Bu konferans, 1954’te Pablo Neruda tarafından Şili’nin Santiago Üniversitesi’nde verilmiş ve Buenos Aires’te çıkan Capricornio dergisinin Haziran – Temmuz 1954 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.
Gerçeğe ulaşmak için anlatmak, yine anlatmak… sular ve bitkilerle, ormanlar, kuşlar ve köylerle ilgili bu öyküye böyle başlamalıyım; çünkü şiir budur, en azından benim şiirim budur. Ama her şeyden önce şunu bilmenizi isterim: bu salonda kendisini sıkıntı içinde hisseden biri varsa, o da benim. Üstelik yalnızca kendimden söz etmek zorunda kalışımdan değil…
Şair yüreği, herkeste olduğu gibi, yaprakları kesilmekle tükenmeyecek bir enginara benzer. Ancak bu yapraklar eti ve kemiğiyle kadınlara, gerçek aşklara ve düşlere yataklık etmekle kalmaz, ayrıca yaşama arzusu ve gururla işlenmiştir. Biraz olsun gururlu olmayan, gerçek anlamda şair değildir. Kitabı yayınlanmamış büyük bir şair olamayacağı gibi… Madem ki benden isteniyor, bu gurur yapraklarını birer birer koparacak, sizlerle birlikte harcayacağım. Dilerim, bu en sonunculardan biri olsun ve tüm geride kalan, yüreğimden söküp atacağım öteki yapraklar, gökte ya da yerde, birer bitki gibi kendilerini saf bir biçimde yeniden üretsinler. İşte bu, şiirin ta kendisidir.
Benim dedem ve ninem Parral bölgesine gelip orada yerleşmişler, sonra bağcılıkla uğraşmaya başlamışlar. Ekecek fazla bir toprak edinememişler ama, bir sürü çocukları olmuş. Zaman ilerledikçe bu aile, doğan çocuklarla büyüdükçe büyümüş. Sürekli olarak şarap üretmişler; sert, buruk, su katılmamış ve rafine edilmemiş bir şarapmış bu. Sonra her geçen gün yoksullaşmış, topraklarını terk edip göç etmişler, derken merkezi Şili’nin tozlu topraklarına, orada ölebilmek arzusuyla geri dönmüşler.
Benim babam, başka iklimlerin insanı olmasına karşın, Temuco’da öldü. Orada, dünyanın üzerine en fazla yağmur düşen mezarlıklarından birinde gömülüdür. Kötü bir çiftçi, Talcahuano barajında da orta karar bir işçi oldu, ama demiryolu işçiliğinde iyiydi. Gerçek bir demiryolcuydu o. Annem, geceleri Temuco garına giren ya da çıkan tüm trenler arasından, babamınkini kolayca ayırdedebilirdi.
Balast trenlerinin ne menem bir şey olduğunu bilen azdır. Büyük fırtınaların hüküm sürdüğü güneyde, eğer traversler arasına düzenli olarak çakıllar döşenmeyip, en küçük ihmale meydan vermeden özenle çalışılmasaydı, sular rayları önüne katıp sürüklerdi. Çakılı taş ocaklarından düz vagonlar üzerinde çekip getirmek ve küfelerle indirmek gerekiyordu. Bundan kırk yıl önce, bu tür bir trenin ekibi, kuşkusuz, olağanüstü olmalıydı. Bu ekip taş kırmak üzere ülkenin en uzak köşelerine gitmek zorundaydı. La Empresa’nın verdiği ücretlerse açınılacak düzeydeydi. Balast trenlerinde çalışanlar geçmiş yaşamlarıyla bağlarını koparmak durumundaydı. Ekip, güçlü kaslarıyla dev gibi işçilerden oluşuyordu. Kırsal kesimden, çevre bölgelerden, cezaevlerinden geliyordu bu adamlar. Babam trende ekip şefiydi. Komut vermeyi ve komutlara uymayı öğrenmişti. Bazen beni okuldan alır, ben de onun peşisıra balast trenine binerdim. Boroa’da, “La Frontera” adıyla ünlenen ve İspan-yollarla Arokanlar arasında korkunç savaşlara sahne olan bölgenin merkezindeki ormanlık alanda taş kırardık.
Orada, doğa bana bir tür sarhoşluk veriyordu. On yaşlarında kadardım, ama çoktan şair olmuştum. Bir tek dizem bile yoktu henüz, ama kuşlar, böcekler ve keklik yumurtaları ilgimi çekiyordu ya, bu yeterdi. Bunları, çelik gibi mavimtrak, loş ve parıltılı, tıpkı tüfek namlusu rengindeki akarsu yataklarında bulmak gerçekten olağanüstüydü. Böcek ve haşaratın kusursuz yapısı beni şaşırtıyordu. Zehirsiz karayılanların dişilerine rastladım mı hemen yakalıyordum. Şili’deki sürüngenlerin en irisi, siyah, kaygan ve güçlü bir hayvandır bu. Onu, makilerin ve yabani elma ağaçlarının, yaşlı coigue’lerin gövdelerinde beklenmedik bir anda görmek çok ürkütücüdür. Ama ben, onun ne kadar güçlü olduğunu, zarar vermeksizin üstüne çıkıp ayakta durabileceğimi biliyordum. O büyük savunma gücü sayesinde zehire gereksinmesi yoktu.
Benim bu buluş ve araştırmalarım işçileri de oldukça meraklandırıyordu. Kısa sürede keşiflerimle ilgilenmeye başladılar. Babamın bakışları üzerlerinden ayrılır ayrılmaz, hemen sık ormanlığa dalıyor, benden daha becerikli, daha akıllı ve daha güçlü durumlarıyla, inanılmaz hazineler sunuyorlardı bana. Bunlardan birinin adı Monge’du. Babama göre, en iyi bıçak kullanan, en tehlikeli kavgalara dalan oydu. Esmer yüzünde iki uzun çizgi göze çarpıyordu. İlki, dikey bir bıçak yarasıydı, ötekiyse yatay, sevimli ve uçlara doğru çapkınlaşan masum gülüşlü dudakları. Sözünü ettiğim Monge bana sürekli copihue denen beyaz çiçekler, tüylü örümcekler, yaban güvercini yavruları getirirdi. Bir gün öyle bir şey buldu ki, bu benim için o ana kadarkilerin en göz alıcısıydı: bir ay yılanı! Bilmiyorum, hiç kendisini görmenize izin verdi mi! Fakat ben gördüm onu o gün, o da bir an için, çünkü gökkuşağı rengine bürünmüş bir şimşek gibiydi. Kırmızı, mor, yeşil ve sarı renkleri koruyucu zırhı üzerinde parıldıyordu. Onu tam incelerken iki elimin arasından şimşek hızıyla sıyrılıp orman içinde gözden kayboldu. O anda Monge yanımda olmadığından onu tutmam olanaksızdı. Daha sonra da bu göz kamaştırıcı görüntüyü yeniden yakalamam asla mümkün olmadı. Yine de bu dostumu, Monge yi hiçbir zaman unutamadım. Babam sonradan bana onun ölümünü anlattı: Trenden aşağı düşmüş ve uçuruma yuvarlanmıştı… “Katarı durdurduk, ama,” diyordu babam, “geride bir kemik yığınından başka bir şey kalmamıştı.” Bir hafta boyunca ağlayıp durdum.
Benimki gibi, La Frontera’da tipik olan, kırk yıl önceki bir ev hakkında fikir vermek zordur.
İlkin, şu: kendi aralarında bağlantılıydı bu evler. Avluların birbirine bakan kenarlarından Reyes’ler ve Ortega’lar, Candia’lar ve Masson’lar alet-edevat, kitap, doğum günü pastası, merhem, koku, şemsiye, masa ve sandalye değiş-tokuşu yaparlardı.
Don Carlos Masson, Emerson’ı andıran bu ak saçlı Kuzey Amerikalı, bölgenin saygıdeğer büyüğüydü. Çocukları her halleriyle Avrupa kökenli olduklarını belli ediyorlardı” Masson dürüst ve hak tanır bir insandı.
Ailesinin malvarlığına, oteller, mezhabalar katılıp duruyordu. Tüm bunlar zaman içinde yitiriliyor, herkes yine yoksulluk günlerine dönüyordu. Yalnızca Almanlar, bunların La Frontera’daki temsilcileri servetlerini koruyordu.
Don Carlos Masson’larda önemli bayram kutlamaları yapılırdı. Her dinsel yemekte, kerevizli hindi, kuzu çevirme ve tatlı olarak da dondurmalı sütlaç eksik olmazdı. Ak saçlı yaşlı aile reisi, karısı Dona Micaela Candia’yla kocaman masanın başköşesine oturur, arkasında, üzerine küçücük bir Amerikan bayrağını iğneyle tutturduğu dev bir Şili bayrağı asılı dururdu.
Masson’ların evinde, biz çocukların ancak çok özel durumlarda girebildiğimiz bir de salon vardı. Buradaki beyaz kılıflarla örtülü ve sonradan bir yangında tümüyle yanıp kül olan mobilyaların bir benzerini daha sonra hiçbir yerde görmedim. Bu salonda, aile fotoğraflarının yer aldığı bir albüm vardı. Bu fotoğraflar, sonraları La Frontera’da her yanı kaplayan çok renkli, büyütülmüş o ürkünç resimlerden çok daha güzel ve çok daha değerliydiler.
Yine o odada, benim doğumumdan çok kısa bir süre sonra Parral’da ölen annemin bir portresi bulunuyordu. Karalara bürünmüş, narin ve düşünceli bir kadın görünümü veriyordu bu resim. Bana onun şiir yazdığını söylemişlerdi, ama bu güzel portre olmasaydı, onunla ilgili hiçbir şey göremeyecek, bilemeyecektim.
Babam evliliğinin ikinci yıldönümünde, üvey annem Dona Trinidad Candia’yla evlenmişti. Çocukluğumun koruyucu meleğini bu adla anmak bana anlamsız geliyor. Hamarat ve sevecendi, köylülere özgü bir sağduyusu, etkin ve sınırsız bir iyilik anlayışı vardı üvey annemin. Babamın eve geldiğini görür görmez, o dönemin ve o bölgenin tüm kadınları gibi, uysal bir gölgeye dönüşüyordu.
Evdeki sandıklardan biri, insanı etkileyen eşyalarla ağzına kadar doluydu. Dibinde, harika bir yapma papağan parıldıyordu. Annemin bu kutsal sandığı karıştırdığı bir gün, papağana ulaşayım derken kafa üstü içine düşüverdiğimi anımsıyorum.
Yaşım ilerledikçe, arasıra gizlice sandığı açar oldum. İçinde ele bile gelmeyecek küçüklükte, çok güzel yelpazeler görüyordum. Bu sandıkla ilgili unutamadığım bir başka anım daha var: Sandıktaki, beni derinden etkileyip coşturan, okuduğum ilk aşk romanı diyebileceğim yüzlerce kartpostal… Hepsi de Albert mi yoksa Henri mi, artık anımsamıyorum, biri tarafından imzalanmış ve Maria Thielmann’a yazılmıştı. Bu kartlar olağanüstü güzellikteydiler. Çoğunun üzerinde dönemin en ünlü aktrislerinin portreleri görülüyordu. Kiminin bir kenarına bir tutam saç iliştirilmişti. Ayrıca şato, kent ve uzak bölgelere ait manzara resimleri de vardı. Yıllar boyu kendimi yalnızca bu resimlerle avuttum. Daha sonraları, son derece kusursuz ve düzgün yazılmış bu mektupları okumaya başladım. Sözkonusu çapkını uzun süre hep, melon şapkası, bastonu ve kravatının üzerindeki pırlanta iğnesiyle düşündüm durdum. Ancak, bu gezgincinin yeryüzünün her köşesinden yolladığı bu kartlar, şiddetli bir tutkuyu ele veriyordu. Hayranlık uyandıran tümcelerle, aşktan kaynaklanan kör bir cesaretle doluydu. Benim de Maria Thielmann’a tutulmam fazla zaman almadı. Onu, başkalarına tepeden bakan, incilerle bezenmiş bir aktris olarak hayal ediyordum. Ama bu kartlar nasıl olup da üvey annemin sandığına kadar gelmişlerdi? Hangi meçhul tanrıça, bu değerli hâzineyi öylece terk edebilmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenemedim.
Lisedeki çocuklar ne benim şair olduğumu biliyor ne de bu duruma saygı gösteriyorlardı.
La Frontera, Far West’in bu oldukça şaşırtıcı özelliğini taşıyordu işte: İnsanların önyargısı yoktu!.. Arkadaşlarımın Schanake, Scheler, Hauser, Smith, Taito, Serani gibi adları vardı. Ama istersek Aracenes, Reyes ya da Ramirez gibi adlar taşıyalım, hepimiz eşittik yine de… Basklı kimse yoktu aramızda. Sefararditler: Albala, Franco; İrlandalIlar: Mc Guyntiler; Polonyalılar: Yanichewski gibi adlara da rastlanmaktaydı. Arokan adlarıysa bir ışık gibi, ama loş bir ışık gibi parıldayarak hemen kendisini belli ediyordu. Orman ve ırmak kokuyordu bu adlar; Melivilus, Catrileos vb.
Okulun büyük hangarında meşe plamudu kavgaları yapardık. Bunun ne denli acı verdiğini ancak başına gelen bilir. Irmağın hemen yanıbaşındaki liseye, ceplerimize cephane doldurup öyle girerdik. Ben pek yetenekli değildim, güçlü ve kurnaz da sayılmazdım doğrusu. En acı darbe bana rastgelirdi hep. Tam yeşil, cilalı meşe palamudunun göz kamaştırıcı güzelliğine, pürtük pürtük ve gri renkli kapçığına dalmış, beni büyüleyen çubuklardan olanca beceriksizliğimle bir tane de ben yapmaya çabalarken, bir meşe palamudu yağmuru kafamda patlayıverirdi. İkinci sınıfta, koyu yeşil su geçirmez bir şapka takmak aklıma geldi nedense. İster bu şapka olsun, ister Kastilya tarzı kolsuz giysi ve yine trenlerde haberleşmeyi sağlayan yeşil ve kırmızı fenerler olsun, benim için çekici olan her şey babamındı ve ben aklım erdiği günden başlayarak, arkadaşlarımın yanında hindi gibi kabarabilmek için, tüm bunları okula götürüyordum… Bu keresinde yağmur dizginsizce yağıyordu, ama yine de tıpkı papağana benzeyen bu yeşil muşamba şapka kadar garip bir şey olamazdı. Zincirden boşanmış üçyüz delinin hoplayıp zıpladığı hangara girmemle birlikte, şapkam gerçek bir papağan gibi havalarda uçmaya başladı. Peşinden koşturuyordum, ama tam elimi üstüne koyacakken, duyup duyabileceğim en sağır edici ulumalar arasında, yeniden havalanıyordu. Bir daha onu hiç görmedim.
Daha sonra yavaş yavaş şiirim korumaya başladı beni.
Lisede bir kutup soğuğu hüküm sürüyordu. Şimdilerde yeni Temuco Lisesi’nde okuyan çocuklar nasıl titriyorsa ben de kırk yıl önce böylesine, soğuktan donuyordum. Şimdi kocaman pencereleriyle büyük modern bir yapı kurdular, ama ısıtmayı unuttular. İşte orada, La Frontera’da her iş böyle yürür… Benim dönemimde, adam olmayı bilmek gerekirdi. Bunun için fırsatlar da başımızdan eksik olmazdı.
Güneyin yaşken kesilmiş ağaçlarından çarçabuk dikilmiş çinko damlı evler harap durumdaydı. Sonu gelmez güçlü yağmurlar, çatıda bir müzikti sanki. Bazen karşımızdaki ev, sabah uyandığında çatısını üstünde göremezdi: Fırtına onu kaldırıp ikiyüz metre öteye fırlatmış olurdu çünkü… Caddeler çamur deryasıydı. Yük arabaları batağa saplanıp kalırdı. Patikaları izleyerek, o taştan bu taşa atlaya atlaya, soğukta ve yağmur altında, okula gider gelirdik. Rüzgâr, yağmuru alıp götürürdü daha sonra. Yağmurluklar pahalıydı, eldivenler hiç hoşuma gitmezdi, ayakkabılarımsa su alıyordu. Mangal kenarında ıslak çoraplarımı kurutuşumu ve küçücük lokomotifler gibi buram buram tüten sayısız ayakkabıyı her zaman anımsayacağım. Tüm bunlardan sonra, en yoksulların yaşadığı ırmak kıyısındaki köyleri basıp önüne katan seller geliyordu. Toprak da sarsılmadan edemezdi: sık sık deprem olurdu. Bazen de sıradağlar yüreklere korku salan bir ışık demetiyle aydınlanırdı: Llaima yanardağının uykudan uyandığının belirtisiydi bu.
Ama kuşkusuz, en berbadı yangınlardı. 1906 mı, 1907 mi, artık tam olarak bilemiyorum, Temuco büyük yangınının çıktığı yıldı. Evler kibrit kutusu gibi yanıyordu. Yirmidört ada ev yanıp kül oldu. Sağlam kalan bir şey yoktu ama, güneyliler çarçabuk ev yapmayı iyi biliyorlardı. Bu, becerebildikleri tek şeydi. Pek güzel yapmıyorlardı, ama yine de yapıyorlardı işte. Her güneyli, yaşamı süresince üç ya da dört büyük çapta yangına tanık olmuştur.
Benim belki de en eski anım, ikinci ya da üçüncü kez yanan evimizin karşısında oturduğum günküdür.
Gene de hızar atelyeleri vızıldamayı sürdürüyordu. Ağaçlar antrepoları dolduruyor, ve körpe ağaç kokusu yeniden köylerin üstüne çöküyordu. Bazı dizelerimi, büyük bir olasılıkla o sıra buradaki duvarlardan birine tüneyip yazmış olmalıyım. Kerestelerin kağıt gibi perdahlı yüzeyleri, gizemli damarlarıyla beni onlara bağlıyordu. O zamandan başlayarak, ağaçlar benim için bir saplantı değil, (çünkü saplantı nedir bilmem) ama yaşantımın doğal bir öğesi oldu.
Bu ahşap evlerin insanları, Orta-Şili’de yaşayanlarınkin-den değişik bir düşünüş ve duyuşa sahiptirler. Belirli bir ölçüde, büyük kuzey bölgesinin, terk edilmiş kum ocaklarının insanlarına benzerler. Ama, tuğlayla örülmüş bir evde doğmak başka, ormandan yaşken sökülerek getirilmiş ağaçlardan yapılma bir evde doğmak daha başkadır. O zamanlar bu evlerde yaşayan hiç kimse gün ışığı nedir bilmezdi.
Annem, ona eşlik etmem için beni elimden tutardı, kiliseye birlikte giderdik. Corazon de Maria Kilisesi’nin avlusunda leylaklardan geçilmezdi. Dokuz günlük bayram sırasında her şey, bu parfüm kokusunun egemenliği altına girerdi. Kilisede hiç erkek bulunmazdı. Oniki yaşıriaydım ve sanki tapınağın biricik erkeği bendim. Annem, benim kilisede her istediğimi yapmama alışmıştı. Dini bütün olmadığımdan, ayini izlemiyor ve oradakiler ister arya söylesinler, ister diz çöküp dua etsinler, ben hep ayakta dikiliyordum. İstavroz çıkarmayı hiç öğrenemedim. Yine Temuca Kilisesi’nde, sadık kulların arasında ayakta duran saygısız çocuk, hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Belki de bu yüzden, bütün kiliselere, karşı konulmaksızın girmeyi başarabildim. İlk aşk maceralarım da bu küçük kilise çevresinde gelişti. Kesin anımsamıyorum ama sanırım adı Marie’ydi. Bununla birlikte yine öyle anımsıyorum ki, ilk aşkım Marie ya da benzeyen herhangi birisiyle ilgili günlerim, hep acı, hüzün ve sarsıntı dolu, şiddetli, ama gelip geçici günlerdi ve her şeyiyle manastır avlusundaki leylakların içe işleyen kokusuna bulanmış gibiydi.
Bu kentin insanları inançsız kişilerdi. Babam, amcalarım, ancak yemek odasındaki masa çevresinde görebildiğim sayısız enişte ve hısımların hiçbiri de istavroz çıkarmıyordu* Birbirlerine hep, atıyla Malleco Köprüsü’nü geçip kementle San Jose’-yi yakalayan köylü Rios’un öyküsünü anlatır dururlardı. Yalnızca balyoz, yalnızca testere, yalnızca ağaç işiyle uğraşan, buğday sapı kesen insanlar! Doğrusu öyle görünüyor ki, öncülerin Tanrı’ya pek gereksinmeleri yoktu. Banklarına kilometrelerce kötü şiirimi karaladığım evi El Manzano Alam’nda bulunan Temucolu Blanca Hauser bana, bir gün deprem sırasında yaşlı bir karı kocanın nasıl koşarak dışarı fırladığını anlatmıştı. Kadın avaz avaz çığlıklar atıyor, merhamet dileyerek çırpınıyordu: “Aman Tanrım!” diyerek kadının kulağına uzanmıştı yaşlı adam ve sormuştu: “Nasıl dedin, kadın, nasıl dedin?” “Aman Tanrım dedim, cahil!” diye yanıtlamıştı yaşlı kadın. Adam bu sözü hiç söylemediğinden olacak, telaffuz etmeyi zor bulduğundan koşar adım ilerliyor, bir yandan da göğsünü yumruklayarak: “Tam üstüne bastın, tam üstüne bastın,” diye yineliyordu.
Bazen, amcalarım beni kuzu kızartma sunulan büyük şölene çağırırlardı. Massonlar Kuzey Amerikalı kanı taşımalarına karşın koyu AvrupalIydılar. Kutsal ulu topraklar, tüm belirtileriyle kuzeyli ya da Akdenizli kanını insanın içine sindiriyor ve Arokan bundan bir yeni varlık yaratıyordu.
O günlerde şarap, söğüt ağaçlarının dibinde su gibi akıyor, gitarlar bazen bir hafta susmuyordu. Taze fasulye salatası çamaşır leğenlerinde hazırlanıyordu. Günün ağarmasıyla birlikte domuzların korkunç haykırışları işitiliyordu. Ama beni en çok ürperten niachi’nin hazırlanışıydı. Kuzunun boğazı kesiliyor ve kanı, baharatın ve çeşni katicı maddelerin bulunduğu küvete akıtılıyordu. Amcalarım benim bundan içmemi istiyorlardı.
Bense, bir şair edasıyla, soğuk bir cenaze alayında gibiydim. Bu, bir insanla ilgili değil, yağmurla, evrensel acıyla ilgili bir yas tutuştu. Bu barbarlara gelince, onlar kan dolu kadehlerini kaygısızca kaldırmaktaydılar. Ama kendimi hemen toparladım ve onlarla kadeh tokuşturdum. Erkek olmayı öğrenmeliydim…
Bir de atlıların bayramı olurdu, gerçek bir kutlamaydı bunlar: topeadura diye bilinen yarışmalar yapılırdı. Yarışacak iki tay önce güçleriyle ünlenen iki insanda olduğu gibi, kendilerinden sözettirmek için olanca becerilerini ortaya koyuyor, bunda da başarılı oluyorlardı. Biri yağız, öteki kır, iki olağanüstü tay olan “El Trueno” ile “El Condor”un sırığa ulaşıncaya kadar sürdürdükleri amansız yarışı hiç unutmadım…
Ülkenin her yanından, Cholchol ve Curacautin’den, Pitrufquen ve Gorbea’dan, Loncoche ve Lautaro’dan, Quepa, Quitratue, Labranza, Boroa ve Carahue’den, buralardan ne kadar usta binici varsa, hepsi de şenliklerde boy göstermeye gelmişti. Biniciler de atlar gibi, güçlerini ölçülü kullanarak, rakiplerini alaşağı etmeye ya da sırığın bulunduğu yere ilk varan yarışmacı olmaya çaba gösteriyorlardı. Taylar, burun delikleri köpürmüş, tırnakları üstünde sıçrayarak koşuyorlardı. Hareketsiz kaldıkları anlar onlar için ölümcül anlardı. Sonunda “El Trueno” ya da “El Condor” oyunu kazanıyor ve biz kahramanın, ter içinde kalmış bineği üzerinde, önümüzden kıvılcım saçan mahmuzlarıyla geçişini izliyorduk. Büyük şölen yüzlerce çağrılısıyla birlikte sürüp gidiyordu.
Bu sert adamlar arasında özellikle birinin, bir ara üzerimde büyük etkisi oldu. Romantik bir adamdı bu: Orlando Masson. Çok gençti: belki şu anda salonda beni dinliyordur. Bir gazete çıkarıyordu ve ilk dizelerim o gazetede yayınlandı. Basımevi kokusuna, tipograflara ilk kez burada tanık oldum, ellerim ilk kez mürekkeple burada tanıştı.
Orlando Masson, iktidarın yetkilerini kötüye kullanmasına karşı zorlu kampanyalar sürdürüyordu. Gelişme, büyüme, sömürüyü de birlikte getirmişti. Haydutların kökünü kazımak gerekçesiyle çiftçilerin toprakları ellerinden alınıyor, kızılderililer tavşan gibi öldürülüyordu. Arokanların önceleri karamsar, çekingen ve şaşkın olduklarını sanmıyorum. Böyle oldularsa bu, geçirdikleri korkunç deneyimlerin zoruyladır. (Bağımsızlıktan, 1810 yılından sonra, Şilililer de İspanyol istilacılarla aynı gaddar duygularla kızılderilileri öldürmeye itilmişlerdi. Temuco, Arokanların son savunma üssü olmuştu.)
Orlando Masson her şeye karşı çıkıyordu. Bu denli yaban ve zorba insanlar arasında, bu gazetenin haklıları zalimlere ve zayıfları güçlülere karşı savunduğunu görmek güzel bir şeydi. Temuco’da gördüğüm en son yangın, Orlando Masson’un gazetesinde çıkan yangın oldu. Gazeteyi gece ateşe vermişlerdi. La Frontera’da yangın, geceleri kullanılan bir silahtı. Orlando Masson yazıp bastığı iki şiir kitabı (Bio-Bio ile Macellan Boğazı Arasında) yayımladı. O şiirleri büyük bir coşkuyla okudum. Orlando Masson, monolog ya da şarkılarını tiyatroda okuyordu. “El artista” ve “El mendigo” en çok beğenilenlerdi. “El mendigo” için, annem ve teyzelerim sevinçlerinden beni neredeyse hırpalayacaklardı.
Neşeliydi, kavga adamıydı Orlando.
Cautin’de yazlar yakıcı geçer. Gökyüzünü ve buğdayı kavurur. Toprak, derin uykusundan kurtulmak için çabalar. Evler ne kış mevsimine ne yaz aylarına hazırlıklıdır. Şiirimi bulmak sevdasıyla kırlardan geçerek doğru gidiyordum. Yürüyor, yürüyordum. Kendimi Nielol dağı üzerinde yitiriyordum. Yalnızdım, cebim domuzlan böcekleriyle doluydu. Bir kutunun içinde az önce yakaladığım tüylü bir örümcek vardı. Yukarıda gökyüzü görülmü yordu. Orman havası sürekli nemliydi, kayarcasına ilerliyordum. Birden bir kuş sesi duyuyordum, Chucao’nun garip çığlığıydı bu. Ayaklarımın dibinden ürkütücü bir uyarıyla havalanıyordu. Kan damlaları gibi olan Copihue’ler ancak ayır-dediliyordu. Devasa eğrelti otlarının altından geçerken, gittikçe kısaldığımı düşünüyordum. Bir yaban güvercini kuru bir kanat gürültüsüyle yüzümü yalarcasına geçiyordu. Daha yukarıda, başka birtakım kuşlar boğuk bir gülüşle benimle dalga geçiyorlardı. Yolumu zorlukla buluyordum. Vakit çok geçti.
Babam henüz gelmemiş. Sabahın üç ya da dördünde gelecek. Odama çıkıyorum. Salgari okuyorum. Yağmur büyük bir çağlayan gibi üstüme çullanıyor. Bir dakikada gece ve yağmur yeryüzeyini yeniden karanlığa gömüyor.
Orada tek başımayım ve aritmetik defterime dizeler yazıyorum. Ertesi sabah erkenden uyanıyorum. Dışarda dolaşıyorum, erikler yemyeşil olmuş. Parmaklığın üzerinden atlıyor, küçük bir tuz paketi alıp getiriyorum. Bir ağaca tırmanıyor, rahat bir yer “bulup oturuyor, erikleri özenle yemeye başlıyorum; önce ısırıyorum onu ve bir parça koparıp tükürüyor, eriği tuza banıyorum. Yiyorum sonra. Ve bu durum yüzüncü eriğe dek sürüyor. Evimiz yandığında bu gizemli haberin ardından bahçeye çıkıyor, komşulara bakıyorum. hiçkimse yok. Birkaç tahta parçasını tutup kaldırıyorum. Üç beş küçük, zavallı örümcekten başka şey yok. Dip tarafta helalar, bunların hemen yanıbaşında ağaçlar, dalları tırtıl böcekleriyle örtülü badem ağaçları, pamukla çift kat olmuş meyvelerini sergiliyor. Büyük kara sineklerin zarar vermeden nasıl yakalanacağını biliyorum. Bir mendil aracılığıyla onları bir an için hapsediyor ve kulağıma yaklaştırıyorum. Olağanüstü vızıltıları var!
Hem tatlı ve hem de ürkütücü La Fronlera’da karalar giymiş şair bir çocuğun yalnızlığını düşünün bir; yaşamda, kitapların bana yavaş yavaş gösterir gibi olduğu ne derin gizler saklı.
Önecki akşam okuduğum, Sandokan ve arkadaşlarını tâ uzak bir Malezya ülkesinde kurtaran ekmek ağaçlarının öyküsünü unutamıyorum. Buffalo Bill’i sevmiyorum, çünkü kızılderili öldürüyor, ama yine de olağanüstü bir binici. Kızılderililerin otlaklarıyla çadırları kimbilir ne kadar güzel olmalı! İşte bu dönemde doymak bilmemecesine okumaya başlıyorum. Jules Verne’den Vargas Vila’ya, Strindberg’e, Gorki’ye, Felipe Tri-go’ya, Diderot’ya atlıyorum. Sefiller beni ızdırap ve acıma duygusuyla derinden etkiliyor ve Bernardin de Saint Pierre’i okurken bu aşk beni ağlatıyor.
İnsana ilişkin gerçeklerin üzerindeki örtü artık kalkmıştır ve Temuco geceleri, bilgilenme sürecimi hızlandırıyor. Okuyabilmek için ne uyuyor ne de yemek yiyordum. Kimseye, belirli bir yöntemle okuduğumu söyleyemem. Zaten kim yönteme bağlı okur ki? Heykeller? Evet.
Bilgi, kesinlikle içeri sızacak bir delik bulur ve oradan girer. Bazıları için dışavurma bir geometri el kitabıyla olur, bazıları içinse birkaç dize şiir yoluyla. Benim için kitaplar, kendimi yitirdiğim ve yitirmeyi sürdürdüğüm orman yaşantısının ta ken-disiydi. Göz kamaştırıcı güzellikteki çiçeklerdi; simsiyah yüksek dallardı, gizemli sessizliklerdi, göksel seslerdi; ama 35011 zamanda dağların, eğreltiotlarınm ve yağmurların ötesindeki insanların yaşamıydı.
Bu dönemde, bol giysisiyle, alçak ökçeli iri kıyım bir kadın çıkageldi. Kum rengi giyinmişti. Lisenin müdiresiydi bu kadın. Karlı Macellan bölgesinden, tâ güneyden geliyordu. Adı, Gabriela Mistral’dı… Pek az karşılaştık onunla; çünkü dünyama yabancı insanlardan çekinirdim. Ayrıca konuşmayı da pek sevmezdim. İçe dönük, çelimsiz ve sessizdim. Gabriela, ırk özelliği ve soğuk iklim insanının esmerleşmiş yüzünde, ağzını geniş geniş açarak temiz bir ifadeyle gülen dudaklar taşıyordu. Yüzü belleğime kazınmıştı sanki. Yara izlerine kadar, taş işçisi Mon-ge’unkini andırıyordu. Yarı-çapkın, yarı-kardeşçe gülüşü ve kar havası ve pampa yaşantısıyla büzülmüş gözleri vardı. Rahibe görünümlü giysilerinin altından çıkartıp bana bıraktığı kitapları gördüğümde hiç şaşırmadım. Aç kurtlar gibi saldırdım onlara. Böylece Rus yazınının, üzerimde çok büyük etki bırakan ilk ünlü adlarını okumamı sağladı Gabriela.
Sonra bir gün, kalkıp kuzeye gitti. Hiç üzülmedim, çünkü artık binlerce arkadaşım vardı, kitaplardan tanıdığım birçok üzüntü ve acı dolu yaşamla içiçeydim. Dostlarımı nerede arayacağımı biliyordum bundan böyle.
Bu konferansı bildiren duyurunun başlığıyla, belki sizlere çok şey vadetmiş oldum. Santiago gece trenine yetişemeyecek ve yine yaşantıma daha geniş olarak girme olanağı bulamayacağımdan korkarım. Bu trene yarın birlikte bineriz.
Şimdi sizlere, kuşlarla ilgili bir öykü anlatmak için birkaç yıl önceye dönüyorum. Budi Gölü üzerinde kuğu avlıyorlardı. Hem de gaddarcasına. Kayıklarla gizli gizli yaklaşıyor, sonra birden son hızla küreğe asılıyorlardı. Kuğular tıpkı albatroslar gibi, uçuş durumuna kolayca geçemezler; önce, su yüzeyinde kaya kaya uçmak zorundadırlar. Uçuşun başlangıcında koca kanatlarını çok zor kaldırabilirler. Böylece hemen yakalanır ve kalın sopalarla da işleri oracıkta bitirilir.
Bana öyle bir kuğu getirdiler ki, canlıdan çok ölüye benziyordu. Dünyada eşi bulunmayan bu kuş türünün en güzellerinden, siyah boyunlu kuğulardandı: Kar beyazı bir karın ve siyah ipekliye bürünmüş bir boyun, turuncu bir gaga, kırmızı gözler.
Bu olay, Puerta Saavedra’da denize yakın bir yerde geçiyordu.
Bana verdiklerinde yarı-ölü durumdaydı gerçekten. Yaralarını temizledim ve boğazına küçücük ekmek ve balık kırıntıları tıkıştırdım. Yediği her şeyi çıkarıyordu. Bununla birlikte yavaş yavaş yara berelerinden kurtulmaya, benim kendisinin ” dostu olduğumu anlamaya başladı. Ve ben de onun sıla özleminden kıvrandığını görüyordum giderek. Bunun üzerine, bir gün koca kuşu kollarımın arasına alıp caddelerden geçerek ırmağa götürdüm. Benim biraz uzağımda yüzüyordu. Avlanmasını çok istiyor, ona dipteki çakılları, üstünde güneyin gümüş rengi balıklarının kayarcasına ilerlediği kumu işaret ediyordum. Onun bakışlarıysa tâ uzaklardaydı.
Böylece her gün, yaklaşık yirmi gün boyunca, onu ırmağa götürüp getirdim. Kuğu neredeyse benim boyumdaydı. Bir öğle sonrası, yine oldukça dalgındı, yanımda yüzmeyi sürdürüyor, yeniden avlamayı öğretmek islediğim sivri sıçanlarla ilgilenmiyordu bile. Çok sakindi o gün; eve götürmek için yeniden kollarımın arasına aldım. Onu göğsümün hizasına getirerek tuttuğumda, bir şeridin, kol genişliğinde siyah bir hortumun, yüzümü hafifçe yalayarak yuvarlandığını hissettim. Bu, onun yılan gibi kıvrılarak düşen uzun boynuydu.
Böylece öğrendim ki, kuğular üzüntüden öldüklerinde, öldüklerini hiç belli etmiyorlardı…
Bugün sizi düşkırıklığma uğrattığım için üzgünüm. Çünkü şiirime ilişkin olarak pek bir şey söylemedim. Gerçekte de bu konudan oldukça az anlarım. Bu yüzden, sizinle birlikte, acele etmeksizin çocukluk anılarım içinde şöyle bir gezinti yaptım. Tüm bu bitkilerin, yalnızlıkların ve şiddet ve acı dolu yaşamın içinden… gizli, derin ve gerçek Şiirler çıkacaktır. Şiir, canlı ve cansız varlıkların arasında, onları birbirinden uzakta tutarak değil, tam tersine körcesine bir aşk uzamında kaynaştırarak, adım adım öğrenilir.
Bir gün, Temuco’daki evimde kendime özgü yana baktığımda, bizimkine benzeyen, ekinsiz ve dünyanın küçücük nesnelerini ve canlı varlıklarını köşe bucak ararken, bahçedeki çitin bir tahtasının kırılmış olduğunu fark ettim. Delikten öte yana baktığımda, bizimkine benzeyen, ekinsiz ve yaban bir toprak parçası gözüme ilişti. Birkaç adım geriye çekildim, bir şeyler olacağını sezinlemiştim. Birden bir insan eli gözüktü. Bu, ben yaşta bir erkek çocuğunun eliydi. Oraya doğru atıldığımda, el kaybolmuş, yerine beyaz, olağanüstü bir koyun belirmişti.
Koyunun yününün rengi solmuş, kabarıklığı yokolmuştu. Bütün bunlar daha gerçek bir izlenim yaratıyordu. Bunun kadar güzel bir koyun görmemiştim o güne dek. Delikten baktım, ama çocuk sıvışmıştı. Eve gittim ve benim için çok değerli bir hâzineyle geri döndüm.
Yarı-açık, çok hoş kokulu bir çam kozalağıydı bu. Onu oraya bıraktım.
Daha sonra ne o çocuğu ne elini gördüm. Ne de böylesi bir koyuna rastladım. Bir yangında yitirdim onu. İçinde bulunduğumuz 1954 yılında, ellinci yaşımın sınırında olduğum bugün bile, ne zaman bir oyuncak mağazasının önünden geçsem, gizlice vitrinlere göz atarım. Sonuç, sıfır. Ona benzer bir koyunu bir daha hiç görmedim.
Mutluluğa erişmiş bir insanım ben. Kardeşlerimizin kardeşliğine tanık olmak yaşamın en yüce eylemlerindendir. Sevdiklerimizin sevgisini tanımak, yaşamı besleyen bir ateştir. Tanıdıklarımızın ve de tanıdık olmasa da, düşlerimize ve yalnızlığımıza, karşılaştığımız tehlikelere ve güçsüz yönlerimize ilgi duyan tüm insanların sevgi ve dostluğunu yüreğinde duyabilmek, daha da yüce ve güzel bir duygudur. Çünkü, benliğimizi geliştirip güçlendirir ve benliklerin birlikteliğine doğru yol alır.
İlk kez olarak, bu armağan, yaşamıma, bana sonraları hep eşlik eden bir hazine sunuyordu: İnsanlararası dayanışma… Daha sonra, yaşam bunu her türlü zorbalık ve düşmanlığa karşın oya işleye yolumun üstüne yerleştirecekti.
Bu durumda, benim, insanların kardeşlik duygularına, reçine ve toprak kokusu ile karşılık verme çabalarımı öğrenmek sizi hiç şaşırtmayacaktır. Orada, o bahçede bıraktığım çam kozalağı gibi, sözlerimi de, tanımadığım birçok insanın, birçok tutuklunun, yalnız yaşayan ve zulüm görmüş kişinin kapısına bıraktım. Çocukluğumda, ıssız bir evin bahçesinde edindiğim büyük ders budur işte. Birbirleriyle tanışan ve yaşamın meyvelerini değiştokuş etmek isteyen çocukların bir oyunuydu belki. Bu küçük gizemli alışveriş, şiirimi besleyen, körükleyen bir tortu gibi çöküp kaldı yüreğimde.
Çeviri: Akın Er