02 Temmuz 2021

Sivas 2 Temmuz 1993: Madımak Oteli

 Beddua – Ferhan Şensoy

-Yanarak ölmediler, dumandan boğuldular! Vicdanım rahat. diyor vicdansız molla, hiç utanmadan. Benim vicdan çok rahatsız; hop oturup hop kalkıyor. Benim vicdan mı muallak, olaylar mı müteharrik?

“Eylemleri sözdü

Silahları sazdı

Ozan olmaktı kiminin de

Ozanlar içinde günahı

Suçları Pir Sultan’ı anmaktı

Cezaları yanmaktı

Toplu mezar oldu onlara

Alev Alev Madımak”

demiş şair  Bülent Ecevit.

Madımak davası yargıçları, her gece düşünüze Aziz Nesin girer inşallah! Alevler içinde merdivenden inerken, Kabustan silkinip öte yana koyun başınızı, Pir Sultan girsin düşünüze sazını gümbürdeterek, sazından duman tüterek.

33 aydın cayır cayır yakıldı bir yobaz kibrit ile. Hâlâ duman tütüyor Madımak Oteli’nden. Düzen öyle buyurursa çok fena suçlu olur suçu belirlenemeyen. Ne kadar kauçuk kaplama bir hukuk!

“İçerde yanıyor canlar

Şeriatın içtiği kanlar

Bileniyor tüm insanlar

Tüm Sivas’ın suçu yoktur

Ama yaktı Sivaslılar”

demiş Aşık Mahzuni.

Madımak bir aydınlar soykırımıdır, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.

Biraz bed de olsa, beddua da bir duadır.  Madımak davası yargıçlar, sizin cezanızı da Allah versin. Cehennemde cayır cayır yanın, yanarak değil, dumandan boğularak ölün.

Amin!

 

Siyah Şapkalı Adam "Selamın aleyküm kökeni şalom aleyhem"

 
 
TIK

 

TÜRK KÜLTÜRÜNDE “SELAMLAŞMA” VE “VEDALAŞMA” HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME... Ahmet KESKİN

 Bu çalışmada, kişiler arası temel iletişimi sağlayan ve alışılagelmiş niteliği taşıyan “selamlaşma” ve “vedalaşma” eylemlerinin, Türk kültürünün eski çağlarından günümüze kadar nasıl gerçekleştirilmiş olduğu konusu ele alınmıştır. Bu kapsamda öncelikle, günümüzde selamlaşma ve vedalaşma amacıyla yaygın olarak kullanılan söz ve davranış kalıpları üzerinde durulmuştur. Ardından, Türk dili ve kültürü tarihi üzerinde çalışan araştırmacıların konuyla ilgili ortaya koyduğu bilgiler aktarılmış ve bunların değerlendirmesi yapılmıştır. Çalışmanın devamında, günümüzde Türk dünyasının farklı coğrafi bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında tarihî süreçte selamlaşma ve vedalaşma süreçlerinde kullanılan sözcük ve ifadeler, köken özellikleri dikkate alınarak belirli gruplara ayrılmış ve bu gruplar altında incelenmiştir. Ortaya konulan tüm bu verilerden hareketle, Türk kültüründe selamlaşma ve vedalaşma eylemlerinin hangi sözcük, ifade ve davranış kalıplarıyla gerçekleştirildiği konusunda ulaşılan sonuçlar paylaşılmıştır. Çalışmanın sonuna, Türk boyları arasında selamlaş-ma ve vedalaşma işlevinde kullanılan ifadelerin karşılaştırmalı olarak izlenebilmesi için, selamlaşma ve vedalaşma ile ilgili sözcük ve ifadeleri gösteren bir tablo eklenmiştir.


 TIK

TÜRK KÜLTÜRÜNDE “SELAMLAŞMA” VE “VEDALAŞMA


Sonuç  

Dil ve kültür arasındaki etkileşimlerin belirgin olduğu alanlar arasında, gündelik yaşamdaki rutin iletişim biçimleri ve bunlara bağlı olarak şekillenen konuşma tutumları yer almaktadır. Selamlaşma ve vedalaşma, gündelik yaşamın ve iletişim rutinlerinin başlıca örnekleri ve anlamlı kültürel göstergeler olarak bütün toplumlarda dil ve kültürün önemli yansımaları olarak ön plana çıkmaktadır. Bu iletişim biçimleri ve kültürel unsurlar,Türk kültür tarihinde de özellikle gündelik yaşama ait birikimlerin önemli bir yönünü temsil etmektedir ve bu yönüyle araştırılmaya değerdir.Türklerin tarihin eski dönemlerinden günümüze kadar aman, bayar, boy, çolugar, esen, iyi/yahşi, mindi, sağ gibi Türkçe ve Moğolca kaynaklı ve hayr, hoş, selam, veda, razı gibi Arapça veya Farsça kaynaklı sözcükler etrafında oluşturdukları ifadeleri selamlaşma ve vedalaşma sırasında yaygın olarak kullanmış oldukları görülmektedir. Bu ifadelerde genel olarak, tıpkı diğer toplumlarda olduğu gibi; “dostluk”, “zararsızlık” bilgisinin ve “sağlık”, “esenlik”, “iyilik”, “mutluluk”, “uğurluluk” ve “kutluluk” isteklerinin ön plana çıkartılmış olduğu gözlemlenmektedir. Türklerin İslamiyet ile tanışmasıyla kullanılmaya başlanan Arapça selam, merhaba, veda, hoşsözcükleri ve bu sözcüklerden türetilmiş olan çeşitli ifadelerin, başta Türkiye ve Batı Türklüğü olmak üzere, Türk topluluklarının selamlaşma ifadesi olarak kullanım tutumlarında diğer ifadelere baskın geldiği anlaşılmaktadır. Bu baskınlığa rağmen bazı boylar arasında, özellikle Kazak, Kırgız ve Özbek Türklerinde Arapça ve Farsça kelimelerden türetilen bu sözcük ve ifadelerle birlikte Moğolca ve Türkçe kaynaklı selamlaşma sözcüklerininde kullanılmaya devam ettiği görülmektedir. İslamiyet ile temasları olmayan ya da görece olarak daha geç dönemlerde olan ve dolayısıyla da Arapça, Farsça sözcükleri sınırlı örnekler dışında bünyesine çok fazla almamış olan Altay, Saha ve Tuva Türkleri gibi bazı Türk toplulukları arasında iseselamlaşmanın ağırlıklı olarak Türkçe ve Moğolca kaynaklı sözcüklerle sürdürülmekte olduğu anlaşılmaktadır.  

 

Türk kültür tarihinde ve günümüzde Türk boyları arasında selamlaşma süreçlerinde kullanıldığı tespit edilen tüm bu tutum, sözcük ve ifadeler dışında da tercih edilmiş olan/tercih edilen daha pek çok tutum ve ifadenin varlığı kuvvetle muhtemeldir. Gündelik iletişimin sağlanmasında yaygın ve rutin bir şekilde baş vurulan tüm bu sözcük, tutum, davranış ve ifadeler ve bunlardaki değişim ve dönüşümler, bir toplumun kültürünü, o kültürü şekillendiren bireyleri, bütün bunların tarihî süreçteki birbirleriyle ve diğer kültürlerle olan etkileşimlerini de temsil ederek yansıtması bakımından, dil ve kültü rçalışmaları için önem taşımaktadır. Kültür ve dildeki çeşitli değişmelerin bir sonucu olarak Türklerin “selamlaşma” ve  “vedalaşma” tutumlarının, bu tutumlardaki değişimin kültürel boyutlarının, selamlaşma eyleminde iç içe geçmiş hâldeki bütünleşik görünümlerin daha yakından ve kapsamlı bir şekilde takip edilmesi, Türklerin toplumsal yaşamları hakkında yapılacak art ve eş zamanlı, ayrıntılı ve disiplinler arası yeni çalışmalarla mümkün olacaktır. 

 

Timur Selçuk 75 Yaşında




 
 


Süzülüp mavi göklerden yere doğru
Omuzuma bir beyaz güvercin kondu
 Aldım elime, usul usul okşadım
Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım
Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı Açsam ellerimi birden uçacaktı
Eğildim kulağına; dur, gitme dedim
Hâreli gözlerinden öpmek istedim
Duydum; avuçlarımda sıcaklığını Duydum; benden yıllarca uzaklığını
Çırpınan kalbini dinledim bir süre Ve uçmak istedim onunla göklere
Ak güvercinin iri gözleri vardı Güzelliğinden fışkıran bir pınardı
Soğuk sularından içtim, serinledim Çağlayan bir nehrin sesini dinledim
Belki buydu sevmek hayat belki buydu Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu
Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan Bir nağme yükseldi, güzelden beyazdan
Uzattı sevgiyle pembe gagasını Birden öğrendim hayatın mânâsını
Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış Seninle bir çift güvercin olmak varmış

Hermann Hesse - Siddhartha

Tarihe isimlerini altın harflerle kazımayı başaran büyük yazarların birçoğunun da eserlerinde ve yaşamlarında ele aldığı, romanlarına konu edindiği insanın bendini arayışı ve nefsiyle mücadelesini en belirgin ve akıcı bir dille ele alan yazarların başında nitekim Hermann Hesse gelmektedir.Siddhartha adlı romanda Budizm’in temel felsefesi ve insanın bendini arayışı en güzel biçimde anlaşılmaktadır. Siddhartha, Hermann Hesse’nin Buddha yani Siddhartha Gautama’nın hayatını konu alan, Budizm felsefesinin içrek yönlerini uzmanlıkla işleyen yazarın en ünlü eseridir.

Romanın başkahramanı olan Siddhartha, arkadaşı Govinda’yla beraber Nirvana’ya ulaşmanın ve hakikati bulmanın gayretiyle yollara düşmüşlerdir. Bir prens olan Siddhartha’nın babasının yanından çekilip, ormanlara çekilmesi ve sürüp giden hayatının anlatıldığı roman Budizm felsefesiyle harmanlanmıştır. Okuru başkalaştıran, sorgulamaya ve arayışa yönelten eşsiz bir eserdir.

Romanın Özeti

Roman kahramanı Siddhartha, tıpkı Buddha gibi bir prenstir. Gerçek bilgiye ulaşmak için babasının uzun süreli direnişine aldırmayarak sarayını, gençliğini ve ailesini geride bırakarak ormanlara çekilir. Gezgin bir dilenci olarak yaşamını sürdürdüğü uzun bir dönemin ardından Buddha ile karşılaşır ve aralarında uzunca bir sohbet geçer. Buddha ona, Budizm'in içrek yapısını ve felsefi derinliğini anlatır. Uzun meditasyon denemelerinden sonra aradığını tam olarak bulamamanın verdiği bıkkınlıkla hedefine götürecek aracı değiştirerek bir kente yerleşir ve ticaretle uğraşmaya başlar. İleri yaşlarında içindeki boşluğun baskısıyla birlikte yaşadığı kadını, varlığını henüz bilmediği çocuğunu ve edinmiş olduğu tüm servetini geride bırakarak yeniden kaçınık yaşama geri döner.

Siddhartha daha sonra bir ırmağın kıyısında kayıkçılık yapan -insanları ufak bir para karşılığında karşıdan karşıya geçiren- yoksul bir kayıkçı olan Vasudeva'nın yanına yerleşir. Vasudeva Siddhartha'ya gerçek bilgiye ve aydınlanmaya ulaşabilmesi için kılavuzluk edecektir. Romanın sonunda Siddhartha ırmakta gerçek bilgiyi bulur ve aydınlanır. Romanda açıklanmaz ama Vasudeva, Sanskritçe'de "ırmak tanrısı" anlamına gelmektedir.

Romanın Bölümleri

Roman birden fazla bölümden meydana gelmektedir ve her bölüm kendine has başlıklarla okurun karşına çıkmaktadır. Her bölüm kendince bir öyküyü, kendince bir görüşü ve fikri benimsercesine okura sunulmuştur.

Brahman Siddhartha

Bu bölüm romanın başkahramanı olan Siddhartha adlı Brahmanı ve arkadaşı Govinda’yı anlatmaktadır. Herkes tarafından sayılan, sevilen Siddhartha, hayatını her insanın içinde var olan Atman’ı, yani canda bütünlüğü aramaya adamıştır. Bölüm sonuna kadar başkahraman Siddhartha ve arkadaşı Govinda etraflıca işlendiği için okur tarafından artık iyice tanınmaktadır.

Samana Siddhartha

Canda bütünlüğü, bendini aşmayı arzulayışı sebebiyle Siddhartha Brahmanlığı bırakması gerektiği kanısına varır. Bu bölümde Siddhartha’nın Brahmanlıktan vazgeçip bir Samana, gezgin bir çileci ve dilenci olması gerekliliği söz konusudur. Fakat bir süre sonra samanayken hayatın onu hedefine ulaştıramayacağı kanınsa varır. Arkadaşı Govinda ile beraber Buda Gotama’nın yanına giderler. (Hesse bu kelimeyi Pali dilinde yazıldığı gibi yazmayı tercih etmiştir; Gotama, bu kelime Sanskritçede Gautama diye yazılmaktadır. Siddhartha Buda öğretisini kabullenemez ve kendisine farklı bir öğretici aramaya karar verir. Arkadaşı Govinda Buda’nın yanında kalırken, o farklı diyarlara, farklı hayatlara açılmaya koyulur.

Siddhartha çocuk insanların yanında

Bu bölümde Siddhartha’nın doğayı ve doğal güzellikleri oldukça fazla ve iyi derecede gözlemlediği anlatılarak başlar. Irmak’ta bir kayıkçıyla karşılaşır ve Vesudeva adlı kayıkçı, onu karşıya karşılık almaksızın geçirir. Bu esnada aralarında kısa bir konuşma geçer. Konuşmanın içeriğinde kayıkçı bir kehanet öne sürmüştür ve bu kehanete göre Siddhartha bir gün bu ırmağa geri dönecektir. Irmaktan geçip büyük şehre varır. Şehirde hayat kadını Kamala adlı güzel biriyle karşılaşır ve ondan kendisine öğretmenlik yapmasını ister. Kamalanın onla birlikteliği ve öğretmenliği sürdürmesi için istekleri vardır. Siddhartha, Kamala’nın isteklerini yerine getirmek ve onun öğretmenliğini kazanmak için tüccar olur. İlk başlarda etrafındaki insanların durumu ona garip gelir. Paraya taparcasına çalışan insanları kendince “Çocuk İnsanlar” olarak adlandırır. Ancak günler geçtikçe onun bu hali kibre dönüşür ve o da çocuk insanlar gibi oluverir. Rezilliğin ve dünya zevklerinin cazibesine aldanıp kendini kaptırdığı bir sırada ilginç bir rüya görür ve bu rüya onu kendine getirir.

Bunun üzerine Siddhartha, Kamala’nın hamile olduğundan habersiz onu ve tüccar arkadaşı Kamuswami’yi bırakıp, şehri terk eder. Hayatın bir döngüden ibaret olduğu kanısı içinde tekrar evvelki gördüğü ırmağa geri döner. Nirvana’ya varma amacından saptığının farkına vardığında neredeyse ırmakta boğulma sürecindedir. Bir müddet sonra uykuya dalar. Uyandığında yanı başında kendisinin Siddhartha olduğundan habersiz eski arkadaşı Keşiş Govinda’yı bulur.

Govinda da henüz bir Buda olamamış ve budanın yanına gitmektedir. Siddhartha, Govinda’nın yanında şimdiye kadar yaşadıklarını gözünün önüne getirir: “O Brahman Siddhartha nereye gitti?”, “O Samana Siddhartha’ya ne oldu?”, “O zengin Siddhartha nerede şimdi?”, “Ölümlü nesneler hızlı bir değişim içindedir, Govinda, biliyorsun bunu.” (Siddhartha, Şipal Kamuran, Can Yayınları, 2006, 7.Basım, s. 97/98). Siddhartha inzivaya dalar ve bir zamanlar Gotama’nın yanından ayrıldıktan sonra nasıl bir haldeyse, şimdi de onu tekrardan gelişiminin tam başında durduğunu ve yeni bir hayatın başında olduğunu hisseder. Öğretilen bilginin hiçliği hakkındaki bilgisi ve kısmen deneyimin önemi ona önceye göre daha açık bir şekilde malum olmuştur. Bu zamana ilişkin düşünceleri birçok bakımdan onu Gotama’nın yanında kalmaya zorlayan şeylerin uygunluğunu oluşturur; ancak bu uygunluklar o zamanlar daha çok kuramsal düşüncelerken Siddhartha bu düşünceleri dünyayı tanıdıktan sonra tecrübe eder.

Kayıkçı Siddhartha

Kendine gelmeye tekrar karar veren Siddhartha ırmağa geldiğinde tekrar evvelden karşılaştığı kayıkçı Vesudeva ile karşılaşır. Aydınlığa ulaşmış Vesudeva ona kendisiyle kalmasını teklif eder. Teklifi kabul eden Siddhartha, Vesudeva’dan ırmağın sesini dinlemeyi ve ırmağın nasıl rehberlik ettiğini öğrenir.

Baba Siddhartha

Siddhartha kayıkçılık yıllarını geçirirken ölen Gotama’nın yanına giden bir zamanlar hayat kadını olan sevgilisi Kamala ile karşılaşır. Bir yılanın sokması sonucu ölümle burun buruna olan Kamalanın yanında bir de erkek çocuğu vardır. Siddhartha kendisiyle aynı ismi taşıyan oğlunu yanına alır. Fakat oğlu lüks şehir hayatına alışıktır ve babasına pek huzurlu günler geçirtmemektedir. Küçük Siddhartha babasının öğretilerini kabullenmez ve gizlice bir gece ırmağın karşısına geçip, oradan kaçar.

Siddhartha, arkadaşı ve öğreticisi Vesudeva’nın öğütlerine aldırış etmeden oğlunun peşine düşer. Bu takibin asıl amacı onu durdurmak değil, onu son bir kez daha görebilme arzusuydu aslında. Yıllar evvel aşık olduğu Kamala’yla karşılaştığı yerde oğlunun ardından gitmeyi bırakıp geri döner. Yıllar sonra eski arkadaşı Govinda ile tekrar karşılaşır. Bu karşılaşmada uzun ve mana dolu sözcüklerin dizelendiği eşsiz bir öğretici sohbet başlar. Siddhartha’nın bu sohbette artık ermiş olduğu, amacına ulaşır olduğu ve bilgeliğe adım attığı görülmektedir. Arkadaşı da amacına, ermişliğe ulaşmıştır ve hala arayışlarını da devam ettirmektedir. Fakat Siddhartha’nın sözlerine anlam verememektedir, çünkü o bilindik bir mantığın ötesinde nesnelerin varlık alemine, onların her birinde bir ilim, aşk ve sevgi bulduğunu belirten sözler söylemektedir. Örnek olarak da sert ve sıradan bir taşı göstermektedir.

Kitabın sonralarına doğru, oğlundan koptuğu bölümlerde etkileyen bir sahne gözler önünde adeta canlanmaktadır. Irmakta kayıkla giderken birden ırmağa dalıp bakakalır. Derin düşüncelerde ufuklara, yıllara gider. Irmakta her şey sırasıyla yansımakta ve derinden Siddhartha’ya gülmektedir. Irmakta yansıyan bir adamı görür son olarak. Yansıyan adamın kendisi olduğunu görür. Kendisinin babasına ne kadar da çok benzediğini görür ve oracıkta yıllara doğru yolculuğu kısaca başlar. Bir zamanlar o da babasını şuanda kendi oğlunun onu öylece bıraktığı gibi bırakıp gitmiştir. Artık babasından haber alamamıştı. Muhtemelen de artık hayatta değildi.

Romanın etraflıca incelenmesi

Kitabın çok şık bir dilinin olması belki de doğu felsefesinin naifliğinden ve sadeliğindendir. Kitaba başlamakla farklı ufuklara doğru yolculuğa çıkılmaktadır. Kitap öyküsünde okuru alıp farklı diyarları dolaştırırcasına farklı kültürlere dair ilginç pek çok şey öğretmektedir. Okuru öğrenirken sürekli araştırmaya itmektedir. Hint ve Budizm kültürüne dair sunduğu öğretici yaklaşımıyla, öğrenme eğilimi sürekli olarak öncelikli teşvik unsuru olarak görülebilir. Kişiye bendini, nefsini ve kendini sorgulamayı öğretmekle beraber fazlasıyla sorgulamaya da teşvik ediyor. Öncelikle üç yüce edimi tanıma olanağı sunuyor; Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Yürüme eğilimi kitapta bekleme eğilimiyle de verilmektedir. İslam dinin temel ibadetlerinden olan, Oruç tutma eğilimi kitapta öyle işlenmiş ki, farklı bir bakış açısı kazandırıyor adeta insana ve insanlığa. Bu durum haliyle okuru Budizm inancından koparıyor zaten. Okur kendi kültürüyle bu sayede bir fark göremiyor. Yazar evrensel dili yakalamayı iyi başarmış. Romanda iki defa buluşma noktası konumunda verilen Irmak ilahi bir temsil niteliğinde gibi.

Irmağın ve iki yakası arasındaki geçişi sağlayan kayığın hem Budizm, hem insanlığın iç dünyası ve de temel mana bakımından da ayrıca bir önem arz ettiği kanaatindeyim. Belki yaşamı, belki bir insanın gün içindeki durumunu, belki de daha farklı imgeleri temsil etmektedir. Ayrıca kayıkçı Vesudeva isminin de “Irmak Tanrısı” anlamına gelmesi farklı bir mana uyandırmaktadır kişide.

Irmak aslında yaşamı, dünyayı da anlatmaktadır. Bir yanı zenginleri, diğer tarafı fakirleri anlatır aslında, bir tarafı bilgeleri diğer tarafı cahilleri anlatabildiği gibi. Dünyevi zevklerde yok olanları, dünyevi zevklerden uzak mutlu yaşayanları anlatıyor olabileceği gibi. Siddhartha’nın oğlunun gittiği yaka, şehrin bulunduğu yaka dünyevi bedbaht zevkleri anlatırken, diğer yakası Nirvana’ya, yani kutsala veya hakikate varılan yeri, bunu gerçekleştirenlerin olduğu makamı temsil eder. Kendini dünyaya kaptıranlarla soyutlayanlar diye bir ayrım anlaşılırsa, bu da cennet ve cehennemi anlatmaz mı bize?

Siddhartha ırmağın her iki tarafında da yaşamadan aydınlanamıyor. Burada yazar her ikisinin de yaşanılarak ancak kavranılabileceğini gösteriyor, bir diğer yandan da ne olursa olsun huzurun ve mutluluğun yaratıcıda var olabileceğini, gerçeğin ancak onda bulunabileceğini ve hakikatin de ancak o olduğunu anlatır gibi aslında yazar.

Siddhartha kayıkçı Vesudeva’nın yardımıyla kurtuluşa eriyor ve ermiş oluyor. Vesudeva Sankritçede Irmak tanrısı anlamına geldiğini dile getirmiştik. Bu durum bizim kendi felsefemizde, tasavvuf ilminde mürşidi kamil’i temsil ettiği söylenebilir. İnsanın bir mürşidi kamil’e varmadan kurtulamayacağını da anlatabilir. Arkadaşı Govinda ve diğer keşişlerin budaya varma arzularını günümüzde farklı tarikat, görüş, ideoloji vs. olarak görürsek, bu durumda Vesudeva ise nirvana’ya yani tanrıya varmaya yardımcı olacak bir kişi, bir öğretici olduğu kanısına varılabilir. Bu kişi ister, bir mürşit, ister bir peygamber olarak görülsün asıl kanı bir rehberin olması gerekliliğidir. Diğer insanları kendilerinden küçük gören Samanalar farklı fikirlere sahip cemaatler olarak algılanabilir. Siddhartha ise onlardan farklı olarak yaratıcıya olan sevgisi sebebiyle nesneleri, varlıkları, her şeyi yaratılmış olmaları ve yaşıyor olma durumlarından ötürü sevmektedir. Buradaki mantık bize aslında Yunus Emre’nin şu sözlerini hatırlatmaktadır. “Yaratılanı severim yaratandan ötürü…”

Kitap ayrıca defalarca farklı yollarla vurguladığı bir hususa özellikle değinmektedir. Bu da aydınlanmanın yol gösterici olarak nitelendirdikleriyle değil, bizzat kişinin kendice kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilmesidir. Romanda güler yüz her ne olursa olsun değişmeyen bir nitelik ve aydınlanmışlığın bir belirtisi gibi yansıtılmıştır. Derinliğin dışında bir babanın evladına olan karşılıksız sevgisi ve bu sevginin ancak bir baba olunduğunda anlaşılabileceğini de en güzel örnekle anlatmıştır.

Romanda her üslup, her imge ve sözcük kendince bir mana ifade etmektedir. Budizm felsefesine yüzeysel değinilerek ele alınan ve tüm insanlığı nesillerce ilgilendirecek olan insanın kendini arayışı hususu İslami felsefe içerisinde de derinlemesine incelenmiş ve birçoklarca irdelenmiştir. Hermann Hesse dışında Alman yazar J. W. Von Goethe, Thomas Mann gibi yazarlar da bu tarz hususlara değinilen eserler kaleme almıştır. İslam felsefesinin temelini oluşturan tasavvufta en belirgin şahsiyetler; Hz. Mevlana, Yunus Emre, Gazali, Fuzuli, Tebrizi gibi önde gelen şair, zat ve din alimleridir.

Siddhartha adlı romanın büyüklüğünü ve muazzamlığını Henry Miller şu sözlerle ifade etmiştir.

“Genel olarak herkesçe kabul edilen Buddha imgesini aşan bir Buddha yaratmak, daha önce eşine rastlanmamış büyük bir başarıdır. Benim gözümde Siddhartha, Kutsal Kitap'tan kat kat üstün bir ilaçtır.”

Romanın temel bilgileri

Siddhartha adlı romanın yazarı 1877 Almanya doğumlu, İsveç asıllı Hermann Hesse’dir. Hermann Hesse 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü almıştır. Yazarın toplam 23 kitabı bulunmaktadır. Roman 148 sayfa olup, Can yayınları tarafından yayınlanan roman, Kamuran Şipal tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Muazzam bir Türkçe romanda söz konusudur.

Romanın başkahramanı Siddhartha’dır. Yardımcı kişiler; Govinda, Kamala, Vesudeva ve Kamaswami’dir. Romanda üçündü şahıs anlatım vardır. Romanın dili Almanca’dan çeviri olmasına rağmen, Türkçe yazılmış gibi akıcı ve sadedir. Genellikle betimleyici bir anlatım türü kullanılmıştır. Türü; Tarihi Roman olarak görülmektedir. Ancak içerik bakımından okurun görüş ve fikirlerine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Bu durumlar göz önünde bulundurulursa, felsefi, tarihi ve dini vb. türler, romana yakıştırılabilir. Romanın ana fikri, dünyevi zevk ve şatafatların insanı ne denli gerçeklikten ve kendi öz doğasından uzaklaştırdığının, bilgeliğin asla öğretilemeyeceği, ancak sadece bilginin öğretilebileceği hususudur.

“Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelik ise asla. Bilgelik keşfedilebilir, yaşanabilir ama öğretilemez.” diyor Siddhartha. Ne kitabın, ne Siddhartha’nın ne de Hesse’nin bilgelik öğretme gibi bir niyeti yok. Kayıkçı Vasudeva’nın da Siddhartha’ya dediği gibi “Nehri dinle, o sana her şeyi anlatacak.”. Kendinizi nehrin akışına bırakın ve bu eseri okuyun diyebilirim sadece.

Romana dair eleştiriler

Roman kusursuz gibi görünse de yine birileri tarafından eleştirilere maruz kalacaktır. Yaratıcı dışında fani olan her şey kusurlu olabileceği gibi, insanın yaptığı her şey de elbet kusurlu olacaktır. Bu durum ise insan yapımı eser ve varlıkların eleştiriye maruz kalmasını haklı kılmaktadır.

Eser muazzam bir yapıt olarak görülebilir. Ele aldığı Budizm felsefesini de oldukça iyi işlediği söylenebilir. Ancak insanın bendini aşmasının, nefsine karşı olan savaşını yenmesinin yolunu pek açıklayıcı olarak anlattığı pek düşünülmemelidir. Budizm felsefesi dışındaki görüş ve felsefelerce yetersiz görülebileceği gibi, yanlış olduğu kanısına da yer verilebilir. Aslında tüm felsefe, görüş ve insanlığın öğretilerinin ortak olduğu insanın kendi doğası ve nefsi ile olan ihtirası her zaman ilgi görecek ve doğruluk payına sahip olacaktır. İslami felsefeye göre Tasavvufta aranılması gereken bu durum, Budizm’de Samanalık, Brahmanlık gibi görüşlerle yansıtılmıştır.

Roman çok uzun olmamasıyla beraber cümleleri çok kısa değildir. Felsefi bir türe ve içeriğe sahip olması nedeniyle cümleler oldukça uzundur. Fakat akıcı ve anlaşılır bir yapıda kaleme alınmıştır. Basit dille yazılan ve bir o kadarda sıkıcı bir hikayesinin olduğunu düşünen okurlarda vardır. Bu kanıya varanların çoğunluğu kitabı başlarında yorumlamakta ve devam etmemeyi tercih edenlerdir. Kitap yarılandığında güzelleşmekte ve bitiminde anlam kazanmaktadır.

Romanın tek cümleyle tanıtılmasına vesile olacak cümleleri Ayda V. Gani şöyle yapmaktadır;

Bana göre "Siddhartha" evrenin dingin sesidir. "İçinizi boşaltın ve evrenin içinize nüfuz etmesine izin verin. O zaman huzuru ve manayı tanıyacaksınız"ı anlatan güçlü bir kitaptır.

Hıristiyan misyoner bir aileden gelen, tutucu ve entelektüel bir aile ortamı içinde büyüyen, Almanya doğumlu, köken olarak Rus asıllı yazardır Hermann HESSE. Ailesiyle yaşadığı sorunlar sonucunda intihar girişiminde bulunduktan sonra bir enstitüye yatırılmıştır. Bu sırada Jung’un öğrencisi tarafından tedavi edilirken, ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgi iç dünyasını zenginleştirmiştir. Ailesinin tutucu tavırları, yaşadığı baskılar onu ailesinden uzaklaştırmış ve yazar kendi ayakları üzerinde durmak, kendi yolunu bulmak için epey uğraş vermiştir. Hint ve Budist felsefeye olan ilgisiyle tanınan yazar, 1946 yılında Siddhartha adlı bu eseriyle Nobel ödülü almıştır.

“Akıcı ve okunması kolay olsa da, Siddhartha yazımı kadar, anlaşılması da zor olan bir kitaptır.” Cümlesi kitabı tek cümleyle ifade etmektedir.

Kitabın çevirmeni Kâmuran Şipa
 
 

Ayşe Demirel "Genel Olarak Kadın"

Tarihsel Süreç İçinde Kadın 

Doğrudan  insanın  varlık  konusunu  oluşturması  sebebiyle  evrensel  olan  kadın,  tarih boyunca  bu  evrensel  varlığından  soyutlanarak  politik  ve  ideolojik  çıkarlar doğrultusunda  kullanılmış,  buna  zemin  hazırlayacak  yerel  ve  güncel  özelliklerle ilişkilendirilerek de araç haline getirilmiştir. Sosyal hayatın bütün alanlarından sürgün ettiği kadına söz konusu tutumun öncülerinin bir takım haklar getirirken kendilerince onu savunarak takındıkları “her şeye rağmen kadını da insan saymak lazım”(Gültepe, 2013: 9) tavrı da gösteriyor ki, kadın ile ilgili ilk sorun daha baştan onu insan olarak algılayamamaktır.  İlk  zamanlardan  beri evrenselliğini  koruyan  söz  konusu  anlayışın sebepleri üzerinde durmadan önce genel olarak kadının tarih boyu birbirinden farklı toplumlar tarafından ne şekilde muamele gördüğü ve toplumların siyasi, dini ve sosyal yapılarındaki işlevine kısaca değinmek yerinde olacaktır:

Alışılmadık  kadın  profilleriyle  tarihte  birçok  spekülasyona  sebep  olan  daha  çok efsaneleştirilmiş ve gerçekte bundan 2500 yıl öncesinde yaşamış batıda Amazon olarak anılan savaşçı kadınların1kökenleriniyakın bir tarihte Amerikalı arkeolog Dr. Kimbal Türk olarak saptamıştır(Gültepe, 2013:  19).Erkeklere  meydan  okuyan,  tarih  boyunca savaşçılıklarıyla düşmanlarını mağlup ederek onlara korku salanbu kadınlar yönetici olarak da uzun zaman varlıklarını devam ettirmişlerdir. Rivayetler dışında Amazonlar hakkında kayıt bulunmadığından onlar hakkında elde edilen bu bilgiler daha çok dogma olarak   kabul   edilir.  Ancak  şairlerin  ve  ozanların  naklettiği  destanlarda  anlatılan Amazonlar  hakkında  elde  edilen  bilgilerin  bir  takım  tarihi  bulgularla  örtüşmesi, kaynağın gerçek olduğuna delil olarak görülebilir(Gültepe, 2013: 45).

Orta Asya’dan göç eden Suriye ve Mezopotamya’da yedi yüz yıllık bir hükümranlık süren  ve  Amazonlar  gibi  Türk  olan,  çeşitli  kabileler  şeklinde  yaşayan Sümerlerin ordularının kadın komutanların emrinde savaşmaları da kadının bu toplumdaki önemine ve işlevine işaret eder.

M.Ö  5.  binyıl  ile  2. binyıl  arasında  Mezopotamya’da  siyasi  varlıkları  devam  eden Sümerlerde kadın  hâkimiyetinden  söz  edilebilir.  Nitekim  çok  tanrılı  dine  inanan Sümerlerde tanrıçalar tanrılardan önde geliyor, evreni ve insanı yaratan ve ona düzen verenin, sanatı sağlığı koruyanın, bereket ve bolluğu getirenin bu tanrıçalar olduğuna inanılıyordu.  Bu  tanrıçalar  aynı  zamanda  kralların  koruyucuları  olarak  da  kabul ediliyordu. Ayrıca Sümer kralı Urukagina’nın yaptığı bir reformla kadınlara tek eşlilik kuralı getirilmiştir.  Bu  durum onun  daha  önce  birden  çok  evlilik  yapabildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca bu reform kadın hukukunun ele alındığı ilk yazılı belgedir(Çürük, 2009: 321).

Halkın durumunu tam anlamıyla yansıtan somut delillerin yoksunluğu dolayısıyla tam olarak  kadının  sosyal  yapısını  öğrenemediğimiz  Anadolu  uygarlıklarından  Hititlerde kadınların siyasete karıştıklarını II. Hattuşil zamanından kalan belgeler göstermektedir(Çürük, 2009: 321).

M.Ö 2. binyıldan sonra Sümerlerin yazıyı kullanmaya başlamalarından itibaren kadın tarihini öğrenebiliyoruz.  Buna  göre  Anadolu  medeniyetlerinden  elde  kalan  belgeler ışığında kadının birçok hakka sahip olduğu kayıtlıdır. Nitekim bu devirde kadının kendi adına borçlanabilmesi ve borç verebildiği senet ve imzalardan anlaşılmaktadır. Kadına ait  mühür  ve  baskıların  bulunması  kadının  ferdi  mülkiyet  hakkına  sahip  olduğunaişarettir.    Ayrıca  hukuki  işlerde  de  bizzat  dava  açabiliyor  ve  dava  edilebiliyordu(Gültepe, 2013: 81).

İtalya’da  merkezi  otoritenin  hâkimiyeti  altında  bulunan  şehir  devletlerinden  oluşan Etrüsklerin Türk kökenli olduklarına dair söylemler yakın bir tarihte tıpkı Amazonlar gibi DNA testi sonucuyla desteklenir. Yine onların Türk olduklarını akla getirenbaşka bir işaret de diğer Türk kökenli toplumlarda olduğu gibi kadının yüksek düzeyde bir konuma sahip olmasıdır. Nitekim dini törenleri hayatlarının merkezine oturtan Etrüskler kadının öteki dünya ile bağının güçlü olduğuna inanmışlar dolayısıyla kadın evrenin sahibesi olmuş, miras onun tarafından aktarılmış erkek ise neslin devamını sağlayan araç konumuna düşmüştür(Gültepe, 2012: 90).

Roma’da  ise  ilahi  güç  atfedilen  kadın  tanrıçalık  makamıyla  yine  etkinliğini sürdürmesine  rağmen  yavaş  yavaş  erkek  üstünlüğüne  boyun  eğmeye  başlamıştır.

Nitekim  Roma  hukukuna  göre  erkek  birinci  derece  öneme  sahiptir  ve  evlilikte  söz sahibi olan yine odur(Çürük, 2009: 322).

İslamiyet öncesi cahiliye dönemi Arap topluluğunda yukarıda bahsedilen kadın profili tamamıyla  ters  yüz  olur.  Burada  kadın  insan  olarak  değer  görmemenin  de  ötesinde erkeklerin güç gösterisi yaptıkları bir araç haline gelir.Kadın sosyal ve hukuki tüm haklardan  mahrum  bırakılır,  öyle  ki  doğan  kız  çocuklarının  yaşamaları  bir  takım menfaatlere ters düşeceğinden ya doğduklarında ya da belli bir yaşa geldiklerinde diri olarak gömülüyorlardı. İslamiyet’in gelişiyle cahiliye adetlerinin birçoğu terk,bazıları da  ıslah  edilerek  sosyal  hayatın  reformlarla  iyileştirilmesi  sonucu  kadına  hak  ettiği değer verilmiştir. Kadını cinsiyetinden ziyade insan olarak gören İslam, onu bu yönüyle değerlendirerek toplumda söz sahibi durumuna getirmiştir.

Arap  cahiliye  toplumunu  aratmayacak  bir  anlayışa sahip Batıda yine kadının “ölümün, ıstırabın ve zahmetin dünyaya gelmesine vesile”(Gültepe, 2013: 223) olarak görülmesi onun  toplumdaki  yeriniözetler niteliktedir. Hıristiyan geleneklerine göre kadın başta Hz. Âdem’i günaha sürüklediği için doğuştan günahkârdı ve şeytanın giriş kapısı olarak görülüyordu. Suçun kaynağı olarak değerlendirilmesi dolayısıyla toplumda sosyal siyasi hiçbir  hak  iddiasında  bulunamayan  kadına  olan  düşmanlık  onun  sadece  soyun ilerlemesini sağlayan bir araç olarak görülmesine sebeptir. Zamanla düşmanlık öyle bir safhaya  gelir  ki  kadına  duyulan  sevginin  Tanrı  sevgisiyle  bağdaşmadığı düşünüldüğünden  erkeğin  kadınla  meşru  olarak  kurduğu  yakınlığın  dahi  onun selametini tehlikeye attığına inanılmıştır(Gültepe, 2013: 238).

Üzerinde durduğumuz dört bin yıl öncesi Anadolu’daki ve Türk kökenli toplumlarda kadının konumu bize onun hayatın her sahasında erkek kadar aktif ve dolayısıyla sosyal hayatta ve evlilikte de hak ve hukuk sahibi olduğuna işaret ediyor.  Bunun tersi olarak Yunan Roma, Arap  Fars ve Hıristiyan  Batı kültüründe de kadının çöküş  yaşadığını görüyoruz. Türk ve Türk kökenli toplumlarda kadın kimliğinin diğer toplumlara göre neden üstün bir konumda olduğu tartışmaya açıktır. Ancak biz şimdi olumsuz sahnelerle dolu kadının ilk çağdan zamanımıza kadar geçirdiği serüven üzerinde duracağız.

Dünyanın  hiçbir  yerinde  yasal  durumu  erkekle  aynı  olmayan,  köle  olmasa  bile  hep erkeğin himayesindeki kadının konumunun insanlık tarihi boyunca hep aynı çizgide devam  edip  etmediğini  öğrenmek  için  ilkel  toplumlardan  itibaren  kadının  toplum içindeki  işlevine  bakmakta  yarar   var.Tarih  öncesi  taş  devrinde  kadının  ev  içi etkinliğinin  önemli  olduğu,  erkeğin  toplayıcılık  ve  avcılıkla  geçimi  temin  ettiği zamanlarda kadının emeği yabana atılmamış ve değerli görülmüştür. Nitekim erkek ve kadının eşit oranda değer gördüğü o dönemde kadının evdeki etkinliği ailenin iktisadi hayatına  önemli  ölçüde  katkı sağlamaktaydı.  Ancak  ilerleyen  zamanlarda  tuncun,demirin bulunması ve aletin icadı ile erkek üretkenliğe geçince kadının evdeki etkinliği eriyip giderken aynı zamanda bu durum daha önceki ortak yaşamdan özel mülkiyete geçişi ortaya çıkarmış ve efendi köle ilişkisini doğurmuştur(Beauvoir,  1993a:  57-58). Yani kadının ezilişi burada onun iktisadi ezilişinin sonucu olarak kabul edilir. Ancak bunun doğrudan tek sebep olduğunu söylemek yeterli olmayacaktır.

Toprağın işlendiği ve geçimin buna bağlı olduğu toplumlarda ise nüfusun önemli olması kadının  doğurganlığını  fazlasıyla  gerekli  kılmış  ve  bu  durumda  da  yine  geçimin sağlanmasında kilit noktasını oluşturduğundan kadına kutsal gözle bakılması kaçınılmaz olmuştur.  Hatta  üremede  erkeğin  rolünü  bilmeyen  ilkel  kavimler  kadını  soyun çoğalmasında  yegâne  aracı  saymışlar  dolayısıyla  toprak  gibi  üretken  kadın  yaşamın devam etmesinde tek pay sahibi olduğundan toplumun anaerkil bir yapıda şekillendiği ve malın kadından kadına geçtiği varsayılmıştır. İsviçreli hukukçu Jacob Bachofen’in ortaya  attığı  bu  olgu  Beauvoir  tarafından  efsaneden  ibaret  görülür  ve  yine  Gültepe tarafından da maddi kanıtlardan yoksun bir kurgu olarak değerlendirilir(Gültepe, 2013: 109).

Toplum  içinde  kadının  gerek  iktisadi  olarak  etkinlik  gerekse  anneliğiyle  kutsallık kazanmış  olması  Beauvoir’e  göre  kadına  kadınca  bir  siyasi  güç  kazandırmamıştır. Nitekim ilk çağdan beri erkek egemenliğindeki topluma hükümdar olan kraliçe bile olsa o toplumda kadının durumunda değişiklik olmamıştır. Erkeğin koyduğu kanunlara göre yönetilen ülkelerde insanlar ataerkil düzenden sapma yaşamazlar(Beauvoir, 1993a: 76).

Erkeğin söz konusu iktidar ayrıcalığının kaynağı onun güç savaşından hiçbir zaman vazgeçmemesine dayanır. Nitekim erkek her zaman bilincine ermeye çalışmış, kadının ve doğanın gizini çözemediği zaman bile boyun eğmeye yanaşmamıştır. İnsan olma ereğini taşıyan ve bu yolda mücadeleden kaçmayan erkek böylece amacına ulaşmış ve tıpkı  başta  korktuğu  doğanın  hâkimiyetine  girmeyerek  madenin  icadı  ile  ondan yararlanmayı bildiği gibi kadını da hâkimiyeti altına almada gecikmemiştir(Beauvoir, 1993a: 78).

Erkeğin kadına egemen olması ilk aşamada Hegel’in bilinçler arası düşmanlık kuramına dayandırılır.  Buna  göre  her  zaman  karşı  bilinci  etkisi  altına  alma  eğilimi  olan bilinçlerden baskın olanı diğerini yenecek ve onu içkinliğe itecektir. Her birey evrensele doğru kendini aştığı oranda ahlaki saygınlık kazanacak olduğundan, bu ereğe ulaşmak için ilk adımda birey muhatap olduğu karşı bireyi kendine basamak yapmak isteyecektir(Beauvoir,   1993b:   24). Genelde   bu   duruma   kurban   giden   topluluklar   etkin   olan karşısında zayıf ve azınlıktadır, ancak kadın azınlıkta olmamıştır hiçbir zaman. Düşünde bile  erkekleri  kırıp  geçiremeyen  kadının  boyun  eğişi,  kafa  tutmaması  daha  farklı sebeplere dayanır (Beauvoir: 1993a: 21).Buna ilerde değineceğiz.

İnsanı  diğer  varlıklardan  ayıran  en  temel  özelliği  hiç  şüphesiz  bir  bilince  sahip olmasıdır. Ancak bu bilincin varlığını kabul etmek öncelikle bireyin bunu önce kendine sonra da çevresine onaylatmasından geçer. İlk aşamada kendi onayı için öncelikle birey kendi  varlığını  nesnelerde  yabancılaşarak  kavrayacak,  bunun  için  de  cansız nesnelerdense kendisi gibi bir bilinçle muhatap olma ihtiyacı hissedecektir. Yani insan özgürlüğünü  elde  etmek  için  başka insanların  onu  tanımasına  muhtaçtır,  ancak  bu başkaları her zaman olumlu sonuç vermeyebilir, nitekim erkeğin kendi cinsi olan bir erkekte bu amacı gerçekleştirmesi çatışma ihtimalinin yüksek olması dolayısıyla zordur. Kendi cinsinde amacını gerçekleştirmenin zorluğunun yanı sıra var olan bireyin cinsli bir vücuda sahip olması dolayısıyla kendi varlığı ile ilgili onayın cinsiyeti ile beraber olması  gerekliliği  de  onu  hemcinsinden  bu  noktada  uzaklaştıracaktır.  Bu  durumda bireyin kendi varlığının hem kendisi gibi bilinçli bir varlıkta hem de kendi cinsinin zıttı olan  bir  cinste  kabul  görmesi  varlığının  topyekûn  olumlanmasını  sağlayacak olduğundan doğayı insan bedeninde yansıtması ve erkeğin zıttı dişi bir varlık olması, her şeyden öte bilince sahip yani kendisigibi bir insan olması dolayısıyla kadın, erkeğin varlığını olumlayarak onu özgürleştirecek en uygunöteki varlıktır (Beauvoir,  1993a: 153).Ayrıca bilinçler arası iktidar mücadelesinde kadının erkek karşısındaki yenilgiyi baştan kabul etmesi ve onun egemenliğine boyun eğerek içkinliğe sürüklenmeye karşı bir  hareket  göstermemesi  durumun  olağanlığını  arttırır.  Üstünlüğünü  göstermek  için temeli hastalıklı olan bir anlayışı benimseyerek kadını saf dışı etme eğiliminde olan erkeğe (Frenzel, 2008: 167) bu ilk sanal adımdan sonra somut olarak da karşı cinse olan yengisinin kaçınılmaz görüntüsünü hazırlayan birden çok sebep vardır. İlk olarak daha çocukluktan başlayan eğitimle erkek yavaş yavaş kadın üzerinde bir üstünlüğe sahip olduğuna ailesi ve toplum tarafındaninandırılır. Doğduğunda herhangi bir ayrıcalık ya da  olumsuzluktan  uzak,  eşit  gereksinimleri  olan  insanın  çevresiyle  ilişkilerinin somutlaşmaya  başladığı  ve  artık  kendini  birey  olarak  algılama  çabasına  girdiği  ilk bütünden ayrılış, yalnızlık ve insan olmanın trajikliğiyle yüzleştiği sütten kesilme anı ve sonrasında erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğü kız ve erkek çocuğa farklı davranılarak öğretilir(Beauvoir, 1993a: 233).Buna göre çevresi tarafından sevilerek,ilgi toplayarak varlığını olumlama çabasına giren kız çocuğun bu gereksinimi fazlasıyla karşılanırken aynı  beklentide  olan  erkek  çocuk  bundan  mahrum  bırakılarak  daha  o  yaşta  ona sorumluluk ve güçlülük duygusu aşılanır. İlk etapta zorlanan ve kızı kıskanan erkek çocuk  kulağına  fısıldanan  erkeklik  gururuyla  övünmeye  ve  erkekliğin  getirdiği ayrıcalıkları fark etmeye başlar. Çocukluğundan itibaren sorumluluk bilinciyle beslenen erkeğe  insan  olabilme  edimleri  öğretilirken  ona  kendini  gerçekleştirme  olanakları sunulur. Böylece insan olabilme,kendini aşma ile erkek olmak hiçbir zaman birbirleri ile  çelişmez,bilakis  birbirini  destekler(Beauvoir,  1993a: 311).Oysa  insan  olmak, cinsiyet  ayrımı  gözetmeksizin  insanın  olanaklarını  fark  ederek,yeni   alternatifleri özgürce  hayata  geçirerek  “sürekli  bir  yükseliş”  kaydedebilme  ve  kendini  aşabilme çabasıdır. İnsanoğluna ait ve özgürlükle sıkı sıkıya bağlı bu hayati gereksinimden kadın tarih  boyunca  mahrum  bırakılarak  erkeğin  söz  konusu  amacına  hizmet  etmekle görevlendirilerek pasifliğe itilmiştir. Yani erkeğin cinsiyetine uyum sağlayan insanın etkinliği, kadının kadın kimliği ile çelişkili hale getirilmiş ve kadından erkeğin kendini gerçekleştirmesi için kendini feda etmesi beklenmiştir. Oysa varoluşunu meşrulaştırmak isteyen  her  birey,  kendi  varlığının  sınırsız  bir  kendini  aşma  ve  özgürce  seçilmiş tasarılara katılma isteği taşımaktan vazgeçmeyecektir(Kızıler, 2009: 374).

Kadının  doğası  dolayısıyla  erkek  karşısında  ötekileşmesinin  sebepleri  arasında  daha önce  de  belirttiğimiz  bilinçler  arası  iktidar  mücadelesinden  yenik  çıkması  vardır. Erkeğin koruması ve güdümüne boyun eğdiği gibi kadın erkeğin onu ötekileştirmesine karşılık savunmaya  geçmeyerek duruma  göz  yummuştur. Nitekim Hegel’in bilinçler arası  düşmanlık  kuramından  yola  çıkarak  kendi  varoluşçu  felsefesini  temellendiren Sartre’ye  göre  “ben”  bilincine  sahip  her  varlık  varoluşunun  niteliğini  ötekinin  onu sadece  tanımasına  değil  nasıl  tanıdığına  ve  onu  ne  tür  bir “ben”  olarak  gördüğüne bağlıdır(Biemel, 1984: 54-55).Bu noktada kadını etkisiz hale getirmenin en etkin yolu onu seyirlik hale getirmektir. Nitekim estetik zevke hitap eden kadınlar resimler gibi sessiz  ve  güzel  olmaları  sebebiyle  insan  olmasına  rağmen  resim  olarak kullanılabilmişlerdir.  Pasifize  etmeye  elverişli  olmaları  dolayısıyla  nesnelleşmeye yatkın durumda olan kadınları erkekler seyreder, kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durumda kadının içindeki gözlemci erkek,gözlenense kadın olur. Böylece kadın kendisini  bir  nesneye,özellikle  görsel  seyirlik  bir nesneye  kendi  eliyle  dönüştürür(Berger, 2004: 44).Sartre’nin kuramına göre kadının etkinliğinin yok oluşu ilk olarak erkeğin  ona  bakılan  rolünü  kabul  ettirmesiyle  başlar.  Buna  göre  erkek  özne  olarak “bakan”dır,kadın nesne olarak “bakılan”. Kadınlar bakılan olmayı o kadar benimserler ki,  zamanlakişiliği buna göre şekillenir. Buna göre bir erkeğin ona nasıl baktığı ve davrandığı  onun  toplumdaki  yerini  belirleyecektir.  Yani  erkekler  etkin  olmaları dolayısıyla davrandıkları gibi,kadınlar da edilgenlikleri dolayısıyla göründükleri gibidir (Şener, 2009: 538).

Kadını pasifize etmek için onu ilk olarak bakışlarla etkinlikten uzaklaştırarak gözlenen durumuna getiren ve durumu muhatabına da onaylatan erkeğin bundan sonraki aşamada işi  kolaylaşacaktır.  Nitekim  kadın  da  artık  kendini  erkek  karşısında  onun alglarına uyumlu hale getirme eğilimine girmiş ve yavaş yavaş özünden uzaklaşarak olduğunun tersine  nasıl  olunmasını  istediği  şekilde  özünü  şekillendirme  yoluna  girmiştir.  Bu bağlamda etkin olan erkek karşısında pasif olan kadın öteki olmaya adeta kendisi razı olmuş, bilinçler arası mücadelede her nasılsa ciddi birrakip olamamıştır(Llyod, 1996: 124).Söz konusu durum Beauvoir’in iddia ettiği üzere kadının ezilişinin onun yalnızca biyolojik  yapısı,  cinselliği  ya  da  iktisadi  durumundan  kaynaklanmadığı  gerçeğini destekler,  burada  bir  kabulleniş  ve  ardından  bu  kabullenmenin  toplumsal  bir  olgu durumuna  geçişinden  söz  edebiliriz.    Yani  insanlığın  yarısını  oluşturan  dişi  varlık kadının gerçekten var olup olmadığını tartışacak hale gelen bir toplumun “kadın olun, kadın kalın” söylemleri kadınlığın insanlıktan öte,sonradan  edinilen  ya  da  herkesin ulaşamadığı bir  oluşum  olduğuna  işaret  eder(Beauvoir,  1993a:  13-14).Beauvoir’in ortaya  attığı bu söylem bizi kadınlığın doğal bir verinin aksine kültürel bir oluşum olduğuna ve bu bağlamda kadının tarih boyunca ikincil olmasının kuru bir kabullenişten başka açıklaması olmadığı sonucuna ulaştırır.

Erkeğin temel öteki varlık ve kadına buna karşılık öteki temel olmayan varlık olma durumunun sebepleri arasında hiç şüphesiz edilgenliğe en sağlam zemini kadının doğası yani annelik özelliği hazırlar. Tarih boyunca hep doğaya kafa tutma ve onu kendine mal etme çabasında girişilen yarışta kadına onu doğayla özdeş kılan doğurganlık özelliği ayak  bağı  olmuştur.Annelik  onun  hareket alanını  kısıtlamış  üretim  ve  etkinlikte meydanı erkeğe bırakmasına sebep olmuştur (Şener ve Torun, 2009: 453).Bu bağlamda erkeğin üstünlük sağlaması onun doğal hayatın dışında etkinlikte bulunabilmesine ve aletlerin icadını geliştirmesine bağlıdır(Llyod,1996:  128-129).İnsanlık doğal hayatın üstüne  çıkan  ve  gelişme  gösteren  bir  hayatı  yaşamaya  değer  gördüğünden  üretken erkeğin karşısında üretkenliği doğal bir süreç olan orijinallikten uzak annelikle kadın bu noktada ilerleme imkânına sahip olmaktan fersah fersah uzaktır. Bu bağlamda insanlık tarihinde doğallığında ayrıcalık arayan kadının gözden düşmesi kaçınılmaz olur, çünkü o gizini ve gücünü kendi bireysel çalışma ve üretkenliğine değil erkeğin zayıf kaldığı doğal yetisine borçludur (Beauvoir,  1993a:  80).İnsanın toplumsal işlevine göre değer görmesi dolayısıyla kadın ancak daha önce belirttiğimiz ilk ilkel toplumlarda değere şayan bulunmuş,o da gizinin çözülmesine kadar. Böylece üretime geçmeyi başararak özgüven kazanan,bu yolla varlığını olumlayaraközgürlük elde eden erkek üstünlük kazanmış,kadın ise yerinde saydığından hizmetçiliğe kendini mahkûm etmiştir. Erkek kadının zayıflığını gördüğü ilk fırsatta adeta durumdan yararlanmak adına üstünlüğünü genel geçer bir durum olarak kabul ederek ve ettirerek topluma yön veren olmuştur. Bu şekilde alt yapısı hazırlanan ataerkil bilincin “kadın zeki bir annedir” diyerek kadını bu özelliğine hapsetmesi ve onu sadece annelik göreviyle sınırlandırmasının kadının kendi onayından geçmesi zor olmaz. Kadının söz konusu durumu onayının temelinde insanda öznellikten başka nesne olmaya eğilim gösteren bir yönünün var olması yine göz ardı edilemeyecek  bir  gerçektir(Beauvoir,  1993a:  23).Daha  önce  de  belirttiğimiz  gibi kadına kolay gelen (zaten çocukken öğretilmişti) sorumluluktan muaf olma isteği onun kolaya kaçmak adına ipleri erkeğe teslim etmesine vesiledir.  Böylece ataerkil toplum kadına öznesinden uzaklaşmasını ve insanın devamını sağlayan mekanik bir araç olma durumu masum göstermek adına etkin olarak yinelenmekten ve kısır döngüden kendini kurtararak şimdiye hapsolmayan erkeğe korumacı ve sahip çıkıcı rolünü vererek kadını onun himayesine sokar. Kadın açısından da durum lehinedir nitekim erkek onun kafa yorması gereken angaryaları üstlenerek ona kolay bir yaşam sunacak kişidir.

İnsanlığın basit bir hayvan türü ve tek ereğinin tür olarak kendini sürdürmenintersine insan olmanın kendini aşmakla eş anlamlı oluşu, kadının anneliği tek görev edinmekle maruz kaldığı sıkıntıların açıklamasıdır. Her şeyden önce insan olan kadın bir anne eş ya  da  kız  olmasından  önce  insan  olabilmeyi  amaç  edinmelidir (Çelik,  2009:  513). Kadınlık ve annelik ona bu yolda biraraç olmaktan öte gitmemelidir(Beauvoir, 1993a: 70)ancakdoğal bir süreç olan ve bireyin kendi özgür etkinliğinin dışında tamamen doğaya  bağımlı  bir  eylem  olan  annelikle kadını sınırlandırmak,ister  istemez  onu içkinliğe  iterek  etkin  olan  erkek  karşısında  nesneleştirmiş  ve  insan  olma,  kendini gerçekleştirme  ereğinden  uzaklaştırmıştır.  Daha  öncede  değindiğimiz  gibi  erkek karşısında  nesne  olmak  aktif  hayata  dâhil  olmamak  ilk  başta  insana  zor  gelecek sorumluluk  duygusundan  muaf  olmak  demek  olacağı  için  kadın  burada  kolayına geldiğinden  kendisine  öngörülen  rolü  benimsemekte  beis  görmemiş  ve  erkeğin koruması ve güdümü altında olmak işine gelmiştir. Ancak dışarıdan gelen bu telkinin içte de onaylanması kadının sandığı gibi lehine devam etmemiş ve zamanla durum geri dönüşü  zor  ciddi  sonuçlar  doğurmuş  ve  kadın  insan  sınıfına  dâhil  edilmeyecek  bir duruma sürüklenebilmiştir.  Kadının tepkisizliği ve toplumun ataerkil yapıda gelişim göstermesiyle erkek adeta meydanı boş bulmuş ve çok geçmeden işi ileriye götürerek,kadını  köleleştirerek  onu  birçok  haktan  mahrum  bırakmıştır.  Üstünlüğünü  sağlam temellere oturtmak için kadını saf dışı bırakan ve kendi lehine işleyen çeşitli kanunlar çıkarmışolan   erkek,  gerekçe  olarak  da  kadının  “salaklığını ve  kırılganlığını” göstermiştir(Beauvoir,  1993a:  91).Söz konusu yasalar tarih içinde kadının durumunu iyileştirmek adına bir takım değişikliklereuğrasa da iktisadi olarak kalkınmasından öte bu reformlar hiçbir zaman kadına siyasi ayrıcalık getirmemiştir. Nitekim günümüzde dahi en gelişmiş ülkeler kadının siyasi alanda bulunma oranının %40-50’nin altında olması  ve  ulusal  meclislerdeki  kadın  milletvekillerin  %10-15’lerde  seyretmesi  bu iddiaya delildir(Şener ve Torun, 2009: 455).

Kadını içkinliğe ve dolayısıyla pasif ve tekdüze bir hayata sürükleyenin ilk olarak kendi suçu olduğuna değinmiştik. Durumun sürekliliğine sebep olan en önemli etken ise hiç şüphesiz  ekonomiktir. Erkeğin  gücü  sağlam  toplumsal  ve  iktisadi  ayrıcalıklara dayanırken  ekonomik  anlamda  bağımlı  yaşayan  kadının  özgürleşmesinin  imkânlar dâhilinde olmadığı açıktır.   Öte yandan çalışma sahası ve gelir dağılımı erkeğe oranla kısıtlı  olan  kadının  çalışma  gücü  erkekle  eşit  görülmediğinden  kadına  ayrılan  yer oldukça  yetersizdir.  Cinsiyet  eşitsizliğinin  fiziksel  farklara  dayandığına  kanıt gösterilebilecek  söz  konusu  durum  çalışma  hayatında  kadına  yer  verilmemesini öngörür. Bunun yanı sıra çalışsa bile erkek gibi çocuk ve ev yükümlülüklerinden muaf olamayan  kadın  hiçbir  şekilde  kendine  uygun  çalışma  ve  ev  hayatını  yakalayamaz. Eğitim  alanındaki  eşitsizlik  ekonomik  bağımlılığın  peşi  sıra  kadını  tutsak  eden sebeplerdendir. Nitekim dünyadaki okuma yazma bilmeyen eğitimsiz insanların büyük çoğunluğunu  kadınların  oluşturuyor  olması  iddiaya  kanıttır(Şener  ve  Torun,  2009: 457).

Kadının dışlanmışlığı sosyal ekonomik ve eğitim alanıyla sınırlı kalmaz. Kadının hor görülmesi belki de onun kendisini insandoğasına aykırı tekdüzeliğe mahkûm etmesinin karşılığı olarak sürekli aşama kaydeder ve sonunda öyle bir safhaya varır ki artık kadın insan  sınıfına  dâhil  edilmeyecek  muamelelere  maruz  kalmaktan  kendini  koruyamaz duruma gelir. Kadının başlı başına bir cinsiyet olarak değil erkeğin gelişmemiş eksik hali  olarak  yorumlanması dışlanmışlığı  doruğaulaştırır.  “İnsanın  bedensel  yapısı yazgısıdır”(Koç, 2009: 65) sözünün işaret ettiği üzere kadının yetersizliğini bedenine yükleyen  Freud  ve  sonra  Lacan’ın  fallus  merkezli  cinsiyet  teorileri  kadını kimliksizleştirmeye  yöneliktir.  Cinsiyetini  erkek  üzerinden  açıkladığı  kadını  Freud,eksik erkek olarak niteleyerek onu başlı başına bir cinsiyet olarak görmez. Söz konusu eksikliğin temelini kadının erkekliğe özentisi ve dolayısıyla kıskançlığıyla açıklayan Freud’a  göre kadın bu  eksikliği sebebiyle aşağılık duygusu  çekmekte,  aşmak içinse diğer kadınlarla yarış haline girmektedir (Lindhoff, 2003: 61).Böylece Freud Psikanaliz ile cinsiyetler arasındaki eşitsizliği bilimsel verilere dayandırarak durumun haklılığını ispatlamış olur. Lacan da bu verilerin ışığında artık birey olmaktan uzaklaşmış kadınla erkeğin arasında oluşacak bir sevgi bağının imkânsızlığını dile getirir(Zengin,  2009: 16).

Toplumsal baskının bilim dünyasındadestek bulması ile iyice silikleşen kadın profili birey  olabilmekten  uzaklaşarak  insanlığa  dair  edimlerini  ve  gereksinimlerini  mevcut sisteme  uyum  sağlamak  adına  bastırma  yoluna  gitmiştir.  Bunların  başında  da  hiç şüphesiz sakıncalı görülen cinselliği vardır. Bastırılmaya en yatkın dürtü olan cinsellik (Fromm,  1998:  66),  kişinin  varlığının  ayrılmaz  parçasıolancinsiyetinin  doğal  bir sonucu olması ve her şeyden önemlisi daha önce de değindiğimiz üzere varlık bilincinin oluşumunda  olmazsa  olmaz  bir  pay  sahibi  olduğundan  bunun  bertaraf  edilmeye çalışılmasının geri dönüşü zor sonuçlar doğuracağı beklenen bir akıbet olsa gerektir. Kimlik  sahibi  ve  dolayısıyla  söz  sahibi  olmanın  öncelikle  cinsel  kimlikle  elde edilebileceği gerçeği kendisi için öngörülmeyen kadın,bedenini ve cinselliğini inkâr etmeye zorlanır. Varlık iddiası kadının varlığına bağlı olan, kendini tanımlayabilmek için kadına gereksinim duyan erkek dişiliğinden ötürü kadını aşağılayarak ona egemen olmayı hedefler. Kendisi gibi karşı cinse ihtiyaç duyan kadına erkek bu hakkı tanımaz.  Bunun için de öncelikle kadın kendi cinsiyetinden mahrum bırakılarak var olma ve özne olma  imkânı  bulamaz,  bulamayınca  da  özne  olan  erkeğin  nesnesi  olma  durumuna mahkûm olur. Sonuç olarak kendini aşkınlık karşısında içkinliğe razı gören kişide nesne olmanın  ve  başkalarının  amaçlarına  hizmet  eden  konumuna  sürüklenmenin  sebep olduğu  utanç  yaşanması  kaçınılmazdır.  Bu  utanç,özgürlüğüne  sahip  çıkamamanınverdiği eziklikten kaynaklanır(Foulquie, 1998: 73).Utancın söz konusu boyun eğişten kaynaklandığı  Sartre’nin  özne-nesne  ilişkisi  ile  ilintilendirilebilir,  nitekim  Sartre’nin kuramına göre aşkınlık karşısında kendini savunmaya geçmeyerek içkinliğe itilen kişi etkinliğinin elinden alınması sebebiyle utanca maruz kalmaktadır. Yaşanılan bu utanç hiç  şüphesiz bu durumu  körükleyecek  dolayısıyla  güç  ve  otoritenin  aşkın  olanın tasarrufunda  kalmasını  devam  ettirecektir.  Bu  şekilde  toplum  sistemli  bir  şekilde ataerkil düzene hizmet etmektedir. 

Yaşamlarını erkeğin boyunduruğu altında devam ettiren kadına empoze edilmiş ikinci sınıf insan muamelesi bir takım yollarla hem yumuşatılmış hem de sürekliliği garanti altına  alınmaya  çalışılmıştır.  Bu  yollardan  en  belirgini  evliliktir.  Evlilik  bağının oluşmasında genç kızın her zaman seçilen erkeğin ise seçen kişi olması durumun en somut örneğidir. Ayrıca evliliğin iki taraf için algılanış farkı da kadın köleliğine damga vuran bir başka göstergedir. Nitekim erkek için evlilik varlığını geliştirmek ve toplum içinde varlığını olumlamak için bir araç olarak görülürken kız için evlilik topluluğa katılmanın tek yolu ve ayrıca geçim kaynağıdır. Yani erkek buna temel tasarısı olarak bakmazkenbu kadının tekhedefidir(Beauvoir,  1993b:  18).Ayrıca evliliğin temelinde barınan cinselliğin iki taraf için yaşanış biçimi yine üzerinde durulması gereken bir konudur.  Nitekim ataerkil toplum yapısında erkek için ifade ettiği anlamın çok ötesinde kadının bunu kendi isteği doğrultusunda yaşaması suç olarak addedilmiş ve kadınlar bundan ister istemez utanç duymuşlardır. Oysa cinsel yaşamı mutluluk için en temel ırsatlardan biri olarak gören Fromm’un yanı sıra Lichtenstein’a göre de karşı cinsle kurulan yakınlık kişiye hayatta olduğu, varlığının onaylandığı ve beğenildiği izlenimini vermesi  bakımından  kimlik   duygusunu  pekiştirmektedir(Zengin,   2009:   19).Bu durumda erkek egemenliğini güçlendiren bir sebep daha ortaya çıkmış oluyor. Kadının aksine erkek cinselliğinin kimlik belirtisi olarak kabul edilmesi erkek için bunun utanç kaynağı  olmak  şöyle  dursun  teşvik  edilenbir  durum  olması  yine  aradaki  uçuruma işarettir. Var olmasını cinsel cazibesinin devamına bağlı görerek kendini adeta birey ve özne  olarak  görememe  hastalığına  tutulan  kadının  toplumda  varlığını  sürdürmeyi cinselliği dolayısıyla arzulanma oranına dayandırması, hiç şüphesiz içinde bulunduğu çıkmazın en belirgin göstergesidir.

Evlilikle saygınlık kazandırılmaya çalışılan kadın cinselliğini toplum aslında bu yolla kökünden  silmeyi  hedefler.  Kadının  bu  konuda  hiçleştirilmesinin  kökeni  yine  erkek egemenliğininpekiştirilmesi adına yapılmaktadır. Yani evlilik kadını cinsel aktivitenin dışında tutarak onun kendini başka bir bireyde tanımasından mahrum bırakmaktadır. Bunun yanı sıra kadının sadakatsizliğine sebebiyet vereceği endişesi taşıyan toplum, evlilikte  kadın  erkek  ilişkisine  sınırlar  koyarak  ahlakın  bozulmasını  engellediğini savunur.  Ancak diğer taraftan gayri meşru yollarla gereksinimin karşılanmasına göz yumarak bir nevi bunu desteklemektedir. Zaten genel kabule göre evlilikler çoğunlukla aşktan doğmaz. Aranan şey, Montaigne’nin sözlerinin de işaret ettiği üzere: “İnsan sırf keyfi için evlenmez, soyunu sürdürmek, ailesini devam ettirmek için evlenir.” bireysel mutluluğu sağlamak yerine kadınla erkeğin cinsel ve ekonomik birliğini sürdürmek  ve soyunu devamettirmektir(Beauvoir, 1993b: 25-26).Toplum kabulünün tersine kadınla erkek arasında oluşan bağın bir görevi yerine getirmekten çok öte özgür bir biçimde oluşması aradaki sevginin kalıcılığını arttıracak olması bakımından önemlidir. Nitekim her şeyden özgür olan sevgi duygusu bunu şart koşar. Bu evrensel olgunun tersi yöndedavranarak  sevgi  adı  altında  bir  takım  menfaatleri  beslemesi  adına  kurallar dayatan toplumun  bireysel  mutluluğu  sağlayamayacağı  açıktır.  Hal  böyle  olunca  evlilikle aradığını  bulamayankişinin  arayışını  gayri  meşru  yollarda  sürdürmesi  kaçınılmaz olacaktır.

Sonuç olarak toplum kuralları kadın ve erkeği kısaca insanı kendi olmaktan alı koymuş ve bu onların kimliklerini yaşamalarına engel olacak şekilde ilerlemiş ve zamanla genel geçer  bir  kural  olarak  alışkanlık  kazanmış  ve  kendi  olmaktan  uzaklaşmış  hastalıklı insanlar çoğalmıştır.

Yukarıda irdelediğimiz olumsuzluklarla dolu kadın tarihinin neden bu şekilde bir seyir izlediği  üzerinde  durduğumuzda,  buna  zemin  hazırlayan  sebeplerin  birdenfazla olduğunu saptasak da aslında okların bir noktada birleştiğini görürüz. İlk olarak kadını ötekileştiren erkek nazarının karşı cinsi olan kadını olumsuz algılanmasının temelinde yatan sebepleri irdeleyelim:

Kadına tarih boyunca kötü özelliklerin isnat edilmesinin temelinde erkeğin bilinçdışında maruz kaldığı,Bergler’in de ifade ettiği gibi kadına duyduğu korkuvardır(Tseelon, 2002:22-23).Fiziksel  olarak  erkeğe  nazaran  zayıf  ve  duygusallığı  dolayısıyla  da görünürde kendi halinde bir yaşamı olacak olan kadının erkek tarafından tehdit olarak algılanmasının kökeni ise kadının doğurganlık özelliğine dayanır. Düşmanlık erkekte ta çocukluğunda kıskançlık olarak açığa çıkar (Beauvoir,  1993a:  250).Nitekim  yeni  bir cana hayat kaynağı olamaması yüzünden söz konusu ayrıcalıkla hep bir adım geride kalacağı  kadından  ürken  erkek  taşıdığı  endişe  dolayısıyla  kadındaki  potansiyelden korunmak adına hep savunmada durarak kadını içkinliğe sürüklemiştir. Yani erkeğin kadınla olan zorunun temel sebebini buna dayandırabiliriz. Daha önce de belirttiğimiz erkeğin  iktidar  azminin  kaynağı  da  bu  korkunun  kamçılamasıyla  devamlılığını korumuştur.

Doğurganlığının  yanı  sıra  cinsel  cazibesinden  ötürü  kadını  kendisine  tehdit  olarak algılayan  erkek  baştan  çıkarıcı  kadınıgünahın  kaynağı  olarak  görür  ve  suçlar,suçlamakla da kalmaz cezalandırmak ister ve böylece de onu saf dışı etmeye çalışır. Bu korkunun temelinde ise Freud’un iddiası olan iğdiş ihtimali yatar. Kadını kendi başına bir cins olarak görmeyen ve onu eksik erkek olarak niteleyen Freud’a göre kadının cinsel cazibesini kullanmasının sebebi fallus arzusudur. İçinde yatan erkekliği gizlemek ve güce ulaşmak için dişiliğini kullanır(Erdemir, 2009: 363).

Üretkenliği  dolayısıyla  yaşamın  kaynağı  olarak  değerlendirilenkadının cinselliğiyle dışlanması  adeta  hayat  gibi  çelişkiler  yumağı olan kadının  kaderidir.  Anneliğiyle kutsanırken cinselliği dolayısıyla ayıplanması buna örnektir. Erkek tarafından bireysel varlığı  ile  değil  eş  olma  özelliği  ile  sevilen  kadının  (Scheffler,  1908:  23)  bedeni doğmayı,   doğurmayı,   toprağı   da   temsil   ettiğinden   faniliği   çağrıştırır (Beauvoir,1993a:161).Erkek kadından doğmuş olmasıyla ölümü hatırlar, düşmanlığın kökeninde bu da vardır. Erkeğin kadına beslediği bu düşmanlık aslında yazgısına, insan olarak var  olmasına  ve  yüklendiği  ağır  göreve  bir  başkaldırış  olarak  da değerlendirilebilir. Nitekim zıtlıkları bünyesinde barındıran kadın iyi ve kötü halleriyle aslında hayatı özetlemektedir.

Doğayı  ve  yaşamı  dışardan  izleyen  erkek  de  kadını  izler,onda  gördüğü  güçten sakınmaya  çalışır.  Nitekim  geçmişten  günümüzekadın  için  ileri  sürülen  erkeğin ganimeti ve yok edicisi, yaşam kaynağı ve hiçlik, cadı ve kurtarıcı, sahip olamadığı ve sahip  olduğu  her  şey  gibi  çelişkili  ifadeler  de  erkeğin  kadın  karşısında  bastırmaya çalıştığı bir zayıflığın göstergesi durumundadır(Koç, 2009: 71).

Erkeğin kadın tehdidinden kurtulma çabalarında onu suçlama ve cezalandırma eğilimi göstermesinin  ve  durumun  süreklilik  arz  etmesinin  en  somut  dayanağını  kadının pasifliğine ve kendisine yöneltilen suçlama ve sınırlamalara itirazda bulunmamasına ve durumu sineye çekmesine dayandırabiliriz. Kadının gücünün ve egemenliğinin hiçbir zaman meşru olmadığı vurgulanan(Okan, 2009: 491) ve onu erkek için tehdit sayan ve ilk günahı işlemesine sebep gören Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleriyle egemenliğini pekiştiren  erkek  (Beauvoir,1993a:  93),kadının  içkinliğini  çaresizce  benimsemesiyle iktidarının sürekliliğini korur. Yani kadın, insanlığı dolayısıyla aşkın bir varlık olmasına rağmen nesne olmayamahkûmdur, kendini kurtarmak içinse çareler aramaktan uzaktır. Varoluşunun  sorumluluğunu  göğüsleyecek  yerde  kendini  alın  yazısına  bırakır, düşünmek yerine düşler kurar, kendinden kaçar aslında. Hayatındaki en önemli hedefi evliliğe ulaştıktan sonra önündebaşka bir amacı kalmayarak tamamen boşluğa düşen kadının yegâne uğraşısı ev içi işler ve sorumluklardan öteye gitmez. Erkek gibi varlığını topluma ve kendine somut gerçeklerle ispat etme olanağı bulamayan kadın bu ihtiyacını evini çekip çevirmekle ona sahip çıkmakla gidereceğini düşünür, ancak monotonluktan ibaret  ve  üretkenliğe  hiçbir  katkısı  olmayan  bu  eylem  beklentisinin  tersine  kendini aşmasına en büyük engel haline  gelir. Böylece kadının hayatı hiçbir işe  yaramayan umutsuz bir şimdiki zamandan ibaret hale dönüşür (Beauvoir,1993b: 53).Sonuç olarak toplumsal yanılgı ve edinilen alışkanlıkların öngördüğü birbirini tamamlamaktan öte kendini geliştirme, topluma dâhil olabilme, varlığını kendine ve insanlara onaylatma aracı  olmaktan  uzaklaşan  ve  tek  yanlı  bir  gelişime  çanak  tutmaya  dönüştürülmüş evlilikle  kadın  kimliği  kökten  uca  silikleşmektedir.  Kişiliğini  doğrulamayı  çocuk dünyaya  getirmekle  kadına  geçici  bir  çözüm  sunan  toplum,  kadını  bu  özelliği  ile överken  (Hilmes,  1990:  XVI)  aslında  bu  şekilde  kadını daha  büyük  sorunlarla yüzleştirir. Daha gebelikten itibaren yeni bir kimlik kazanan kadının geçici istekleri dahi kutsallaşır, ancak geçici olan bu süreçle ayrıcalık da bitecek ve eğer ki çocuk dünyaya getiren  kadın  bu  göreve  yetkin  değilse  zannedilenin  aksine  daha  büyük  çıkmazlara girecektir. Eski tek düzelik bu sefer çocuk yetiştirme gibi ağır bir sorumlulukla  devam edecektir. Kendini yetiştirmekten mahrum bırakılmış ve kendine dahi faydası olmayan bir insanın yeni bir bireye ne verebileceği kuşkuludur(Beauvoir, 1993b: 160).

Çocuk  sahibi  olarak  kendini  aşma  ancak  bir  yanılgıdır,  nitekim  toplum  tarafından verilen  bu  saygınlık  için  kişi  kendinden  bir  çaba  göstermemiş,doğal  olan  bir  olay gerçekleşmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi orijinallikten yoksunbir  eylem  olan anneliğin  kadına  varlığını  aşma  imkânı  tanımamasının  bir  kanıtı  da  kadının  bundan sonra  gerçek  bir  dinginlik  ve  huzur  bulamamasıdır.  Toplumun  genel  kabul  ettiği önyargıya göre kadının annelikle mutlu olabileceği ve bunu yaşam gayesi görmekle yetineceği  düşüncesi,dolayısıyla  yanlıştır.  İnsan  ancak  insanlık  görevini  yerine getirebildiğinde  mutlu  olabilecektir.  Bu  görev  de  hiç  kuşkusuz  kendini  tanımak  ve aşmaktan başkası değildir.

Her yönden erkeğe bağımlı kalan,olanca ağırlığıyla hemekonomik hem ruhsal yönden erkeğin  sırtına  yük  haline  gelen  kadının  yukarıda  anlattığımız  durumu  kaçınılmaz değildir (Koç, 2009: 71).Nitekim Poulain de la Barre gücü ele geçiren erkeğin hayatın her  sahasında  kendisini  kayırdığını,  kadınlarınsa  buna  alışkanlıktan  ötürü  göz yumduğunu, durumu değiştirmek adına karşı bir hamlede bulunmak üzere hiçbir zaman şansını denemediğini ifade etmesi durumun değişebilirliğine işarettir. Beauvoir’e göre de gizemli ve kaçınılmaz bir gidişatın değil,somut ve değişebilir bir durumun kurbanı olan kadının asıl sorunu doğurganlığı ile bireysel etkinliği bağdaştıramamış olmasıdır(1993b:  107).Çocuk dünyaya getirerek insanlığın devamını sağlamak onun biyolojik görevidir,insanlık  görevi  değil.  Öyle  ise  kurtuluşu  doğal  üretimde aradığı  sürece durumunda değişiklik olması olası görülmez. Söz konusu bu yanılgı toplumlarca kabul görmüş,  öyle  ki  edimsel  başarı,dişi  kimlikle  örtüşmez  hale  getirilerek  dişiliğin horlanmasıda gidişatın sürekliliğine sağlam zeminler hazırlamıştır. Nitekim alışılagelen kadın profilinin aksi yönde hareket edip duruma isyan eden,özerkliğini arayan kadınlar ancak  kadınlıklarını  yadsıyarak  buna  cesaret  edebilmişlerdir.  Bazı  toplumlarda dişiliklerinden uzaklaşan yaşlı kadınlara saygı duyulması ve onlara “bir üçüncü cins” (Beauvoir,  1993a:  43) olarak  bakılması  yine  başarı,  başkaldırı  ve  cesaretle  dişiliğin örtüştürülmediğine kanıttır. Ayrıca hak arayışına giren ve siyasetle uğraşan feminist kadınların kadın  kimliklerini  koruyamamaları,  onların  mücadele  etmeyi  dişilikle bağdaştıramamalarından  ileri  gelir (Aksoy,2014:   43).Eğitim  almaya  ve  meslek edinmeye  uygun  olup  olmadıkları  tartışılan  kadınların  (Uluç,  2003:  4)  hak  hukuk arayışlarından  başka  bilim,  fen  ve  sanat  alanından  dışlanarak  bilgi  beceri  isteyen işlerden uzak tutulmaya çalışıldığını ve kadının erkeğe ait alana nüfuz etme girişiminde bulunduğu takdirde erkeksi olması ve cinsiyetine ters davranması gerektiğini Kant gibi bir düşünürün sözlerinden de anlıyoruz: “Madem güzel kafalarını geometriyle meşgul edecekler,  sakal  da  bırakabilirler”(Koçak  ve  Işık,  2009:  319).Yani  kadın  başarılı olacaksa ya kendi eliyle kadınlığından vazgeçerek erkekleşecek ya da yaşlılıkla beraber kadınlık özelliklerinden uzaklaşmış olarak buna ulaşacaktır. Parisli bir profesörün bu yönde ifade ettiği sözlerde aynı noktya işaret eder: “... bir zamanlar sevgililerimiz olan kadınların,   gelecekte   efendilerimiz   konumuna   gelmiş   olduklarını   mı yaşayacağız”(Güzel,  2006:  46).Ayrıca  kadına  kendi  eliyle  edineceği  başarının olanaksızlığı  şu  sözlerle  de  vurgulanır: “...  özellikle  bir  nesneye  tutkusu  nedeniyle başarıya ulaşmış kadınlar çok enderdir. Çünkü bu, onların doğasına aykırıdır. Herhangi bir nesneye tutkunluk bir erkek özelliğidir (Kadıoğlu, 2005: 151).

Sonuç  olarak  kadınlığın  insan  olma  eylemiyle  örtüşmemesi  özgür  olma  çabasındaki kadına kadınlığını reddettirir. Oysa kadın ancak insanlığını ve buna bağımlı cinsiyetini kabul  ettiği  ve  ettirdiği  zaman  erkekle  eşit  düzeyde  olma  şansını  yakalayacaktır(Beauvoir,   1993c:   116).Bu  şansı  elde  edemeyenkadın  ev,  aile,  çocuk  gibi sorumlulukların  yanı  sıra  kendi  öz  varlığını  (daha  ziyade  bedenini)  önemseyerek kendini  içkinlikten  sıyırmaya  çalışır.  Bu  noktada  çocukluğundan  itibaren  beğeni toplama  amacında  olan  kadın  kendine  hayranlığını  sürekli  besler  ve  çevresinden  de sürekli  ilgi  bekler.    Bu  noktada  da  yine  çatışma  kaçınılmaz  olacaktır,  çünkü çocukluğundan  beri  sonsuz  değerli  olduğu  öğretilen,  ilerleyen  yaşlarda  edilgenliği dolayısıyla  varlık  arayışında  kendisini  bulan  ve  böylece  içkinliğin  eziciliğinden sıyrılmaya  çalışan  kadının  gerçekte  erkekten  beklediği  bu  değeri  görememesi neticesinde  erkekle  sorun  yaşayacak  oluşu  beklenen  bir  sonuç  olsa  gerektir.Erkek, kadını hayatının bir parçası olarak görürken, kadın için erkekle kurulacak beraberlik en önemli hedeftir.Değer alışverişi birbirine denk olmayan erkek ve kadın arasında çıkan sıkıntılar kendilerine öngörülen yaşam biçiminin olağan bir sonucudur. 

Daha  önce  de  değindiğimiz  üzere  çocukluk  döneminde  bireye  aşılanan  gelenek  ve alışkanlıklardan ötürü devamlılık kazanan hastalıklı insan ilişkileri, yine aynı dönemde bu  alışkanlıklardan  vazgeçilerek  düzeltilebilecektir.  İnsana  çocukluğunda  eşitlik aşılanırsa  erkekler kadar  kadınlara  da  saygı  duyulması  gerektiği  öğretilirse  bir  taraf güçlenirken  diğer  taraf ezilmeye  itilmeyecek,  yani  erkek  cinsiyetinden  ötürü  gurura kapılmayacak,  kız  da  kendine  hayranlık  ve  düş  kurma  gibi  boş  bir  kendini  aşma çabasına  girmeyecektir.  Ancak  sorunun  çözümünde  çocukluk  eğitimi  kilit  noktası olamaya  yeterli  değildir.  Bu  dönem  bireyin  kişisel  özgürlüğünü  edindiği  ve  ileriki yaşlarda geliştirmesine yarayacak anahtarları sunacak eğitimin verildiği bir aşamadır.

İnsan olma ereğinin varlığın olumlanmasından geçtiğinden ve bu olumlamanın Hegel ve Sartre  gibi  düşünürlerin  iddiaları  ışığında  bireyin  başka  bir  bireyin  özgürlüğüne  el koyarak  elde  edildiğinden  daha  önce  söz  etmiştik.  Ancak  bu  yolla  elde  edilen özgürleşme zannedilenin aksine gerçek bir özgürlük olmanın fersah fersah uzağındadır. Nitekim sadece bir bireyde olumlanma ile amacınaulaşamayacak olan insanın izlediği bu metotta güvenlik ve süreklilikten söz edilemez. Çünkü insan bu durumda karşılaştığı her  bilinçte  aynı  yola  başvuracak  ve  kimi  zaman  başarısızlığa  uğrayacaktır.  Bu bağlamda şöyle bir sonuca ulaşılabilir: Gerçek erdem ve özgürlük herkesin üstesinden gelemeyeceği,bireyin  kendi  varlığını  karşısındakinin  özgürlüğü  içerisinde  onda tamamlamasıdır.  İnsan  gerçek  bir  vazgeçişle  tam  anlamıyla  var  olabilir.  Varlığın olgunlukla tamamlanması olan vazgeçişle kişi çevrenin özgürlüğünü tanıyarak kendi özgürlüğünü de kazanır (Beauvoir,1993a:155).

Ulaştığımız bu çözüm yolu ışığında kadın ve erkek arasında tarihler boyu süregelen kavganın  çözümünü  belirleyebiliriz:  Erkek  kendi  varlığının  farkında  olabildiği  ve özgürlüğünü  elde  edebildiği   ve   bunu   sindirebildiği  ölçüde  karşı  cinseözgürlük tanıyacak, arada oluşan  bağ ise kavga ve mücadeleden sıyrılarak özgürlük oranında kalıcı ve hoşgörülü olacaktır. Kadın da maruz kaldığı durumdan kurtulmak için kadın kimliğinden önce insan olarak varlığını kabul etmeli ve bunu meşrulaştırmalıdır. Bunun için  çocukluğundan  genç  kızlığına  giden  yolda  kaybettiği  doğayla  içli  dışlı  olma eğilimini yeniden kazanması işini kolaylaştıracaktır. Söz konusu kolaylığın kaynağını, her etkinlikte özellikle düşünsel etkinlikte özgürlüğün olduğunu (Beauvoir, 1991: 17)temel aldığımızda fark ederiz. Özgürlüğün insanın iç dünyasından gelen seslerle ilintili olduğunu bu şekilde saptarız. Çünkü çocuklukta doğallık vardır. Yani doğaya yönelerek doğallık kazanan insan iç sesine kulak verdiği sürece yanılmayacak ve yanıltmayacaktır.

Neticede kadın kendisi için var olmaya başladığı an erkek için de var olmaya devam edecektir. Böylece her iki cins de birbirlerini özne olarak kabul ederek kendi varlıklarını da karşı bilinçte olumlamış olacaktır. Sonuç olarak kadın da erkek gibi bir insan olarak algılanırsa otomatik olarak sorunlar çözülmüş olacak ve o zaman erkek gibi haklara sahip olacak ve ayrı bir cins olarak değerlendirme konusu yapılmayacaktır (Çelik, 2009: 514).

Kadın ve erkeğin barış  ve  güven ortamı içinde  yaşamlarını sürdürebilme  yetilerinin karşılıklı hoşgörü ve çatışmadan uzak durmalarına bağlı olduğuna ve bu yolda kadının kimliksizleştirilmesinin  önüne  geçilmesi  gerektiğine  değindik.  Ayrıca  annelik ayrıcalığının  kadının  ayağına  adeta  ayak  bağı  olduğu  ve  bu  özelliği  dolayısıyla  dış dünyadan uzak kaldığına da vurgu yaptık. Anneliğin gerçekten böyle bir soruna çanak tutan  bir  yanının  olup  olmadığı  üzerinde  durduğumuzda  bunun  yine  toplumsal yanılgılarla çıkmaza sürüklendiğini görürüz. Nitekim kadın anne olmazsa insan nesli devam etmeyecek ve  annelikle devam eden bir yaşam da kadına kendini geliştirme imkânı  tanımayacaktır.  Bu  durumda  kadının  her  ikisi  arasında  bir  tercih  yapması öngörülür.  Hassas  yapısı  insan  eğitimine  elverişli  ruhsal  özellikleri  dolayısıyla toplumun bel kemiğini oluşturan aileyi ayakta tutma görevini üstlenen kadına gerektiği önemin  verilmemesinin  temelinde  anneliğin  toplum  içinde  geçerli  bir  statüde görülmemesi  vardır.  Yani  annelik  sistemli  ve  kurumsal  bir  nitelik  kazanamamıştır. Kadının anne olması ve ailesine karşı yüklendiği sorumluluk zaten onun asli görevi, yapmak  zorunda  olduğu  doğal  bir  olay  gibi  görülür  ve  ona  bu  ağır  yükümlülük karşısında emeğinin karşılığını verme gibi bir durum söz konusu olmaz. Kadının  da durumu  kabullenmesi  sonucu  ev  ve  aile ile ilgili işlerde verilen emek gitgide doğal,kendi kendine meydana gelen hadiseler olarak görülmeye başlanır. Oysa kadının ev içi sorumluluklar yükleniyor olması onu değersizleştirmez,aksine değerli kılar. Bireyler üzerindeki etkisi yadsınamayan toplumu oluşturanın kadının biçim verdiği aile olduğu hatırlandığında,kadının aile içinden topluma uzanan zincirde ne denli önemli olduğu tartışılmaz(Şener,  2009,  Kadının...:  475).Burada  mühim  olan  önceki  sayfalarda belirttiğimiz gibi kadının bu sorumluluğu yaşam gayesi haline getirmemesi ve kendini buna hapsederek monotonluğa teslim olmamasıdır.

Bir noktaya da vurgu yapmakta yarar var: Erkeğin sahip olduğu haklara kadının da sahip olması ve onun da erkek gibi bir bireyolarak algılanması gerekliliği biyolojik ve fiziksel ve de ruhsal farklılıkların yok sayılması ve her anlamda eşit şartlarda yaşanması olarak görülmemelidir. Kadına,kadınca olanaklar sunulmalı,erkeğe de kendine göre. Yani kadını hem değişen dünya düzenindeki sosyal hayattan mahrum bırakmayacak hem de cinsiyetinin gereklerini yerine getirmekten alı koymayacak şekilde devlet ve toplum şartları kolaylaştırılmalı ve iyileştirilmelidir.

XIX. ve XX. Yüzyılda Avrupa ve Alman toplumlarındaki Kadının Sosyalve Sanat Dünyasındaki Konumuna Genel Bir Bakış

Kant’ın kadının bilgi becerisini,akıl yerine duygularına bağımlı görmesi ve onun ilgi alanının erkekle sınırlı kalması gerektiğini savunması (Kant, 1978: 852), yine Kant’ın öğrencisi Fichte’nin (her ne kadarona göre kadına daha yumuşak bir tavır takınmış olsa da) kadının huzuru ancak kocasına bağlılığıyla ve kocasının isteklerini kendi isteği gibi görmesiyle elde edeceğini ifade etmesi, (Fichte, 1971: 314) Wilhelm von Humboldt’un erkeği güçlü görürken kadınıduyguların elinde esir olarak nitelendirmesi (1903: 319) ve Flaubert’in kadını erkeğin ürünü olarak değerlendirmesi (Platritis, 2005: XI) kadının söz konusu  Avrupa  toplumunda  özellikle  sözü  edilen  düşünürlerin  memleketi  Alman toplumundaki  sosyal  durumuna ışık  tutmaktadır.  Hiç  şüphesiz  verdiğimiz  örnekleri benzerleri ile çeşitlendirmek mümkündür, ancak 19. ve 20. yüzyıla uzanan dönemde gelişen, değişen ya da çöküş yaşayan kadın anlayışını anlamak adına bunun tarihsel sürecini göz ardı etmeyerek,söz konusu anlayışın temelini oluşturan sebeplerin kaynağı döneme yön veren düşünürlerin düşüncelerinde yattığından onların sözlerinden hareket etmede yarar vardır. Aklını kullanmayı her türlü bağımlılıktan öte olmazsa olmaz bir gereksinim sayan Kant’ın,kadınların bilim  ve  sanatla  ilgileneceklerse  erkek  gibi  sakal ve bıyık da bırakmaları gerektiğini alaycı bir şekilde ifade etmesi ve yine içlerinde Nietzsche gibi ünlü düşünürlerin içinde bulunduğu insanların bu çeşit sözlerinin kadına aklını ve becerisini kullanmayı adeta yasaklayan tavırları, Avrupa’nın kadına nasıl bir değer yüklediğinin açık bir kanıtıdır. 

19.  yüzyılda  sanayi  devrimiyle  değişen  toplum  yapısı  feodal  yapıdan  kapitalizme geçmiş ancak mevcut ataerkil yapıda herhangi bir farklılaşma olmadığından söz konusu devrimin  kadın  için  olumlu  bir  getiri  sağladığından  söz  edemiyoruz.  Teknolojik ilerlemelerin  kaydedildiği  yeni  dönemde  kadının  bu  gelişmeye  paralel  olarak  antik dönemden orta çağa kadar süren zamanda olduğu gibi doğal varlığının değerinde göze çarpanbir iyileşme olmamış ve erkek nazarında kaos ve tehdit unsuru sayılmıştır. Yani ilerleyen zamanla çalışma hayatına dâhil olabilme şansı yakalayan kadın, bilim ve sanat çevreleri  tarafından  küçümsenmekten  kurtulamamıştır. Fantezi  ve  hayalin  kadınlara özgü,onlara uygun bir uğraşı olduğunu (Mues, 1998: 7) iddia eden görüşün de işaret ettiği gibi kadının sanat eserleri için ilham kaynağı olmaktan öte gidememesi, kadının ne şekilde algılandığını vurgulamaktadır. 

Sanat eserlerine ilham kaynağı olan kadın profili ile gerçek hayattaki kadının birbirleri ile tamamen zıtlık arz ediyor olması,kadının erkek nazarındaki konumunun ve algılanış biçiminin ve ayrıca kadının özünde barındırdığı bir takım gizemlerin sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim fantezi ve hayal dünyasına kaynaklık eden kadın tamamıyla mistik, anlaşılmaz ve gizemli bir anlam kazanırken gerçekte kadın düşünsel değerlerden yoksun bırakılarak küçümsenir. Virginia Wolf kadının iki taraflı durumunu anlatırken onun fantezi dünyasında yüksek bir değer taşımasına karşılık gerçek dünyada ailesinin genç oğullarına seçtiği  bir çeşit köle olmaktan öte bir anlam taşımdığını ifade eder(Platritis, 2005: XII).

Flaubert’in kadın imajını erkek anlayışının ürettiği bir sanat eseri olarak yorumlaması gösteriyor ki kadın gerçek hayattan uzaklaştırılır ve  yücelik ona ancak soyut kalma koşuluyla atfedilir. Onun ayrıca kadını kültür ve sanatın ürünü olarak nitelendirmesi hiç şüphesiz söz konusu kültür ve sanattan yoksun bir toplumda kadının varlığından söz edilemeyeceği sonucuna ulaştırır bizi.

Gerçek  hayattaki  kadın  ile  edebiyatta  yansıtılan  kadının  birbirinden  farklı  oluşları Scheffler’e göre erkeğin kadını bireylikten ziyade cinsiyet olarak benimsemesi ve bu şekilde varlığını devam ettirmesini istemesinden kaynaklanmaktadır. Yani dişiliği bir bireyde kabul etmez onu soyutlaştırarak düşüncede var eder(Scheffler, 1908: 23).

Edebiyatta yansıtılan ve bir takım düşünce ve fantezilere kaynaklık eden Femme Fatale2ve  Femme  Fragile3kadın tipleri hiçbir şekilde 1900’lü yıllardaki kadının tarihsel ve sosyolojik  durumunu  yansıtmamaktadır.  Femme  Fatale  kadın  Carola  Hilmes’e  göre erkeğin yetersiz durumu ve psikolojik ve içgüdüsel zayıflığının ve kadının o dönem toplumunun geleneksel anlayışına göre pasif rolünün bir sonucudur. 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başlarında etkin olan felsefi düşünürlerin yansıttığına göre Femme Fatale Femme Fragile’ye üstün gelmiştir. Etkinliği ilk bakışta hissedilmese de Nietzsche’nin anti  feminist  görüşlerinin  yönlendirmesiyle  kötü  kadın  profili iyi kadını  bastırmıştır(Hilmes, 1990: XIV).

Yukarıda anlatılan kadının sosyolojik yapısının olumsuz istikrarına rağmen 19. ve 20. yüzyıllarda kadın özgürlüğünü yavaş yavaş elde etmeye başlar ve pasiflikten aktif role doğru  ilerler.  Ancak  bu  ilerleme  tamamıyla  erkek desteğinden  bağımsız  değildir (Platritis, 2005: 37).

Gelişen teknoloji ile çalışma sahasının genişlemesi dönem insanını gittikçe materyalist bir anlayışa sürüklemiştir.Waltraud Wende’ye göre de 19. yüzyılda tarihsel değişim süreci  toplumsal yaşama  yansımıştır (Platritis,  2005:  23). Böylece  eğitim  ve  bilgi düzeyinin artması toplumda ayrıcalık olmaktan uzaklaşır ve yerini maddiyata bırakır. Eğitimin  değeri  ise  maddi  getirisi  ile  ölçülmektedir.  Bu  gelişen  toplum  düzeninde kazandığı kadar değer alabilen insanlar arasında hiç şüphesiz erkek yine kadından önde olacağından kadına düşen rol  yine pasifliktir, eskiye nazaran  farkı onun da çalışma hayatında yer edinmeye başlamasıdır.  Ancak dediğimiz gibi erkek kadar söz hakkı elde edemeyen  kadın  saygınlık  kazanmak  için  evlilikle  daha  kestirme  yolu  deneyecektir. Yani kadın elde edeceği ayrıcalığı kocasının pozisyonunda arar(Platritis, 2005: 59).

İlerleyen  zaman  ve  teknoloji  ile  beraber  değişen  toplum  yapısı  ve  ekonomisi  ile toplumların kültür ve yaşam seviyesindeki  ilerleme  ya  da  gerilemelere  paralel  olarak kadının  konumu  da  doğal  olarak  değişmiş  ve  değişmektedir. 19.  ve  20.  yüzyıllarda kadın üzerinden bu değişim birçok şekilde hissedilse de yine de bir u dönüşünden söz edemiyoruz.   Her   ne   kadar   eskiye   nazaran  bağımsızlaşmaya  doğru  ilerlediğini söyleyebilsek de bu ilerleyişin hızının söz konusu dönemde kadının durumunu istenilen derecede iyileştirmediği de açıktır.