05 Mayıs 2013

Denemeler "Korku Çağı" - Albert Camus

17. yüzyıl matematik çağı, 18. yüzyıl fizik çağı, 20. yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama, bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez...A.Camus
 
Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır. Doğrusunu isterseniz, benim kuşağımdakiler ve bugün atölyelere ve fakültelere girenler köpekçe yaşamış ve yaşamaktadırlar.
 
İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor, çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz. 
 
İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. inandırılamayan bir adamdan elbette korkulur...
 
...Bu korku ile hesaplaşmak için onun ne demek istediğini, neden kaçtığını bilmek gerekir. Onun demek istediği de, kaçtığı da aynı şeydir: Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. İşte, günümüzün başlıca siyasî sorunu budur. Öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu iki soru üzerinde durmalıyız: Doğrudan doğruya ya da dolaylı yoldan öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz, istemez misiniz? Doğrudan doğruya ya da dolaylı yoldan başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez misiniz? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürükleneceklerdir.

" Yaşamak güzel şey." Gülten Akın

 
Yaşamak öyle güzel öyle derin
Bir dostun sıcacık merhabasında
Yürekten gülüşünde
Yaşamak güzel şey
Ellerin sevdiğinin ellerinde
Gözlerinde sevgi dolu bakışlar



Onüç Günün Mektupları - Cemal Süreya

1
Zuhal’im, hayat!
Hayatımsın.
Bunu bilmeni isterim.(…)
2
(…)Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşçül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo’yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk.(…)
3
(…)Her şeyimi sana borçluyum. Sana rasladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım.(…)
4
(…)Bir günler Kars’taydım. Kudura kudura akıyordu Delice çayı. Aklımda hiçbir şey yoktu. Çünkü o sıralar sana raslamamıştım daha. Sonra sen çıktın geldin. Ortalığı güzelledin. Beni ben ettin. Memo’yu var kıldın. Sen de bizimle var oldun, unutma bunu.(…)
5
(…)Anlamalısın beni, birtakım büyük şeylerin peşindeyim. Bazı iddialarım var, onları gerçekleştirmek istiyorum. Bunun dışında çok şeye niyetim de, vaktim de olmuyor. Bu konuda işte, asıl bu konuda anlamalısın beni. Hiçbir yönden kuşkulanmamalısın benden. Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım, nasıl kuşkulanırsın benden? Destekle beni ( zaten hep desteklemişsindir) bak neler yapıyoruz. Nelerden ne sular akıtıyoruz.(…)
6
(…)Madam aldığım biberleri güzelce kızarttı. Optalidon ve pil de aldım. Beyaz çizgili giysin de çantamda. İçim titrer senin istediğin bir şeyi yerine getirirken.
*
İçim titrer.
(…)
7
(…)
Hayat için şöyle iki dize kalmış aklımda. Yabancı bir şairden
“Hayat kısadır kuzucuklarım
Yine de uzundur kuzucuklarım.”

Severim ben bu iki dizeyi. İsterim sen de sevesin.
*
Evet kuzucuğum yine de uzundur hayat.
*
Senede bir gün.
“Senede her gün” diye okursun bu şarkının bir kısmını sen.
*
Sana rasladığım gün susuzdum, yalnızdım
Bir çırpıda içtim gözlerini.
(…)
8
(…)
Bir çeşmeye koşar gibi koşuyorum sana.
*
Anlasana!
(…)
9
(…)
Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum.
(…)
10
(…)Tükenmez kalemin mürekkebi bitti. Dolmakalemle devam ediyorum. Bu mürekkebi seviyorum. Senin göz rengini, başka bir açıdan çağrıştırır bir yanı var galiba. Bu mürekkeple de yineleyeyim gerçeği: Seviliyorsunuz, madam. Madam, Oklohoma’ya gitmek isterim sizinle. Şikago’da kalabalık bir caddede yürümek isterim.(…)
11
(…)Pir Sultan’a girdim. Birbuçuk ay içinde bu araştırmayı bitirmem gerek. İşin üstesinden gelebilirsem güzel bir çalışma ürünü çıkacak ortaya. Madam Bovary’nin parasıyla televizyon, Pir Sultan’ın parasıyla çamaşır makinesi alacağım sana. İkisinin bedeli ikisini almaya yetecek. Seni yaşatacağım. Dalım, çiçeğim. Günlerimiz daha iyi olacak. Çünkü Necati Cumalı’nın dediği gibi,
“Yaşar iyi ve güzel olan.”
(…)
12
(…)Aklımda hep sen vardın. Geçen seferki ameliyatı anımsadım. Sen ameliyat olurken ben ne yapacağımı bilmiyor, bir yandan da birkaç kuruş elimize geçer diye oturmuş “Goriot Baba” çevirisine bir iki sayfa eklemeye çalışıyordum. O hastane çıkış gününü hiç unutamıyorum. Derin bir çizgi çekmiş belleğime. Paramız yoktu. Cem yayınevinden 1000 lira alacağımız vardı ve yayınevi, çok önceden haber vermiş olduğum halde, bu parayı gününde ödememişti, ya da ödeyememişti. Sonuçta o gün seni bir taksiye bile bindirememiştim. Yürüye yürüye Şişli’ye inmiş, ordan Karaköy dolmuşuna, Karaköy’den de vapura binmiştik. 

Ne günlerdi onlar. Bizim sevdamız böyle günlerden de geçmiştir. Ama biz o günleri de çok severiz, değil mi? Yaşadığımız günlerdir, birbirimizi tanıdığımız günlerdir. İyi, kötü günler geçirdik. Çoğunca da iyi günler. Öperim o günleri.(…)
13
(…)Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü. Memo’ya ve sana duyduğum sevgide bu ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. Aşkımın tandırdan yeni çekilmiş bir yufka gibi her dem sıcak ve taze olduğunu anlamalısın. Yüksek öğrenim yıllarında Başkent sokaklarında ceplerimi ellerimle doldurarak yürürken ilerde bir karım olacağını, çocuklarım olacağını düşünürdüm. Yüzsüz, bedensiz bir şeydi bu kadın; bir gölge gibi düşlerimin arasından sıyrılır giderdi zaman zaman. Sensin o kadın. O çocuklar Memo ile Elif. Annemle babam Bilecik’te şosanın yanında yanyana iki mezarda uyuyorlar. Annem 1938’de babam 1957’de öldü. İki ölüm arasında 20 yıllık bir ara var. Ama işte ikisi de yanyana yatıyor. Bir gün gidelim. Gidelim mi? Büyükannemle Hasan amcam da şu koyu yeşilliğin altındalar. Ama yanyana değiller. “Sizin hiç babanız öldü mü?”
*
Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız
Biz kahkahamızı da gizleriz
Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız
*
Seni seviyorum.