22 Kasım 2020

Sevgi Soysal’ın romanlarındaki kadın kahramanların bilişsel, duyuşsal ve devinişsel davranışlar


Yürümek romanının baş kişisi Elâ’nın bilişsel davranışlarının oranı duyuşsal ve  devinişsel  davranışlarının  oranından  fazladır.  Diğer  romanlarda  aynı  işlevi yürüten  kadın  kahramanlara  göre  Elâ’nın  bilişsel  davranışları  fazladır.  Elâ’nın çocukluktan  itibaren  yaşadıkları  onun  cinsiyet  ve  cinsellik  konusunda  bilişsel davranışlar kazandığı görülür. Elâ’nın küçük yaşta annesinin her söylediğinin doğru olamayacağını öğrenmesi onun olayları ve durumları daha fazla sorgulamasına neden olur.  Elâ’nın  evlendiği  gün  duyuşsal  davranışlarının  daha  fazla  olması  beklenirken Elâ  bilişsel  süreci  sürdürmekte  ve  kocasıyla  evlenme  nedenlerini  sorgulamaktadır. Çocuğunun   doğumundan   sonra   yaptığı   benzetmelerle   davranışlarında   bilişsel süreçlerin  ağır  bastığını gösterir.  Elâ  baş  kişiler arasında  en  çok  devinişsel  davranış oranına sahip kahramandır. Bunda Şenel’in isteklerini yerine getirmek için yaptıkları önemli bir paya sahiptir. Devinişsel davranışlar gündelik yaşam içinde sıradanlaştığı için  önemini  yitirir  ve  aktarılmasına  gerek  duyulmaz.  Ancak  Elâ’nın  Şenel’in isteklerini    yerine    getirirken    yaptıkları    gündeliğin    dışına    çıktığını    gösterir. Yürümek’in   cinsiyet   eğitimi,   kadınlık   durumları   ve   okumanın   önemi   gibi konularında okuyucunun bilişsel ve duyuşsal gelişimine katkısı olduğu görüldü  

Şafak’ın baş kişisi Oya’nın bilişsel ve duyuşsal davranışlarında bir denge söz konusudur. Oya’nın devinişsel davranışı yoktur. Bunda romanın bir gecede meydana gelen  olayları  konu  almasının  etkisi  vardır.  Oya  en  çok  hatırladıklarıyla  bilişsel sürecin  bilgi  düzeyinde  bulunmasıyla  dikkatleri  çeker.  Oya’nın  gece  boyunca hatırladıkları  onun  bilişsel  ve  duyuşsal  süreçleri  sürdürmesine  neden  olur.  Şafak’ın okuyucunun   bilişsel   ve   duyuşsal   gelişimine   özellikle   tutuklanma,   sorgulanma, insanların  kendilerini  yetiştiren  insanlara  karşı  borçlu  kalmaları  konusunda  katkıları bulunduğu söylenebilir 

Yenişehir’de   Bir   Öğle   Vakti’de   Olcay’ın   bilişsel   davranışlarının   oranı duyuşsal  davranışlarına  göre  fazladır.  Olcay’ın  bilişsel  ve duyuşsal  gelişiminde  en belirleyici  etmenin  anne  ve  babasının  ilişkisi  olduğu  görüldü.  Anne  ve  baba ilişkisinin  çocuğun  bilişsel  ve  duyuşsal  gelişimine  etkisinin  göz  önüne  serilmesi bakımından  bu  durum  önemlidir.  Olcay  anne  ve  babasından  alamadığı sevgiyi başkalarından   almaya   çalıştığını   ve   bunun   engellenmesiyle   içine   kapandığını düşünmektedir.   Burada   çocuklarına   bütün   maddi   imkanları   sağlayan   anne   ve babaların çocuklarının mutsuz olma nedenlerinden birinin sevgi eksikliğinin çocuğun bilişsel ve duyuşsal gelişimine olumsuz etkide bulunduğu düşünülebilir.

Tante Rosa’da bilişsel davranışların oranı duyuşsal davranışlara göre fazladır. Tante  Rosa’nın  küçük  yaştan  itibaren  okuduğu  “Sizlerle  Başbaşa”  dergisinin  onun bilişsel  ve  duyuşsal  gelişimine  olumlu  ve  olumsuz  katkıda  bulunduğu  görüldü. “Sizlerle Başbaşa” dergisi on soruda ilişkinizin durumunu öğrenin, kolay kilo verme yöntemleri ve erkeği mutlu etmenin yolları gibi başlıklarla kadınlara ne yapmaları ve ne yapmamaları gerektiğini söyleyen dergilerin bir benzeridir. Yazarın, kadın ve aile dergilerine  dikkati  çekmek  için  Rosa’nın  her  şeyi  “Sizlerle  Başbaşa”  dergisinde yazanlara  göre  değerlendirmesi  ve   düş  kırıklığına  uğraması  üzerinde  durduğu sonucuna ulaşılabilir. Rosa’nın “Sizlerle Başbaşa” dergisinde yazan her şeyin doğru olmayabileceği  sonucuna  varması  okuyucunun  bilişsel  gelişim  sürecine  olumlu katkıda  bulunur.  Tante  Rosa  namus  kavramı  ile  ilgili  olarak  okuyucunun bilişsel gelişimine olumlu katkıda bulunur.

Baş  kişilerde  belirgin  olan  bilişsel  süreç  ağırlığın  nedeni  olarak  insanın herhangi  bir  tutum  ya  da  değere  ulaşabilmesi  için  bilişsel bir  süreçten  geçmesi gerektiği  görülebilir.  Her  insan  kendi  deneyimlerinden  yola  çıkarak  değerler  üretir, yargılara   varır.   Duyuşsal   davranışların   ortaya   çıkabilmesi,   kişinin   bir   şeyden hoşlanması,  sevmesi,  nefret  etmesi  vb.  davranışlar  gösterebilmesi  için  önce  onunla ilgili  bir  bilişsel  süreçten  geçmesi,  onu  tanıması,  yorumlaması  kısaca  üzerinde düşünmesi  gerekir.  Baş  kişilerin  dışındaki  kahramanlarda  duyuşsal  davranışların fazlalığının  nedeni  olarak  bu  kahramanların  baş  kişilerle  ilişkileri  çerçevesinde tanıtılması   görülebilir.   Bu   kahramanlara   baş   kişileri   etkiledikleri   oranda   yer verilmesi,    aynı    zamanda    bu    kahramanların    baş    kişilerin    dikkatini    çeken davranışlarına  yer  verilmiş  olması  duyuşsal  davranışların  fazlalığının  nedenleri arasındadır.

İncelemede  kahramanların  devinişsel  davranışlarına  çok  az  yer verildiği görüldü.  Gündelik  yaşamda  insanların  devinişsel  davranışlarının  tekrarlardan  dolayı sıradanlaşması   ve   önemini   yitirmesi   devinişsel   davranışların daha   az   dikkat çekmesine  neden  olur.  Toplumda  ayırıcı  devinişsel  davranışları  olan  kişilerin  azlığı bunun  bir  başka  nedenidir.  Yazar  kahramanlarını  yaşadığı  çevreden  seçtiği  ve kahramanlarını   aktarırken   seçmeler   yaptığı   için   devinişsel davranışlar   eserde diğerlerine göre daha az yer bulur.

İncelenen  romanları  okuyanların  kazanacağı  bilişsel  ve  duyuşsal davranışlar göz  önüne  alındığında;  okuyucuların  kadınlık  durumları,  boşanmış  kadınlar, toplum tarafından kadının namusunun nasıl algılanması gerektiği konuları ile ilgili bilişsel ve duyuşsal  davranışlar  kazanacakları  görüldü.  Kadının  toplumdaki  yeri,  toplumdaki cinsiyetçi  yaklaşım,  yanlış  cinsel  eğitim  gibi  konularda  okuyucunun bilişsel  ve duyuşsal gelişimine olumlu katkılar sağlandığı tespit edildi. Tante Rosa, Yürümek ve Yenişehir’de  Bir  Öğle  Vakti’nde  okumanın  yararlı  olduğunun  vurgulanması, ayrıca  Tante  Rosa’da  insanın  her  okuduğunun  doğru  olmayabileceğinin  ve  her bilginin insana yarar sağlamayacağının vurgulanması okuyucunun bilişsel gelişimine katkı sağlar. Bilişsel ve duyuşsal gelişime yapılan bu katkılar insanın kendisini, diğer insanları anlamasını ve kendisini geliştirmesini sağlar.

Maymun ve Öz - Aldous Huxley



Teolojik ve sosyolojik açıdan bir hiciv olarak da okunabilecek olan bu roman tıpkı 'Cesur Yeni Dünya'da olduğu gibi gelecekte kurgulanmıştır. III. Dünya Savaşı, dünyanın hemen her tarafını yıkıma uğratmış ve radyasyona boğmuştur. 

Yıkımdan etkilenmeyen Yeni Zelandalı bir grup bilim adamı, son durumu incelemek üzere California'ya bir inceleme gezisi düzenlerler. Bu bilim adamlarından, botanikçi Dr. Poole o bölgede yaşayanlarca tutsak alınır. Bu insanlar, insanlık tarihinin yıkım ve kötülüklerle dolu genel seyri doğrultusunda, Kötülüğü ve Şeytanı yücelten yeni bir inanç sistemi kurmuşlardır. Huxley, bu kısa romanında, genel temaları olan gelişim, teknoloji ve insanlığın genel seyri gibi odak noktalarına kendi penceresinden bir bakış ve değerlendirme sunuyor.

Beyaz Diş - Jack London


Vahşi kapitalizmin "altına hücum" dönemini konu alan yüzlerce eserin çoğu, altın arayıcılarının kişisel öykülerini yüzeysel bir yaklaşımla anlatır. Farklı bakış açısıyla diğerlerinden ayrılan Charlie Chaplin'in Altına Hücum filmi dışında, konuyu değişik bir biçimde irdeleyerek insanı evrensel boyutta sorgulayan en önemli eserlerden biri, Jack London'ın Beyaz Diş adlı romanıdır. Dünya görüşünü, "Köpeğe kemik atmak hayırseverlik değildir. Hayırseverlik, kendin de en az köpek kadar açken kemiği köpekle paylaşmaktır," diye özetleyen London, Beyaz Diş'te Kuzey'in karlarla kaplı bölgelerinde sürdürülen yaşam kavgasını, soğuk, açlık ve hayatta kalma mücadelesini insanların değil, aynı koşulları onlarla paylaşan hayvanların açısından aktarıyor. Beyaz Diş, damarlarında hem kurt hem de köpek kanı taşıyan bir kurt kırmasıdır. Ana babası dışında kendi türünden canlıları hiç tanımadan bir mağarada yaşarken, bir gün dışarıdaki gerçek dünyayla yüz yüze geliyor. Çok farklı görünümü, çok farklı kuralları ve düzeni olan bu yerden, dünyayı ve yaşamı keşfetmeye başlıyor. Kurdun köpeğe dönüşümü, koşulların insanlar için olduğu kadar hayvanlar için de hayatı nasıl değiştirdiğini yansıtıyor. (Tanıtım Bülteninden) 

 

* * *

Irving Shepard 1956 tarihli bir Jack London hikâyeleri derlemesinin önsözünde bir "Jack London Credo" dan alıntı yaptı: Toz olmaktansa kül olmayı yeğlerdim! Kıvılcımın çakmasını isterdim parlak bir ışıkta, boğulmasındansa çürük bir kerestenin oyuğunda Muhteşem bir göktaşı olmak isterdim, varlığımın her zerresinin görkemli bir ışıltıda olmasını, uykulu ve hareketsiz bir gezegendense. İnsanın işlevi yaşamaktır sadece var olmak değil. Harcamayacağım günleri, onları uzatmaya çabalayarak. Kullanacağım her anını zamanımın. 

Shepard kaynak belirtmemiştir. Alıntıladığı sözcükler San Francisco Bulletin'ın 2 Aralık 1916 tarihli sayısında, London'ın çiftliğini ölümünden birkaç hafta önce ziyaret eden gazeteci Ernest J. Hopkins'in bir yazısında geçer. Clarice Stasz bu parçanın "London'ın üslubundan pek çok iz taşıdığı"nı yazmıştır. 

The Scab"The Scab" (grev kırıcı) başlıklı kısa yazı Amerikan işçi hareketi tarafından çokça alıntılanmış ve Jack London'a atfedilmiştir: "Tanrı çıngıraklı yılan, kurbağa ve vampiri tamamladıktan sonra elinde kalan iğrenç artık malzemeyle grev kırıcıyı yaptı. Bu iki ayaklı hayvanın dönek bir ruhu, sıvı bir beyni, jelatin ve tutkal karışımı bir omurgası vardır ….Bu parça, 1974 tarihli bir Yüksek Mahkeme davasında tümünü alıntılayıp "genellikle yazar Jack London'a atfedilen, sendika edebiyatının iyi bilinen bir parçası" olarak niteleyen hakim Thurgood Marshall'ın ağzından tutanaklara da geçmiştir. Bu alıntı Jack London'ın yayınlanmış eserleri içinde bulunmaz. Bir zamanlar "The Scab" başlıklı bir konuşma yapmış ve The War of the Classes (Sınıfların Savaşı) kitabında yayınlamıştır fakat bu konuşma içerik ve tarz olarak sözkonusu alıntıdan tamamiyle farklıdır. 

Might is Right Anton LaVey'in "Şeytan Kilisesi", 1896 tarihli Might is Right kitabının yazarı Ragnar Redbeard'ın aslında Jack London olduğunu ileri sürer. London'ın hiçbir biyografisinde buna değinilmez ve Rodger Jacobs bir yazısında bu iddiayı reddeder. 

B. TravenSierra Madre Hazineleri filminin senaryosuna temel olan kitabın yazarı olarak ünlenen gizemli yazar B. Traven, 1930'larda, "Alman Jack London" olarak nitelendi. Siyasi eğilimi, konuları, yazı üslubu ve mekanları gerçekten de Jack London'inkilerle büyük benzerlik gösterir. Traven tüm ömrünce gerçek kimliğini saklı tutmuştu. Traven üzerine yazan her yorumcu, onun aslında Jack London olduğu, kendi ölümünü insanları yanıltan bir oyun şeklinde sahneleyen London'ın yeni bir kimlikle yazmaya devam ettiği yolundaki spekülasyona değinir. London'ın hiçbir biyografisi bu konuyu ele almaya değer bulmaz. 1990'da Traven'in dul eşi kendisiyle yapılan bir söyleşide Traven'in Almanya'da 1. Dünya Savaşı'nda yaşamış sol devrimci Ret Marut olduğunu açıkladıktan sonra spekülasyonlar da dinmiş oldu.

"Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyen, yeni okyanuslar keşfedemez." Andre Gide

 


Gerçeği arayanlara inanın; gerçeği bulduğunu iddia edenlere ise şüphe duyun. 
 

68 Kuşağını İyi Tanıyor musunuz


 Sinan Cemgil Anısına

ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi.


ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme âdetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü.
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak...”


Şairdiler
Size 68’lileri anlatmalıyım:
Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım... Adalıyım.”
Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “Devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.


ODTÜ’nün donları
1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı.
Sordular; “Bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “Bunlar” dediler, “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz...
Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlıydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz?
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de...
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya...
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa...
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfretmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama...”


Dillerindeki şarkı: Imagine
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı, dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...


SBF’nin dans partileri
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlânâ resmi çizip altına “Ben insanım” yazıp hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı?
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin salı ve cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Âşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular.
FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF Tiyatro Bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil mi?
Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi?
Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi?
Bugün judo ve karatede madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in adını duymuş mudur?
ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin...
Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz, Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı.
Hangisini yazayım?
68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
Oysa...
Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.

HÂLÂ 68’Lİ BİR DEVRİMCİ YAŞAR YILMAZ

İSTANBUL Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü öğrencisiydi.
İTÜ Öğrenci Birliği Başkanlığı’nı Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
Hakkâri’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti. Yaşadıkları, 2.5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı.
Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5.5 yıl yattı.
Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı./images/100/0x0/55eb3158f018fbb8f8b15b9f
Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “Ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü.
Anadolu topraklarını 2.5 yıl karış karış dolaştı.
Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’daki Mozart Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya çağırdı.
Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro antik Yunan uygarlığı döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
Hırsızların
peşinde bir 68’li
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır.
5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
Neler bulmadı ki:
Paris Louvre Müzesi: Mağnesia’daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos’tan sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
Londra British Museum: Ksantos’dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos’tan (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum’daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
New York Metropolitan Müzesi: Sardes’ten (Salihli) sütun ve diğer eserler, Bergama’dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes’ten heykeller, mermer lahitler, Kültepe’den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
Boston Müzesi: Asos eserleri.
Washington Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu-Osmanlı eserleri.
Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
Los Angeles Getty Villa: Burdur-Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.
Viyana Ephesus Müzesi: 50 m’ye yakın mermer duvar frizleri, Efes’ten giden binlerce eser.
Berlin Alte Müzesi: Priyene, Milet’ten mermer heykeller.
Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi: Büyük tapınak, Milet ve Priyene’den tapınaklar, Zincirli’den Hitit tapınağı, Hattuşaş’tan heykeller, 33 metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine ait eserler.
Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya’dan heykel ve Troya eserleri.
Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya’dan türbe sandukası, Cizre Camii’nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
Daha sırada 60 bin eser var.
Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor.
Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır.

Soner Yalçın

Capricho árabe

 Francisco Tarrega


 
 
   

Voltaire "Hırs, bir sandalın yelkenini şişiren rüzgara benzer; fazlası gemiyi batırır, azı da gemiyi olduğu yerde tutar."