15 Haziran 2019

M.Ömer Dedeoğlu "İzmir Suikastı"

Büyük liderler kolay yetişmez. Onları keşfetmek, yetiştirmek ve gözünün bebeği gibi korumak ulusların görevidir. Her zaman ortaya çıkmazlar. Bazen doğumları, asırlar süren ve zorlu geçen bir toplumsal gebelik sonucu olur. Bilinçli bir ulus bu değeri harcamaz ve yüceltir.

15 Haziran 1926 günü Giritli Şevki isimli motorcu, İzmir Valisi Kazım Dirik’in kapısına dayanır. Ulu Önder’e bir suikast girişimi olduğunu ihbar eder. Gazi’ye hitaben bir mektup kaleme alır. Mektubunda Yunan harbinden tanıdığı Sarı Efe Edip’in kendisini bir önceki akşam Çopur Hilmi ve Lazistan mebusu Ziya Hurşit isimli birileriyle tanıştırdığını söyler. Gazi’ye suikast düzenleyeceklerini ve bunun için kendisinden yardım istediklerini anlatır. Bu yardım, suikast sonrası canileri motoru ile Sakız Adası'na kaçırmaktır. Giritli Şevki kimseye güvenemediğini ve bu sebepten doğrudan Gazi’nin kendisine mektubu yazdığını belirtir.


Bu ihbar üzerine tutuklamalar başlar. Suikast timini oluşturan Ziya Hurşit, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf o gün yakalanır. Çopur Hilmi de aynı gün ele geçer. Sonradan anlaşılacağı üzere Sarı Efe Edip suikast günü olarak belirlenen ve Gazi’nin yurt gezisi kapsamında İzmir’e geleceği 15 Haziran günü İstanbul’a gitmiş, kendisi de işin içinde olan Şevki sabırsızlanmış ve paniğe kapılmış, Sarı Efe’nin ihbarda bulunacağından şüphelenmiş ve daha önce davranıp suçlamalardan kurtulabilmek için Valiye koşmuştur. Sarı Efe’de aynı gün İstanbul’da yakalanır. 


Ankara İstiklal Mahkemesi, 17 Haziran 1926 günü özel bir trenle İzmir’e giderek olaya el koyar. Mahkeme, Ziya Hurşit’in ilk ifade- sine dayanarak eski İttihatçıların öncülüğünde, gericiler ve bölücülerin aynı çatı altında toplandığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mebuslarının görüldükleri yerde tutuklanmaları talimatını verir. Bu, fırka ile suikast girişimi arasında bir bağlantı kurulduğunun göstergesidir. Hayata geçirildiği günden itibaren bazı basın organlarının da desteğiyle ölçüsüz bir muhalefet yapan cumhuriyetin bu ilk muhalefet partisi, devrimlerin uygulanmasına, yerleşmesine ve gidişatına zarar vermektedir. Cumhuriyet karşıtı tüm unsurlar bu Fırkayı destekler. Genç Cumhuriyet hassas bir dönemdedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulduğu günden itibaren güttüğü komitacılığa dayalı iktidar ele geçirme hırsı hâlâ devam etmektedir. 


Bu cemiyetin Türk demokrasisinin tesisinde ve ulus benliğinin yeşermesinde katkısı büyüktür. Kurucularının vatanperverliği tartışılmazdır. Fakat maceraperest Panturanizm ve Panislamizm hayalleri, iktidar hırsları, yönetimde kalabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları (ki bunun içinde suikast, baskın ve bombalamalar da vardır) ülkeye Osmanlı’nın son günlerinde çok zarar vermiş ve çöküşü hızlandırmıştır. 

Tutuklamalar Kazım Kara- bekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi Anadolu direnişini Mustafa Kemal ile birlikte ateşleyen ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının başında olan paşalara kadar uzanır. Bu isimler hilafet konusunda Gazi ile ters düşmüşlerdir. Başbakan İsmet İnönü en başta, Kazım Karabekir’in tutuklama kararını kaldırtır. Bunun muhalefeti bütünüyle susturmak için yapılan düzmece bir komplo olduğunu zanneder. Bu müdahalesi üzerine Mahkeme İnönü hakkında da tutuklama kararı çıkarır. Atatürk buna engel olur ve İsmet İnönü’yü, konuyu yerinde incelemesi için İzmir’e çağırır. Duruşma ve sorgulamaları dinleyen İnönü gerçekten bir suikast planı olduğunu anlayınca İstiklal Mahkemesi başkanlığına hitaben 22 Haziran 1926 özür mahiyetinde bir mektup yazar ve konu hallolur. 


Yargılama sonucu suçunu itiraf eden Ziya Hurşit, bu işe para için karışan Laz İsmail ve Gürcü Yusuf’tan oluşan suikast timi başta olmak üzere, perde arkasından hain planı kurgulama suçuyla mebuslardan Şükrü, Arif, Abidin, Halis Turgut, İsmail Canpolat ve Rüştü Paşa ile birlikte toplam 18 kişi idam edilirler. İttihat ve Terakkinin önde gelenlerinden “Küçük Efendi” lakaplı Kara Kemal ve eski Ankara valisi Abdülkadir Bey firaridir ve gıyaben idam cezasına çarptırılırlar. Kara Kemal gazeteci bir arkadaşının evinde saklanırken polis baskını olur ve intihar eder. Abdülkadir Bey yakalanıp idam edilir. Kara Kemal’in hain planda oynadığı rol tam olarak kanıtlanamaz. Abdülkadir’in diğer kişileri ikna etmek için onun adını kullandığı da iddia edilir. Diğer taraftan onun en başından beri işin içinde olduğuna dair deliller de vardır. Kara Kemal hem çok zeki hem de çok iyi bir teşkilatçıdır. Talat, Enver ve Cemal’in ölümleri ardından cemiyetin gizli lideri konumundadır. Komitacılığı meşhurdur. Hep arka planda kalmıştır. Abdül kadir ve Kara Kemal İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni tekrar canlandırmak istemektedirler. 


“İzmir Suikastı: Bir Suikastın Perde Arkası” isimli kitabında Doç. Dr. Cemal Avcı şu tespitte bulunur: 
“İzmir Suikastı ile ilgili büyük tartışmalar yaşanmaktadır. Bu konuda başlıca üç görüş ileri sürülebilir: 
1-Suikasta tüm muhalif ittihatçıların katıldığı yolundaki görüş. 
2-Suikast olayının uydurma olduğunu ve muhalefeti bastırmak amacı güttüğünü savunan görüş. 
3-Suikast olayı bir ittihatçı tertibidir; ancak bu tertibe sadece iktidar hırslarını önleyemeyen komitacı ittihatçılarla Mustafa Kemal’e şahsi kinleri veya suikast işinden maddi çıkarları olanlar katılmıştır şeklindeki görüş.
Burada üçüncü görüş ağır basmakta. Çünkü ortada bir suikast vardır. Suikastçılar silahları ile yakalanıp suçu itiraf etmişlerdir. İşin içinde ittihatçılar vardır. Ama Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programı dahlinde olduğunu kanıtlayacak yeterli delil de mevcut değildir. 

1926’da Cumhuriyet ve devrimler daha çok yenidir. Bunlar kolay elde edilmemiştir. Bu devrimlerin devamı ve tamamlanmasının Atatürk’ün hayatına bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Mahkemelerin aldığı kararları bunun ışığında değerlendirmekte fayda vardır. Eğer Gazi bu dönemde bir suikasta kurban gitseydi ülke karışıklığa sürüklenebilir, dış düşmanlar tekrar müdahale edebilecek zemini bulabilirlerdi. O yüzden planlanan bu hain saldırı sadece Atatürk’e yönelik değil tüm Türk milletine yöneliktir. 

Asırlar sonra çıkardığımız bu en önemli ve en büyük halkçı lidere suikast düzenleyebilecek kadar gözleri dönmüş ve bunu vatan sevgisi uğruna yaptıklarını iddia edebilecek kadar gaflete düşmüş bir zihniyetin olması çok acı. İzmir suikastı önlenmiş, Atatürk ömrü vefa ettiği kadar devrimleri korumuş, tatbiklerinin teminatı olmuş ve Cumhuriyeti sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Yeraltına çekilen ve pusuda bekleyen bu menfur zihniyet onun ölümünden sonra dış mihraklarında desteğiyle faaliyetini çoğaltmış ve zemin buldukça büyümüş ve gelişmiştir. 15 Haziran 1926’da İzmir’de amacına ulaşamayan bu zihniyet günümüzde Atatürk’ün manevi mirasına, kurduğu ve Türk halkına armağan ettiği Cumhuriyete, devrimlerine, ailesine ve dehasına suikast girişiminde bulunmaya devam etmektedir. Heykellerini yıkarak veya okul kitaplarından çıkararak ona zarar verebileceğini düşünmektedir. Onun 15 yıl içinde kurduğu cumhuriyet kurumlarını yıkarak veya satıp yiyerek onu kalplerden ve zihinlerden söküp atabileceğini düşünmektedir. 

Bu tutumları kanımca, “kindar” olarak yetiştirmeyi planladıkları nesillerde merak uyandırmakta ve ters tepmektedir. Bu merak sayesinde de Atatürk’ü çok iyi okuyup, anlayacak bir nesil yetişmektedir. Merak bilimsel düşüncenin başlangıcı, bilim de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoludur. Bazı şeylerin önüne geçmek mümkün değildir. 

Gazi suikast planı ortaya çıktıktan sonra Anadolu Ajansına verdiği demeci şu sözlerle noktalar: “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Yaklaşık yetmiş yıldır kötü yönetilen cumhuriyetimiz gerçekten de “payidar kalma” mücadelesi vermekte. Cumhuriyeti ve devrimleri emanet ettiği gençler ise onun yolundan ısrarla ilerlemekte... 
butundunya.com 

Jorge Luis Borges Seçme sözler

Kim, hiç değilse bir kerecik olsun, bir gün batımında dolaşırken ya da geçmişinde kalan bir günü kafasında şekillendirmeye çalışırken sonsuz bir şeyler yitirdiğini düşünmemiştir ki.

Az miktarda okuyun, ama tekrar tekrar okuyun; gerçek ve kurmaca arasında hiçbir fark yoktur ve geçmişin tamamı belleğimizde kalanlardan ibarettir.

Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız.

Ben zevk peşinde koşan bir okuyucuyum. Kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.

Unutmak en iyi intikamdır.

Konuşmak, bir şey söylemek değildir.

Eğer evrenin gerçek bir görüntüsüne sahip olabilseydik, belki de onu anlayabilirdik.

Okumak yazmaktan öte bir iştir; daha uysal, daha uygar, daha entelektüeldir.

Hedef unutmaktır. Daha önceden varmıştım.

Kimi zaman iyi okurların, iyi yazarlardan bile ender bulunduğundan kuşkulanıyorum.

Adım adım gelen körlük o kadar acıklı değil. Ağır ağır gelen bir yaz akşamı gibi.

En parlak başarılar sözcüklerle perçinlenmezse ışıltılarını kaybederler.

Bence kitap okumak, aşık olmaktan veya seyahat etmekten aşağı kalan bir deneyim değildir.


Che Guevara

Devrimci Tıp Üzerine

Che Guevara’nın 19 Ağustos 1960’da Kübalı Milislere hitaben yaptığı konuşma:

Küba halkının, devrimci kanunların sağladığı ilerlemeleri, tam bağımsızlık yolundaki yürüyüşünü ve özgürlüğünü kutladığı yüzlerce kamusal etkinlikten bir diğeri olan bu sade tören beni özel olarak ilgilendiriyor.

Hemen hemen herkes, yıllar önce kariyerime bir doktor olarak başladığımı biliyor. Ve ben bir doktor olarak yola çıktığımda, tıp okumaya başladığımda, ideallerim arasında şu an bir devrimci olarak sahip olduğum fikirlerin çoğu yoktu.

Herkes gibi başarmak istedim. Ünlü bir tıp bilimcisi olmanın hayalini kurdum; insanlığa yardımı dokunabilecek bir şeyler -fakat, bana kişisel zaferler kazandıracak şeyler- keşfetmek için durmaksızın çalışmanın hayalini kurdum. Ben de, tüm hepimiz gibi, içinde bulunduğum ortamın çocuğuydum.

Mezuniyetten sonra, özel sebeplere ve belki de karakterime bağlı olarak, Amerika’yı baştan başa gezmeye başladım, ve Amerika’nın tamamıyla tanıştım. Haiti ve Santa Domingo dışında, diğer tüm Latin Amerika ülkelerini bir şekilde ziyaret ettim. Seyahat ettiğim koşullar sayesinde, önce bir öğrenci sonra da bir doktor olarak, yoksullukla, açlıkla ve hastalıkla yakından tanıştım; parasızlık yüzünden bir çocuğu tedavi ettirememekle; sürekli açlığın ve eziyetin kışkırttığı ve bir babayı oğlunun ölümünü önemsiz bir kazadan saymasına vardıran şaşkınlıkla tanıştım. Ki bu durumlara kıtamızın ezilen sınıfları arasında sıklıkla rastlanıyor. Ve o anda, benim için, ünlü olmak yada tıp bilimine çok önemli katkılarda bulunmak kadar önemli şeyler olduğunu fark etmeye başladım: o insanlara yardım etmek istiyordum.

Ama ben, her zaman hepimiz için geçerli olduğu gibi, yine içinde bulunduğum koşulların çocuğuydum ve o insanlara kişisel çabalarımla yardım etmek istedim. Epeyce seyahat etmiştim –o zamanda Guatemala’daydım, Arbenz’in Guatemala’sı- ve devrimci doktorun yönünü tayin edecek bazı notlar almaya başlamıştım. Devrimci bir doktor olmak için ne gerektiğini araştırmaya başlamıştım.

Ama saldırı (darbe) patlak verdi, saldırının arkasında United Fruit Company, ABD Dışişleri Bakanlığı, [CIA şefi] John Foster Dulles –gerçekte ikisi aynı şey- ve Castillo Armas adlı kuklaları vardı. Saldırı başarılı oldu, çünkü halk Küba halkının bugün bulunduğu gelişim seviyesine ulaşmamıştı. Herhangi başka bir gün gibi güzel bir gün, iltica yoluna çıktım, ya da en sonunda, Guatemala’dan uçuş yoluna çıktım, çünkü orası benim ülkem değildi.

Sonra önemli bir şey fark ettim: Devrimci bir doktor olmak için ya da sadece bir devrimci olmak için, öncelikle ortada bir devrim olması lazım. Yalıtık bireysel çaba, tüm saf ve temiz amaçlarına karşın yararsızdır ve en yüksek idealler için bütün bir hayatı adama isteği eğer biri yalnız başına çalışıyorsa -Amerikanın herhangi bir köşesinde, yalnız başına- ilerlemeyi engelleyen kötü hükümetlere ve toplumsal koşullara karşı mücadele açısından anlamsızdır. Bir devrim yaratmak için, şu an Küba’da olan şeye sahip olmak gerekir –kolların ve birliğin değerini anlamak için kollarını kullanarak ve militan birliği uygulayarak öğrenen, bütün bir halkın seferberliği.

Ve şimdi, şu anda önümüzde duran sorunun çekirdeğine inmek zorundayız. Nihayet, bugün bir insan, her şeyden önce, devrimci bir doktor yani kendi mesleki teknik bilgisini devrimin ve halkın hizmetinde kullanan biri olma hakına ve görevine sahiptir. Fakat şimdi eski sorun yeniden açığa çıkıyor: Toplumsal refah işi gerçekte nasıl hayata geçirilebilir? Kişisel çabayla toplumun gereksinimleri nasıl birleştirilebilir?

Hepimiz tek tek kendi yaşamlarımızı gözden geçirmeliyiz, doktorlar olarak ya da herhangi bir kamu sağlığı görevinde ne yaptık ve ne düşündük. Bunu son derece eleştirel bir istekle yapmalı ve sonuç olarak geçmiş dönemde düşündüğümüz ve hissettiğimiz her şeyin raflara kaldırılmakta ve yeni bir insan tipinin yaratılmakta olduğu bir karara varmalıyız. Eğer her birimiz bu yeni insan tipinin oluşumu için maksimum enerjimizle çabalarsak, halk için onu yaratmak ve yeni Küba’nın örneği olmasını sağlamak çok daha kolay olacaktır.

Şu an burada bulunan Havana sakinlerine vurgulamaktan mutluluk duyarım ki, Küba’da, burada başkentte yeterince değerlendiremediğimiz ama ülkenin dört bir köşesinde bulunabilecek yeni bir insan yaratılıyor. 26 Temmuz’da Sierra Maestra’ya gidenleriniz hiç bilinmeyen iki şeyi görmüş olmalı. Birincisi, çapalı kazmalı bir ordu; en büyük gururu, Oriente’deki yurtsever festivallerde, asker yoldaşları tüfeklerle yürürken çapalarını ve kazmalarını kaldırarak yürümek olan bir ordu. Fakat daha da önemli bir şeyi görmüş olmalısınız. Çoğu 13-14 yaşlarında olmasına rağmen bedensel gelişimleri 8-9’unda gösteren çocukları görmüş olmalısınız. Onlar Sierra Maestra’nın en gerçek çocukları, açlığın ve sefaletin en gerçek evlatlarıdır. Onlar yetersiz beslenmenin yarattıklarıdır.

Dört ya da beş televizyon kanalı ve yüzlerce radyo istasyonuyla, modern bilimin bütün ilerlemeleriyle bu küçücük Küba’da, bu çocuklar ilk olarak gece vakti okula vardıklarında ve yanan ampullerini gördüklerinde o gece yıldızların çok alçakta olduğunu haykırdılar. Ve o çocuklar, bazılarınız görmüş olmalısınız, kolektif okullarda okumaktan ticarete kadar çeşitli hünerler ve elbette devrimci olmanın zorlu bilimini öğreniyorlar.

Onlar Küba’da doğmakta olan yeni insanlar. Onlar izbe alanlarda, Sierra Maestra’nın değişik bölgelerinde ve de kooperatiflerde ve iş merkezlerinde doğuyorlar. Bütün bunlar bugün üzerine konuştuğumuz şeyle, yani doktorların ya da diğer sağlık işçilerinin devrimci hareketle bütünleşmesiyle çok yakından ilgili. Çocukların eğitimi ve beslenmesi görevi, ordunun eğitilmesi görevi, -bir zamanların- büyük toprak sahiplerine ait olan arazilerin aynı topraklar üzerinde ondan faydalanamadan hergün çalışan insanlara dağıtılması görevi, Küba’da hayata geçirdiğimiz toplumsal tıbbın başarılarıdır.

Hastalığa karşı mücadelenin temel ilkesi sağlıklı bir beden yaratmaktır; fakat sağlıklı bir bedeni bir doktorun zayıf bir organizma üzerindeki çalışmasıyla değil; daha çok, sağıklı bir bedeni toplumun/kolektivitenin tamamının bütün toplumsal kolektivite üzerinde çalışması yoluyla yaratmaktır.

Birgün, bu yüzden, tıp kendini hastalıkları önleyen ve halkı tıbbi görevlerini yapması konusunda yönlendiren bir bilime dönüştürmek zorunda kalacak. Tıp sadece, yaratmakta olduğumuz yeni toplumun becerileri dışında kalan çok uç, kritik durumlarda ameliyat yapmak yada benzeri bir şey için müdahale etmelidir.

Bugün Sağlık Bakanlığına ve ilgili organizasyonlara düşen görev kamu sağlık hizmetlerini mümkün olan en yüksek sayıdaki insana ulaşmak için geliştirmek, önleyici bir tıp programı geliştirmek ve halkı sağlıklı yaşam konusunda yönlendirmektir.

Fakat, tüm devrimci görevler için olduğu gibi bu görev için de esasında ihtiyaç duyulan şey bireyseldir. Devrim kolektif istek ve kolektif girişimi standartlaştırmaz. Tersine, kişinin bireysel becerisini özgürleştirir. Ve bizim görevimiz tüm sağlık uzmanlarının yaratıcı yeteneklerini toplumsal tıppın görevlerine yönlendirmektir.

Biz bir çağın sonundayız ve sadece Küba’da da değil. Tersine ne söylenirse ya da umut edilirse boşuna; içinde büyüdüğümüz, altında ezildiğimiz, bildiğimiz kapitalizm tüm dünyada mağlup edilmektedir. Tekeller devriliyor, kolektif bilim hergün yeni ve önemli zaferlere imza atıyor. Uzun zaman önce diğer zaptedilmiş kıtalarda, Asya ve Afrika’da başlayan bir özgürlük hareketinin Amerika’daki öncüleri olma görevi ve gururuna sahibiz. Böylesi büyük bir toplumsal değişim, halkın zihniyetinde de aynı büyüklükte bir değişim gerektirir.

‘Bir sosyal çevrede tek başına bir insanın bireysel eylemi’ şeklinde bir bireycilik Küba’da yok olmalıdır. Bireycilik, gelecekte, bireyin tamamının kolektivitenin mutlak yararı için etkin kullanımı olmalıdır. Hepiniz ne söylediğimi anlıyorsunuz ve bugünün, geşmişin ve geleceğin nasıl olması gerektiği konusunda biraz düşünmeye hazırsınız; bu da bu fikrin bugün anlaşılması için yeterli. Bir düşünme biçimini değiştirmek için, büyük içsel değişimlere uğramak ve büyük dış değişimlere şahit olmak gereklidir, özellikle de topluma karşı sorumluluklarımız ve ödevlerimizi yerine getirirken.

O dış değişimler Küba’da hergün meydana geliyor. Devrim’i tanımanın ve halkın içinde uzun süredir uyumakta olan birikmiş enerjinin farkına varmanın bir yolu, tüm Küba’yı gezerek şu an yaratılmakta olan kooperatif ve iş merkezlerini görmektir. Sağlık sorununun kalbine inmenin bir yolu ise sadece Küba’yı gezip bu kooperatifleri ve iş merkezlerini yapan insanları tanımak değil, bu insanların hastalıklarını, çektikleri acıları, yıllardır süren kronik sefaletlerini, baskı ve boyun eğme altında geçen yüzyılların mirasını bulup çıkarmaktır. Doktor, sağlık işçisi yeni görevinin çekirdeğine gitmelidir; bu da kitlenin içindeki insan, kolektivitenin içindeki insandır.

Her zaman, dünyada ne olursa olsun, doktor hastasına çok yakındır ve onun ruhunu derinliklerine kadar bilir. Çünkü o acıya/ıstıraba müdahale eden ve onu dindirendir, toplum için paha biçilmez bir emek sarfeder.

Birkaç ay önce, Havana’da, burada, yeni mezun bir grup doktor ülkenin kırsal bölgelerine gitmek istemedi ve gitmek için daha fazla ücret talep ettiler. Geçmişin bakış açısına göre böyle bir şeyin yaşanması dünyadaki en mantıklı şeydir; en azından bana öyle geliyor, ben bunu gayet iyi anlayabilirim. Bu durum, bana birkaç yıl önce ne olduğumu ve ne düşündüğümü hatırlattı. Benimkisi isyancı gladyatörün yeni baştan başlayan hikayesi, daha iyi bir gelecek ve daha iyi koşulları güvence altına almak ve insanların ona ihtiyacı olduğunu göstermek isteyen dayanışma savaşçısının hikayesi.

Peki aileleri tarafından okul masrafları yıllar boyu karşılanabilen bu çocuklar değil de daha az şanslı, sıradan çocuklar okullarını bitirmiş ve mesleklerini icra etmeye başlamış olsalardı ne olacaktı? Üniversite koridorlarında, iki-üç yüz köylü belirseydi, farz edelim öyle olsaydı ne olacaktı?

Ne mi olacaktı, bu köylüler kendi kardeşlerine yardım etmek için hemen ve içten bir heyecanla koşacaklardı. Yıllar boyu aldıkları eğitimin boşuna olmadığını göstermek için en zor ve en büyük sorumlulukları gerektiren işleri isteyeceklerdi. Ne mi olacaktı, önümüzdeki altı ya da yedi yıl içinde her meslek dalında yeni öğrenciler, işçilerin ve köylülerin çocukları mezun olduklarında ne olacaksa o olacaktı.

Fakat geleceğe kaderci bir gözle bakmamalı ve insanları işçilerin-köylülerin çocukları ve karşı devrimcilerin çocukları diye ayrımamalıyız, çünkü bu basite indirgemektir, çünkü doğru değildir, çünkü onurlu bir insan yetiştirmesi için bir devrim içinde yaşamaktan daha iyisi yoktur. Hiçbirimiz, Granma’ya ulaşıp Sierra Maestra’ya yerleşen ve birlikte yaşayarak köylüye ve işçiye saygı duymayı öğrenen ilk gruptan hiçbirimiz köylü yada işçi sınıfı kökenli değildik. İçimizde çalışmak zorunda kalmış olanlar, çocukluğunda kimi yoksunluklar çekmiş olanlarımız doğallığında vardı; ama açlık, gerçek açlık denen şey hiçbirimizin daha önceden tattığı bir şey değildi. Fakat Sierra Maestra’daki iki uzun yıl boyunca bunu öğrenmeye başladık. Ve ardından çoğu şey oldukça netleşti.

Zengin bir köylünün yada toprak sahibinin dahi mülkiyetine dokunulduğunda şiddetle cezalandıran biz, bir gün Sierra’ya on bin baş sığır getirdik ve köylülere basitçe şöyle dedik, “Yiyin.” Ve köylüler, yıllar ve yıllar boyu ilk kez olmak üzere, bazıları da hayatlarında ilk kez sığır eti yediler.

O on bin baş sığır için kutsal özel mülkiyet hakkına duyduğumuz saygıyı silahlı mücadele kursunda yitirdik ve şunu gayet iyi anladık ki sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden milyon kez daha değerlidir. Ve biz, ne işçi sınıfından ne de köylü sınıfından olan biz bunu öğrendik. Peki biz ayrıcalıklılar, dört rüzgara Küba’nın geri kalanının bunu öğrenemeyeceğini mi anlatacağız? Öğrenebilirler, hatta devrim bugün onların öğrenmesini istiyor, birinin komşusuna hizmet edilmesinin gururunun iyi bir maaştan çok daha önemli olduğunun iyice anlaşılmasını istiyor; birisinin biriktirebileceği tüm altınlardan daha nihai ve daha kalıcı olan şey bir halkın minnettarlığıdır. Ve her doktor, kendi faaliyeti çerçevesinde o kıymetli hazineyi, halkının minnetini toplayabilmeli ve toplamalıdır.

Sonra, tüm eski kavramlarımız silmeli ve halka daha da yakınlaştırmalı ve gittikçe bilinçlenmeliyiz. Onlara eskisi gibi yaklaşmamalıyız. Hepiniz diyeceksiniz ki, “Hayır. Ben halkı severim. İşçilerle ve köylülerle konuşmaktan hoşlanırım ve Pazar günleri onları görmeye oraya buraya giderim, falan.” Bunu herkes yaptı. Ama bunu hayırseverlik için yaptık ve bugün hayata geçirmemiz gereken şey dayanışmadır. İnsanlara gidip şunu söylememeliyiz, “İşte buradayız. Size kendi varlığımızın hayrını sunmaya, size bizim bildiklerimizi öğretme, hatalarınızı, kültürsüzlüğünüzü, cahilliğinizi göstermeye geldik.” Bunun yerine araştırıcı bir zihin ve alçakgönüllü bir ruhla halkın devasa bilgelik kaynağında öğrenmeye gitmeliyiz.

Sonra, çok defa, bizim bir parçamız haline gelecek ve düşüncemizin otomatik bir parçası olacak kadar alıştığımız kavramlarda yanıldığımızın farkına varacağız. Sık sık kavramlarımızı değiştirme ihtiyacı duyacağız; sadece sosyal ve felsefi alandaki genel kavramlarımızı değil bazen tıp alanındaki kavramlarımızı da değiştirme ihtiyacı duyacağız.

Hastalıkların her zaman büyük-şehir hastanelerinde olduğu gibi tedavi edilmesine gerek olmadığını göreceğiz. Bir doktorun tarımsal ve potansiyel anlamda dünyanın en zegin ülkelerinden biri olan Küba’nın oldukça yoksul ve sınırlı olan besin yapısını zenginleştirmek ve yeni yiyecek talebini karşılayabilmek için aynı zamanda bir çiftçi olmak ve yeni gıdalar yetiştirmek zorunda olduğunu göreceğiz. Sonra, nasıl olmak zorunda olduğumuzu göreceğiz; biraz eğitsel, zaman zaman da çok eğitsel. Politikacılar olmak gerekecek ve o zaman ilk yapmamız gereken şey halka bilgeliğimizi sunmak için gitmek olmamalı. Biz, aslında, halkla birlikte öğreneceğimizi, o büyük ve güzel ortak tecrübemizi yani yeni bir Küba’nın inşasını birlikte başaracağımızı göstermek için gitmeliyiz.

Halihazırda pek çok adım atıldı. 1 Ocak 1959’la bugün arasında bildik geleneksel ölçülerle hesaplanamayacak bir mesafe var. Halkın çoğunluğu uzun zaman önce anladı ki burada devrilen sadece bir diktatör değil bir sistemdi. Şimdi de halkın öğrenmesi gereken bölüm geliyor, çürümüş bir sistemin yıkıntıları üzerinde halkın mutlak mutluluğunu getirecek yeni bir sistemin inşası.

Geçen yılın ilk aylarında bir zaman, yoldaş Guillen’in Arjantin’den gelişini hatırlıyorum. Belki kitaplarının çevrildiği diller bugünkünden bir yada iki daha azdı –ki hergün dünyanın bütün dillerinden yeni okurlar ediniyor- ama O, yine bugünkü büyük şairdi. Ne var ki, Guillen için şiirlerini, halkçı şiir olan eserlerini, halkın şiirlerini burada okumak zordu, çünkü o zaman henüz ilk dönemdi, ön yargıların dönemiydi. Ve yıllar ve yıllar boyu hiç kimse şair Guillen’in olağanüstü şiirsel yeteneğini halkına ve inandığı davaya adadığını düşünmek için sabit fikirlerini bir kenara bırakıp bir an olsun duraksamadı. Halk onu Küba’nın onuru olarak değil yasaklı bir siyasi partinin temsilcisi olarak gördü.

Şimdi, bütün bunlar unutuldu. Eğer ortak bir düşmanımız ve ortak bir hedefimiz varsa, ülkemiz içindeki bazı farklı yapıların farklı bakış açılarının ayrılıklara sebep olmayacağını öğrendik.

Üzerinde anlaşmamız gereken şey, ortak bir düşmanımız olup olmadığı, ortak bir hedef için uğraşıp uğraşmadığımızdır.

Şu an itibarıyle, ortada kesinlikle ortak bir düşman olduğuna kani olmamız gerekiyor. Hiç kimse, tekellere karşı bir fikir beyan etmeden ya da “Bizim düşmanımız, ve tüm Amerika’nın düşmanı, tekelci ABD hükümetidir” diye açıkça konuşmadan önce omzunun üstünden bir kulak misafiri olan –belki elçilikten, istihbarat taşıyacak bir ajan- var mı diye bakmıyor. Eğer şimdi herkes düşmanın kim olduğunu biliyorsa ve o düşmana karşı savaşan herhangi birinin bizimle ortaklığı olduğu anlaşılmaya başlıyorsa, artık ikinci bölüme geliyoruz. Küba için hedeflerimiz nelerdir? Ne istiyoruz? Halkın mutluluğunu istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Küba’nın tam ekonomik özgürlüğü için savaşıyor muyuz savaşmıyor muyuz?

Herhangi bir askeri bloka dahil olmadan, burada alınacak herhangi bir iç ve dış kararla ilgili olarak dünya üzerindeki herhangi bir süper gücün elçiliğine danışmak zorunda olmadan, özgür uluslar içinde bir özgür ulus olmak için mücadele ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Eğer çok fazla şeyi olanlardan alıp hiçbir şeyi olmayanlara vermek için zenginliği yeniden bölüştürmeyi planlıyorsak; eğer yaratıcı çalışmayı mutluluğumuzun gündelik, dinamik kaynağı haline getirmek istiyorsak, artık ulaşmak için çalışacağımız hedeflerimiz vardır. Ve aynı hedeflere sahip olan biri bizim dostumuzdur. Eğer onun ayrıca başka fikirleri de varsa, eğer kimi organizasyonlara ya da bir başka şeye dahilse bunlar önemsiz şeylerdir.

Büyük tehlike anlarında, büyük gerilim ve büyük yaratılış anlarında önemli olan büyük düşmanlar ve büyük hedeflerdir. Eğer şimdi anlaştıysak, eğer hepimiz nereye gittiğimizi biliyorsak –ve bırakın bu kimi üzerse üzsün- artık işimize başlayabiliriz.

Size, bir devrimci olmak için öncelikle bir devrime sahip olmanız gerektiğini anlatıyordum. Biz buna zaten sahibiz. Sonra, birlikte çalışacağınız halkı tanımalısınız. Henüz iyice tanışmadığımızı düşünüyorum, öyle ki bu yolda bir süre daha ilerlememiz gerekiyor. Bana, halkı tanımanın kooperatiflerde onlarla birlikte yaşamak ve çalışmaktan başka yolları nelerdir diye soracaksınız. Herkes bunu yapamaz ve sağlık işçisinin varlığının çok önemli olduğu pek çok yer var. Devrimci milis kuvvetleri Küba halkının dayanışmasının en büyük tezahürlerinden biridir diyeceğim. Milis kuvvetleri şimdi doktora yeni bir görev veriyor ve onu, kısa bir süre öncesine kadar geçerli olan şeye, Küba için üzücü ve hemen hemen ölümcül olan gerçekliğe, yani büyük çaplı bir askeri saldırıya maruz kalacağımız gerçeğine hazırlıyor.

Sizi şu konuda uyarmalıyım; doktor bir devrimci ve asker görevindeyken her zaman bir doktor olmalıdır. Bizim Sierra’da düştüğümüz hatanın aynısına siz düşmemelisiniz. Ya da belki de o bir hata değildi, fakat o dönemden bütün sağlıkçı yoldaşlar bunu biliyor. Yaralı birinin ya da bir hastanın yanında kalmak bize onursuzluk gibi göründü ve bir tüfek kapıp yapabileceklerimizi savaş alanında ispatlamaya gitmenin bir yolunu/mümkününü aradık.

Şimdi koşullar farklı, ve ülkeyi savunmak için kurulan yeni ordular değişik taktiklerin orduları olmalı. Yeni ordunun planı içinde doktorun çok büyük bir önemi olacak. O, varolan en güzel ve bir savaşın en önemli görevlerinden biri olan doktorluğa devam etmelidir. Ve sadece doktorlar değil, hemşireler, laboratuar teknisyenleri ve kendini bu çok insani işe adayan tüm herkes son derece önemlidir.

Her ne kadar gizli tehlikeyi biliyor ve atmosferde hala var olan bu saldırı havasını def etmek için kendimizi hazırlıyorsak da, bunun hakkında düşünmeyi bırakmalıyız. Eğer ilgi merkezimizi savaş hazırlıkları olarak belirlersek, kendimizi yaratıcı çalışmaya adamamız mümkün olamaz. Askeri bir eylem için yapılan tüm çalışma ve maddi yatırımlar çöpe atılmış emek ve çöpe atılmış paradır. Ama maalesef bunu yapmalıyız, çünkü kendilerini buna hazırlayan başkaları var. Fakat şurası gerçek ki –ve bir asker olarak şerefim üzerine tüm samimiyetimle söylüyorum- harcamalar içinde beni en çok üzen, Ulusal Bankanın kasasından birkaç silah daha alınsın diye çıktığını gördüğüm paradır.

Bununla birlikte, milis kuvvetlerinin barış zamanında da bir görevi vardır; milis kuvvetleri, yoğun nüfuslu merkezlerde, halkı birleştirmenin bir aracı olmalıdır. Doktorların milis kuvvetlerinde olağanüstü bir dayanışma hayata geçirilmelidir. Tehlike zamanlarında, hemen yoksul Küba halkının sorunlarını çözmeye gitmelidirler. Ama milis kuvvetleri aynı zamanda, bir ünformayla birleştirip eşitleyerek, Küba’nın bütün sosyal sınıflarından insanlarla birlikte yaşamak için bir olanak da sunar.

Eğer biz sağlık işçileri –bir zamanlar unutmuş olduğum bu ünvanı bir kez daha kullanmama izin verin- başarılıysak, eğer dayanışmanın bu yeni silahını kullanıyorsak, eğer hedefleri biliyorsak, düşmanı biliyorsak ve gitmemiz gereken yönü biliyorsak artık bizim için geriye sadece bu yolun her bir gün aşılacak parçasını / adımını bilmek kalıyor. Ve bu adımı bize hiç kimse gösteremez; bu adım her bireyin kendi özel yolculuğudur. Bu adım, kişinin kendi bireysel deneyiminden edinecekleri ve halkın iyiliğine adanmış işini yaparken kendinden verecekleridir.

Şimdi geleceğe doğru yürüyüşümüz için tüm her şeye sahipken, hadi Marti’nin tavsiyesini hatırlayalım. Şu an için ben bunu bilmezlikten geliyorsam da, biri daima örnek almalı “Anlatmanın en iyi yolu yapmaktır.” Hadi, artık, Küba’nın geleceğine doğru yürüyelim.


yazının orijinal başlığı “Devrimci Tıp Üzerine-On Revolutionary Medicine”dir
[Ocak 2005 tarihli Monthly Review dergisinden sendika.org tarafından çevrilmiştir]