29 Aralık 2020

Bir Sineastın Portresi: Tarkovski İle Filmleri Üzerine


 İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir... A.Tarkovski

 IVAN'IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962

- Nereden aklınıza geldi ilk filminiz "İvan'ın Çocukluğu" nun konusu?

- TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu'ndan yeni mezun olmuş, diploma filmim " Le Rouleau Compresseur et le Violon" u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov'un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana " Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız " denildi. Ben de "Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım" diye cevap verdim ve film böylece çekildi.

- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak "İvan'ın Çocukluğu" tamamıyla Andrei Tarkovski'den doğdu.

- TARKOVSKİ: Evet

- Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın.Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta.

- TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan'ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan'ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan'la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.

- Film, 1962 yılında Venedik'te gösterildiği zaman, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak algılandı.

- TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabileceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere karşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre'dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil.

- Sartre'ın film üzerine yaptığı yorum - Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği - sizin yorumunuzla aynı değil mi?

- TARKOVSKİ:
Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş.

ANDREİ RUBLEV, 1966

- Nasıl doğdu "Andrei Rublev"?

- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz "Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur" diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev'in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı.

- Vladimir'in çantasından, Çan'ın yapımına kadar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip tasarlandı?

- TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev'in yaşamını elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden keşfettik.

- Böylece son derece kişisel bir film oldu...

- TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.

- Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yaratımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi?


- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev'in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev'in bu dönemde Venedik'te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral'inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.

- Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tutkusu niye?

- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.

- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla.

- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat olmaması?

- Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.

- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.

- Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?


- TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.

- Birçok insan "Andrei Roublev"de bugünün Sovyetler Birliği'ne, Rusya'nın geçmişte ki manevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.

- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim problemim değil. Bugünün Rusya'sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. "Halkıma demek isterim ki... Bütün dünyaya derim ki..." türünden peygambervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma olanağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. Bundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de söylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim fimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar buluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir problemdir. Benim problemim değil. Benim bir tek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak.

SOLARİS, 1972

- Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi?

- TARKOVSKİ:
Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin'in Solaris'te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.

- Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine benzeyen bu macera aslında tinsel bir macera.

- TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicdanen gelmiş bir macera. Stanislav Lem'in romanından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan... Şüphesiz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi.

- Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek.

- TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.

AYNA (ZERKALO), 1974

- Fransızlar için "Ayna" Proust'un, belleğin dünyasını çağrıştırıyor.

- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Proust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. Rusya'da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneği vardır.

- "Ayna"da bu gelenekten mi?

- TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, " Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister" dedi. Bu basit kadınn herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. "Ayna" bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.

STALKER, 1979

- Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?

- TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın "idealist" tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.

- İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?

- TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.

- Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?

- TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. "Gülünç", "Yersiz" eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir.

- Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.

- TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker'in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.

- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı?

- TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker'in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker'in yaratımları.

NOSTALGHIA, 1983

- Neden söz ediyor "Nostalghia"?

- TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sınırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. "Nosthalgia" nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.

- Bu acı mı Nostalji?

- TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. "Nostalghia" nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için "sınırların kaldırılması gerektiğini" söyler. Daha genel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.

- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?

- TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.

- Tanrı'ya inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?

- TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı'sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.

- Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?


- TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gizemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zaman Tanrı'ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı'yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman "hizmet edebilir".

- Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri oluyor.

- TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu "hediye" yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı'ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.


"Les mardis du cinema", France Culture,
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca'dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul

 

Sen Taa Baştan - Rainer Maria Rilke


Sen, taa baştan
yitirilen sevgili, hiç karşılaşılmayan,
bilmem hangi sesler hoşuna gider senin.
Ben artık, geleceğin dalgası kabarırken,
görmeye çalışmam seni. Bendeki en büyük
görüntüler, denenmiş uzak manzara,
kentler ve kuleler ve köprüler
ve beklenmedik dönemeçleri yolun
ve bir zamanlar tanrılarla
örülmüş toprakların gücü:
yükselirler içimde anlatmak için
hep kaçınan seni..

Ah, bahçelersin sen,
ah, böylesi bir umutla
seyrettim onları. Kır evinde
bir açık pencere,- ve sen neredeyse attın adımını
bana doğru dalgın. Sokaklar buldum, -
daha yeni yürümüştün onlarda sen;
bazen de esnaf dükkânlarındaki aynaların
senden başları dönerdi hâlâ ve irkilip geri verirlerdi
apansız görüntümü. Kim bilir, aynı kuş muydu
ikimizin içinde öten, ayrı ayrı
dün akşam?

Susan Sontag - Fotoğraf Üzerine


Herhangi bir insanın vahşetin en amansız boyutlarını gösteren fotoğraflarla ilk defa karşılaşması, bir tür ifşadır, prototipik açıdan da modern ifşadır. Benim kendi payıma bu ifşayı yaşadığım an, Temmuz 1945'te Santa Monica'daki bir kitapçıda tesadüfen gördüğüm Bergen-Belsen ve Dachau fotoğraflarıydı. O güne değin -fotoğraflarda ya da gerçek hayatta- görmüş olduğum hiçbir şey, içimi bu denli keskince, derinden ve anında deşmemişti. Gerçekten de, tam olarak ne hakkında olduklarını kavramam yılları alsa bile, hayatımı o fotoğrafları gördüğümden önceki dönemim (o zaman henüz on iki yaşındaydım) ile sonraki dönemim olarak ikiye ayırdığımı söylersem abartıya kaçmış olmam. Onları görmem neye yaramıştı? Kaldı ki, fotoğraftan başka bir şey değildi onlar -o güne değin hemen hiç haberim olmamış ve etkilemek için de hiçbir şey yapamayacağım bir olayın, hemen hiç tasavvur edemeyeceğim ve dindirmek için de elimden en ufak bir şey gelmeyecek olan bir ıstırabın fotoğrafları. Fakat o fotoğraflara baktığımda içimde bir şey kırılmıştı. Bir sınıra dayanmıştım ve bu salt dehşetin sınırı değildi; tesellisi mümkün olmayan bir kedere düşmüş, yaralanmıştım, ama duygularımın bir kısmının katılaşmaya başladığını da hissetmiyor değildim; içimde bir şey ölürken, bir şey de hâlâ feryat edip duruyordu. 
 
* * * 

Her şey bir denemeyle başladı; fotoğraflanmış görüntülere her yerde rastlamanm öniünüze çıkardığı bazı estetik ve ahlaki sorunlar hakkında yazdığım bir denemeyle. "Ancak ben, ondan sonra fotoğrafların ne olduğu konusuna ne kadar çok kafa yorduysam, yazdığım metinler de o ölçüde karmaşık ve anlam yüklü hale geldiler. Bu suretle, yazdığım bir dene­me öbürünü, öbür deneme (kendimi de şaşkınlık içinde bıra­karak) bir diğerini doğurdu ve böylece, bu konu hakkında ka­leme aldığım ilk denememde kaba hatlarıyla ortaya koydu­ğum, daha sonraki denemelerimde de iyi belgelerle destekle­diğim ve konunun biraz da dışına çıkarak topladığım argü­maru, daha teorik bir açıdan özetleyerek genişletebileceğim derecede ileri gitmemi ve sonunda bir noktada durmamı sağlayacak bir süreç (fotoğraflann anlamı ve gelişim seyri hak­kında bir dizi deneme) ortaya çıktı.
 
Sözünü ettiğim bu denemeler ilk önce (biraz değişik bir bi­ çimiyle) The New York Review of Books'ta yayınlandı ve sanırım bu derginin editörleri olan ve kafayı fotoğraf sanatına taktığı­mı iyi bilen yakın dostlarım Robert Silvers ile Barbara Epste­in'ın teşvikleri olmasaydı, onlan yazmayı aklıma bile getir­ mezdim. Dolayısıyla, burada hem onlara, hem de bana sabırla öğüt verip yardımlarını esirgemeyen arkadaşım Don Eric Le­vin'e duyduğum minnettarlığı açıkça ifade etmek isterim. S.S. Mayıs 1977 
 

Mehmet Akif Ersoy Seçme sözler

 

İki insan Çeşidi Vardır: Zaman Geçtikçe Hatalarıyla Yüzleşen, Zaman Geçtikçe Yüzsüzleşen…! 

Ye’s (ümitsizlik) öyle bir bataktır ki, düşersen boğulursun.

    İz bırakanlarla senin aranda basit bir fark var sadece..Onlar ömür boyu gayret ediyorlar; Sen ömür boyu  hayret ediyorsun.  
 
 

26 Aralık 2020

Necmiye Alpay "Altmış Beş Artı Damgası "


 Necmiye Alpay: Aslı Erdoğan'a desteğe gidecektim, yanına gidiyorum
Her şey yarım doğrular olarak sunuldu ve geniş geniş yutuldu. 
Sunanlar egemenler, yutanlar damgayı yiyenlerdi. Soru soran olunca dünyanın tepesindeki adam dayanamayıp bağırdı:“Economy, stupid!”1

 65+’lar ve kronik hastalığı olanlar bizim burada hemen evlere hapsedildi. Hepsi değil tabii. Önemli karar alıcılar istisna tutuldu. Giderek, hapsedilenlere 2000’den sonra doğanlar da eklendi. Çünkü, denildi, Covid-19’dan ölenlerin çoğu 65+ yaş grubuna mensup, 2000’den sonra doğanlar ise fazla hareketli, fazla virüs taşıyorlar. Yanlış mıydı bu gerekçeler? Yalan mıydı yani? 

 Bir süre ses çıkmadı, yalnızca sosyal medyada “yaşçılık/ yaş ayrımcılığı (ageism)” adlı ayrımcılık türünü, bunun da diğer ayrımcılık türleri gibi insan haklarına aykırı olduğunu hatırlatanlar çıktı. Tabii hatırlamak için, önceden biliyor olmak gerekir, hiç değilse böyle bir bilgiyle karşılaşmış olmak. Hatırlayan hukukçulardan İbrahim Kaboğlu, yasağın Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkladı.

 Gerontolog Özgür Arun da yaşlılık bilimi açısından bakarak konuya hakkıyla sahip çıkan açıklamalarda bulundu...

 Mahpusların günde en az on beş dakika açık havaya çıkarılma hakkı vardır. Bunu kırk yıl önce darbe dönemlerinin cezaevlerinde öğrenmiştik. Beş tarafı beton bir avluya, işkence altında da olsa “havalandırma”ya çıkarılırdınız. Disiplin cezası olarak tabutluklara attıklarında orada en fazla dokuz gün tutulurdunuz, sınır buydu, fazlası kalıcı hasar bırakma tehlikesi taşıyordu. Bu ceza için ayrıca mahkeme kararı gerekliydi. Gerçi mahkeme kararının uygulama sonrasında alındığı da oluyordu, “Önce öl, sonra öde” dediği gibi şairin.

 Meslek hastalığı mı, algıda seçicilik mi? Uzun yıllar çevirmenlik yaptıysanız, önemsediğiniz eski yeni bazı çeviri metinler sizde özgün metne bakmak ihtiyacını doğurur. Bazen atlatırsınız bu itilimi, bazen atlatamazsınız. Camus’nün Veba’sını milyon yıl önce okumuştum. Aklımda sokak kuytularındaki fare ölüleri kalmış. Covid-19 günlerinde herkes gibi benim de arada bir aklımdan gelip geçerken üçüncü ayın başlarında bir gün romanın Türkçesini açtım, alınlık sayfasında Daniel de Foe imzalı şu cümleyi gördüm:

 “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan her-hangi bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.”

 Pek anlaşılmayan bu cümleyi Foe’ya yakıştıramayıp Fransızcasına baktım: “Il est aussi raisonnable de représenter une espèce d’emprisonnement par une autre que de représenter n’importe quelle chose qui existe réellement par quelque chose qui n’existe pas.”

 Şöyle diyordu aslında Foe: “Gerçekte var olan herhangi bir şeyi var olmayan bir şeyle göstermek akla ne kadar uygunsa, hapsedilmenin bir türünü bir başka türüyle göstermek de o kadar uygundur.” Camus bu cümleyi alınlık yapmakla şunu demiş oluyordu kısaca: Elinizdeki kitap bir metafor olarak da okunabilir.

 Çevirinin devamına bakmadım.

 Besbelli hapsedilmek evinin bahçesi olanları daha az etkilemektedir. Balkon ne derece işe yarıyor, bilmiyorum, biraz hava alsanız bile balkonda volta atamazsınız. Belki güneşlenmek için pencereden daha iyidir, Fransız balkonu bile olsa. Ama zaten kapatılmış olma gerçekliğini bunların hiçbiri ortadan kaldıramaz. Hem de herkes gibi, herkesle birlikte değil, yalnızca ölümün eşiğindekiler olarak kapatılmışsanız.

 Bir süre sonra birileri uyarmış olmalı ki yetkilileri, para cezaları başlamadan önce gidip parklarda oturan yaşlılara saygısızlık eden kendini bilmezlere de hitaben, büyüklerimizi ne kadar çok sevdiğimizi, onların bizim kıymetlilerimiz olduğunu, bu yasağı onları korumak için getirdiklerini vurgulamaya başladılar ve bir bakan ekleyiverdi: “Allah sizi başımızdan eksik etmesin”.

 Bunu söyleyen, 65+ değildi ve böyle derken herhalde kategoriye dahil olan herkesi kastetmiyordu. 

 Yanlışım yoksa, “yaşlılar” yerine “büyüklerimiz” demeye o zaman başladılar. “Yasak” sözcüğünün yerini “kısıtlama”nın alması da aşağı yukarı aynı zamanlara denk geldi. “Sokağa çıkma yasağı”nın hangi dönemleri çağrıştırdığını birden hatırlamış olmalılar. “Kısıtlama” sözcüğü öbürünün kötü çağrışımlarından kurtaracak gibiydi. İşe bakın ki tv habercileri canlı yayında hızla haber aktarırken alışkanlık (ve gerçeklik) sonucu “sokağa çıkma yasa...” diye başlayıp telaşla düzeltiyorlardı: “Sokağa çıkma kısıtlamasının...”

 Kısıtlanmıştık. Aslına bakarsanız neredeyse bir dil sürçmesiydi bu. “Kısıtlı” sıfatı hukukta, ilgili kişinin “aklî melekeleri”ndeki yetersizlik nedeniyle, sonuç doğurucu işlemleri kendi iradesiyle yapamaması, bunları o kişinin yerine atanacak birisinin ya da birilerinin yapması anlamına gelir. Ancak bu durumun hekim raporu ve mahkeme kararı gibi resmî belgelerle hükme bağlanması şartı vardır.

 Derken bir iki hafta daha geçti, kapatılmanın ne gibi ruhsal ve bedensel sorunlara yol açabileceğini bilenler televizyonlarda güllabici söylemlerine başladılar. Bu söyleme bütün baskıcı dönemlerde rastlanır: Karar makamlarında oturanları biraz olsun yumuşatabilmeye yönelik, merhamet uyandırmaya çalışan, yarı yağla, yarı ricayla, keşkelerle dolu tonlar kullanılır. 

 Kimileri annesiyle babasının, kimileri kayınvalidesinin durumunu anlattı, kimileri de yaşlıların yavaşlığından, hayatlarında değişiklik yapma yetisinden ne kadar uzak olabildiklerinden dem vurdu. (Tanrım dedim içimden, kastettikleri yaş grubunda ülkemizin ve toplumumuzun, hatta dünyanın yazgısını teslim ettiklerimiz de var! Hem de bir değil iki değil! Onlar tabii istisnalara dahil, kamu hizmeti vb. deyip kurtarıyorlar, gelgelelim, istisnalar yavaşlığı ya da yeniliğe kapalı oluşu düzeltemez ki!?)

 Rica minnet, sonuçta bir “izin” koparılabildi. Saygı sevgi tamam olsun diye Anneler Gününe denk getirilerek, herkes için sokağa çıkma yas.., pardon kısıtlaması olan bir pazar gününde, yalnızca 65+’larla kronikler birkaç saatliğine tahliye edildi. Mahalle aralarında, kapkaççıların yalnız gezecek ihtiyarlar konusunda ellerini ovuşturmakta olduğu fısıltıları dolaştı...Gerçi izin, refakatçileri de kapsıyordu. Tam vesayet!

 Günü geldiğinde, söylenen saatlerde pencereden baktım, televizyona baktım, “walker” manzaraları. Oysa filmdeki “walker”lar aslında her yaştandırlar...

 Karar vericilerin reel mantığı: Salgında son kurtarılacak olanları ayırıp kapatmak. Yaşlı ya da kronik hasta, bunlardan ne işçi olur, ne asker ne de anne (işte bütün mesele!). Fazladan yatak işgal edecek, yüksek yüzdelerle ölüp istatistikleri yükseltecekler. Vergi verip bağış yapmadıkları gibi, kendileri boyuna kaynak tüketenlerdir bunlar. (Tanrım! Aslında bugünlerin vergisini çoktan ödemediler mi, hayat boyu, sigorta kesintileriyle birlikte? Ve şimdi emekli maaşı olanların maaşlarından da kesilmiyor mu zaten o vergiler?) 

 Yaşlılar, kronik hastalar, güçsüzler denince tarih bilenlerde kaçınılmaz çağrışım toplama kamplarıdır, yani kapısında “Çalışmak Özgürleştirir“ yazılı olan, zayıf düşenlerin sapır sapır öldüğü o kamplar.

 Bu konuda en uç deneyimlerin sahibi olan ve yüzleşmede de pek fena sayılmayan Avrupa halklarından güçlü sesler yükseldi. Nilgün Cerrahoğlu salgının en ağır geçtiği ülkelerden İtalya’daki tartışmaları 23 Nisan 2020 tarihli Cumhuriyet’te bir güzel yazdı.

 Evet, kimlerin ölmeye yakın olduğunu her gün sabah akşam ilan eden, kırk beş gün sonra verilen sokağa çıkma “izni”nde de sıfatın taşıyıcılarını afişe etmekten çekinmeyen politikalara yol vermeyenler de var şu dünyada, en azından şimdilik. Ya da hâlâ ve her şeye rağmen.

 Bilgisel engel, yaşlılık konusunda da işliyor (teşekkürler Bachelard!). Ömürler uzamadan önceki zamanlarda uzun yaşamak bir tür mucizeydi ve tanrının bu sevgili kulları, radyo, tv, internet türünden bilgi kaynaklarının henüz hayat bulmadığı, okulun kıt, kitabın da fazlasıyla sınırlı olduğu o çağlarda, sırf aktaracakları şarkı türkü ve deneyimler, anlatacakları masal ve efsaneler itibariyle bile kültürün neredeyse tek taşıyıcı, aktarıcı, yol gösterici kanalı olarak değerliydiler.

 Ve “ihtiyar” sözcüğünün eski anlam alanına özerklik fikri de dahildi. “İhtiyar”, “muhtar (=özerk)” sözcüğüyle aynı köktendir. İlk anlamı, topluluğu ilgilendiren konularda karar verme, seçim yapma ve irade gösterme yetkisinin verildiği kimse’dir. “İhtiyarlar Heyeti” kurumunun aslı esası da bu... Sınai hayatta ise, anlamın aslı silinip gitti, yalnızca ikincil olan “yaşlı” kısmı kaldı. Eski kavram tıpkı sanayinin “limon misali sıkıp posasını çıkardığı” emekçiler gibi, içeriğini yitirdi. Yaşlılar ömürlerinin modern tıp sayesinde uzamış son birkaç yılını ihtiyarlık kalıbının içinde geçiriyor ama, kalıbın içi çoktandır boş. İkinci üçüncü bir uğraş ya da merak edinmeye ne enerji bırakılmış ömrünce, ne de zaman. Cikslerden ve magandalardan kolaylıkla “walker” muamelesi görebiliyor. Ve devletten, kısıtlı kesim muamelesi. Kendisini duruma doğrudan karşı çıkamayacak kadar da hiçleşmiş hissediyor. Tıpkı “çocuk” gibi ya da “genç” gibi mutlaklaştırılmış, birey dışı düşürülmüş bir damga, kategori, klişe. Bayramlarda seyranlarda tv reklamlarında gelenekseli hatırlatma aracı.

 Düşünsel planda, mezarlıkların bekleme odasına dönüşmüş huzurevlerinin çeşitli kategorileriyle tanımlı: Hepimiz aynı değiliz, yaş grubu var, yaş grubu var.

 Çok eskiden, Tohum adlı bir roman okumuştum, Eskimolarla ilgili. Çeviri bir romandı ama, yazarı kimdi, çevirmeni kim, hatırlamıyorum. Aklımda yalnızca o olağandışı Eskimo geleneği kalmış: Ölmeye yaklaşan ihtiyar, götürülüp uzak bir yere bırakılıyor, buzun üzerinde, kulübe filan da yok, öylece bir başına bırakılıyor, kısa sürede donup ölebilmesi için. Gelenek gereği o süreçte kimse feveran etmiyor, açıktan veda da etmiyor, hiçbir olağanüstülük yokmuş gibi davranılıyor. İhtiyarın da öylece vakur davranması gelenek olmuş. Tersine bir duygu belirtmek, ekşimek, sızlanmak ayıplanıyor, görgüsüzlük olarak yorumlanıyor, İngilizlerdeki gibi biraz. Onur, saygınlık, bazen de düpedüz insanlık dediğimiz değerin korunması böyle bir şey olabilir mi? Belki. Çünkü gidenin kendi iradesi devrede. En azından, ilke olarak.

 Sağlık çalışanları etik sınavın tartışılmaz birincileri oldular. Eşit sağlık hakkı için faydacı mazeretler (“onlar da torunlara bakıyor, bütçeye katkıları büyük” vb.) bulmak, savunmacı kiplere başvurmak gereğini duymuyorlar. İlgili bakan da belki hekim olmasının da getirdiği erdemle, hiç değilse sağlık çerçevesine sadık konuşmalar yapıyor. Karar vericiler ise, lütuf gösterilerinden, fırsatı seçim nutuklarına çevirmekten hiç geri durmuyorlar. Ve ben bu satırları yazarken, onların türlü hınk deyicileri tv’lerde hekimlerin yerini almaya başlamışlardı bile.

 Ben en iyisi o büyük şairle ilgili okumalarıma döneyim. Ne diyordu son yıllarında, 65+15’ken? “Biz” şiiri, Gülten Akın, Beni Sorarsan’da.

 Necmiye Alpay

Charlie Chaplin "Ben, tek bir şey olarak kalacağım, sedece tek bir şey olarak ; o da bir palyaço. O beni herhangi politikacıdan daha yükseğe ulaştıran bir uçak."

Logo2

 

 

In this world there is room for everyone. And the good earth is rich and can provide for everyone...Charlie Chaplin

 Charlie Chaplin - YouTube

 Politik düşüncesi 

 Chaplin, filmlerinde her zaman sol görüşe sempati duyduğunu hissettirmiştir. Sessiz filmlerinde "Büyük Depresyon"'a yer vererek The Tramp (serseri) karakteri aracılığıyla, yoksullukla mücadeledeki kötü yönetim politikalarına göndermeler yapmıştır. Modern Times (Türkçe: Asri Zamanlar) filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına dikkat çekmiştir. Büyük Diktatör filmiyle Nazi Almanyasını çok sert biçimde eleştirmiştir ve o dönem ABD resmi olarak Almanya ile hala barış içinde olması filmin ABD'de Chaplin'e karşı karalama kampanyası başlatılmasına neden olmuştur.

24 Aralık 2020

Tevfik Fikret'in Edebi Kişiliği



Tevfik Fikret'in Târih-i Kadîm'i yok mu? İşte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır...Mustafa Kemal Atatürk

Tevfik Fikret manzum öykü biçiminde kaleme aldığı eserlerinde aruz ölçüsünü başarıyla kullanıp konuşma diline yaklaştırdı. Türk edebiyatındaki ilk çocuk şiir kitabı Şermin'i yazdı. Ömrünün sonuna kadar öğretmenlik mesleğini sürdüren Tevfik Fikret, Ocak 1909'dan itibaren bir buçuk yıl süreyle Mekteb-i Sultânî'nin müdürü olarak görev yaptı ve okulun efsanevi müdürü olarak ünlendi.[kaynak belirtilmeli] Tevfik Fikret'in edebi hayatı 1880-1896 ve 1896 sonrası olarak ikiye ayrılır. İlk döneminde parnasizmin etkileriyle yazdığı şiirlerinde Sanat için sanat anlayışını, ikinci döneminde toplum için sanat anlayışını benimsedi; şiirlerinde uygarlık ve özgürlük gibi konuları işledi. Ağırlıklı olarak sone ve terza rima nazım şekillerini kullandı. İlk döneminde kullandığı yabancı sözcük ve kalıplar nedeniyle dili oldukça ağırdır. Çocuk şiirlerinden oluşan Şermin dışında tüm şiirlerini aruz ile yazdı. Nazım şekillerinde ve şiirin yapısında yaptığı değişikliklerle şiir dilini düzyazıya yaklaştırmıştır.  


Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay


Mustafa Fehmi Kubilay
Mustafa Fehmi Kubilay, ayakta duran arka sıradan en sağdaki.

Mustafa Fehmi Kubilay, en öndeki üçlü grubun ortasındaki.

tr.wikipedia.org

Şimdi adını veriyorum varlığına - Louis Aragon


"o an’da olma özlemi"


Şimdi adını veriyorum varlığına
Bilinç ve düş arasında
Dengelenir gece gündüz orada
Uyumak ve görmek sınırında

Yokluğunun bilincindeyim sadece
Ya da geçmişin, umutsuzca
Bakıyorum tüm olup bitene
Senden hareketle Ayna

Ve sana benzer bir gelecek
Düşlüyorum Seni bilmek için orada
Sadece umut ederek
Aşka inanıyorum yarında.

Çev. Ayla Gökmen
 

Cascando - Samuel Beckett


Paris (1989)
 
1.
neden sadece halinden
ümit kesilsin
sözcük barınaklarının

düşük yapmak kısır olmaktan daha iyi değil mi

sen gittikten sonra saatler öyle ağır ki
hemen hep sürüklemeye başlayacak
arzunun yatağını kör gibi tırmalayan pençeler
eski aşklar büyütünce kemikleri
seninkiler gibi gözlerle dolmaya görsün yuvalar
hemen olması hiç olmamasından daha iyi değil mi
yüzlerine sıçrayan karanlık arzu tekrar
söylüyor dokuz gün asla yüzdüremedi batan aşkı
ne de dokuz ay
ne de dokuz ömür
 
2.
tekrar söylüyorum
öğretmezsen öğrenemem
tekrar söylüyorum bir son var
son defanın bile sonu
yalvarmanın son seferi
sevmenin son seferi
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin
söylemenin son seferinin bile bir sonu var
beni sevmezsen sevilemem
seni sevmezsem sevemem
bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkânsız sözcükler
korkutuyor gene
sevmemek
sevmek ve seni değil
seviliyor olmak ve senin tarafından değil
rol yapmayı
rol yapmayı bilmemeyi bilmek
ben ve seni sevecek olan diğerleri
severlerse seni
 
3.
sevmezlerse seni
 

 Samuel Beckett – Echo’s Bones and other Precipitates (Yankının Kemikleri) – 1936 
Çeviri: Suat Kemal Angı 

21 Aralık 2020

Atatürk ve Namık Kemal

1888’de Nâmık Kemal öldüğü zaman, Mustafa Kemal henüz yedi yaşındadır. Çökmekte olan devleti kurtarmak için çareler arayan aydınlar, vatan şâiri Nâmık Kemal’in eserlerini okumakta, hatırasını yaşatmaktadırlar. Okullarda öğrencilere Nâmık Kemal sevgisi aşılanmakta, eserleri elden ele dolaşmaktadır.

Türk cemiyetinde rastlanılan Mustafa Âsim, Mustafa Edib, Mustafa Enis, Mustafa Fâzıl, Mustafa Fevzi, Mustafa Fikri, Mustafa Galip, Mustafa Hakkı, Mustafa Hikmet, Mustafa Hilmi, Mustafa İsmet, Mustafa izzet, Mustafa Kâmil vb. gibi yüzlerce binlerce Mustafa’lı adın hiçbirini örnek almayan matematik öğretmeninin, çok sevdiği öğrencisi Mustafa’ya ikinci ad olarak bilhassa “Kemâl” i seçip, hiç rastlanmamış ilk örneği verişinde ve sihirli "Mustafa Kemâl” terkibini yapışında, Türk kaynaklarının ruhlarında sembolleşmiş "Kemâl"in düşünüldüğü muhakkaktır. Millî kahramanların destanlaştıkları yıllarda dünyaya gelen Türk çocuklarına onlara benzesinler dileğiyle, o kahramanların adlarının verilmesi, sık rastlanılan milli gelenektir.

Büyük Kurtarıcı’nın; eserleriyle Nâmık Kemal’i ilk tanıması, Manastır İdâdi (lise)’sinde öğrenci iken, yakın arkadaşı Ömer Naci Bey sayesinde olur. O sıralarda, Ömer Naci; edebiyata meraklı, heyecanlı şiirler yazan, söyleyen ve onun için de Nâmık Kemal’e hayran birisidir. Birgün Mustafa Kemal’den, okumak maksadiyle kitaplar ister. Fakat kendisine hep fen kitapları uzatması üzerine:

"Bunlar, ders kitabı... O hâlde, ben sana vereyim" diyerek, çeşitli şiirler ve tiyatro eserleri getirir. Mustafa Kemal, bunları karıştırırken, sayfaları arasına serpiştirilmiş kâğıtlar gözüne ilişir. Kâğıtlarda, el yazısı ile yazılmış ve Nâmık Kemal İmzalı şu mısralar dikkatini çeker:

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır;
Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten.
Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma;
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.
Muini zâlimin dünyâda erbâb-ı denâ’ettir.
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten,

Bilhassa şu beyitlerin kendisini çok etkilediğini, daha sonra zaman zaman dile getirecektir;

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin;
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,
Yoğ-imiş kurtaracak bahtı kara mâderini.

Merkez-i hâke atsalar da bizi;
Kürre-i arzı patlatır çıkarız..

O yıllarda, Nâmık Kemal’in yasaklanmış eserlerini bulmak, onun vatanseverlik telkin eden şiir ve yazılarının heyecanını tatmak aydınların ortak tutkusu gibidir. Mustafa Kemal'in, Nâmık Kemal’i tanıyıp sevmesini, onun görüşlerinin oluşumunda önemli bir hadise olarak kabul etmek gerekir. Mustafa Kemal’in okul arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy hatıralarında bu konuda şunları der:

"Mustafa Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek, Kemal'in Vatan Kasidesi'nin teksir edilmiş bir nüshasını "Fuad kardeşim bunu ezberleyelim” diye bana verirken, yavaş bir sesle fakat büyük bir heyecanla okuduğu:

‘‘Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten”

mısralarını nasıl unutabilirim."

Anlaşılmaktadır ki Mustafa Kemal, daha lise öğrenciliği günlerinden itibaren Nâmık Kemal'e hayran yani vatansever, hürriyetperver birisi olmaya başlamıştır. Liseden sonra gittiği Harb Okulu'nda da bütün disiplin tedbirlerine rağmen, öğrenciler Nâmık Kemal'in eserlerini okumaktadırlar.

Mustafa Kemal bu konuda "harbiye senelerinde siyaset fikirleri başgösterdi, vaziyet hakkında henüz nafiz bir nazar hâsıl edemiyorduk, Sultan Hamit devri idi... bu gibi vatanperverane eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması, işlerin içinde bir berbatlık olduğunu ihsas ediyordu" demektedir

Cebesoy’un; Nâmık Kemal konusunda, Atatürk'le beraber bir diğer hatırası da, Manastır'da seyrettikleri "Vatan Yahut Silistre" piyesi ile ilgili olanıdır ki, onu da şu satırlarında nakleder:

"Manastır'a döndük. Şehrin methaline girişine geldiğimiz zaman, orada bulunan bir mesirede vakit geç olmasına rağmen, Harp Okulu telebelerinin açık havada büyük vatan şâiri Nâmık Kemal'in Vatan Yahut Silistre adlı eserini oynadıklarını gördük. Atlarımızdan inerek, oyunu büyük heyecanla seyrettik. Talebe efendilerden birinin temsilin son sahnesinde:

Yâre nişandır tenine erlerin!
Mevt ise son rütbesidir askerin!
Altıda bir üstü de birdir yerin.
Arş yiğitler vatan imdâdına.

mısralarını okurken, yanımdaki subaylar, gözyaşlarını tutamamışlardı. Benim de gözlerim yaşarmıştı. Harp Okulu’ndaki talebelik hayatımız gözümün önünde canlanmıştı. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal ile beraber bu şiirleri o zaman okumuş ezberlemiştik. Fakat böyle heyecanla haykıramamıştık."

Atatürk, özel sohbetlerinde yaptığı heyecanlı konuşmalarda veya bunaldığı sıkıldığı zamanlar genellikle Nâmık Kemal'den mısralar, beyitler okumuştur. Öğrencilik yıllarından sonra subay olarak bulunduğu yerlerde de, Nâmık Kemal’in şiirleri onun ruhî dayanakları olmuştur.

Mesela Ş. Tezer tarafından yayıma hazırlanan "Atatürk’ün Hatıra Defteri"nde, Birinci Dünya Harbi sırasında Doğu Anadolu (Bitlis, Silvan gibi) bölgesinde iken 10 Ağustos 1916 Pazar günü defterine şöyle bir kayıt düşmüştür;

"Kemal Bey’in Makalat-ı Siyasiye ve Edebiyyesini okudum, ikinci kitabın sonunda idim, hitam buldum; Kemal Bey’in Tarih-i Osmani’sini takibe başladım"

Nâmık Kemal'in, Atatürk’ün özel kütüphanesinde bulunan eserleri de, Gazi'nin ona gösterdiği ilgi hakkında bir fikir verecek niteliktedir.

Bu eserler:

1 - İmtizac-ı Akvam Ve Vefa-i Ahd.
2 - Eş’ar-ı Kemal 2. Devr-i Edebiyye.

Bu kitap, "Ali Ekrem (Bolayır)'ın 21 Temmuz 1339 (1923) tarihli takdim yazısıyla Gazi Mustafa Kemal’e hediye edilmiştir. İçinde Ali Ekrem’in yazısıyla yedi ilave yaprak, Atatürk’e yazılmış bir mektup ve bir de Ziya Gökalp'ın Atatürk’e yazdığı 4 Ağustos 1339 tarihli bir mektup vardır.

3 - Vaveylâ
4 - Makalat-ı Siyasiyye ve Edebiyye
5 - Renan Müdafaanamesi
6 - Edib-i Azam Merhum Nâmık Kemal Bey’in Rüyası
7 - Sergüzeşt
8 - Osmanlı Tarihi (2. cilt)’dir.
9 - Şark Meselesi, Hürriyet-i Efkâr
10-U sul-i Meşveret Hakkında Mektuplar.

Atatürk'ün Özel Kütüphanesi'nde. Nâmık Kemal hakkında başkaları tarafından yazılmış kitaplar da bulunmaktadır. Bu kitaplar da:

1 — Kemalettin Şükrü. Nâmık Kemal Hayatı Ve Eserleri, İstanbul 1931, 160 s.
2 — Saadettin Nüzhet (Ergun), Nâmık Kemal, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1933, 251 s.
3 — Ali Ekrem (Bolayır), Ruh-ı Kemal, İstanbul 1938, 108 s.'dır.

Millî Mücadele yıllarıdır. Atatürk, 18 Aralık 1919’da Ankara'ya gelmek üzere Sivas’tan yola çıkar. Heyet-i Temsiliye, merkezini Ankara'ya taşımak kararını vermiştir. Şarkışla ve Kayseri'den geçerek 21 aralıkda öğle vakti Kırşehir’e gelir. Halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılaşır; şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Halkla temaslarda bulunur. Kırşehir Gençler Derneği’nde yaptığı konuşmada “kuvayı milliyenin âmil, iradei milliyenin hâkim olması" gerektiğini söyler. Geceleyin şerefine fener alayı tertip eden halka hitaben yaptığı konuşmada da:

”Bu milletin içinden çıkan bir Kemal,

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini"

demiş; gene bu milletin bağrından çıkan bir Kemal de diyor, ki;

"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

demiştir.

Atatürk'ün bu beyiti kendi cevabıyla birlikte ilk defa okuduğu yerin neresi olduğu hakkında değişik görüşler vardır:

M. Şakir Ülkütaşır, Türk Kültürü dergisinde (Kasım 1968. s. 73, s. 59) değişik iki görüşü daha verdikten sonra, Atatürk’ün cevabi beytini ilk defa "Birinci İnönü Zaferi’nden sonra Meclisteki beyanatında" okuduğunu, 17 Ocak 1921 tarihli Ulus Gazetesini kaynak göstererek yazmaktadar. Lord Kınross Atatürk adlı eserinde (1972 s.311) ilk defa Kırşehir'de okuduğunu söylemekte; İslâm Ansiklopedisi'nin "Atatürk" maddesinde de ilk defa Kırşehir’de söylediği yazılmaktadır ki, doğrusu bu olsa gerektir.

Büyük Millet Meclisi Zabıtları (cilt: 7, s.347) na göre Atatürk söz konusu beyitleri Mecliste olmuştur. Fakat ilk okuyuşu değildir. İlk okuyuşu 21 Aralık 1919'da Kırşehir'de olmuştur. Mecliste ise, Birinci İnönü Zaferi'nin kazanılmasından sonra 13 Ocak 1921 (1337) Perşembe günü saat 15.30'da gerçekleşmiştir.

Birçok meb’uslar kürsüye gelerek orduya, onun kahraman kumandanına ve aziz şehitlerine hürmetlerini ifade ediyorlar. Bir ara Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkıyor, şunları söylüyor:

— Arkadaşlar, Muhuddin Bey'in (Baha Pars) gayet kıymetli sözlerinin hâsıl etdiği hissiyâta tercüman olmak üzere bir iki kelime arzedeceğim. Milletimiz bugün bütün mâzisinde olduğundan daha çok ve ecdâdından daha çok ümidvârdır. Bunu ifâde için şunu arzediyorum. Kendilerinin tâbiri veçhile Cennet’den vatanımıza nigehban olan merhum Kemal demişdir ki:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini

İşte ben, bu kürsüden, bu Meclis-i Âli’nin reisi sıfatıyla Hey’et-i âliyyenizi teşkil eden bütün âzânın her biri nâmına ve bütün millet nâmına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.

Atatürk’ün, Nâmık Kemal hakkındaki düşüncelerini yukarıda verdiğimiz örneklerden daha net bir şekilde ortaya koyan bir de telgraf vardır. Nâmık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, İkinci İnönü Zaferi'nin kazanılmasından sonra Atatürk'e bir tebrik telgrafı gönderir. Atatürk de Ali Ekrem'e yazdığı 10 Nisan 1921 tarihli cevabî telgrafında, Nâmık Kemal hakkında şunları söylemektedir:

“Anadolu’nun ruhu bütün feyz-i mukavemetini âbâ-i tarihinden almıştır. Bize bu mukaddes feyzi nefheden ervah-ı ecdat arasında mükerrem babanızın pek büyük mevkii vardır. Mecruh vatanın halâs-ü istiklâli için, ölmek yolunda nesle tâlim-i fedakarı' eden büyük Kemal hakkında tekrir-i tâzimata vesile olan telgrafnamenize, arz-ı şükran-ı mahsuz eylerim efendim” .

Görüldüğü gibi bu telgrafta, vatanın kurtuluşunu sağlayan nesillerin yetişmesinde, Nâmık Kemal'in nasıl önemli etkileri olduğu Atatürk tarafından da söylenmekte ve ayrıca, Atatürk’ün Nâmık Kemal’e nasıl büyük bir saygı duyduğu kendisinin sözleriyle ortaya konmaktadır.

Atatürk de bizden birisi olarak (ailesi, okulu, öğretmenleri ve arkadaşları), okuduğu kitaplar, imparatorluğun çöküşü ve Fransız İhtilali, meşrutiyet kuşaklarını etkileyen fikirler, medeniyet ve ırk sorunu, dünya tarihi ve şark meselesi gibi konulardan etkilenmiştir.

Hiç şüphesiz Atatürk'ün Nâmık Kemal'e olan hayranlığı; sadece sübjektif değerlendirmelere bağlı, hissi bir yaklaşımdan ibaret değildir. Aslında, Vatan Şairi'nin, Büyük Kurtarıcı’ya herşeyden evvel fikirleriyle tesir ettiği muhakkaktır.

Şairimizin; fikirlerini, duygu planında heyecan unsuru ile bütünleştirerek vermiş olmasının, Gâzi üzerindeki direkt etkisi ise, şüphe götürmez bir gerçek hükmündedir. Millî kültür anlayışı çerçevesinde ve Batı medeniyeti doğrultusunda, çağdaş düşünceyi hedef kabul eden Atatürk’ün ilke ve inkılâplarının temelinde, Ziya Gökalp’ın ve Tevfik Fikret’in fikirleri önemli derecede yer tutmakla birlikte; bunlardan önce, -yukarıda işaret ettiğimiz gibi daha lise sıralarından itibaren- Nâmık Kemal'in görüşlerinin de büyük payı vardır. Çünki; Gökalp’ın ve Fikret’in üzerinde hassasiyetle durdukları, Atatürk’ün de çok değer verdiği “ Hürriyet” “ Medeniyet” ve “ Terakki” kavramları etrafında ilk ciddî çalışmaları, Nâmık Kemal yapmıştır.

Nitekim, şâirimiz, “ Medeniyet” makalesinde:

"İnsanın hakkı ve amacı sâdece yaşamak değil; hürriyetle yaşamaktır. Bu kadar medenî milletlere karşı mümkün müdür ki, medenî olmayan milletler hürriyetlerini koruyabilsinler? “Bize şu gerekli; onunla yetinmeliyiz. Ve babalarımızdan bunu gördük, onun dışında ne varsa kötüdür. Dersler, yeni bilgiler kazanma, kitaplar, makineler, ilerlemeler, yeni buluşlar ne işe yarar?" diye diye Hindliler, Cezâyirliler gibi yabancıların kahredici üstünlüğü, eziyeti altında hürriyetini kaybetmek, insanlığın şanına şerefine hiçbir şekilde yakışır şeylerden değildir.

Medeniyetin her sıkıntısı, bir rahatı doğurur; vahşetin, yabaniliğin her rahatı bin eziyeti, sıkıntıyı getirir.

İnsanın ihtiyaçlarının, yalnız dünyanın topraktan yetişen ürünleriyle giderilmesi ihtimâli yoktur; onu olsa olsa medeniyetin toplu hazîneleri, eserleri karşıyabillr. Kısacası; "Medeniyetsiz yaşamak, ecelsiz ölmek gibidir” ,

şeklinde, bu konular etrafındaki görüşlerini anahatları ile ortaya koyarken; büyük kurtarıcının da, aynı çizgideki şu sözlerine şâhit oluyoruz:

"Gözlerimizi kapayıp, mücerred (her tarafla ilişkilerimizi keserek) yaşadığımızı farzedemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilâkis müterakkî (gelişmiş), mütemeddin (medenî) bir millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir mantikî delile dayanmayan birtakım an'anelerin, akidilerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi (ilerleyip, yükselmesi) çok güç olur; belki de hiç olmaz.

Memleket muhakkak asri, medenî ve müreffeh olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır.

Medenî cihan çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dâhil olmak mecburiyetindeyiz. Bütün safsataları bertaraf etmelidir.

Efendiler! "Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmaya maruzdurlar"

Ayrıca, Atatürk’ün üzerinde tam bir dikkat ve titizlikle durduğu "Vatan sevgisi” , "Milliyetçilik" ve "Halkçılık" hareketinin, ilk heyecanlı hamlesi de Nâmık Kemal'dir.

Nitekim, "Vatan" mâkalesinde:

"İnsanlık tarihinin hangi sayfasına bakılsa; her zamanda ve her millette ortaya çıkan yüksek fikirler ve faziletli ahlâk sahiplerinin hepsi, vatan sevgisini dünya işlerinin hepsinden üstün tutmuş ve pekçoğu vatan yolunda canlarını seve seve vermiş görülür.

Bundan dolayıdır ki; her dinde, her millette, her terbiyede, her medeniyette vatan sevgisi; en büyük faziletlerden, en mukaddes vazifelerdendir.

Kanaatimizce, vatanseverliğin en büyük hareket unsurlarından, güç kaynaklarından olan vatan fikrini gönüllerden kaldırmak, hakları korumanın en etkili sebeplerinden, araçlarından olan ateşli silâhı ellerden almaya benzer. Bir millet vatan sevgisinden nefsini ayırırsa, vatanını sevmezse; çok zaman geçmez, elbette vatanını o sevgiyle dolu olanların istilâ bayrakları altında görür.

Biz oturduğumuz yerlerin her taşı için, cevher kıymetinde bir can verdik. Her avuç toprağı gözümüzde, o yola kendini fedâ etmiş bir kahramanın varlığının hâtırasıdır.

Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir. Dâima kendimize ait, yalnız bize ayrılmış biliriz. Dâima kendimizden çok sever, canımızı uğruna feda ederiz” .

Diyen Şâirimiz'in; Atatürk'e, bu konuda da ışık tuttuğu, heyecan verdiği muhakkaktır. Nitekim; Gâzi'nin şu sözleri, kendisindeki Nâmık Kemal tesirinin açık izlerini taşır;

"Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir. Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve izmihlâl (yok olup bitme) vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası, hürriyettir. Milleti vatana hâkim kılmak, hülâsa vatanı kurtarmak için, sizi vazifeye davet ediyorum.”

"Vatan mutlaka selâmet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünki kendi selâmetini, kendi saadetini memleketin, milletin saadeti ve selâmeti için fedâ edebilen vatan evlâtları çoktur."

"Biz, millî hudutlarımız dâhilinde hür ve müstakil yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz."

"Millî hudut dâhilinde vatan bir bütündür.”

"Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir”

diyen Atatürk, Nâmık Kemal'i "Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi” olarak görmektedir.

Atatürk; vatan ve özgürlük kavgalarını yeni kuşaklara aşılayan Nâmık Kemal; Osmanlılık yerine Türklüğü ve Türklük duygusunu dile getiren millî şair Mehmet Emin Yurdakul’u ve her türlü zorluğa karşı direnip, insanlığı yükseltmeye yönelen Tevfik Fikret’i, Ziya Gökalp’i çok okumuştur. Yahya Kemal’den Türk tarihi ve özellikle Fransızca eserler için kitap listesi alıp, Çankaya'daki kütüphanesine maletmiştir. Abdülhak Hamid'i dinlemiş, okumuştur.

Atatürk, bu kitaplarda geçen görüş ve düşüncelerin izleyicisi değil, yorumcusu olmuş, kendine göre bir sonuca varmaya çalışmıştır. Onun düşünce hayatımıza getirdiği yeniliklerden biri, reform ve yenilik alanında “şikâyet” ve "inleyiş” yerine, “olumlu meselelerin özüne ehemmiyet veren” bir anlayışı yerleştirebilmek olmuştur.

Nâmık Kemal, hayatı, sanatı ve fikirleriyle, hem sağlığında hem de ölümünden sonra Türk toplumu ve aydınları üzerinde etkili olmuş bir şâir-yazardır. Zamanının yeni fikirlerini Türk toplumuna, anlayıp sevecekleri bir üslûpla sunmuş, Batılılaşma yolundaki Türkiye'de inkılâpçı bir kuşağın yetişmesinde etkili olmuştur. Onun etkileriyle yetişen Türk aydınları, gerek Osmanlı Devleti dağılırken, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken, ölüm pahasına Türk milletine hizmet etmişlerdir.Nâmık Kemal, inanılan değerler uğruna kendini feda edişin çok güzel bir örneğidir.

Sonuç olarak; nazım ve nesir türündeki eserlerinde vatan, millet, bayrak, din, dil, hürriyet, eşitlik, kültür, medeniyet, hak, hukuk, gibi yüce kavramları; uğrunda seve seve canımızı bile feda edebileceğimiz yüksek idealler olarak gören ve gösteren Nâmık Kemâl'in; bu idealler doğrultusunda hareket ederek, onların gerçekleşmesi için olağanüstü gayretlerle, maddi ve manevî her türlü fedâkârlığı göze alan Büyük Kurtarıcı, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Atatürk; vatan ve milletin istiklâli, birliği, bütünlüğü, ilerleyip yükselmesi ve medenî dünyadaki haklı yerini alması yolunda heyecan yüklü fikirleriyle yakın tarihimizin bütün inkılâpçı aydınları gibi etkileriyle yetişmiştir.

Atatürk; çağdaş kavramları ilk defa Nâmık Kemal’den öğrenmiş, çağdaş bir toplum olabilmenin heyecanını onun yazılarında tatmıştır. Nâmık Kemal tarafından bayraklaştırılan ilke ve kavramlar, aralarında farklılıklar olsa bile, Atatürk tarafından da ömür boyu savunulmuştur. Atatürk, Nâmık Kemal'den etkilenmekle birlikte, onu olduğu gibi alan birisi de değildir. Ondan aldığı etkileri, yeni görüşler, zamanın gerçekleri ve kendi tecrübelerinin ışığında değerlendirip, daha yeni, daha geçerli sentezlere ulaşmıştır.


Hasan Duman
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü

Aziz Nesin - Aslında Bu Denli Güzel Kokmaz

Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil,
Onda seni kokladığımdan bunca güzel.
Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer,
Orda seni öptüğümden bunca güzel.
Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya,
Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.
Aslında bu denli deli değildim sor kime istersen,
Sevince seni delilik bile bak ne güzel.
Aslında sen dünya güzeli değilsin,
Sevdiğim için dünyada tek güzelsin...