edilir. Ütopyaların bir kısmında ise yeni ekonomik modeller teklif edilir. Bu modellerin çoğunda sosyalist ekonomi modelinin benimsetilmeye çalışıldığı görülür. Ortak mülkiyet, ortak kazanç, eşit yaşam koşullarına vurgu yapılır. Medarı Maişet Motoru’nda Fahri ve Fahrettin Asım’ın ütopyaları buna örnektir. Ayrıca Denizin Çağırışı romanında öğretmenin kurmak istediği düzen de eşit gelir ve ortak mülkiyete dayalı bir sistemdir.
İncelenen romanlarda sevgi ve aşk önemli bir yer tutmaktadır. Cinsellik ise distopik özellik gösteren dönem tasvirlerinde yozlaşmış toplum yapılarda ortaya çıkar. Genellikle bu kurgularda âşık olunan kişiye kavuşulmadığı ya da aşkın değer kaybettiği görülür.
İnanç, klâsik ütopyalarda insanın ruhsal gelişimi için önemli bir unsurdur. Ele aldığımız romanlarda ise inanç ve inanç ile ilgili değerlere olumsuz bir bakış açısı hâkimdir. Anadolu Fatihi Alparslan romanı dışındaki diğer eserlerde çağın gerisinde kalmanın nedeni olarak din öne sürülür. Bazı romanlarda ise din ve din adamları geri kalmışlığın sebebi olarak gösterilir.
İncelediğimiz eserlerde mutluluk arayışı çoğu zaman mutsuz bir sonla bitmektedir. Romanlarda ütopik bir özlemle mutluluk arayışına girişen kahramanların düşledikleri yaşama kavuştuktan sonra yeniden bir özlem içerisine girdikleri tespit edilmiştir. Distopyalarda işlenen mutsuz ortam belirir ve yeniden mutlu olunacak bir yer arayışı ortaya çıkar. Özellikle bireysel olarak sürdürülen mutluluk arayışlarının yerini karamsar bir gelecek algısına bıraktığı görülür. Bunun yanında toplumsal dönüşümü hedefleyen ütopik eserlerin daha iyimser duygu ve düşüncelerle son bulduğu tespit edilmiştir. Necla Dağ
Demagog /ˈdɛməɡɒɡ/ (Grekçe: δημαγωγός, popüler bir lider, bir mafya lideri; Grekçe: δῆμος, insanlar, halk, halk tabakası, avam + Grekçe: ἀγωγός liderlik, lider) veya laf cambazı, demokrasilerde sıradan insanları seçkinlere karşı kışkırtarak popülerlik kazanan siyasi bir liderdir. Demagoglar özellikle hitabet yoluyla kalabalıkların tutkularını harekete geçirir, dış grupları günah keçisi yapar, korkuları körüklemek için tehlikeleri abartır, duygusal etki için yalan söyler ya da mantıklı düşünmeyi bastırma ve fanatik popülerliği teşvik etme eğiliminde olan diğer söylemlerde bulunur. Demagoglar; yerleşik siyasi davranış normlarını devirir veya bunu vadeder veya tehdit eder.
Demagoglar, antik Atina'dan beri demokrasilerde yer almaktadır. Demokrasideki temel bir zayıflıktan yararlanırlar: Nihai güç halkta olduğu için, halkın bu gücü nüfusun büyük bir bölümünün en düşük ortak paydasına hitap eden birine vermesi mümkündür. Demagoglar, ılımlı ve düşünceli muhalifleri zayıflık veya sadakatsizlikle suçlarken genellikle bir sorunu ele almak için acil ve güçlü eylemi savunur. Yüksek yürütme makamlarına seçilen birçok demagog, yürütme yetkisi üzerindeki anayasal sınırları yıkmış ve demokrasilerini bazen başarılı bir şekilde diktatörlüğe dönüştürmeye çalışmıştır.
"Bir demagog, kelimenin tam anlamıyla, 'ayak takımının lideri'dir.
—"Demagoglar Üzerine", James Fenimore Cooper (1838)
Esasında "sıradan insanların lideri" anlamına gelen "demagog" sözcüğü, ilkin antik Yunanistan'da olumsuz bir çağrışım olmaksızın ortaya çıkmış fakat sonradan Atina demokrasisinde ara sıra ortaya çıkan "bıktırıcı/belalı bir lider türü" anlamına gelmiştir. Demokrasi sıradan insanlara güç vermiş olsa da seçimler hâlâ müzakere ve adaptan/görgüden yana olan aristokrat sınıfı destekleme eğilimindeydi. Demagoglar, alt sınıflardan ortaya çıkan yeni bir lider türüydü. Demagoglar, genellikle şiddet içeren eylemleri durmaksızın savunmuştur. Demagoglar doğrudan yoksulların ve bilgisizlerin duygularına hitap etmekte, iktidar peşinde koşmakta, histeriyi kışkırtmak için yalanlar söylemekte, acil eylem çağrılarına ve artan otoriteye yönelik halk desteğini yoğunlaştırmak için krizleri kullanmakta ve ılımlı muhalifleri ulusa zayıflık veya sadakatsizlikle suçlamaktadır.
Tarihi boyunca insanlar demagog kelimesinin anlamına dikkat etmeyerek manipülatif, zararlı veya bağnaz olduğunu düşündüğü herhangi bir lideri küçümsemek için bir "saldırı kelimesi" olarak kullanmıştır. James Fenimore Cooper 1838'de demagogların dört temel özelliğini tanımlamıştır:
John Milton'ın destansı şiiri Kayıp Cennet, etkisi bakımından İngiliz edebiyatında Shakespeare'in ardından ikinci sırada gelir. Milton'ın bu eseri ne anlatıyordu, neden önemliydi?
Milton'ın Kayıp Cennet adlı eseri bugün pek okunmuyor. Ama bu ay 350 yılını dolduran bu destansı şiir, bugün bile İngiliz edebiyatını şekillendiren eşsiz eserlerden biri olmaya devam ediyor.
10.000 mısrayı aşkın bu destanda cennete girme savaşı ve insanın cennetten kovulmasının hikâyesi anlatılır. Onlarca bölümde cennetin kaybedilmesini, gözden düşen Şeytan'ın ve insanın gözüyle anlama çabası görülür. Dinin eskisi kadar etkili olmadığı laik bir çağda bile bu destan okura isyan, hasret ve kefaret arzusu konusunda etkili bir tefekkürü ifade eder.
Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen Milton'un dünya görüşü kişisel ve siyasi mücadelelerle şekillenir. İngiltere'nin iç savaş sürecinde (1642-51) sıkı bir cumhuriyetçi olarak tanınır. 1649'da İngiliz kralı I. Charles'ın idamından iki ay sonra Milton yeni cumhuriyette Yabancı Diller Sekreteri sıfatı ile diplomatlık yapar. Zira İngilizcenin yanı sıra Yunanca, Latince, İtalyanca, Felemenkçe, Almanca, Fransızca, İspanyolca dillerinde şiir yazan, İbranice, Aramice (Suriye'de konuşulan) ve Süryanice okuyabilen bir şairdi.
Michael Munkacsy bu resminde Milton'ı Kayıp Cennet'i kızlarına yazdırırken resmetmiş.
Avrupa'da Milton, İngiltere'deki radikal yeni rejimin ve Cumhuriyetin bilge savunucusu olarak ün kazanmıştı. Fakat gözleri iyi görmediği için diplomatik seferlerini sınırlamak zorunda kaldı. 1654'te tamamen kör olmuştu. Yaşamının son 20 yılında şiirlerini kendisi söylemiş, başkaları yazmıştı.
Kayıp Cennet'te Milton kör peygamberlerin ruhunu çağırmak için klasik Yunan şiirinden, Homeros'tan yararlanır, aklın gözüyle gören Teb kâhini Tresias'tan yardım umar.
Milton 1658'de Kayıp Cennet'i yazmaya başladığında yastaydı. O yıl hem 23. Sonesinde ölümsüzleştirdiği ikinci karısını, hem de Koruyucu Lord unvanı ile Cumhuriyet döneminde İngiltere'yi yöneten Oliver Cromwell'i kaybetmişti. Onun ölümü cumhuriyetin yıkımını hızlandırmıştı. Kayıp Cennet işte bu yıkılan dünyaya bir anlam verme, Tanrı'nın işlerini insanın ve Milton'un kendi gözünde meşru kılma çabasıydı.
Fakat bu kişisel özellikler, şiirde teolojinin tuttuğu yeri gölgeleyemez. Edebiyat eleştirmeni Christopher Ricks'in dediği gibi "Sanat sanat için midir? Sanat Tanrı içindir." Milton'ın bugün fazla okunmamasının nedeni, 'yıkılan' bir dünyayı dini bir lafızla açıklamaya çalışmasıdır. Zira onun döneminde gözde olan bu dinsel ifadeler artık kullanım dışıdır. Püriten Milton hoşgörü, boşanma ve kurtuluş gibi çok çeşitli konularda teolojik tartışmalarla geçirmişti ömrünü.
John Martin'in bu resmi Kayıp Cennet'te cehennemin başkenti olarak anılan Pandemonium'u gösteriyor.
Kayıp Cennet "Hain Melek" olarak bilinen Şeytan'ın yaratıcısı Tanrı'ya karşı isyanının ardından cehenneme gönderilmesi ile başlar. "Cennetin Tiranlığı" olarak gördüğü şeye itaat etmeyi reddeden Şeytan, Tanrı'nın yarattığı insanı günaha teşvik ederek intikam alır. Milton kurtuluş yolunu göstermeden önce "İnsanın İlk İtaatsizliği"nin canlı bir dökümünü verir.
Rick Kayıp Cennet'in "Tanrı'nın adaleti konusunda ateşli bir tartışma" olduğunu ve Milton'ın Tanrı'sının katı ve zalim olduğunu söylüyor. Tersine Şeytan'ın ise karanlık bir karizması ("kulağa hoş gelir sözleri") ve kendi kaderini eline alma gibi devrimci bir talebi vardır. Konuşmalarını demokratik yönetim diliyle, "özgür tercih", "rıza", "halkoyu" gibi kavramlarla süsler ve "Cennette kul olacağıma Cehennemde kral olurum" der.
Cromwell gibi Milton da görevinin Tanrı'nın yeryüzündeki krallığında yol göstermek olduğuna inanıyordu. 'Kralların kutsal hakkı' konseptinden nefret etmekle birlikte, Benjamin Franklin'in ifadesiyle "Tiranlara Karşı İsyan Tanrı'ya İtaattir" düşüncesiyle Milton kendisini Tanrı'ya teslim etmektedir.
Milton'ı "gerçek bir şair" olarak anan William Blake Kayıp Cennet'ten çok sayıda ilüstrasyon yapmıştı.
Kayıp Cennet çoğunlukla siyasi ve dini tartışmalara konu olsa da aslında aşk da içerir. Milton'a göre Havva biraz da Adem'e yakın olmak için günaha girmiş, Adem de "seni kaybetmek kendimi kaybetmektir" sözleriyle onu takip etmiştir.
Kayıp Cennet 1667'de Londra'da yayımlandığında Milton artık gözden düşmüştü. 1660'ta Stuart hanedanlığı yeniden tahta geçmeden birkaç ay önce Milton bir bildiri yayınlayarak krallığı reddetmişti. Bunun üzerine eserleri yakılmış, Londra Kalesi'nde hapsedilmiş, idamdan kıl payı kurtulmuştu.
Oysa Kayıp Cennet kraliyet yanlıları tarafından bile övgüyle karşılanmıştı. "İnsan beyninin ürettiği en üstün eserler" arasında yer aldığını söyleyenler vardı.
Philip Pullman'ın 'Altın Pusula' adıyla filme çekilen 'His Dark Materials' kitabı da Kayıp Cennet'ten esinlenmişti.
Milton ayrıca sansüre karşı duruşuyla bilinir. "Bilme, konuşma ve vicdanıma göre özgürce tartışma özgürlüğü olmalı" diyordu bir yazısında. Şiir dili de yeniydi; kendi ifadesiyle "kafiyenin sıkıntılı ve modern sınırlarından arınmış" bir tarz kullanıyordu.
Frankenstein'ın yazarı Marry Shelley'nin Kayıp Cennet'ten esinlendiği, ünlü İngiliz şair Wordsworth'un de ünlü Londra 1802 sonesine başlarken Milton'a yakardığı bilinir.
Ancak 20. yüzyılda bir "Milton Tartışması" çıktı ortaya ve onun mirasını eleştirenler oldu. Bunlar arasında TS Eliot ve "Milton en kötü zehirdir" diyen Ezra Pound da vardı. Destekçileri arasında ise CS Lewis gibi inançlı Hristiyanlar da "Bu destanın bu kadar iyi olmasının nedeni Tanrı'yı kötü gösterdiği içindir" diyen William Empson gibi ateistler de vardı. Malcolm X de hapisteyken Kayıp Cennet'i okumuş, Şeytan'a sempati duymuştu.
Son yıllarda Kayıp Cennet yeni hayranlar yarattı. Bazıları kelime kullanımı ve müzikalite bakımından Milton'ın Shakespeare'i aştığını iddia ediyor.
Milton'ın mısralarıyla bitirecek olursak: "Akıl kendi mekânın yaratır, kendi başına cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir."
Benjamin Ramm BBC Culture
Google + kendi isteğimiz, arzumuz ve hevesimizle geçmişimizi fişleyerek gelecekte ne istediğimizi, ne düşündüğümüzü hatta hayallerimizi bile tahmin edip karşımıza çıkaracak güce ulaşabilecek mi?
Pierre-Simon Laplace tarafından, 1814’te yayınladığı bir makalesinde belirttiği, evrendeki her atomun yerini ve hareketini bilen ve bu sayede evrenin ve kainatın bütün bir geçmişi ve geleceğini bilen sanal bir varlığın mevcut olduğunu iddia eden düşünsel bir deneydir.
Nedensel determinizmi kavramsallaştırdığı ifadesinin özgün hali ise şu şekilde açıklanabilir;“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucunu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecekte de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”
Dünyadaki bütün bilgileri düzenlemek ve bunları herkes için erişebilir kılarak kullanışlı hale getirmektir.Google’ ın doğruluğundan emin olduğu söylediği on şey;
Google belki evrendeki bütün varlıkları en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katacak bir dataya ulaşamayacak, fakat Google’a kendi isteğimizle bireysel olarak verdiğimiz bütün bilgiler ve oluşturduğu datalar ile bizim için bir Laplace şeytanı olabilecektir.
Olabilir ya da olmayabilir yerine size bilimsel bir cevap;
Olasılık teorisi ve istatistik ;
1700'lerin başında, Londra’ da Abraham De Moivre adında Fransız bir istatistikçi istatistik bilim dalı henüz doğmadığından kumarbazlar için olasılıklar hesaplayarak geçimini sağlıyordu. Moivre şans diye bir şeyin olmadığına, şansın bir yansıma olduğuna inanıyordu. Hiçbir şeyin şans eseri olmadığını ileri sürdü. Sözde rastgele, gelişigüzel olan her şeyin aslında bir fiziksel nedeni olduğunu savundu.
Örneğin; Bir parayı havaya atarsak paranın yazı ya da tura gelmesi şansa bağlı gibi görünür. Ama bunun şans olmadığı, parayı fırlattığınızda bunu etkileyen tüm fiziksel faktörleri hesaplayabilseydik, örneğin elin açısını, yerden yüksekliğini, fırlatmak için harcanan gücü, rüzgar veya hava akımını, paranın alaşımını gibi, o paranın yazı mı tura mı geleceğini yüzde yüz bilebilirsiniz. Çünkü para da diğer her şey gibi, Newton’ un mutlak olan fizik kurallarından etkilenmektedir.
İnsanlar için tüm bu olasılıkları doğru hesaplamak en azından şimdilik imkansız gibi görünse de, sırf biz bu faktörleri hesaplayamıyoruz diye paranın yazı ya da tura geleceğinin şansa bağlı olduğunu söyleyemeyiz.
Biz insanlar evrenin belli gerçeklerini ölçebilecek becerilere sahip değiliz. Olaylar her ne kadar rastgele görünse de, tamamen fiziksel gerçeklerle koşullandırılmışlardır ve böyle belirlenirler. Bu düşünce akımına determinizm denir.
Deterministler hiçbir şeyin belirsiz olmadığına inanırlar; her şey önceki bir sebebin sonucu ortaya çıkar, ama biz bu sebebin ne olduğunu bilemeyiz.
Kalabalık bir sokakta yürürken bir tanıdığına çarpmak da şans eseri değildir. Diyelim ki, hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkilerini okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevresel koşulları da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri olan bir şey değil, bu tahmin edilebilir bir gerçektir. Böyle bir bilgisayar olmadığı için ya da henüz yapılamadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz ve bilemeyiz.
Daha da ileri gidelim;
De Moivre öleceği günü öngörmüştü ve öngördüğü tarihte de öldü. Hayatının son birkaç ayında Moivre her gece onbeş dakika fazla uyuduğunu fark etti. O bir determinist olduğu için o veriyi doğal sonucuna kadar hesapladı. Eğer uykusu her gece onbeş dakika uzarsa, o zaman 24 saat uyuyacağı gece ölecekti. Bu günü de 27 Kasım 1754 olarak belirledi. Ve o gün, aynen hesapladığı gibi de ölmüştü.De Moivre çok ünlü bir Fransız matematikçi olan Simon Pierre Laplace’ ın çalışmalarının temelini oluşturmuştu.
İstatistik ve olasılık arasındaki fark; olasılık teorisi sözde şansa bağlı olguları inceler. Zarlar, yazı tura gibi. İstatistikte ise gerçek olaylar hesaplanır, doğum oranları, ölüm oranları gibi. Diğer bir deyişle olasılık teorisi denklemler oluşturmak içindir, bunlar da istatistikleri elde etmekte kullanılır.
Olasılık teorisinin işlemesi ile ilgili, Laplace gerçeği tahmin etmenin en iyi yolunun doğru cevabı hesaplamak değil de, en az yanlış olan cevabı hesaplamak olduğunu kanıtladı.Olasılık teorisi, bilim adamları bir cevaptan %100 emin olmasalar da doğru olduğunu söyleyebilmelerini sağlar. Çünkü olasılık teorisine göre yanılma payı çok ama çok az olduğu zaman gerçeği buldunuz demektir.
Laplace evrenin deterministik olduğunu varsaydığı için, biri eğer fizik kurallarını ve bir an için evrendeki her şeyin konumunu bilirse, o kişi olan herşeyi bilebilir ve gelecek tüm tarihi de bilebilir diyor.
Hiç bir şey imkansız değildir. Belirli şeyler olasılık dışıdır, ya da olasılıksızdır.
Sonuç olarak, bahsetmiş olduğumuz bilimsel teori verilerden yola çıkarak Google’ ın hayatımızda Laplace’ ın şeytanı olduğunu şu anda kısmen de olsa söyleyebiliriz. Kısa vadede, nelerden hoşlandığımızı, hangi ürünü satın almak isteyeceğinizi, sizin ihtiyacınız olan ve almayı isteyebileceğiniz kurguda size özel reklam kampanyalarını siz düşünürken önünüze çıkartacak.
Orta vadede, ihtiyacınız olan ve hayır diyemeyeceğiniz ürünü siz daha istemeden kapınıza getirecek bilgiye ulaşacak.
Uzun vadede, hayallerinizi ve düşlerinizi %100 de olmasa bile tahmin eden, size özel ve tam sizin istediğiniz gibi bir hayat sunan Laplace’ın şeytanı.
Dünyada İnternet kullanıcılarının %80’ni Google kullanıcısı. Türkiye'de, 50 Milyona yakın İnternet kullanıcısı olduğunu ve bu kullanıcıların %98’inin Google kullandığını düşünürsek, neyi ne kadar istediğinize verdiğiniz bilgilerin miktarı ve doğruluğu ölçüsünde siz karar vereceksiniz.
Ya da Google’dan başka bir Laplace’ ın Şeytanını tercih edeceksiniz.
kobitek.com