06 Ekim 2019

Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet ile Görüşmeler

Düşsellik gündelik yaşamınızın bir parçası mıydı, diye soruyorsunuz, hangi insanın yaşamının bir parçası değil ki…İnanınız bana, buna çok şaşırıyorum. Yani demek istiyorsunuz ki, yaşamınızda düşselliğin ölçünü ne kadardı, sabahtan akşama kadar mı dünyayı düşlerdiniz, öğleye kadar mı, ya da gece yarılarına kadar sürer miydi düşleme? Bu ölçüyü gerçekten çıkaramam. Bildiğim kadarı insanların sınırsız düş kurmalarıdır. Bu köylüde şu kadar da, şehirlide bu kadar, doğuluda şu kadar da, batılıda bu kadar..Düş kurma oranları, diye insan yaşamında bir orantı olur mu? Olabilir, diye düşünürsek, belki de şöyle bir kural koyabiliriz, koyabilir miyiz, insan başı sıkıştıkça kendisine daha çok bir düş dünyası kurup oraya sığınmıyor mu? Bu dünya her şeyiyle insan yeterli, eksiksiz bir dünya mı? İnsanoğlu her yönüyle doyumlu olabiliyor mu, ulaşamadığı, düşleyerek yaşadığı bir dünya yok mu? Ulaşamadığı dünyayı düşleyerek yeniden, gönlünce yaratmıyor mu? Korkuyu, sevgiyi, güzel şeyleri, aşkı düşsel olarak yeniden yaratıp, yarattığının cennetinde ya da cehenneminde yaşamıyor mu?

Dostoyevski’yi karanlık hastalıklı buluyorlar. Ben demiyorum ki, insan hiç karanlığa, umutsuzluğa düşmez. Düşmez olur mu? Ama insanlığın mayası aydınlık ve umuttur. İnsanlığın mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl, umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var. Dostoyevski’ye gelince, bu insanlığın yetiştirdiği en büyük umut, aydınlık dünyası kuran kişiye kim yaptı bu işi, onu, kabuğuna bakarak karanlığın, hastalıkların türkücüsü kim yaptı, kim kandırdı insanlığı bu üstün düşçü üstüne. Bakın size söyleyeyim, Dostoyevski ne yapar biliyor musunuz, karanlığı yığar karşımıza, bir karanlık duvarı örer önümüze, onun işi,hüneri bu, sonra o kurşun geçirmez karanlığın arkasından ışığı daha belirli, daha açık görürüz. Dostoyevski’nin hüneri budur. Bence Dostoyevski, insanlığın en aydınlık yanlarından birisidir. Onun Kafka’larla, çağımızın karamsarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur.

Dilin gücünü, onun gücünün sonsuz olduğunu denemelerimle o yaşlarda bile kavramıştım. Dilin büyüsüne, sonsuz gücüne öylesine inandırmıştım ki kendimi, şimdi bile bütün insanlığı dilin kurtaracağına inanıyorum. Büyük dostum, Roger Caillois ile bir gün konuşurken, benim bu inancımın farkına varmış, sen, dedi, dilin bu dünyada her şeyi yapacağına inanıyorsun değil mi, bütün politik, ekonomik, her şeyi, her şeyi dilin başaracağına güveniyorsun, değil mi, diye sordu.Hiç farkında değildim. Şaşırarak, öyle dedim, doğrusu dilin gücüne o kadar inanıyorum ki…Daha da inanıyorum, bu yüzden de söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklüyorum, çağımız için. Dili her zaman diyalogtan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Acaba bu anlattıklarımdan olağanüstü bir çocuk portresi mi çıkıyor? Sanmam, bu, çok doğal, türküye, şiire yönelmiş, kabına sığmayan, daha dört beş yaşlarındayken başından olağanüstü işler geçmiş doğal bir çocuğun, bütün böyle çocuklara benzeyen öyküsüdür.

Hiç yazmadığım, yıllarca birlikte yaşamayı sürdürdüğüm çok romanım var kafamda. Belki kırk yıldır kafamda olanlar var. Her romanımı da on beş, yirmi yıl kafamda sakladıktan sonradır ki, ancak yazmaya razı olmuşumdur. Dört ciltlik İnce Memed 39 yıl sürdü. Birinci kitapla ikinci kitap arası on beş yıl sürdü. Üçüncü kitap da öyle. Yalnız üçüncü kitapla dördüncü kitap arası kısa sürdü, bir iki yıl. Beni yaşlılık korkutmuş olacak. Şiirlerimi konu, kişi olarak değil, onları bir düş, bir atmosfer olarak yaşıyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Daha yazmadığım, belki de hiç yazmayacağım romanlarım da öyle. Bunları içimde taşımam benim için bir düş sarhoşluğu olacak, bu tavrıma doğrusu bir ad koyamıyorum.

Bir konferansta, New York’ta bir kişi de bana niçin hep Çukurova’yı yazıyorsunuz, diye sordu. Ben de ona şu karşılığı verdim, ben mi yalnız Çukurova’yı yazdım, öyle mi sanıyorsunuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları içinde Çukurova’yı yazan tek kişi ben değilim ki, Kafka da, Joyce da, Tolstoy da, Dostoyevski de, Çehov da, Balzac da, Stendhal de…Herkes herkes Çukurova’yı yazdı. Ben gökyüzünden yere inmedim ki, Çukurova’da bir köyde doğdum, bir kasabayı, bir şehri, bir toprak parçasının doğasını yaşadım. Akdeniz, Torosları yaşadım. Kafka bir bürokrat takımı içinde yaşamasaydı Dava’yı, Şato’yu yazabilir miydi. Bir Yahudi olmasaydı, o kurşun geçirmez karanlık onun ülkesi olabilir miydi?  Dostoyevski Petrogradı, Sibiryayı yaşamasaydı, oradaki insanları yaşamasaydı, insan psikolojisini böylesine sağlıklı, derinlemesine verebilir miydi? Ya Cervantes’in macerası, tutsaklığı, yıkılmışlığı, bütün mümkününün çarelerinin kesilmesi, dünyasını yoğunluğuna yaşaması olmasaydı, yeni bir dünyaya açılan kapıdan ilk giren kişi o olabilir miydi? Köylü Kontu Tolstoy, bir köylü, bir aristokrat toprak sahibi olmasaydı Napolyona karşı savaşan o kurnaz Kutuzofu, o her adımını bilerek atan kumandanı, savaşan köylüleri böylesine yazabilir miydi? Ya Nataşa’yı yaşamasaydı? Bütün bu tipleri Tolstoy ne kadar yaratmış, onları düş dünyasından getirmiş, biçimlendirmişse, o kadar da aristokratlardan, köylülerden alarak biçimlendirmiş. Sanata, özellikle romana kesin kurallar koymak çok kötüdür, yıkımdır benim için. Bunu çok gençken öğrenmiştim. Ama bir yazarın da gökten düşmediği bir gerçektir.


Louis Aragon "Biliyoruz ki dehanın görevi, beyinsizlere 20 yıl sonranın fikirlerini sunmaktır."


 


Rembrandt "Landscape With A Stone Bridge, 1638"


Rembrandt'ın Taş Köprülü Manzarası (1638)

 

Yaşım İlerledikçe - Cahit Sıtkı Tarancı

Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum
Ne büyük nimet olduğunu ah ey güzel gün
Boş yere üzülmekte mana yok, anlıyorum
Kadrini bilmek lazım artık her açan gülün
Şükretmek türküsüne daldaki her bülbülün
Yanmak da olsa artık aşk ile yaşıyorum
 
 

Mahatma Gandi


 

Uygarlık farklılıkların teşvikidir. Uygarlık bu yüzden demokrasiyle eş anlamlıdır. Kaba kuvvet, baskı, şiddet veya belli bir modeli herkese zorlama uydurmak hem uygar değildir, hem demokratik değildir.


 

Konfüçyüs Felsefesinde Tanrı İnancı


Konfüçyüsçülük’te  tanrı  veya  tanrılar  panteonu,  rahiplik,  ma’bed, inanç veya kutsal kitap yoktur. Çinliler bu yüzden Konfüçyanizm’e “Okul” ya  da  “Bilginler  Doktrini”  adını  vermişlerdir

Konfüçyüs,  hiçbir  zaman kendisini  ilahi  bir  kuvvetin  elçisi  olarak  hissetmediği  gibi;  tabiatüstü varlıklar,  üstün  kuvvetler  ve  ruhlardan  da  bahsetmemiştir.  (Konuşmalar, 7/20).  Ayrıca  tanrıların  ve  ruhların  varlığı  hakkındaki  düşünceleri  de reddetmiştir. Bu sebeple bazıları onun yerinin din’de değil felsefe tarihinde olduğunu iddia etmişlerdir. Ölümden sonraki hayatla da pek ilgilenmemiştir. Bu konudaki bir soruya: “Eğer insan hayatı henüz tanıyamamışsa, ölümü nasıl  tanıyabilir?”  diye  cevap  vermiştir  (Konuşmalar,  11/11).  O,  ruhlar hakkında da konuşmamış; “Eğer biz insana hizmet edemezsek, ruhlara nasıl hizmet edebiliriz?” demiştir. (Konuşmalar, 11/11).

Çin’de  Konfüçyüsçülük,  Taoizm  ve  Budizm  gibi  dinler  ortaya çıkmadan önce; atalara saygı, gök ve tabiat ruhlarına tapınma, gelecekten haber verme, kutsal varlıklara kurban sunma ve Şang-ti diye adlandırılan bir Yüce Varlık inanışı vardı. Şang-ti, Yüce Tanrı karşılığında kullanılan Çince bir terimdir. O, daha fazla şahsi bir mana ile, göğün hükümdarının ismidir. Aynı  zamanda  o,  “En  Büyük  İmparator”  anlamına  gelmekte  olup  “Gök” anlamına  gelen,  Konfüçyüs  ve  eski  Çin  entellektüellerinin  tercih  etmiş olduğu  T’ien’in  şahsi  olmayan  şeklinin  aksine,  dua  ve  devlet  dininde kullanılan dinî hitabın şahsi şeklidir. Şang-ti’nin, önce yerdeki hükümdarla karşılaştırılmış olması muhtemeldir. Sonra imparatorun ecdadının vasıtasız olarak doğrudan doğruya göğe bağlanmış olduğunu söyleyen ilahiyatçılar, imparatora “Göğün Oğlu” ismini vermişlerdir. Bu hadise M.Ö. 12. asırda vuku bulmuştur. İmparator bu sıfatla,  milleti idare  edip gök gibi tarafsız olarak, adaletle tebaasına bakacaktır. Burada bütün Çin dininin bir özelliği olan mikrokozm-makrokozm münasebeti göze çarpmaktadır. İnsan, büyük dünya ile küçük bir dünya olan kendi zatı arasındaki âhengi gerçekleştirmeli, tam  göğün  hareketine  uymaya  çalışmalıdır.  T’ien  ile  eşanlamlı  olarak kullanılan Şang-ti, eski Çin’de en eski ata ruhu (Ti) idi. O, daha çok şahsi ve antropomorfik terimlerle ifade edilmiştir. Yüce Tanrı olarak devlet dininde ibadet edilmiş, imparator tarafından ona kurban ve dualar sunulmuştur.

Çin’de yaygın olan ve Şang-ti diye adlandırılan Yüce Varlık inancı Konfüçyüs’te de devam etmiştir. Ancak o, bu Yüce Varlığı ifade için, daha önce zikredilen “T’ien”i tercih etmiştir. Konfüçyüs’e göre T’ien; o zaman anlaşıldığı  üzere,  gökte  oturan,  kötü  hükümdarları  cezalandıran,  yeni hanedanlar kuran ve iyileri mükafatlandıran atalara verilen bir ad değildir. T’ien;  yüce  varlık,  tabiat  düzeninin  idarecisi,  her  şeyin  üstündeki  varlık, yaratıcı  kudret  idi.  Bu  terim  Çin’in  entellektüelleri  tarafından  da,  insan hayatının  tamamlayıcı  bir  parçası  olan  tabiat  nizamında  etkili olan  şahsi olmayan güç için kullanılmıştır. Zamanla o, Kader veya Tao ile eşanlamlı olarak kullanılmaya başlamıştır. Tanrı için kullanılan şahsi terim ise Şang-ti’dir. 

Çince bir terim olan T’ien, Tanrı, tabiat anlamında Gök’e tekabül eder.  Bu  Gök  tanrı  T’ien;  yukarıdaki  tanrı,  göğün  kendisi  demektir. Başlangıçta  T’ien,  antropomorfik  bir  tanrı  düşüncesini  temsil  ediyordu. Fakat daha sonra (M.S. 200) Shu Wen Sözlüğü’nde o, insanların üstünde biri olarak açıklanmıştır. Tanrı T’ien’in ismi Şang Hanedanlığı dönemi dininde yer  almıyordu.  Muhtemelen  o  Çin  dinine  Chou  Hanedanlığı  tarafından (M.Ö. 1000), bir yüce gök tanrısı olarak sokulmuştu. Bu terim, Şang-ti’ye çok  yakın  anlamda  Yüce  Tanrı  karşılığında  kullanılmıştır.  Konfüçyüs  bu terimi,  “her  şeye  hâkim  olan  Tanrı”  anlamında  kullanmıştır.  O  T’ien’e, iyiliğin  kaynağı  olarak  saygı  göstermiş,  ona  bağlılığını  itiraf  etmiş (Konuşmalar, 6/26), T’ien’in emrini öğrenmiş (Konuşmalar, 2/4) ve T’ien’in de kendisini anladığına inanmıştır (Konuşmalar, 14/37).

Konfüçyüs’e göre T’ien aldatılamaz (Konuşmalar, 9/11), insanların hayatına yön verir (Konuşmalar, 11/8) ve onları korur (Konuşmalar, 9/5, 7/22).  Daha  sonra  T’ien,  tamamen  tabiatla  ilgili  terimlerle  düşünülmeye başlanmıştır.  Çin  dininde  T’ien’e,  bir  ma’bed  içine  kapatılmamış,  açık gökyüzü altındaki bir altar üzerinde, imparator tarafından icra edilen ibadet, ibadetlerin en üstünü sayılmıştır. Çinlilerin inancına göre imparator Gök’ün Oğlu (T’ien Tsu) idi ve insanları idare etme emir ve yetkisini T’ien’den almıştı.

Konfüçyüsçülük’te  tanrı,  düşkün  insanları  korumak  için hükümdarlar;  “Tanrı  Yolu”nda  yardımcı  olsunlar  ve  ülkenin  her  yanında huzuru  sağlasınlar  diye  öğretmenler  göndermiştir.  O  yücedir,  yerdeki insanlara hükmedicidir ve kötüler çoğalınca da hükmü amansızdır. Ölüm ve hayat  göğün  emridir.  Zenginlik  ve  şeref  ise  kaderin  işidir  (Konuşmalar, 12/5). Tanrı her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir. Kanun ve şeriatı veren yine Gök’tür. O, iyi insanlara uzun ömür bahşettiği gibi, fazilete de (te) mükafat vermektedir. Fazilet dört kısımdan meydana gelmektedir: İnsan sevgisi, adâlet, emredilen merasime riayet ve bilgi. İnsan, bu  dört  aslî  fazileti  bir  arada  toplayarak  onlara  göre  hareket ederse, bahtiyarlık ve saadet kazanacaktır. İnsan aynı zamanda göğün emrine göre hareket etmelidir. Çünkü Konfüçyüs’e göre, “Gök’ü gücendiren bir kimsenin dua  edecek  başka  yeri  olmaz”  (Konuşmalar,  3/13).  Kısaca  belirtmek gerekirse, Çin dinî tarihinde ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, büyük tanrı olarak Gök Tanrı bulunur. Yukarıda da belirtildiği gibi Konfüçyüs bunu, “T’ien” ile ifade etmiştir. Ayrıca bu dinde, başka dinlerde olduğu gibi, bir yaratılış   esatriine,   yaratılış   hakkındaki   mitolojik   düşüncelererastlanmamaktadır.

Miguel de Cervantes "Yüce talihin anasıdır çaba, karşıtı olan aylaklıksa, insanı ulaştırmamıştır insanı yürekten istediklerinin hiçbirine."



Hayvanlaşan İnsan - Emile Zola


Derin bir saplantının pençesinde sıkışıp kalan, öldürme güdüsüyle kafası karışmış, yalnızca lokomotifiyle anlaşabilen ve kendisini ancak öyle huzurlu hisseden bir makinist Roubaud...
Güzelliğiyle ve davranışlarıyla yaklaştığı erkekleri felakete götüren bir kadın Séverine...
Çıkarları için adaletten vazgeçmeye hazır, önyargılarının esiri olmuş bir yargıç...
Demiryollarının altın çağını yaşadığı Paris'te alkol, sefalet, kıskançlık ve cinsel doyumsuzluk gibi nedenlerin yarattığı suçlarla karşı karşıya kalan insanlar...
1890 yılında yazılan ve Rougon-Macquart dizisi kitaplarının en etkililerinden biri olan Hayvanlaşan İnsan; canlı, sert ve destansı, sürükleyici bir anlatım gücüne sahip, insanın içinde uyuyan hayvani öldürme tutkusunu anlatan bir roman. 
 
 Hayvanlaşan İnsan 
Émile Zola (1840-1902): Natüralizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Zola, romancının olayları bir izleyici gibi kaydetmekle yetinmemesi, kişileri ve tutkularını bir dizi deneye tabi tutarken, duygusal ve toplumsal olayları da bir kimyacı gibi ele alması gerektiğini savundu. Zola içinde yaşadığı eski dünyanın yıkıntılarını inceledi, gelecekteki bir dünyanın olgularını saptamaya çalıştı. Bu niyetle yirmi iki yılda yazdığı yirmi romandan oluşan Rougon-Macquartlar dizisi başta olmak üzere çok sayıda büyük eser verdi. İkinci İmparatorluk Dönemi’ni anlatan bu dizinin on yedinci kitabı Hayvanlaşan İnsan 1890’da yayımlandı. Roman 19. yüzyılda Paris ve Le Havre arasındaki demiryolu hattında geçen bir suç ve aşk hikâyesidir; insanın öldürme içgüdüsünü ve nasıl bir kötülük makinesine dönüşebileceğini anlatır. Zola’nın, eşsiz gözlem gücüyle endüstrileşmenin beraberinde getirdiği kasvetli, yıkıcı ve ilkel arzuları deşifre ettiği bu roman defalarca sinemaya da uyarlanmıştır.
 
 Roubaud odaya girer girmez, yarım kiloluk ekmeği, böreği, bir şişe beyaz şarabı masaya koydu. Ama Victoire Ana, işinin başına inmeden sobanın ateşine öyle bol tozkömürü atmıştı ki, sıcaklık boğucu bir hal almıştı. Bir pencere açan garın şef yardımcısı, dirseklerini pervaza dayadı. Burası, Batı Demiryolları Şirketi’nin, çalışanlarından bazılarına tahsis ettiği, Amsterdam Çıkmazı’nda sağdan sonuncu, yüksek binaydı. Beşinci katta ve kırma çatının köşesinde bulunan pencere gara, yani Europe Mahallesi’ni bölen geniş hendeğe bakıyordu. O öğleden sonra ansızın net bir biçimde görünmeye başlayan ufuk, güneş ışınlarının deldiği nemli, ılık şubat ortası göğünün griliği altında daha da genişlemiş gibiydi.   
 
 TIK

Çevirmen: Alev Özgüner
 
 

Sevgi Soysal "Hayata çevrilmeyen tekrarın insan düşüncesinde durağanlığa yol açtığına inanırım."



Mevlana


KUSUR BULMA
Yüzeyde olan olaylara çok fazla aldırış etme.
Arslanın ve gülün gerçek tabiatını bulmaya çalış.
Dostum, bu köpek göze gözükmeyene yol gösteren bir bahçe kapısıdır.
Her kim neyin yanlış olduğunu göstermek için çok zamanını harcıyorsa,
Göze gözükmeyeni kaçırır. Bak onun yüzüne!

VAROLUŞ
Seninle doluyum.
Deri, kan, kemik, beyin, ve ruh.
Yer yok içimde güvensizliğe, ya da güvene.
Hiçbir şey yok bu varlıkta fakat o varoluş.

SÜR ÖMRÜNÜ
Yarım ekmekle giden birisi
etrafına yuva gibi oturan küçük bir yere,
daha fazlasını istemeyen, kendisi
başka hiç kimse tarafından özlenmeyen birisi,
O bir mektuptur herkese. Aç onu.
Der ki, Sür Ömrünü.

BİR YOL VARDIR
Bilginin aktığı bir yol vardır
ses ve varlık arasında.
Açılır disiplinli sessizlikte.
Kapanır dolanıp duran konuşmayla

AÇGÖZLÜLÜK, KISKANÇLIK VE NEFRET
Açgözlülüğü, kıskançlığı, ve nefreti at kalbinden.
Kötü düşünceler ve kızgınlık – bırak gitsinler.
İnkar et bunu ve kaybedersin, kes kayıplarını böylece.
İtiraf et bunu ve büyür kazançların süratle.

Çeviriler: Vehbi Taşar

Marilyn Monroe "Sıradan olmak çok sıkıcı!"



Sıradan olmak çok sıkıcı!

En kötü halimle baş edemiyorsan en iyi halimi hak etmiyorsun demektir.

Eğer bir kadına doğru ayakkabıları verirseniz, sizin için dünyayı bile fethedebilir.

Parayla ilgilenmiyorum.Yalnızca muhteşem olmak istiyorum.

Gerçek aşık, sadece başınıza dokunarak ya da gözlerinizin içine bakıp gülümseyerek sizi heyecanlandırabilen adamdır.

Topuklu ayakkabıları kim icat etti bilmiyorum ama bütün kadınlar ona minnettar.


Yalnız mutsuz olmak, biriyle mutsuz olmaktan daha iyidir.

 Bir seks sembolü bir şeye dönüşür. Ve ben bir şey olmaktan nefret ederim.

Gerçek bir aşık sizi yalnızca alnınızdan öperek, gözlerinize bakıp gülümseyerek ya da sadece boşluğa bakarak bile heyecanlandırabilendir.

Yorgo Seferis - Denize Yakın Mağaralarda

Denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsın, bir aşk,
bir coşku
deniz kabukları gibi sert
alır avucuna tutabilirsin.

Denize yakın mağaralarda
günlerce gözlerinin içine baktım,
ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.


Orhan Kemal "Ay benimle olduktan sonra, yıldızın kuyruğuna çarpim."



Percy Bysshe Shelley - Ozymandias


Eski bir diyardan bir gezgin dedi ki bana:
Çölde duruyor bir çift büyük, gövdesiz bacak
Ve onların yanında, yarı gömülmüş kuma,
Taştan, haşin bir insan yüzü, ortadan çatlak,
Burkulmuş dudakları ve çatık kaşlarıyla
Gösteren o alaycı yontucunun çok iyi
Kavradığını bütün o hırçın duyguları,
Bir zamanlar bir canlı yüreğin beslediği
Ve şu sözler yazıyor üzerinde tabanın:

“Ozymandias’ım ben, bilin ki, krallar kralı;
Kendini büyük sanan bir kez de bana baksın!”

Kalmamış başka bir şey, tek parçacık bile.
Çevresinde o koca, harap olmuş anıtın
Uzanıyor kumlar hep alabildiğine.
Çeviri...Şavkar Altınel 


 Anarşinin Maskesi
 Kalkın Aslanlar gibi uykudan
Sel olup akın sokaklardan,
Silkinin, kırın zincirlerinizi korkunç
Çiyler gibi saran uykunuzda sizi
Siz hıncahınç – onlar bir avuç!