27 Şubat 2019

Serdar Aydın - Hakikat ve Görünürlük & Tayyar Eren Resmi


MedaKitap, sanat ve eleştiri dizisine yeni bir kitapla devam ediyor. Yaratıcı verimini bozkırın ortasında, deyim yerindeyse bir bozkır dikeni olarak inatla sürdüren ressam Tayyar Eren’in sanatını, Serdar Aydın’ın kaleminden değerlendiren ve bütünleyen Hakikat ve Görünürlük & Tayyar Eren Resmi adlı kitap okurla buluşuyor. Kitap, ressam Tayyar Eren’in 50. Sanat Yılı anısına, daha önce toplu olarak bir araya gelmemiş resimlerini 4 renk ve kuşe kağıda basılı olarak, yazar Serdar Aydın’ın, Tayyar Eren sanatı üzerine yazdığı yazılarla birleştirerek toplu olarak sunuyor okura. 


27 Şubat Dünya Ressamlar Günü Kutlu Olsun.


Senin Kanatlarınla – John Steinbeck

Bir asteğmenin savaş dönemi ailesiyle başından geçenler anlatılır öyküde.
 
Eve gitmeyi her şeyden çok istediğini biliyordu -evde alması gereken bir şey olduğunu biliyordu, ancak ne olduğunu bile bilmiyordu. Uzun, sıkı eğitim sırasında ne kendisini düşünmek ne de bir şey istemek için zamanı olmuştu. Sondaki tören gerçek dışıydı. Diğer on altı kişi ile birlikte duruyordu -hepsi selvi kütükleri gibi dimdikti ve gümüş kanatlar ceketinin kalbinin üstündeki kısmına tutturulmuştu. Albay konuşuyordu ve aklının yarısı bunu dinlerken…diğer yarısı eve gidiyordu.

Ford Model A’sına doğru yürüdü, içeri girdi ve kapıyı çarptı. Göz ucuyla baktığında, omuzlarındaki altın çubukları görebiliyordu. Gümüş kanatlar kalbinin üzerine bütün ağırlığıyla çökmüştü. Tıkırdayan üstü açık arabayı çalıştırdı, çarpan pistonlara bir an için kulak verdi ve altın rengi güneşli ikindi vaktinin içinde arabayı sürdü. Ön tekerlekler gevşek bir şekilde sallandı, direksiyonun elinin içinde bir ileri bir geri gitmesine izin verdi. Bir eğitim uçağı havalanıp yan yattı. Kafasını kaldırıp bakınca pilotun eve gitmediğini anladı. Şimdi kendi başarısından korkuyordu. Şapkasını biraz eğdi ve direksiyona dimdik yerleşti.

Sonra otoyoldan çıkıp dar yola saptı. Çayır kuşu, çit direğinden bir sonraki çit direğine doğru, gelişini müjdelercesine uçtu. Taze pamuklar tarlalarda güçlü, koyu ve temizdi. Yanlarından geçtiği küçük evlerin verandaları kalabalıktı…Çocuklar yıkanmış, en yeni, en kolalı kıyafetlerini giymişti… saçları kurdelelerle toplanmıştı…ve yaşlılar verandaların arka tarafında duruyordu. Her evden onun geçişini izlediler, sonra aileler yola doğru basamaklardan tören adımlarıyla indiler, kiliseye gidiyormuş gibi onu izlediler…Kadınlar ve erkekler ve çocuklar en iyi kıyafetleri içerisindeydiler. Arkasında kalan şeritte hareket edenleri güneşin kırıldığı dikiz aynasından görebiliyordu.

Kendi ailesi de verandada onu bekliyordu…babası beyaz gömlek, siyah tel kravat ve koyu kilise kıyafetleri içindeydi, ince çenesini kaldırmıştı; annesi mavi-beyaz baskılı elbisesi içindeydi, önünde kavuşturduğu her bir eli ötekini, kaçmasını engellercesine tutuyordu; büyümüş kız kardeşi sevimli ve soluk soluğaydı, dudakları biraz açıktı; genç erkek kardeşinin gözleri o kadar açıktı ki alnı kırışmıştı. Asteğmen William Thatcher arabasını durdurdu, yavaşça dışarı çıktı, ağır ağır verandaya doğru ilerledi, toplanmış komşular da onun arkasından geldiler. 

Her şeyi planlamıştı. Hiçbir şey olmamışçasına davranacaktı. ‘Merhaba baba’ demeyi, annesini ve kız kardeşini öpmeyi, küçük erkek kardeşini kucağına almayı, onun kıvırcık saçlarını karıştırmayı hep planlamıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Hiçbir şey olmamış değildi — bir şey olmuştu. Yavaşça verandaya doğru yürüdü, yukarıya doğru, babasına bakarak durdu. Yakınında sessizce hareket eden ve arkasında yarım daire oluşturan komşularının çıkardığı hışırtıları duyabiliyordu. Kendi insanları onun hakkında hüküm vermiş gibiydi. Güneş verandada ve verandaya yaslanmış güller üzerinde sıcaktı, güneş onun altın omuz çubuklarını yakıyordu. Gözlerinin köşesinden rütbe işaretlerinin parladığını görebiliyordu. Eve zafer kazanmış bir komutan gibi dönmeyi düşünmüştü ama hiç de öyle olmamıştı. Altın kartallı şapkasını çıkardı, elinde tuttu. Uzun boylu babasının dudaklarını yaladığını gördü. Sonra babası yumuşak bir sesle: 

‘Oğlum — dünyadaki her siyah adam senin kanatlarınla uçacak’ dedi. İşte o zaman anladı. Nefesi boğazına sertçe tıkandı. Basamaklara tırmandı, ailesinin yanından körmüş gibi geçip evine, büyüdüğü yatak odasına geçti. Teğmen William Thatcher beyaz yatakta uzanıyordu. Kalbi çarpıyordu. Evin önünden gelen kısık sesli uğultuları duyabiliyordu. Az sonra bir şarkıya başlayacaklarını biliyordu. Ve şimdi onlar için ne ifade ettiğini biliyordu.
 

Şarkı - Hasan Ali Yücel

İlham arayan gözlerle bir pembe şafaksın
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın.
Bir ufuk olayım ben sana, sihrin bana aksın
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın.

Kurtar beni artık sonu gelmez gecelerden
Bilsen ki bu sevda bana geçtir, sana erken
Ruhumda bütün başka emeller sönüyorken
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın


Konuşan zaman - Victor Hugo

Gùneş uykuya dalarken
Ufuktan karanlıga kapı açılıyorsa
Yıldızlar geceyi kucaklarken
Ay gôkyùzùnde parlıyorsa

Gecenin çigi dùşùyorsa sabaha
ilk ışıkla buharlaşıp ucuyorsa semaya
Gôkyùzùnde beyaz bulut,siyah oluyorsa
Kızgın bir ateş olup şimşekler çakıyorsa

Rùzgarla karışıp fırtına oluyorsa
Dev yelkenler onunla doluyorsa
Herbir damla toprakla buluşuyorsa
Sarı benizler, çatlak yùzler, canlanıyorsa

Yeşil ot, çepe cevre sarıyorsa
Toprak onu bagrına basıyorsa
Hercanlı bu zamanda yaşıyorsa
Anlamaz mı bu evrende boşluk yok


24 Şubat 2019

Pico della Mirandola - İnsanın Değeri Üzerine Söylev Ya Da Rönesansın Manifestosu

Mirandola, insanı Tanrı’nın bu dünyadaki benzeri olan onurlu bir varlık olarak görmüş ve bilgiye ulaşmada sürekli araştırmanın önemini vurgulamıştır.

İnsanın görevi üç aşamalıdır; 1. Zorunlu ahlaksal gelişim, 2. Ussal bilgilenme, 3. Mutlak gerçeklikle özdeşleşip yetkinleşme.

“Oratio de Hominis Dignitate”,Türkçesi “İnsanın Değeri Üzerine Söylev”,on beşinci yüzyılın temel düşüncesini açığa vurdu. O, başka başka felsefeleri yalnızca diyalektiğin uyumlu kılabileceğini, din ile bilimin bileşiminin olsa olsa diyalektikle yapılabileceğini, büyü dizgelerinin özünde saklı duran bilgeliğin onunla açığa çıkarılabileceğini öğretti. Pico, Rönesans’a seçme özgürlüğü kavramını getirdi. Özgürlük,bizim evrenimizin yasalı olduğunu yadsımaz,tersine evrenin yasalılığına dayanır. İnsanda dünyadaki her varlığın,canlının tohumu vardır. Duyumun tohumlarının gelişmesine izin verilirse insan hayvanlaşacaktır;ussal tohumlar çimlenirse o göksel bir canlı olacaktır. Gelgelelim onda anlama yetisinin tohumları çiçeklenecek olursa insan melek gibi olur.”O herhangi bir yaratığın payına düşenle yetinmez,kendi birliği içinde kendini yukarı kaldırırsa Tanrı ile bir tek tin yapılır,”her şeyin üzerinde”,”bütün şeylerin başında”olur. Oysa törel felsefe sevi,barış getirecektir. Biz Yakup’un merdivenlerine ancak o zaman tırmanmaya başlayabiliriz. Bu merdiven”aşağıdaki yeryüzünden göğün yücelerine yükselir,art arda gelen birçok basamağa ayrılmıştır.”Tanrının merdivenine hiç kimse kirli ayaklarla,yıkanmamış ellerle dokunamaz. Gizemin belirttiği gibi,”saf olmayanın saf olana dokunması kutsala saygısızlıktır”.Ne ki saflığa ulaştığımızda bütün varlıkları sevebiliriz. Bunu başarırsak ”Birdenbire saf gibi alev alev yanmaya başlarız”

Gerçek bir dalınççı gövdesini unutur,usun en derin yerlerine erişir,o dünyasal değildir,göksel bir hayvan da değildir,insan etine bürünmüş Tanrıdır daha çok.

İnsan evrenin bir yerini doldurmak için rastgele yaratılmamıştır. O, Tanrının bir benzeridir. Kendince bir dünyası vardır,büyük dünya içinde bir küçük bir dünyadır. Mirandola’nın bu düşüncesinde,yaygın bir Rönesans anlayışıyla karşılaşırız. Artık insan bir organ değil,yasası,ağırlık merkezi kendisinde olan özgür,küçük bir dünyadır. Dünya içinde Tanrı neyse gövde için de can odur. Dolayısıyla tanrı gibi insan da çevresinde olup biten her şeyin odağındadır. Bu yaklaşım,insanın evrenin merkezinde yer aldığı düşüncesine götürür, Bu da Hümanizmanın ayırıcı özelliğidir.

Spinoza’nın dediği gibi insanların usu türlü türlü,birinde kutsallık duygusu uyandıran ötekine gülünç gelir.

“Ey Adam!Biz sana ne hazır bir yüz ne de özgün,doğuştan gelen bir özellik verdik,ta ki kendi yerini,biçimini,yeteneklerini kendin seçesin,onları kendi yargın,kendi kararın ile edinebilesin. Bütün öteki yaratıkların doğası bizim koyduğumuz yasalarla belirlenip sınırlanmıştır. Oysa senin önünde böyle sınırlamalar yok,kendi yüzünün çizgilerini sana koruma görevini verdiğimiz özgür isteğinle çizebilirsin. Seni dünyanın tam ortasına koyduk,baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilsin diye. Seni ne yersel ne gökse,ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık;özgür olağandışı bir yontucu gibi kendini,kendi seçiminle biçimleyebilesin diye, Aşağıya,yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine çıkmak da senin elinde.”Pico Della Mirandelo
 
Nice basamakla yerden göğün yücesine çıkan bir merdiven vardı.Tanrı,bu merdivenin doruğunda oturur. Düşünceli melekler merdivenin basamaklarında inip çıkar. Meleklerin yaşamına öykünen bizlerin yüzümüzü çevirmemiz gereken merdiven buysa, sorarım size:Tanrının basamaklarına çamurlu ayaklar, topraklı ellerle oturmayı kim göze alır? Gizin öğrettiği gibi, saf olmayanın saf olana dokunması yasaktır. Peki bizim sözünü ettiğimiz bu eller,bu ayaklar da ne? Elbette onlar ruhun ayaklarıdır:Açıkçası,ruhun,toprağa tutunan kökler gibi yeryüzüne tutunduğu en değersiz bölümü. Demek istediğim şu:yanan kösnü ateşini o doyurup besler, duyusal güçsüzlüğün öğretmeni odur.Ruhun kolayca öfkeleniveren  bu gücünü niye “el”diye adlandırmayalım? El,isteme yetisinin savaşçısıdır, istek uğruna dövüşür, tozda,güneşte ona yiyecek sağlamaya uğraşır. Gölgede yatan her şeyi,onun yutması için ele geçirir. Bu eller,bu ayaklar gövdenin bütün duyusal bölümleridir. Dedikleri gibi ruhu geriye çeken dikkat bunlarda barınır. Onları akan bir ırmakta yıkar gibi törel felsefede yıkayalım da kirli,bulaşık olduğumuz için merdivenden çıkmamızı önlemesinler.

Daha dünyaya gelmeden,dirimin Tanrısıyla sözleşme yapan dürüst Eyüp’ü de inceleyelim.Yüce Tanrının onu kuşatan on binlerce varlıktan ne istediğini araştıralım. O,Eyüp’ün sayfalarında yazdığı gibi,sallantısızca”barış” diye yanıtlayacaktır: O,göğün ulaştığı uzak yerlerde barışı kurar. Felsefeci Empedokles,tanrıbilimci Eyüp’ün sözlerini bizim için yorumlayabilir pekala. Çünkü ortadaki düzen,yukarıdan aşağı doğru sıralanan düzenlerin uyarısını,öğüdünü yorumlar.Empedokles bize ruhumuzunn ikili bir yapısı olduğunu öğretir,bunlardan biri bizi yukarı göksel bölgelere taşır. Oysa öteki cehennem bölgelerine taşınırız.her şey dostluk-düşmanlık,savaş-barış aracılığı ile olur.

Önce Zerdüşt’ün, ondan sonra da Platon’un Alkibiades’de yazdığı gibi-“kendini bilen,kendinde olan her şeyi bilir.”

İnsanların en bilgesi Pisagor’un görüşünü de araştıralım.Pisagor,kendisinin bilge diye adlandırılmaya değer olduğunu düşünmedi hiçbir zaman.Onun bilge bir adam dile tanınmasının nedeni kesinlikle budur.O,ilk olarak hiçbir zaman kovaya oturmamayı;açıkçası hiçbir zaman uslamlama gücümüzü yitirmemizeneden olacak tembel bir kımıltısızlık içinde olmamayı buyurdu.Us,her şeyi sınayan,yargılayan,ölçen yetidir.Ne var ki diyalektiğin kuralları,alıştırmaları usun her şeye doğrudan yönelişini,onun çevikliğini korumasını daha güçlü kılar.

Başaracak olursam dokuz yüz tez savunduğum için övülmekle on tez savunduğum için övülmek arasında bir fark görmem.Başaramazsam,benden nefret edenler beni kötülemek için bir dayanak bulur,beni sevenler de affetmek için bir fırsat yakalar.Bence böyle büyük,böyle önemli bir tartışmayı yeteneksizlik ya da öğrenme isteği nedeni ile yitiren bir genç,kınanmaktan çok hoşgörülür.Çünkü şairin dediği gibi

Güçler yenilse bile cesaret övülecektir / Büyük bir tartışmada,istemiş olmak yeter

“Yeryüzünün bütün gökleri onun şanının parıltısının görkemiyle dolduruldu.”

Bundan daha fazlasını da söyleyebilirdim;çünkü onu anlamadıkları için ondan nefret eden,onu kınayan nice kişi var,nitekim köpekler de her zaman yabancılara havlar.

Paul’un dediği gibi,bilge kişinin sözleri insana özgü sağduyu değil,Tanrı buyruğudur.

Bu kitap haklı olarak “Rönesansın Manifestosu”diye adlandırıldı.İnsanı bir mikrokozmoz olarak gören Pico,kendini kuran bireyin bir dünya kurduğunun farkındaydı…

Pico, Kabalayı Avrupa’ya sokan kişi olmakla kalmadı, istemenin uzun bir aradan sonra açıkça duyulan sesi oldu. Schopenhauer’in dediği gibi insan isterken, geride ki, içeride ki yaratıcı güce, dürtüye çok benzer.

Ferit Edgü - „Kış‟

öyküsünde anlatıcı karakter ile annesi arasında geçen diyalog

“Kış gelse de ölsek, demişti durduk yere annem.

Oysa, henüz eski eylüle bile girmiş değildik. Çok iyi anımsıyorum, kasvetli bir gündü, yağmur yağdı yağacak.

Durup dururken, bu da nerden çıktı? Dedim.

Yeterince yaşamadım mı sence? Diye sordu. Bak damağımın tadı kalmadı. Yediğim et, tavuk mu, kuzu mu bilemiyorum. İçtiğim su, Taşdelen mi, Karakulak mı, anlamıyorum. Güller, karanfiller leş gibi kokuyor. Güneşte üşüyor, geceleri terliyorum. Günler karanlık, geceler daha da karanlık. Gürültüden gözüme uyku girmiyor. Sessizliği özledim. Kimsesizliği özledim. Onu özledim.


O dediğin de kim? Diye sordum.

O işte, dedi.

Üstelemedim.

Daha kışa çok var, demekle yetindim. 

Hadi, şimdi kapa gözlerini.”

Ferit Edgü'nün 'Kış' Adlı Öyküsünde Ölüm İzleği 2007


Arthur Schopenhauer

 Sanat Üzerine

Her istek, bir gereksinimden, bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır.

Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin.

Alınyazısından kopardığımız herşey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.

İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.

Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos'tur o.

Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.

Epiküros'un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı durur o zaman... Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.

* * *

Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.

* * *

Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.

* * *

Kaçamak esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insalığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.

* * *

Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve herşeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.

* * *

Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, içrahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.

* * *

Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha biliçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir. Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.

Stefan Zweig'in intihar mektubu

Zweig, kendi parlayan yıldızını ise Rio de Janeiro'da bir otelin soğuk odasında karısıyla birlikte intihar ederek söndürmüş, arkasında ise şu satırları bırakmıştı:

"Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya'ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum."

Stefan Zweig Petropolis 22.11.1942

21 Şubat 2019

Baruch Spinoza "Barış, savaşın olmaması demek değildir. O; bir erdem, bir ruh hali, iyilikseverlik, güven ve asalettir."

Mutluluk erdemin ödülü olmayıp kendisi bir erdemdir. Biz mutluluktan tutkularımızı engellediği için haz duymaz; tersine, mutluluktan haz duyduğumuz için tutkularımızı engelleyebiliriz.

İnsanlar, eylemlerinin bilincinde olup bu eylemleri belirleyen nedenlerden habersiz oldukları için özgür olduklarına inanırlar.

Yeni fikirlere şaşmayın; şunu bilin ki hiçbir şey, sırf birçok kişi tarafından kabul görmüyor diye doğru olma vasfını yitirmez.

İnsanın duyguları denetleme ve kısıtlama güçsüzlüğüne kölelik diyorum; çünkü duygulara tabi olan insan, kendisinin değil, ama kaderinin hükmündedir; öylesine onun hakimiyetindedir ki, kendisi için daha iyi olana bakmasına rağmen, yine de kötü olana akmaya zorlanır.

 Doğada herhangi bir şey bize gülünç, saçma ya da kötü gelirse, bunun nedeni nesneler üstünde yalnızca sınırlı bilgi sahibi olmamızdır, doğanın bir bütün olarak düzeni ve tutarlılığını bilmediğimizdendir.

Ülkü Tamer "Papirüs'ün çıkışı"

1966 yılında Cemal Süreya ile birlikte çıkaracakları Papirüs dergisinin ilk sayısının çıkması için gereken paranın bulunmasının ilginç hikayesini 2010 yılında katıldığı bir belgesel programında anlatmıştı.

Derginin yayımlanabilmesi için 1500 lira gerekmektedir. Ülkü Tamer ile Cemal Süreya’nın cebindeki toplam para ise 50 lira civarındadır. Bir gün Cemal Süreya’nın yakın arkadaşı Edip (Cansever) gelir. Edip, şair olmasının yanı sıra, Kapalı Çarşı’da antika eşya alıp satan bir dükkan işletmektedir. Biraz sonra Edip Cansever’in ortağı Jack çıkagelir. Gözü yerdeki küçük halıya takılır ve ekler: “Siz bu halıya basıyor musunuz yoksa?” Halıyı alır gider ve akşamüstü elemanlarından birisiyle 2000 lira yollar ve halının parasını verir, dergi basılır.


Chuck Palahniuk - Tekinsiz

Amerikan rüyası bu işte: Hayatınızı, satabileceğiniz bir şey haline getirmek.

Koşullarını göz ardı etmeyi başarıp söz verdiğin şekilde hareket etmeye başlayana dek daima dünya tarafından kontrol ediliyor olacaksın.

"Delilik" derdi Mürekkep, "aklı başında olmanın yeni şekli."

İkinci Dünya Savaşının bize tükenmez kalemi armağan etmesi gibi, uzay programı da bize insan ruhunun ölümsüzlüğünü ispatladı. Herkesin dünya dediği şey, bütün ruhların uğramak zorunda olduğu bir işleme istasyonuydu. Islah sürecinde bir adımdı. Ham petrolü, benzin veya gaza çeviren ayrım kulesi gibiydi. İnsan ruhları Dünyada ıslah olduktan hemen sonra, Venüs gezegeninde canlanacaktı.

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın - Umberto Eco

İnsan kendine özgü şekilde olağandışı bir yaratıktır. Ateşi keşfetti,  şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar  getirdi, mitolojik imgeler yarattı. Ama aynı zamanda hemcinslerine savaş  açmaktan, çevresini yok etmek gibi yanılgılara düşmekten bir türlü  vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür  kefesine aptallığı koyduğunuzda neredeyse dengede kalır.

Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac
Fransızca aslından çeviren Sosi Dolanoğlu

Önsöz
“Bu şunu öldürecek. Kitap binayı
öldürecek. ” Hugo, bu meşhur sözünü
Claude Frollo’nun, Notre-Dame de
Paris’nin başdiyakozunun ağzından
söyletir. Mimari ölmeyecektir
şüphesiz, fakat biçim değiştiren bir
kültürün bayrağı olma işlevini
kaybedecektir. “Mimariyi düşünceyle
kıyasladığınızda, düşünce kitap haline
gelirken bir parça kâğıt, biraz
mürekkep ve bir kalem yettiğine göre,
insan zekâsının matbaa uğruna
mimariyi terk etmesine nasıl şaşılır?”
Bizirr “taştan Kitabı Mukaddeslerimiz”
ortadan yok olmadı, fakat önce
elyazması, sonra da basılı metinlerin
üretiminin tamamı, o “düşünen
beyinlerin karınca yuvası”, o "bütün
muhayyilelerin, şu altın rengi arıların
ballarıyla üşüştükleri kovan”,
Ortaçağ’ın sonunda, onları apansız,
bulundukları mevkiden fena halde
alaşağı etti. Keza, elektronik kitap
basılı kitabın zararına olacak şekilde
sonunda kendini kabul ettirse de, onu
evlerimizden ve alışkanlıklarımız
arasından çıkarmayı başarması için
pek az sebep var. “E-kitap” kitabı
öldürmeyecek yani. Gutenberg’in ve
dâhiyane icadının kodekslerin
kullanımım; kodekslerin kullanımının
da papirüs tomarları veya volumina
ticaretini akşamdan sabaha ortadan
kaldırmadığı gibi. Güncel gelişmeler ve
alışkanlıklar bir arada yaşar, bizlerin
en çok sevdiği şeyse olasılıklar
yelpazesini genişletmektir. Film
tabloyu öldürdü mü? Ya televizyon
sinemayı? O halde, bundan böyle
dijital olan evrensel kütüphaneye tek
bir ekran vasıtasıyla girişimizi sağlayan
okuma sayısallaştırıcılarına ve
donanımlarına hoş geldin diyoruz.
Asıl soru, ekrandan okumanın, bugüne
kadar kitapların sayfalarını çevirerek
yapageldiğimiz okumaya nasıl bir
değişiklik getireceğini bilmekte yatıyor.
Bu yeni küçük, beyaz kitaplar
sayesinde ne kazanacağız, ama
öncelikle bunlar yüzünden neyi
kaybedeceğiz? Yıllanmış alışkanlıkları,
belki. Kitabı mihraba yerleştirmiş bir
uygarlık çerçevesinde, onu kuşatan
kutsallığı. Hipermetinsellik kavramının
kaçınılmaz olarak bozacağı, yazar ile
okuru arasındaki o özel mahremiyeti.
Kitabın simgelediği “kapanış” fikrini ve
tam da bundan hareketle, besbelli ki
bazı okuma âdetlerini. Roger
Chartier’nin College de France’taki
açılış dersinde belirttiği gibi, “Dijital
devrim, söylemler ile onların
maddiyeti arasında kurulmuş olan eski
bağı kopararak, bizim yazıyla
bağdaştırdığımız hareketlerin ve
kavramların kökten biçimde gözden
geçirilmesini zorunlu kılıyor. ” Bunlar
bizde derin sarsıntılar yaratacak
muhtemelen, fakat üstesinden
geleceğiz.
Jean-Claude Carriere ile Umberto Eco
arasındaki söz alışverişinde asıl
mevzubahis olan şey, elektronik
kitabın büyük ölçekte (veya değil)
benimsenmesinin ortaya
çıkarabileceği değişimlerin Ve
çalkantıların yapısı üzerinde bir karara
varmak değildi. Bibliyofil olarak, eski
ve nadir kitap koleksiyoncuları,
incunabula arayıcıları ve avcıları
olarak tecrübeleri, onları kitabın, tıpkı
tekerlek gibi, muhayyilenin işleyişi
bakımından aşılamaz bir çeşit
mükemmellik olduğu
değerlendirmesine vardırıyor daha
ziyade. Uygarlık tekerleği icat
ettiğinde, tekerlek kendini biteviye
tekrar etmeye mahkûmdur artık.
Kitabın icadını ister ilk kodekslere (MS
yaklaşık II. yüzyıl) ister daha eski
papirüs tomarlarına dayandıralım,
uğradığı değişimlerin ötesinde,
kendine olağanüstü bir şekilde sadık
kaldığını kanıtlamış bir gereç var
karşımızda. Bu durumda kitap,
müjdelenen veya korkulan teknolojik
devrimlerin durduramayacağı bir çeşit
"bilginin ve muhayyilenin tekerleği”
gibi görünüyor. Bu iç rahatlatıcı
saptamayı yaptığımıza göre, asıl
tartışmaya girişebiliriz artık.
Kitap teknolojik devrimini yapmaya
hazırlanıyor. Peki, kitap nedir?
Raflarımızda, bütün dünyanın
kütüphanelerinin raflarında, insanlığın
kendini yazacak duruma geldiğinden
beri biriktirdiği bilgileri ve hayalleri
kapsayan kitaplar nedir? Zihnin onlar
aracılığıyla çıktığı bu serüvene dair
nasıl bir imgeye sahibiz? Bize hangi
aynaları tutuyorlar? Bu üretimin sırf
köpüğünü, etrafında kültürel
uzlaşmaların oluştuğu şaheserleri
dikkate alacak olursak, unutuşun
daima yok etmekle tehdit ettiklerini
güvenli bir yere koymaktan ibaret olan
asıl işlevlerine sadık kalabilir miyiz?
Yoksa bu yazı bolluğunun da ayırıcı
niteliği olan olağanüstü fukaralığı
dikkate alarak, kendimize dair daha az
gurur okşayıcı bir imgeyi kabullenmeli
miyiz? Kitap, artık çıkmış olduğumuzu
zannettiğimiz karanlıkları bize
unutturduğu farz edilen kendimizle
ilgili ilerlemelerin simgesi midir ille
de? Kitapların bize sözünü ettikleri şey
tam olarak nedir?
Kütüphanelerimizin sağladığı, kendi
kendimizi daha açık yüreklilikle
tanımaya yönelik tanıklığın
mahiyetine dair bu endişelere, bir de
bize kadar ulaşmış olan şeylere dair
sorular eklenir. Kitaplar, az ya da çok
esinlenen insan dehasının yarattığı
şeyin sadık yansıması mıdır? Bu soru
ortaya atılır atılmaz, kafaları
bulandırır. Onca kitabın yanıp kül
olduğu ve olmaya da devam ettiği
ateşleri birden hatırlamazlık edebilir
miyiz? Sanki kitaplar ve derhal simgesi
haline geldikleri ifade özgürlüğü,
onların kullanımını ve dağıtımını
denetlemeye, bazen de ebediyen
onlara el koymaya meraklı onca
sansürcüyü yaratmışçasına. Örgütlü
bir yok etme eylemi söz konusu
olmadığında ise, ateş, sırf yakmak ve
küle döndürmek tutkusuyla, koskoca
kütüphaneleri sessizliğe gömdü;
tutuşturulan odun yığınları,
birbirlerini beslemesine, bu
denetlenemez bolluğun bir çeşit
düzene sokuşu meşrulaştırdığı fikrini
devam ettirir oldu. Şu halde kitap
üretimi tarihi, daima yeni baştan
başlanan hakiki bir bibliyokost
tarihinden ayrılamaz. Sansür, cahillik,
ahmaklık, Engizisyon, kitap yakma,
ihmal, dalgınlık, yangın; bunların her
biri kitapların yolunun üstüne, kimi
zaman önüne geçilemeyen engeller
olarak çıkacaklardı böylelikle. Yani
tüm arşivleme ve muhafaza çabaları
Îlahî Komedyaların ebediyen bilinmez
kalmasını asla engellemeyecekti.
Kitap üzerine ve tüm o yıkıcı
hamlelere rağmen bizlere ulaşan
kitaplar üzerine yapılan bu
değerlendirmelerden, iki fikir çıkıyor;
Paris’te Jean-Claude Carriere’in
konutunda ve Monte Cerignone’de
Umberto Eco’nun evinde yürütülen bu
dereden tepeden söyleşiler işte bu iki
fikrin etrafında şekillendi. Kültür
dediğimiz şey gerçekte uzun bir
ayıklama ve eleme sürecidir. Koskoca
kitap, resim, film, çizgi roman, sanat
nesnesi koleksiyonları bu şekilde ya
sorgu memuru tarafından alıkondu ya
alevler arasında yok olup gitti yahut
da sırf ihmal yüzünden kayboldu.
Önceki yüzyılların muazzam mirasının
en iyi kısmı mıydı bunlar? En kötü
kısmı mı? Yaratıcı ifadenin filanca
alanında, elimize geçen altın külçesi
mi oldu, çamur mu? Eski Yunan’ın en
büyük üç trajedi şairi olarak
gördüğümüz Euripides’i, Sophokles’i,
Aiskhylos’u hâlâ okuyoruz. Ne var ki
Aristoteles, Poetika'sında, trajediye
hasrettiği eserinde, trajedinin en ünlü
temsilcilerini sayarken bu üç isimden
hiçbirini zikretmiyor. Kaybetmiş
olduğumuz muhafaza etmiş
olduğumuzdan daha mı iyiydi, Eski
Yunan tiyatrosunu daha mı iyi temsil
ediyordu? Kafamızdaki şüpheyi kim
söküp atacak?
İskenderiye Kütüphanesi yangınında
yok olmuş papirüs tomarları arasında
ve duman olup uçan bütün
kütüphanelerde muhtemel
paçavraların, zevksizlik ve saçmalık
abidelerinin uyukladığını düşünerek
teselli mi bulacağız?
Kütüphanelerimizin barındırdığı
değersiz hazinelere bakarak, geçmişin
o muazzam kayıplarını, hafızamızın
isteyerek veya istemeyerek işlediği o
cinayetleri göreceleştirebilecek miyiz;
dünyanın tüm teknolojileriyle
donanmış toplumlarımızın hâlâ emin
bir yere koymaya uğraştığı -ama kalıcı
olarak bunu bir türlü başaramadığımuhafaza
ettiklerimizle mi
yetineceğiz? Geçmişi konuşturma
konusunda ne kadar ısrarlı olursak
olalım, kütüphanelerimizde,
müzelerimizde veya
sinemateklerimizde zamanın yok
etmediği veya edemediği eserleri
bulabileceğiz ancak. Kültürün, tam da,
her şey unutulduğunda geride kalan
şey olduğunu her zamankinden daha
iyi kavrıyoruz.
Fakat bu söyleşilerin en nefis yanı,
insanlığın o muazzam inatçı çabasının
başucunda sessizce bekleyen ve bazen
son derece dediğim dedik olduğunu
kabule hiç yanaşmayan aptallığa
düzülen övgü belki de İkisi de kitap
koleksiyoncusu ve sevdalısı olan
göstergebilimci ile senarist arasındaki
buluşmanın anlamı tam da burada
yatıyor. İlki, hakikate aykırı, sahte ve
hatalı olan üzerine son derece nadir
eserlerden meydana gelen bir
koleksiyon oluşturmuş; ona göre, bir
hakikat kuramının temelini atmaya
yönelik her girişim bunlara bağlı
çünkü. “İnsan kendine özgü bir şekilde
olağandışı bir yaratıktır, ” diye
açıklıyor Umberto Eco. “Ateşi keşfetti,
şehirler inşa etti, muhteşem şiirler
yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi,
mitolojik imgeler yarattı vs. Fakat aynı
zamanda, hemcinslerine savaş
açmaktan, yanılgıya düşmekten,
çevresini yok etmekten vs. bir türlü
vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine
yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine
bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi
neredeyse dengede kalır. Dolayısıyla,
aptallıktan bahsetmeye karar
vermekle, bu yarı-dâhi yarı-ahmak
yaratığa saygılarımızı sunuyoruz bir
anlamda. " Kitaplar, daha iyinin ve
varlığını yüceltme arayışındaki bir
insanlığın özlemlerinin ve
istidatlarının tam bir yansıması
sayılıyorsa, o halde bu saygınlık
aşırdığı ile bu liyakatsizliği kaçınılmaz
olarak dile getirmeliler. Onun için de
bu asılsız, yalan yanlış, hatta şaşmaz
bakış açımıza göre, hepten abes
eserlerden kurtulacağımızı
zannetmeyelim dahi. Vaktimiz dolana
kadar sadık gölgeler gibi bizi takip
edecek ve eskiden ne olduğumuz
hakkında ve dahası, şu an ne
olduğumuz hakkında yalan
söylemeksizin konuşacaklar. Yani
tutkulu ve inatçı ama doğrusunu
söylemek gerekirse, hiç ahlaki kaygı
gütmeyen araştırmacılar olduğumuz
hakkında. Hata, yalnızca arayıp da
yanılanlara ait olduğu ölçüde
insancadır. Çözülen her denklem,
doğrulanan her varsayım, değişime
uğrayan her deneme, paylaşılan her
görüş için, hiçbir yere çıkmayan ne
kadar yol kat edilmiştir? Onun için de
kitaplar, bezdirici rezilliklerinden
nihayet kurtulmuş bir insanlığın
hayalini aydınlatır, aynı zamanda bu
hayali soluklaştırır ve karartır.
Tanınmış senarist, tiyatro adamı,
denemeci Jean-Claude Carriere de
değeri bilinmemiş ve ona kalırsa
yeterince ziyaret edilmemiş aptallık
denen bu anıta yakınlık duyar ve
devamlı yeniden basılan bir
çalışmasını ona adamıştır: “Altmışlı
yıllarda, Guy Bechtel ile Dictionnaire
de la betise imizi (Aptallık Sözlüğü)
hazırlamaya giriştiğimizde, kendi
kendimize şöyle dedik: Niye sadece
zekânın, şaheserlerin, zihnin büyük
anıtlarının tarihine yapışıp kalalım?
Flaubert’in de çok sevdiği aptallık,
elbette ki alabildiğine daha yaygın,
ama aynı zamanda daha bereketli,
daha ifşa edici ve bir anlamda daha
doğruymuş gibi geldi bize. ” Ayrıca
görülüyor ki aptallığa gösterdiği bu ilgi
onu, bu ateşli ve kör yanılma
tutkumuzun en parlak tanıklıklarını bir
araya getirmek için Eco’nun harcadığı
çabalan gayet iyi anlayacak konuma
getirmiş. Hata ile aptallık arasında bir
çeşit akrabalık, hatta yüzyıllardır hiçbir
şeyin bozacak güçte görünmediği gizli
bir suç ortaklığı olduğu ortaya
konabilir şüphesiz. Fakat bizim için
daha şaşırtıcısı, “Aptallık Sözlüğü'nün
yazanyla La Guerre dufaux nun
(Sahtenin Savaşı) yazarının sorulan
arasında, bu söyleşilerin geniş ölçüde
açığa çıkardığı ruh yakınlıkları ve
duygudaşlıklar olduğuydu.
Bu yol kazalarının şakacı gözlemcileri
ve anlatıcıları olarak, hem ışık
saçanları hem dikiş tutturamayanları
sayesinde insan macerasından bir
şeyler anlayabileceğimiz kanısında
olan Jean-Claude Carriere ile Umberto
Eco, hafızanın etrafında parlak bir
doğaçlamaya dalıyorlar burada, bunu
da tıpkı şaheserlerimiz kadar hafızayı
meydana getiren fiyaskolardan,
boşluklardan, unutmalardan ve telafi
edilemez kayıplardan hareketle
yapıyorlar. Kitabın, eleme işlemlerinin
verdiği zararlara rağmen, kurulan
bütün tuzakları -en iyi ama bazen de
en kötü sonuca ulaşmak için4sonunda
nasıl aştığını göstermenin keyfini
çıkarıyorlar Yazıların dünya çapında
dijitalleşmesinin ve yeni elektronik
okuma gereçlerinin benimsenmesinin
temsil ettiği meydan okuma
karşısında, kitabın bahtına ve
bahtsızlığına değinmek, ilan edilen
değişimleri göreceleştirmeyi sağlıyor.
Gutenberg galaksisine mütebessim bir
saygı duruşu olan bu söyleşiler, tüm
okurları ve kitap denen nesnenin
sevdalılarını mutlu edecek. E-kitapları
olanlarda özlem uyandırması da
mümkün.
JEAN-PHILIPPE DE TONNAC


Kitap ölmeyecek
JEAN-CLAUDE CARRIERE: 2008’deki
son Davos zirvesinde, önümüzdeki on
beş yıl içinde insanlığı altüst edecek
olaylar konusunda fikri sorulan bir
fütürolog, yalnızca belli başlı dört
olayı aklımızda tutmamızı önerdi; ona
göre bunların olacağı kesindi. Birincisi,
petrolün varili 500 dolar olacak.
İkincisi suyla ilgili; tıpkı petrol gibi
suyun da ticari bir alışveriş ürünü
olması kaçınılmaz. Borsada su rayicini
göreceğiz. Üçüncü kehanet Afrika’ya
ilişkin, önümüzdeki on yıllarda
kesinlikle ekonomik bir güç haline
gelecek, hepimizin dileği bu tabii.
Bu profesyonel kâhine göre dördüncü
olay, kitabın ortadan kalkacak olması.
O halde asıl mesele şu: Kitabın kesin
olarak silinip gitmesi, eğer hakikaten
ortadan kalkarsa, insanlık için, mesela
suyun öngörülen programa göre
azalmasının ya da ulaşılmaz hale gelen
petrol fiyatlarının yol açacağı türden
sonuçlar doğurur mu, doğurmaz mı?
UMBERTO ECO: Kitap, internetin
ortaya çıkması yüzünden ortadan
kalkacak mı? Bu konuda zamanında
yazmıştım, yani bu soru tam da
yerinde görünürken. O gün bugündür,
bu konuda fikrim her sorulduğunda,
aynı metni yeniden yazmaktan başka
bir şey gelmiyor elim den. Kimse
bunun farkında değil, çünkü birincisi,
daha önce yayımlanmış olan bir metin
hiç yayımlanmamış gibidir; İkincisi,
kamuoyunda (yahut da en azından
gazetecilerde) kitabın ortadan
kalkacağına dair hep aynı sabit fikir
var (yahut da o gazeteciler okurlarının
bu sabit fikre sahip olduklarını
düşünüyorlar) ve herkes bıkıp
usanmadan aynı soruyu dile getiriyor.
Konu üstünde söylenecek çok az şey
var gerçekte. İnternetle, alfabe çağına
döndük. Biz görüntü uygarlığına
girdiğimizi zannetmiş olsak da,
bilgisayar bizi gerisingeri Gutenberg
galaksisinin içine soktu ve herkes
okumak mecburiyetinde artık. Okumak
için, maddi bir ortam gerekir. Bu
maddi ortam sadece bilgisayar
olamaz. Bir roman okumak için
bilgisayar başında iki saat geçirin,
gözleriniz tenis topu gibi olur. Benim
evde polaroid gözlüğüm var, ekran
karşısında devamlı okumanın yol açtığı
zararlardan gözlerimi korumamı
sağlıyor. Kaldı ki bilgisayar elektriğin
olmasına bağlı ve banyo küvetinde
okuyamazsınız, yatakta yan yatarken
de. Dolayısıyla kitabın daha esnek bir
gereç olduğu ortada.
İki şeyden biri: Ya kitap, okumanın
maddi ortamı olarak kalacak ya da
kitabın, matbaanın icadından önce
bile, hep olageldiği şeye benzeyecek
bir şey çıkacak ortaya. Kitap
nesnesinin etrafındaki çeşitlemeler
beş yüz yılı aşkın süredir onun ne
işlevini değiştirdi ne de sentaksını.
Kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya
makas gibidir. Bir kere icat ettikten
sonra daha iyisini yapamazsınız. Bir
kaşıktan daha iyi olacak bir kaşık
yapamazsınız. Tasarımcılar, mesela
tirbuşonu daha iyi hale getirmeye
çalışıyorlar, başarı oranları pek zayıf,
kaldı ki çoğu da işlemiyor. Philippe
Starck limon sıkacaklarında yenilik
yapmayı denedi, fakat onunki (belli bir
estetik uyumu korumak adına)
çekirdekleri de limon suyuyla birlikte
geçiriyor. Kitap değerini kanıtladı, aynı
şekilde kullanmak üzere kitaptan daha
iyisini nasıl yapabileceğimiz bir
muamma. Belki bileşimine giren
unsurlar gelişim gösterecektir, belki
sayfaları kâğıttan olmayacaktır artık.
Fakat neyse o olarak kalacaktır.
J. -C. C. : Görünüşe göre e-kitabın son
versiyonları, onu basılı kitabın
doğrudan rakibi haline getirdi artık.
"Reader” modelinde daha şimdiden
160 başlık var.
U. E. : Bir hâkimin, görülen bir davaya
ait 25000 dosyayı, şayet bir e-kitabın
belleğine yerleştirilmişlerse, evine
daha kolay götüreceği aşikâr.
Elektronik kitap pek çok alanda
olağanüstü bir kullanım rahatlığı
getirecek. Yalnız, okumanın
gereklerine en iyi uyarlanmış
teknolojiyle bile, Savaş ve Barış’ ı bir
e-kitapta okumak çok elverişli olur mu
diye merak etmeden duramıyorum.
Göreceğiz. Her halükârda Tolstoyları
ve kâğıt hamuruna basılmış tüm
kitapları artık okuyamayacağız, sebebi
çok basit, kütüphanelerimizde çoktan
eriyip dağılmaya başladılar çünkü.
Ellili yıllarda Gallimard ve Vrin
yayınevlerinden çıkmış kitapların
büyük bölümü çoktan ortadan yok
oldu. Tezimi hazırladığım dönemde o
kadar işime yaramış olan Gilson’un
Ortaçağ’da Felsefe'sini bugün elime
bile alamıyorum. Sayfaları kelimenin
gerçek anlamıyla parçalanıp dağılıyor.
Yeni bir baskısını satın alabilirim
şüphesiz ama benim bağlandığım
eskisi, ona her başvurduğumda değişik
renkte kalemlerle notlar almış
olduğum.
JEAN-PHILIPPE DE TONNAC: İster
elektronik ortamdaki ansiklopedilerin
ister romanların okunması olsun, her
durum ve koşulda yapılabilen bir
okuma eyleminin gereklerine ve
rahatlığına gittikçe daha iyi uyarlanan
yeni veri depolama ortamlarının
geliştirilmesiyle, geleneksel biçimiyle
kitap nesnesinden yavaş yavaş
soğumak her şeye rağmen tahayyül
edilemez mi?
U. E. : Her şey olabilir. Yarın öbür gün
kitaplar, geçmiş hayranlığına dair
meraklarını müzelerde,
kütüphanelerde tatmin etmeye
gidecek olan bir avuç iflah olmaz
tutkunu ilgilendirebilir sadece.
J. -C. C. : Müze ve kütüphane kalırsa
tabii.
U. E. : Fakat internet denen müthiş
icadın da gelecekte ortadan
kaybolacağını aynı şekilde tahayyül
edebiliriz. Tıpkı güdümlü balonların
göklerimizden kaybolduğu gibi.
Hindenburg, savaştan kısa süre önce
New York’ta alev aldığında, güdümlü
balonların geleceği öldü. Aynı şey
Concorde için geçerli: 2000’de
Gonesse’teki kaza onun sonu oldu.
Tarih her şeye rağmen olağandışıdır.
Atlas Okyanusu’nu sekiz saatte geçen
uçak yerine, yalnızca üç saatte geçen
bir uçak icat ediliyor. Böyle bir
gelişmeye kim itiraz edebilirdi? Ama
Gonesse’teki o facianın ardından,
Concorde’un çok pahalıya mal
olduğunu düşünerek vazgeçtiler.
Ciddiye alınacak bir sebep mi bu?
Atom bombası da pahalıya mal
oluyor!
J. -P. de T. : Size Hermann Hesse'nin şu
tespitini aktarayım. Ona göre teknik
gelişmeler kitabın muhtemel “yeniden
meşrulaşması"na imkân verecekti.
Bunu ellili yıllarda dile getirmiş olmalı:
"Zamanla, eğlence ve yaygın eğitim
ihtiyaçları yeni icatlarla tatmin
edilebildikçe, kitap da saygınlığını ve
sözü geçerliğini yeniden kazanacaktır.
Radyo, sinema vs. gibi genç rakip
icatların, basılı kitabın, kendi işlevleri
arasından tam da zarar görmeksizin
kaybedebileceği o kısmını elinden
alacakları noktaya henüz tam olarak
ulaşmadık. "
J. -C. C. : Bu bakımdan yanılmadı.
Sinema ile radyo, hatta televizyon
kitabın elinden hiçbir şey almadı,
kitabın “zarar görmeksizin” kaybettiği
bir şey olmadı.
U. E. : Bir ara insanlar yazıyı icat etti.
Yazının elin uzantısı olduğunu ve bu
bakımdan neredeyse biyolojik
olduğunu düşünebiliriz. Doğrudan
doğruya vücuda bağlı iletişim
teknolojisidir yazı. Bunu icat ettiğiniz
zaman, artık bundan vazgeçemezsiniz.
Bir kere daha söylemek gerekirse,
tekerleği icat etmiş olmak gibi bir şey.
Günümüzün tekerlekleri
tarihöncesininkiler. Modem icatlarımız
sinema, radyo, internet ise biyolojik
değil.
J. -C. C. : Altını çizmekte haklısınız:
Okuma ve yazmaya hiç günümüzdeki
kadar ihtiyacımız olmamıştı. Yazmayı
ve okumayı bilmiyorsak bilgisayar
kullanamayız. Hatta okuma yazma
eskisinden daha karmaşık bir hal aldı,
çünkü yeni işaretler, yeni anahtarlar
soktuk işin içine. Alfabemiz genişledi.
Okumayı öğrenmek giderek daha zor
oluyor. Bilgisayarlarımız
söylediklerimizi doğrudan yazıya
dökebilselerdi sözelliğe bir geri dönüş
yaşardık. Fakat bu da karşımıza başka
bir soru çıkarıyor: İnsan okumayı da
yazmayı da bilmiyorsa kendini doğru
bir şekilde ifade edebilir mi?
U. E. : Homeros olsa hiç şüphesiz şu
cevabı verirdi: Evet.
J. -C. C. : Ama Homeros sözel bir
geleneğe aitti. Bildiklerini bu gelenek
vasıtasıyla öğrenmişti, Eski Yunan’da
hiçbir şeyin henüz yazılı olmadığı bir
dönemde. Romanını yazının aracılığı
olmadan yazdıran ve kendinden
önceki edebiyat hakkında hiçbir şey
bilmeyen bir yazar tahayyül edebilir
miyiz bugün? Eseri naifliğin, keşfin, hiç
işitilmemiş olanın cazibesine sahip
olabilir belki. Ama gene de bana öyle
geliyor ki, daha iyisini
bulmadığımızdan kültür diye
adlandırdığımız şey eksik olacaktır
onda. Rimbaud müthiş yetenekli, eşi
benzeri olmayan dizeler yazmış bir
gençti. Fakat kendi kendini yetiştirmiş
değildi. On altı yaşındayken, sağlam,
klasik bir kültür almıştı zaten. Latince
dizeler yazabiliyordu.
KİTAPLARDAN KURTULABİLECEĞİNİZİ
SANMAYIN
JEAN-CLAUDE CARRIERE, UMBERTO
ECO
Çeviren: Sosi Dolanoğlu

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın 


Hayat - Engin Geçtan

Beyin her bir yandan gelen uyaran bombardımanına maruz kaldığı halde nasıl oluyor da dünyayı algılayışımızda bir uyaran kargaşası yaşamıyoruz sorusunun cevabı da yine beyinde saklı. Çünkü sinir sisteminin amacı, dıştan ve içten gelen uyaranların oluşturduğu kaosu organize etmek ve farkındalıklarımızı bir düzen içinde algılamamızı sağlamaktır.

Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru zamanda, doğru ölçüde, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak; işte bu kolay değildir.

Bilimin egemen olduğu bir kişilik, ilkel yanlarından kopuk olduğu için ehlileştirmeye açıktır, bunun sonucu olarak da biz Batılılar, yüksek disiplinli, iyi örgütlenmiş ve mantıklı varlıklarız. Ama diğer yandan, bilinçdışı kişiliğimizin bastırılmasına izin verdiğimiz için, ilkel insanın bilgeliğini ve uygarlığını anlama ve takdir edebilme imkanından yoksun bırakılmışız.


İnsanlar asla sona ermeyen ve hiçbir zaman tam başarılı olamadıkları bir kaostan kaçma çabası içindeler.

Yaşanan her şeyin anında bilgiye dönüştürülmesi eğilimi sonucu duygusal yaşantılara yabancılaşmış ve sezgisel güçlerinden uzaklaşmış insanın yaşadığı bireysel sıkışıklıklar, dünyada bir süredir zaten var olan zaman ve mekan sıkışıklığıyla birlikte şiddete davetiye çıkarabilecek potansiyelde.

Batı kültürünün etkisi altındaki toplumlarda yüceltilen mantıklılık, korkularımızla ve kırılganlıklarımızla yüzleşme fırsatından yoksun kalmamıza, dolayısıyla kendimizle yabancılaşmamızın artmasına neden olmaktadır.

Paranın mutluluk getirmediğine inananlar nerede alışveriş yapacağını bilemeyenlerdir.

Amerika yerlisi Mohawk kabilesinde şöyle bir deyiş vardır: "Kadınların ezelden beri bildiği kainat dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olarak değişmeye başlamış olacaktır.

İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.

Sevebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde, kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz.

Dar Kapı - Andre Gide

Kendisini sürükleyen kişiyi isteyerek izlediğinde aranızdaki bağı hissetmezsin, ama ona karşı direnmeye ve ondan uzaklaşarak yürümeye başladığında çok acı çekersin.

Yaşam boyunca bazen bizden saklanan öyle değerli zevkler, öyle tatlı verilmiş sözler vardır ki, bunların bize bağışlanmasını en azından dilemek bile çok doğaldır: Ancak erdem yoluyla bunlardan vazgeçildiğini bilmekle geride bırakılabilir bu büyük çekicilik.

Dostum, Sana bir daha yazmamak gibi herhangi bir karar aldığımı sanma. Sadece artık bundan zevk almıyorum. Buna rağmen mektupların beni eğlendiriyor. Ama düşüncelerini bu kadar meşgul ettiğim için kendime gittikçe daha çok kızıyorum. Yaza çok bir şey kalmadı. Bir süre mektuplaşmayı bırakalım. Eylülün son on beş gününü benim yanımda geçirmek için Fongueusemare'a gel. Sessizliğini beni onaylaman olarak kabul edeceğim, bana cevap vermemeni diliyorum.

Ama, dostum, ermişlik bir seçim değildir: Bu bir ZORUNLULUKTUR
(mektubunda bu kelimenin altını üç defa çizmişti). Eğer sen sandığım kişiysen, sen bile çekip çıkaramazsın kendini bundan.

...Çoğu kez bana öyle geliyor ki diyordum ona,...aşkım kendimde sakladığım en iyi şeydir, bütün erdemlerim ona asılıdır, kendi kendimi aşarım onunla. Ve onsuz çok sıradan bir yaradılışın o değersiz düzeyine düşerdim. Sana kavuşma umuduyla en güç yollar bile bana en iyileri gibi görünecektir

Daha ertesi gün, girişte Shakspeare'in şu dizelerinin yer aldığı tuhaf bir mektup aldım:
Sönüp giden o ezgiyi duyuyorum yine Bir menekşe tarlasının üzerinden eserek kokular yayan
Tatlı güney rüzgarı gibi uğulduyar kulaklarımda Ama yetsin bu kadar! Yeter!
Eskisi gibi tatlı gelmiyor artık bana... Evet! Elimde olmadan bütün sabah seni aradım. Gittiğine
inanamadım. Sözümüzü tuttuğun için çok öfkeliydim sana. Bu bir oyun diye düşündüm. Her çalının arkasında seni görecekmişim gibi geliyordu, ama hayır! Gidişin gerçek. Teşekkür ederim.
Günün geri kalan bölümünü sana da anlatmak istediğim, sürekli kafamı kurcalayan bazı düşüncelere takılmış olarak geçirdim. Eğer onları sana anlatmazsam daha sonra senden bir şeyler saklamış alacağımın ve senin sitemlerini hak edeceğimin tuhaf ve belirgin korkusuna kapıldım.
Fongueusemare ziyaretinin ilk saatlerinde şaşırmıştım. Senin yanındayken bütün varlığımla duyduğum o tuhaf memnuniyet beni çabucak endişeye soktu; 'Öyle bir memnuniyetti ki bu, diyordun bana, bunun ötesinde hiçbir şey istemem!' Yazık! İşte beni kaygılandıran da buydu... Yanlış anlaşılmaktan korkuyorum dostum. Özellikle de ruhumun en şiddetli anlatımından başka bir şey olmayan bu akıl yürütmede bir kurnazlık olduğunu sanmandan korkuyorum. (Ah, ne kadar beceriksizce olurdu bu!) 'Eğer yetmeseydi, mutluluk olmazdı' demiştin bana, hatırlıyor musun? Ne cevap vereceğimi bilememiştim. Hayır Jerome, bize yetmiyor. Jerome, bize yetmemeli. Derin mutluluklarla dolu bu memnuniyeti gerçek diye kabul edemem ben. Bu sonbaharda nasıl bir sıkıntıyla kaplı olduğunu anlamadık mı?
Gerçek! Ah! Tanrı bizi gerçek olmasından korusun! Biz başka bir mutluluk için doğduk... Daha önceki mektuplaşmalarımız nasıl sonbahardaki görüşmemizi mahvetmişse, dün burada olmanın hatırası da bu mektubun büyüsünü bozuyor. Sana yazmaktan duyduğum o büyük hazza ne oldu? Aşkımızın hak edebileceği mutluluğun bütün saflığını mektuplarla ve buluşmalarla mahvettik. Ve şimdi elimde olmadan Soir des Rois'nın Orsino'su gibi yazıyorum: 'Yeter! Daha fazlasını istemez! Biraz önceki kadar tatlı değil artık!'

Alissa! Acı bana, ikimize de acı! Mektubun canımı acıtıyor. Korkularına gülebilmeyi ne kadar isterdim! Evet, bana yazdığın her şeyi hissediyordum, ama kendime söylemekten korkuyordum. Hayal ürünü olan şeylere nasıl da korkunç bir gerçeklik katıyor ve onları aramıza yığıyorsun. Eğer beni daha az sevdiğini hissediyorsan...Ah! Bütün mektubunun yalanladığı bu korkunç olasılık benden uzak olsun! Peki, o zaman geçici kaygılarının ne önemi var? Alissa! Akıl yürütmeye çalıştığım anda
cümlelerim donup kalıyor. Kalbimin inlemelerinden başka bir şey duymuyorum. Seni ustalıkla davranamayacak kadar çok seviyorum ve seni ne kadar çok seversem seninle konuşmayı da o kadar az becerebiliyorum. "Hayali aşk", buna ne cevap vermemi istiyorsun? Seni bütün ruhumla seviyorsam, hayallerimle kalbimi nasıl ayırt edebilirim? Ama mademki mektuplaşmamız senin kırıcı suçlamalarına neden oluyor, mektuplaşmalarımızla havalanıp sonra gerçeğin içine düşmemiz bizi derinden yaralıyor, bana yazdığın zaman kendi kendine yazıyor sanısına kapılıyorsun ve mademki şu son mektubuna benzer yeni bir mektuba katlanacak gücüm yok: Yalvarırım, bir süre için mektuplaşmayı keselim.

Aşkların en güzel anı "seni seviyorum" dendiği an değil midir?"

"Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır. "

"Bu kapıdan girenler çoktur... "

"Çünkü yaşama götüren yol dardır..."

"Bu yolu bulanlar çok azdır."

Yorgo Seferis - Nedir Aradığı Ruhlarımızın?

Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp
Yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığına
Yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların,
Ne uçan balıklarla, ne de direklerin yöneldiği yıldızlarla avunup
Eskiyip cızırdayarak gramofon plaklarıyla,
İsteksizce katılıp boşuna yolculuklara,
Kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden?

Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp
Çürüyen teknelerde
Bir limandan öbürüne?

Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
Çamların serinliğini hergün biraz daha güçlükle,
Yüzerek bir gün bu denizin sularında,
Bir gün bir başka denizin,
Dokunmasız,
İnsansız,
Artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede.

Biliyorduk ki adalar güzeldi
Buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz,
Belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarıda,
Belki de çok yakınlarda.

Çeviri: Cevat Çapan

18 Şubat 2019

A'dan Z'ye Tezer Özlü

ARNAVUTKÖY: “Yokuşu çıkıyorum. Sıcakta biraz güç. Camları açıyorum. Karşımda göl gibi Boğaz. Vaniköy’ün gerisi yemyeşil sahili kaplıyor. Tahta evler, ağaçlar, çatılar, yokuşlar. Arnavutköy, bu büyük kent içinde yolları, Rum balıkçıları, deniz kıyısındaki meyhaneleri ile kentin en az bozulmuş semtlerinden biri.

Bu mavi Boğaz parçası, bu yeşil Vaniköy sahili, iskeleye uğrayan küçük vapurlar, denizin tüm kesitini kaplayarak geçen büyük şilepler, uzak ülkelerin özlemini getiren beyaz yolcu gemileri, canlı çarşı sokaklarını kaplayan tahta evler, Akıntı Burnu’nu dönerken başlayan güçlü rüzgâr. Karşımızda doğan güneş. Sisle beyazlaşan sabahlar. Yalı camlarına kıpkırmızı yansıyarak batan güneş. Deniz yüzeyini dolduran martılar.”

“Burası benim yerim. Bu denizi, bu bitkileri, bu ağaçları, bu küçük semti yaşamak için, bu gökyüzünün değişen renklerine bakmak için yaşlılığımda uzun yıllar olacak. Hiç başka bir yer değil, burada oturup değişen, kalabalıklaşan dünyaya çıkmadan yaşamak istediğim yer burası.” Arnavutköy - Kalanlar

AZİZ NESİN: “Aslında hiçbir yere gitmek istemiyordum. Uçağın önündeki kabin, iriyarı polisler, bir yıl önce bu konuda “donuma kadar kendi toprağımda beni arayan Alman polisler…” diye konuşan Aziz Nesin’i düşündürdü hemen bana. Sonra onun sevimliliğini ve sorunları kavrayışındaki ataklığı anladım. Birkaç sevimli insandan daha önemli hiçbir şey yok yaşamda, dedim.” Anlatı ve Günlük Parçaları - Kalanlar

BERLİN/BÜYÜK KENT: “Bir başkalığı vardı bu kentin. Mutlu küçük burjuvalar, burjuva evlilikleri, büyük burjuva zenginlikleri hiç de göze çarpmıyordu. Sanki kentte herkes başına buyruk, herkes yeni ilişkilere açık, herkes kurallara başkaldırıyordu.

Duvar kenti ikiye ayırıyordu. Batı’da bir başka yaşam, Doğu’da bir başka yaşam var. Batı yakasında hemen duvar çevresinde binlerce Türk işçi ailesi, Anadolulu oturuyor. Kahvelerini, kasaplarını, sebzeci dükkânlarını açmışlar. Küçük sinemalarında Türk filmleri gösteriyor, kahvelerine Türkiye’den hiç tanınmamış şarkıcı ve dansözler bile getiriyorlar. Bu semtte en çok işitilen dil Türkçe. Sirkeci’de, Eminönü’nde satılan müzik kasetlerini burada bulmak mümkün. Batı yakasında, duvar dibindeki gözetleme kulesine çıktığınızda, sanki dünya önünüzde:

-İşte Doğu, işte Üçüncü Dünya, biraz ötede de tüketim mağazaları, pubları, kahveleri, meyhaneleri ve bitmeyen araba trafiği ile Batı.” Anlatı ve Günlük Parçaları – Kalanlar

“Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla.” Yaşamın Ucuna Yolculuk

“Yarısı Doğu, yarısı Batı, arası Türkiye olan kent.” Yaşamın Ucuna Yolculuk

CESARE PAVESE: “En sevdiğim yazar Cesare Pavese.” Kalanlar

“Yalnız değilsin. Mozart seninle. Pavese seninle.” Kalanlar

“Pavese’in doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün, aynı yıl değilse de.” Yaşamın Ucuna Yolculuk

ÇILGINLIK: “Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ile çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim.

Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten. Hem de nasıl ürküten.

Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz.

Aklın dünyasında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgınlık dünyasına en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğu yaptım. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilebilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.” Batı Günlüğü - Kalanlar

DÜZEN: “Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur –artık hiçbir yerdesin.” Batı Günlüğü - Kalanlar

ESKİ SEVGİ: “Onunla da Eski Sevgi’ye gitmek istemiştim. Kelebekli otobüsü bekliyorduk. Bekliyor gibi de değildik. Ölümü düşünüyor, ölümden söz ediyorduk. Ceketlerimizi çıkarmıştık. Sıcaklık bizi rahatsız etmiyordu. Farkında bile değildik. Yaşamın bir kesitiydi. Varolmanın. Bizi bulmuştu. Resimde. Onu ve beni.” Eski Sevgi- Eski Bahçe Eski Sevgi

FERİT: “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum. Öykülerini ve çevirilerini ve yazılarını da iyi anlıyorum. Diğer kişilerle aramda hep bir boşluk kalıyor, Demir’le bile. Galiba en çok da seni seviyorum. Bana mektubun bile Bach kadar dinlendirici geliyor.” Her Şeyin Sonundayım, Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları

GİTMEK İSTEMEK: “ Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyodan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek… isterim hep.” Çocukluğumun Soğuk Geceleri

HİÇBİR KADINLA YATMAMIŞ BİR ERKEK: “Hiçbir kadınla yatmamış bir erkeğin bu denli gülü bu denli de çekici olduğunu bilmiyordum. Senin doyumsuzlukla algıladığın duyguları, bağımsızlıkla başladığın sabahları ve doyumsuzlukla yaklaştığın geceleri, okşadığın tenleri, varoluşunu anımsadığından beri düşündüğün insan yaklaşmalarını, bütün duyguların ve tenlerin başlangıcındaki yirmi iki yaşında bir yeni/insana duyurmak olası mı?” Yaşayanlar, Ölenler - Eski Sevgi 

ISLAKLIK: “Çocukken ıslak topraktan çıkardığımız solucanları düşünüyorum. Karlar altından fışkıran mavi, sarı, mor çiğdemleri düşünüyorum. Hiçbirini bir daha görmediğim taşralı arkadaşlarımı düşünüyorum. Toprağın ıslaklığının güzelliğini düşünüyorum. Onunla yatarken uyuşan gövdemi düşünüyorum. Ürperiyorum. İnsanın ıslaklığının güzelliğini düşünüyorum. Sayısız sevişmeler işte bu bozkırı, kuru tarlaları, güneşin kızıllığını, insan sevgisini öğretti bana, diyorum. Hiç de, belirli bir insan üzerinde toplanmıyor bu sevgi. Toprak altındaki solucanlardan, gökyüzünde yüksekliklere tırmanan ve gerilerinde bulutlardan yollar bırakan uçaklardan da öteye gidiyor.” Çocukluğumun Soğuk Geceleri

İHTİYARLIK: “Mutlak anımsıyorsun. İhtiyarlık diye bir olguya inanmıyorum, çünkü gençliğe de inanmıyorum. Çocukken de, genç iken de ihtiyarı içinde taşıyorsun, yaşlanırken de çocuğu. Ancak yaşlandıkça duygusallaşma biçim değiştiriyor. Gençlik duygusallığı öfke, beklenti, başkaldırma, cesaret gibi duygularla iç içe, ama yaşlandıkça duygusallığa acımsı tatlar karışıyor, buruk.” Her Şeyin Sonundayım, Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları

JOYCE: "Şimdi de Ulysses'i okumakla meşgulüm. Ne kadar keyifli bir kitap. Cenazeyi anlatırken, ne kadar alayla anlatıyor. 'Ceset kokuşmuş etten başka ne? Ya peynir? Peynir de sütün cesedi.' Joyce, ceset derken, peynir demek ne güzel bir geçiş.” Her Şeyin Sonundayım, Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları

“Yakında Milliyet Sanat’a ‘James Joyce Zürih’te’ diye bir yazı hazırlayacağım. Onlar için değil, Joyce’un mektuplarını çok sevdiğim için. Onun için mezarı başında çektiğimiz fotoğrafı ilk sana yolluyorum. Mezarlıklarda en büyük huzuru duyar oldum, fotoğrafta da belli oluyor, değil mi? Ölmek isteğim yok. Yaşama isteğim olmadığı gibi.” Her Şeyin Sonundayım, Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları

KÜÇÜKBURJUVALAR: “Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçükburjuvalar gibi, sorumluluklarının zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.” Çocukluğumun Soğuk Geceleri

LEYLÂ ERBİL: “Sevgili Leylâ,

Bundan sonra bana hangi insan ne verebilir, diye düşünüyorum ve Türkiye’de tanıdığım insanları bir anda kafamda geçiriyordum. Zaten bana orada bir şeyler veren tek dostum Leylâ, diyordum kendi kendime, senin yanına bir kişi daha koymaya, bulmaya çalışıyordum. O sırada Deniz senin mektubunu getirdi.

Tabii, sende, ya da bende sana benzeyen çok yönler var. Mektubunu okuduktan sonra otobüs beklerken bunları düşündüm. Erkeklerin beğendiği, istediği bir kadınsın. (Sana söylediklerimi kendime de söylüyorum.) Hep sevildin. Güzelsin, temizsin. (Pis kadın olur mu, diyeceksin.) Ama kimlerin pis olduğunu sen de çok iyi biliyorsun. Sonra senin, benim gibi (galiba kendimi çok koydum bunun içine) eleştirici yanın çok güçlü. Sonra cin gibisin, bir kere kendi kendini iyi gözlüyorsun. Bu gariban insanlar ne kendilerinin, ne de yazdıklarının farkındalar. Zaten farkında olsalar bunları yazamazlar. Cahil insanlar. Aksaray köftecisi ne ise, bunların yaptıkları edebiyat da bu… Ne büyük acı ki, topluma yön verecek olan yazarlar, kendi kendilerinin bilincinde değiller. Dünyanın ve dünya yazınının ne olduğunu bilemiyorlar. Bunlar daha mahalle ve gün kadını.” Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar

MARBURG EDEBİYAT ÖDÜLÜ: “İnsanın, kendisinin ödüllendirildiği bir töreni yazması gerçekten güç. Ama Federal Almanya’da basılan gazetelerimiz genellikle futbol maçı, nişan, düğün, sünnet töreni, ya da yurttan gelen bir şarkıcı konserine geniş yer ayırmalarına karşın, hemen Frankfurt kentinin bir saat yakınındaki Marburg kentinde Türkiyeli bir yazara verilen ödülü duymadılar ve ben tek başıma Türk yazınını temsil etmek, hem de Milliyet Sanat Dergisi’ nin yazarı olarak, ikinci bir kişilikle olayı tarafısız izlemek zorunda kaldım. İkinci bir dilde kitap yazıp, o dilin edebiyat ödüllerinden birini alan ilk Türk yazarı olarak bu töreni okura yansıtmayı görev sayıyorum.” … Marburg Edebiyat Ödülü Üzerine - Tezer Özlü’ye Armağan

NEDEN EDEBİYAT?: “Yeryüzüne dayanabilmek için. Bu çabada da, düşünüyorum da en büyük direnme gücünü veren yazar Franz Kafka.” Kafka ile Yaşamak, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin 

NEDEN YAZILIR?: “Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim.” Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

OĞUZ: “Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir, iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.

Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:

-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.

Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:

Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk.” Hayalet Oğuz - Eski Bahçe

ÖLÜM: “Sıska bedenimden deriler sarktığında izin isteyeceğim. Ölmek için köyüme döneceğim, diyeceğim. Burada ölemez misin? diyecek. Burada ölecek yer yok, diyeceğim. Sonra siz beni yakarsınız. Ya küller arasında uyanıp, gövdemi arayıp, yalnız külleri görürsem? Oysa toprak içinde bir süre daha kollarım, bacaklarım ve tüm bedenimle birlikte olabileceğim. Belki ölüme alışana dek. Ölüm içinde ölümü unutana dek.” Anlatı ve Günlük Parçaları - Kalanlar

“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir kaygı.

Karanlık bir gecenin geç saatinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. “ Çocukluğumun Soğuk Geceleri

PAZAR GÜNLERİ: “Böylesi sokak arası evlerde olduğu gibi, bizim evde de Pazar günleri dayanılmaz bir curcuna oluyor. Çoğunlukla bütün aile evde oluyor. Babam, Pazar günleri pijamasını hiç çıkarmıyor. Annem bütün gün öğrencilerin sınav kâğıtlarını okuyor. Babam müfettiş. Evde olunca hep rapor yazıyor. Sonra bunları yüksek sesle okuyor.

Banyo pazar günleri yakılıyor. Sırayla yıkanıyoruz. Soğuk günlerde, soba yanan odaya büyük bakır leğen getiriliyor. Başımızı eğip, saçlarımızı yıkıyoruz. Sonra leğene oturuyor, çok az bir suyla gövdelerimizi yıkıyoruz.” Çocukluğumun Soğuk Geceleri

RAHİBE: “O çocukluk yıllarımızda en büyük merakımız, başlarını lacivert örtüler altında gizleyen bu soluk yüzlü kadınların saçları. Bir söylentiye göre saçları kısacık ve kafalarında tıraşla bir haç kazılı. Ne ilginç ve olağanüstü bir görüntü olmalı. Birinden birinin başörtüsünü çekivermek, başlarına kazılmış haçı görmek ve ne neden rahibe olduklarını bilmek, öğrenmek istiyoruz. Oysa bu dileğimiz yıllar yılı sürüyor. Hiçbir gerçeği öğrenemiyoruz. Dokuz yıl süreyle yönelttiğimiz sorulara tek bir yanıt alıyoruz:

-Tanrıyı her şeyden çok sevdiğim için rahibe oldum. Tanrıyla birleşmek yeryüzü verilerinin en güzeli, en kutsalıdır!” Okul ve Okul Yolu- Çocukluğumun Soğuk Geceleri

SİSLER BULVARI: “Ağabeyim rahat. Onun özel odası var. Kitaplığı, giysi dolabı, dilediği zaman yakabileceği gaz sobası var. Ayakkabılarını bana boyatıyor. İlkin çamurlarını iyice temizlememi istiyor. Kitapları odasının duvarlarını kaplıyor. Onları çok titiz kullanıyor. İzinsiz almamızı istemiyor. Gene de o çıkar çıkmaz odasına giriyorum. Her gün geçtiğim için mi, yoksa herkes sözünü ettiği için mi, hep Sisler Bulvarı’nı okuyorum. Bekleyen gemiler. Uzak limanların özlemi. Düşlenen, erişilemeyen sevgililer.” Çocukluğumun Soğuk Geceleri

ŞİMDİ: “Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.” Kalanlar

TUTULMAK: “Mayakovski’nin aşk özlemi, aşkın kendisine âşık olmak, tutulmak olduğunu tüm mektupları kanıtlıyor. Özellikle son mektubu. Tutulmak, bağlanmak istediği kadar bağlıdır. Aslında gerçek bir tutku.” Anlatı ve Günlük Parçaları - Kalanlar

UYANMAK: “Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak için uzak bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır.

Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah. ” Yaşayanlar, Ölenler – Eski Sevgi

ÜLKE: “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar

VAROLUŞ: “Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı? Ya da daha derin algılamak mı? Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?” Yaşamın Ucuna Yolculuk

WALSER: “Bilmem Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. 12 cilt yapıtı arasında romanları, mektupları, küçük prosa metinleri, şiirleri… 1878 doğumlu. Sekiz yıl Berlin’de yaşıyor. 1919-1988 yılları arasında Bern yakınlarında Waldau kliniğinde kalıyor, orada da yazmaya devam ediyor. 1933-1956 yılları arasında (kendisi istemediği halde) Herisau kliniğine konuluyor, şizofreni diyorlar… 23 yıl ne konuşuyor, ne yazıyor, ne yaşıyor… Yalnız uzun uzun yürüyüşlere çıkıyor. Kendi çağdaşları Musil, Kafka, W. Benjamin ve diğer yazarlar Walser’i okumuş.

Büyük yoksulluk çekmiş, uşaklık bile yapmış.” Her Şeyin Sonundayım, Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları

YAŞAMIN SONU: “Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerinin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.” Yaşamın Sonuna Yolculuk

YAZMAK: “Bazan bir şeyi yaşarken olaya dışarıdan bakıp, o olayı yazmak için yaşadığım duygusuna kapılıyorum. O zaman içimden bir ses, karşındakine haksızlık ediyorsun, diyor. Olmaz böyle bir şey, diyor. Olayın içine girmeye çalışıyorum. O zaman da kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor. Böylece kendi özüm ve gözetimim (yazmak için) arasında gidip geliyorum.” Anlatı ve Günlük Parçaları - Kalanlar

ZORAN: “Erkek: Benim adım Zoran. Güneşin doğuşu demek. Kadın batmaktaolan güneşe bakar.

sabitfikir.com


Michelangelo

Şekil veriyorsa sert taşlara acemi çekicim
insan suretine büründürüyorsa onları
her hareketine rehberlik ettiğindendir ustanın
seyredip hükmederek vuruşlarıma
            Lakin o ilahi varlık, göklerde yaşayan
güzelleştirir kendini ve başkalarını her yaptığıyla
bir çekiç bile var olamazsa, olmadan bir çekiç
yaratılır her can onun varlığıyla
            Ve şiddetlendikçe her darbe
o, kaidede yükseldikçe yükselir
eserimi de aşıp göğe erişir
            Oysa tamamlanamazdı
yardım etmese ilahi usta
dünyanın o eşsiz elini uzatmasa
Çev: Oya İşeri Gever

 ***

    İyi sanatçı, sadece mermerin içindekini düşünür; taşın içinde uyuklayan figürleri serbest bırakmak içinse büyüyü yalnızca heykeltıraşın eli bozabilir.

 Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum.

 Güzellik, fazlalıklardan arınmalıdır.

 Hâlâ öğreniyorum.

 İnsanlar, benim ustalığımı elde etmek için ne kadar sıkı çalıştığımı bilseler, onun o kadar hayret edilecek bir şey olmadığını anlarlar.

 Ben heykeltraşım ressam değilim.

***

Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paulus ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.” Michelangelo’nun yaşadığı çağ, kendisiyle boy ölçüşebilecek derecede yetkin ressam ve heykeltıraşçılara da tanıktır aynı zamanda.


Martin Luther’in, 95 Maddelik Tezi

Endüljansların Kudret ve Yararı Açıklamaları Üzerine Tartışma (Latince: Disputatio pro declaratione virtutis indulgentiarum) veya kısaca Doksanbeş Tez, kilise vaizleri tarafından Endüljans (günahların af edildiğini gösterir belge) satışına karşı, 1517'de Martin Luther tarafından yazılmış ve Protestan Reform'un başlamasına sebep olduğu iddia edilen akademik şerh, doksan beş maddelik eleştiri.
Günah Affı Belgesi (Endüljans) satışını ve satışa izin veren Katolik Kilisesi ile Papa'nın tutumunu eleştiren doksanbeş tez; Katolik Kilisesi'nin Avrupa'daki siyasi gücünün zayıflamasında önemli bir etken olarak kabul edilir.
Wittenberg Üniversitesi'nde, 'din ahlakı' bölümünde öğretim görevlisi olan Rahip Martin Luther, Endüljans hakkındaki eleştirisini 31 Mart 1517 tarihinde Mainz Şehri Başpiskoposu Brandenbuglu Albert'e gönderir. Tezin yazım tarihi olarak kabul edilen bu tarih, aynı zamanda Protestan Reformu'nun da başlangıcı kabul edilmekte ve her yıl 31 Mart, Reform Günü olarak anılmaktadır.
Doksan Beş Tezin Brandenburglu Albert'e mektup olarak gönderilmesinden sonra, Wittenberg kiliseleri ile Üniversite'ye de gönderildiği ve ayrıca Wittenberg'deki All Saint's (Tüm Azizler) Kilisesi (Schlosskirce-Kale Kilise) kapısına asılarak halka yayınlandığı iddia edilmektedir.
Hristiyanların öldükten sonra Araf'ta, işledikleri günahların cezasından kurtulmaları için satılan Endüljans Belgesi aleyhine, Luther;
  • ilk tezinde Matta İncili 4:17'deki İsa'nın "Tövbe edin" sözüne gönderme yaparak, tövbenin Hristiyan'ın kendi içinde yaşadığı bir mücadele olduğunu söyler;
  • 20, 21 ve 22. tezlerinde, böylesi genel bir tövbe kabulünün bizzat Tanrı tarafından yapılabileceğini iddia ederek, Katolik Kilisesi ve Papa'yı yetkisi dışına çıkmakla eleştirir;
  • 35. ve 36. tezlerinde, Endüljans Belgesinin, Hristiyanların gerçek bir pişmanlıkla tövbe etmelerinin önünü kapattığını ve günah işlemekten çekinmemelerine sebep olduğunu savunur;
  • 41-47. tezleri arasında, Hristiyanlar için bağışlanmayı dilemenin, Endüljans Belgesi'nden daha az bir değerde görülmeye başlandığından bahsetmiştir.
  • 94. ve 95. tezi ile eleştirisini sonlandırır:
94.) Hristiyanlara; cezalar, ölümler ve cehennemden geçerek başları olan Mesih’i takip etme hususunda gayretkeş olmaları öğütlenmeli
95.) ve yalancı bir ruhani teminatla kendilerini teselli edecekleri yerde, pek çok ıstırap yaşayarak Göklerin Melekutu’na varmaları hususundan emin olmaları gerektiği söylenmelidir.

Özellikle Endüljans vaizi Johan Tetzel ile girişilen yazılı tartışma (pamphlet war) ile birlikte, 'Doksanbeş Tez'in etkisi ve Luther'in ünü daha büyük hızla yayıldı. Kilise Yöneticileri Luther'i aforoz edilebileceği bildiriminde bulundular. Luther, 1521'de görevinden istifa etti.
Kilise iktidarına karşı olan bölgesel güç sahibi otoriteler ile Luther'in Kilise eleştirisinin hareketlendirdiği halkın, 'Endüljans karşıtlığı' adı altında birleşerek Protestan Reformu'nu başlattığı kabul edilmektedir. Avrupa'daki güç, mülk ve iktidar sahiplerini değiştiren bir hareketin başlangıç belgesi olarak kabul edilir.
Coğrafi keşifler ile artan ticaretin oluşturduğu yeni ekonomik durum sonucu maddi olarak sarsılan kimi soylular ile Kilise arasında mülk ve iktidar çekişmeleri yaşanmaya başlandığı bir dönemde yayınlanmış olan 95 Tez; soyluların mülk ve iktidar taleplerinin halk düzeyinde karşılık bulmasına yardımcı olmuştur. Belgenin halk içerisinde bu etkinliği kazanabilmesiyle, toplum içi bölünmenin derinleştiği ve uzun yıllar -dini savaş görünümünde- iktidar savaşları yaşanmasında, önemli bir etken olduğu kabul edilmektedir...   tr.wikipedia.org

Martin Luther’in, 95 Maddelik Tezi
Turkish Translation of Martin Luther’s “95 Theses”,
 Prof. Dr. Kaan H. Ökten,
Maltepe University, Istanbul
(kaanokten@maltepe.edu.tr)
Martin Luther:
 “Disputatio pro Declaratione Virtutis Indulgentiarum”
(Endüljansların Kudretine ve Yararına Dair İfşaatlarla İlgili Münazara)
31 Ekim 1517
Hakikat aşkıyla ve hakikatin temellerini açığa çıkarma arzusuyla saygıdeğer Papaz
Martin Luther (serbest sanatlar ve kutsal teoloji Magister’i ve de aynı yerde üniversite
profesörü) önderliğinde Wittenberg’de aşağıdaki önermeler hakkında bir münazara
yapılacaktır. Bu yüzden şahsen Wittenberg’e gelip de sözlü olarak tartışamayacak
olanların fikirlerini yazılı olarak sunmalarını rica etmektedir. Rabbimiz İsa Mesih adına.
Amin.

1.Rabbimiz ve Efendimiz İsa Mesih “Tövbe Edin”
(Matta 4:17: “İsa vazedip: Tövbe edin, çünkü göklerin melekutu yakındır, demeğe o vakitten başladı.”hakkı kullanabilir.
 Buna rağmen suçları affetme hakkı olmadığı düşünülürse, suç tamamıyla affedilmiş sayılmayacaktır.)
diye buyurduğunda, inananların tüm
hayatının tövbe olması gerektiğini istemiştir.
2. Bu söz, rahiplerce icra edilen sakramental tövbe, yani günah çıkarma ve kefaret
ödeme olarak anlaşılamaz.
3. Bununla beraber sadece içsel tövbe demek de değildir. Hayır, bedene dışsal olarak
çeşitli ıstıraplar vermeyen, nefsi köreltmeye yaramayan içsel tövbeler yoktur.
4. O halde [günahın] cezası, insanın kendi kendini yargılaması devam ettiği sürece
bitmeyecektir. Zira bu, hakiki içsel tövbedir ve göklerin melekutuna kavuşmamıza
dek sürecektir.
5. Papa ya şahsen ya da Kilise Kanunu’nun otoritesiyle verdiği cezaların dışındakileri
bağışlayamaz ya da bunları bağışlamak istemez.
6. Papa suçları bağışlarken bunların Tanrı tarafından bağışlandığını ilan edip buna
şahadet etmesi gerekir ve sadece kendi affetme yetkisi dahilindeki hallerde bu
Matta 4:17: “İsa vazedip: Tövbe edin, çünkü göklerin melekutu yakındır, demeğe o vakitten başladı.”
hakkı kullanabilir. Buna rağmen suçları affetme hakkı olmadığı düşünülürse, suç
tamamıyla affedilmiş sayılmayacaktır.
7. Tanrı suçu bağışlarken, kişiyi hem her şeyde mütevazı kılar ve hem de onu kendi
vekili olan rahibin hükmü altına alır.
8. Tövbe usullerine dair Kilise Kanunları sadece yaşayan insanlar için bağlayıcıdır, söz
konusu Kanunlar’a göre hiçbir şey ölmüşlere tatbik edilemez.
9. O halde Papa’nın şahsında teveccüh eden Kutsal Ruh bize karşı müşfiktir, çünkü
saldığı fermanlarda Papa, ölümden ve zorunlu hallerden her seferinde imtina eder.
10. Ölmekte olanların durumunda Araf için de Kanuni kefaret (“Kilise Kanunu” anlamında.) buyuran rahiplerin
yaptıkları bu yüzden cahilce ve fenadır.
11. Kanuni cezanın Araf cezasına dönüştürülmesi fikri, apaçık biçimde görülebileceği
üzere, piskopozlar uyurken ekilip yeşeren yaban dikeni gibidir.
12. Eskiden Kanuni cezalar, hakiki pişmanlığın göstergesi olarak Absolüsyon’dan (“Absolüsyon”: Günahtan bağışlanma sakramenti.)
Esasen, ruhun cismani sınırlarından “mezun” olma işlemi
anlamındadır.
sonra değil önce verilirdi.
13. Ölmekte olanlar bütün cezalardan ölüm dolayısıyla kurtulmuşlardır. Kanuni
kurallara göre onlar, artık ölmüş kabul edilir ve bu nedenle bütün cezalardan
hukuken serbest kalırlar.
14. Ölmekte olanların kusurlu ruh hali ile kusurlu Tanrı aşkı, zorunlu olarak beraberinde
büyük bir korku getirir. Tanrı aşkı ne kadar az ve ruh hali ne kadar kusurlu ise,
korku da o kadar büyük olur.
15. Bu korku ve dehşet, Araf cezasını oluşturmak açısından (başka şeyler hakkında
hiçbir şey söylemiyoruz) tek başına yeterlidir, çünkü bu, ümitsizliğin dehşetine çok
yakındır.
16. Cehennem, Araf ve Cennet arasındaki fark ümitsizlik, yarı ümitsizlik ile güven ve
selamet arasındaki fark kadar birbirinden ayrı gibi.
17. Araf’taki ruhların dehşetin azalmasına ve Tanrı aşkının artmasına ihtiyaç duydukları
açıktır.
18. Ayrıca ne akıl, ne de Kutsal Kitap delilleri onların mükafat kazanabilme ya da Tanrı
aşklarının artabilmesi halinin dışında olduğunu ispat edemeyeceği de aşikardır.
19. Onların ya da en azından bazılarının, kendi selametlerinden emin oldukları ya da
bunun teminat altında olduğunu düşündükleri halde, biz bu hallerden çok emin
olsak da bu hallerin ispat edilemeyeceği aşikardır.
20. Buna göre, bütün cezaların tam bağışlanmasından söz eden Papa, gerçekte bütün
cezaları değil kendisinin hükmettiği cezaları bağışladığını demek istemektedir.
21. Buna göre, Papa’nın bağışlamasıyla bir insanın bütün cezalardan kurtulduğunu ve
selamete erdiğini söyleyen Endüljans vaizleri yanılgı içindedir.
22. Zira Papa, Kanun’a göre bu hayatta ödenmesi gereken hiçbir cezayı Araf’taki ruhlar
için bağışlayamaz.
23. Eğer birinin bütün cezalarını bağışlamak mümkün olsaydı, bunu ancak en
mükemmel insanlar için yapmak mümkün oldurdu, yani en azlar için.
24. Ayrım yapmaksızın ve büyük bir şatafatla yürütülen cezadan kurtulma vaatleri,
insanların büyük bir kısmının mecburen aldatılması anlamına gelir.
25. Papa’nın Araf üzerinde sahip olduğu kudret, herhangi bir piskopozun ya da papazın
özel olarak kendi piskopozluk bölgesindeki ya da cemaati dahilindeki kudretinden
hiçbir farkı yoktur.
26. Papa, anahtarların gücüyle değil de (ki bu konuda o bu güce sahip değildir),
başkası adına yalvararak [Araf’taki] ruhların bağışlanmasını dilediğinde doğru
yapmış olur.
27. Paranın para kutusuna atılmasıyla birlikte ruhun daha o an [Araf’tan] uçup
kurtulduğu sadece bir insan öğretisidir.
28. Paranın para kutusuna atılmasıyla, ancak kârın ve hırsın artacağı kesindir, ama
Kilise’nin başkası adına yalvarmasının bir netice vermesi sadece Tanrı lütfuna
kalmıştır.
29. Araf’taki bütün ruhların oradan parayla kurtulmak istediğini kim bilebilir ki? Örneğin
Aziz Severinus ile Paskalis’in bunu istemedikleri rivayet edilir.
30. Hiç kimse kendi pişmanlığında samimi olup olmadığını bilemez, tam bağışlanmaya
kavuşup kavuşmadığını ise hiç bilemez.
31. Gerçekten tövbekar olan insan çok nadirdir, aynı şekilde gerçekten ve samimiyetle
Endüljans satın alan insan da çok nadirdir.
32. Bağışlanma belgelerine sahip oldukları için kendi selametlerinden emin olanlar,
bunu onlara öğreten üstatlarla birlikte ebediyete kadar mahkum olacaklardır.
33. Papa’nın bağışlanma belgelerinin Tanrı ile insanı uzlaştıran, Tanrı’nın paha biçilemez
bir armağanı olduğunu söyleyenlere karşı ne kadar tetikte olunsa azdır.
34. Zira bu Endüljans lütufları, sakramental kefaretin cezalarıyla ilgilidir, bunlar ise
insanlar tarafından tayin edilmiştir.
35. Araf’tan ruh satın alıp kurtarmak ya da günah çıkarma belgeleri satın almak
isteyenler için pişmanlık beyanının gerekli olmadığını vaazedenler, Hıristiyanca
öğretiyor değildirler.
36. Her hakiki tövbekar Hıristiyan, bağışlanma belgeleri olmadan da cezadan ve suçtan
tamamıyla bağışlanma hakkına sahiptir.
37. Ölü ya da canlı her hakiki Hıristiyan, Mesih’in ve Kilise’nin bütün hayırlarından
payını alır. Bu ona Tanrı tarafından verilmiştir, bağışlanma belgesi olmasa bile.
38. Yine de Papa aracılığıyla bahşedilen bağışlanmalar ve [Kilise’nin rahmet hazinesine]
katılmalar, daha önce de söylediğim gibi, Tanrısal bağışlanmanın ifşaası oldukları
için hiçbir şekilde küçümsenmemelidir.
39. En alim teologlar için bile, halkın karşısında bir yandan Endüljansların bolluğunu,
diğer yandan da pişmanlığın samimiyetini salık vermeleri çok zor olacaktır.
40. Hakiki pişmanlık, cezayı arar ve sever. Fakat Endüljansların bolluğu, sadece
cezaların gevşekliğine ve cezalardan nefret edilmesine, en azından nefret etmek için
[bir vesile oluşturmasına] sebep olur.
41. Papa’nın bağışlamaları dikkatli biçimde vaazedilmelidir, zira aksi halde halk, yanlış
yola saparak, sevginin diğer hayır eserlerine nispetle Endüljansı tercih etmeyi
düşünebilir.
42. Hıristiyanlara; Endüljans satın almanın, diğer merhamet işleri ile hiçbir şekilde
karıştırılmaması gerektiğinin Papa’nın da görüşü olduğu öğretilmelidir.
43. Hıristiyanlara; fakirlere hibe ya da muhtaçlara yardım etmekle, bağışlanma belgesi
satın almaktan daha hayırlı bir şey yaptığı öğretilmelidir.
44. Sevgi, sevginin eserleriyle büyür ve insan böylece hayra erişir. Fakat bağışlanma
belgeleriyle insanlar hayra erişmez, sadece cezadan kısmen serbest kalır.
45. Hıristiyanlara; muhtaç birisini görmezlikten gelerek parasını bağışlanma belgesi
satın almak için harcayanların, Papa’nın Endüljansını değil, Tanrı’nın gazabını satın
almış oldukları öğretilmelidir.
46. Hıristiyanlara; ihtiyaçlarından fazlasına sahip olanlar hariç, aileleri için hayati
öneme sahip olan para ve eşyayı kendilerine ayırmaları ve bunları kesinlikle
bağışlanma belgeleri için harcamamaları öğretilmelidir.
47. Hıristiyanlara; bağışlanma belgelerini satın almanın, bir Tanrı emri değil, serbest
iradenin bir kararı olduğu öğretilmelidir.
48. Hıristiyanlara; bağışlanma belgeleri bahşeden Papa’nın aslında, bu Endüljansların
getirdiği paradan ziyade dualara ihtiyaç duyduğu, bu yüzden de esasen bu duaları
arzuladığı [ve beklediği] öğretilmelidir.
49. Hıristiyanlara; bütün güvenlerini emanet etmedikçe Papa’nın bahşettiği bağışlanma
belgelerinin yararlı, fakat bu belgeler dolayısıyla Tanrı korukularını kaybetmelerinin
ise tamamıyla zararlı olduğu öğretilmelidir.
50. Hıristiyanlara; Papa’nın, Endüljans vaizlerinin kullandığı cebir ve zordan haberi
olsaydı Aziz Petros Kilisesi’ni Mesih’in kuzularının deri, et ve kemikleri üzerine inşa
etmektense onun yanıp kül olmasını yeğleyeceği öğretilmelidir.
51. Hıristiyanlara; Papa’nın asıl arzu ve görevinin, bazı Endüljans avcılarının zorla para
topladıkları pek çok insana zati parasından vermek olduğu, Aziz Petros Kilisesi’ni
bile bu amaç için satıp elde edeceği parayı o muhtaçlara vermek isteyeceği
öğretilmelidir.
52. Bağışlanma belgelerinin selameti güvenceye aldığı beyhude bir düşüncedir, aracılar
ve hatta bizzat Papa ruhunu bu Endüljans için kefil etse bile.
53. Çevre kiliselerde bağışlanma belgelerinin vaaz edilebilmesi için Kilise’de Tanrı
Kelamı’nın susması için uğraşanlar Mesih ve Papa düşmanlarıdır.
54. Aynı vaaz süresi içinde Kelam’a ayrıldığı kadar veya ondan daha fazla bir süreyi
bağışlanma belgelerine ayırmak Tanrı Kelamı’na haksızlık etmektir.
55. Bağışlanma belgesi, ki bu çok küçük bir şeydir, tek bir çanla, tek bir alay ve
seremoni ile kutlanıyorsa; İncil’in, ki bu en büyük olandır, yüz çanla, yüz alayla ve
yüz seremoniyle vaaz edilmesi gerektiği Papa’nın tartışmasız görüşüdür.
56. Papa’nın Endüljansı ihsan ettiği Kilise’nin Rahmet Hazineleri, Mesih halkı tarafından
yeterince bilinmediği gibi, bu Hazinelerin içeriği dahi isimlendirilmemiştir.
57. Hazinelerin fani şeylerden meydana gelmediği aşikardır, zira aksi takdirde vaizlerin
çoğu bu hazineleri bu kadar bol elle dağıtmaz, onları ellerinde biriktirip artırmaya
çalışırlardı.
58. Ayrıca bu Hazineler, Mesih ya da Azizlerin fazilet ve kazanımlarından da meydana
gelmemiştir, zira Papa olmadan bile bu Hazineler kendiliğinden içsel insana inayet,
dışsal insana ise dert, ölüm ve cehennem sağlamaktadır.
59. Aziz Laurentius Kilise Hazinesinin fakirlere ait olduğunu söylerken, bu ifadeyi
çağının anlayışı içinde kullanmıştır.
60. Bu Hazinenin Mesih’in fazileti aracılığıyla armağan edilmiş olan Kilise Anahtarları
olduğunu söylersek cüret etmiş olmayız.
61. Çünkü kendisine tahsis edilmiş olan cezaların ve belirli hallerin affedilmesi için
Papa’nın bizzatihi yeterli ve yetkin olduğu açıktır.
62. Kilise’nin hakiki Hazinesi Tanrı’nın ihtişam ve inayetine dair En Kutsal İncil’dir.
63. Fakat bu Hazine, birinciyi sonuncu yaptığı için doğal olarak çoğunluğun nefretini
kazanmıştır.
64. Öte yandan sonuncuyu birinci yapan Endüljans hazinesi doğal olarak en çok kabul
görendir.
65. Bu yüzden İncil’in Hazineleri geçmişte zenginliğin sahiplerini (“Tanrı sevgisi ve iman sahibi” anlamında.)
avlamak için
kullanılmış ağlardır.
66. Endüljans hazineleri ise, zenginlik sahiplerini (“Mal ve mülk sahibi” anlamında.)
avlamak için kullanılan ağlardır.
67. Vaizlerin büyük bir çığırkanlıkla Endüljansın en büyük lütuf olduğunu dile
getirmeleri gerçekten de bir lütuf, zira bu iyi bir kazanç kapısı.
68. Fakat gerçekte bunlar, Tanrı’nın inayeti ve Haç’ın takvası ile karşılaştırıldığında en
küçük olanlardır.
69. Piskopoz ve papazların Papa’nın Endüljans Komiserleri’ne büyük bir saygıyla izin
verme zorunluluğu vardır.
70. Fakat bundan da fazla olarak, gözlerini daha da çok keskinleştirmek ve kullaklarını
daha da çok açmak zorundadırlar, ki bu Komiserler, Papa’nın vekilliğini vaaz
edecekleri yere kendi saçmalıklarını vaaz etmesinler.
71. Papalığın bağışlanma belgelerinin hakikatine karşı gelenler aforoz edilsin ve
lanetlensinler.
72. Fakat Endüljans vaizlerinin haddini bilmezliğine ve küstahlığına karşı muhafızlık
edenlere kutlu olsun.
73. Papa, bağışlanma belgelerinin ticaretinde çeşitli hileler yapanlara karşı haklı
biçimde hiddetlenip onları aforoz etmektedir.
74. Fakat Papa, bağışlanma belgelerini bahane ederek kutsal sevgi ve hakikatte hile
yapmaya kalkışanlara karşı daha da çok hiddetlenme isteğindedir.
75. Papa’nın Endüljanslarının, Tanrı Doğuran’a (“Tanrı Doğuran” Meryem (theotokhos) anlamındadır.)
karşı bir tecavüzü bile (ki bu
imkansızdır) affedecek kadar güçlü olduğunu sanmak delilikten başka bir şey
değildir.
76. Biz ise buna karşılık, Papa’nın Endüljansının, en küçük bir affedilebilir günahı bile
bizzatihi suçu açısından kaldıramadığını söylüyoruz.
77. Denmektedir ki, Aziz Petros şimdi Papa olsaydı daha fazla inayet ihsan etmesi
mümkün olamazdı. Bu, Aziz Petros’a ve Papa’ya karşı bir küfürdür.
78. Biz ise buna karşılık, mevcut Papa’nın ve genel olarak bütün Papaların daha da
büyük inayetleri tasarruflarında bulundurduklarını söylüyoruz. Bu inayet İncil’dir:
Korintoslular’a Birinci Mektup 12’de yazılmış olduğu üzere: “Şifa veren ruhsal
bağışlar ve yetenekler”
(Korintoslulara Birinci Mektup: “Ruhsal bağışlar çeşit çeşittir, ama onları sağlayan Ruh aynıdır.” (12:4). “Yine
aynı Ruh aracılığıyla birine iman, o tek Ruh’la başkasına hastaları iyi etmek için ruhsal bağışlar verilir. Birine
mucizeler oluşturan güçlü işler, başkasına peygamberlik, başkasına ruhları ayırt edebilme yeteneği, başkasına
çeşitli diller, başkasına da yabancı dilleri çevirme yeteneği verilir. Bunların tümünü tek ve aynı Ruh etkiler;
istemi uyarınca herkese ayrı ayrı dağıtır.” (12:9-11).)
vs.
79. [Endüljans vaizlerince tertip edilip Kilise’lere yerleştirilen] Papalık armasıyla tezyin
edilerek öncelikli bir yere asılmış olan bir Endüljans Haçının Mesih Haç’ı ile eşit
değerde olduğunu söylemek küfürdür.
80. Böyle şeylerin halk arasında yayılmasına neden olan vaazlara izin veren piskopoz,
papaz ve teologlar mutlaka hesap vereceklerdir.
81. Bu küstah Endüljans vaazları yüzünden okumuş adamların bile, Papa’nın saygısına
karşı iftirada bulunanları engellemeleri ve hatta Laik’lerin kurnaz şüphelerinden
kurtarmaları zorlaştırmaktadır.
82. Örneğin:
(Burada söz konusu iftiralara ve “kurnaz şüpheler”e örnekler vermektedir.)
Kilise’yi inşa etmek için kullandığı hayırsız para uğruna, yani çok da
geçerli olmayan bir nedenle, sonsuz sayıda ruhu selamete kavuşturduğuna göre,
kutsal sevgi aşkına ve Araf’taki ruhların acil ihtiyaçları dikkate alındığında, yani
gerçekten geçerli bir nedenle, Papa niçin Araf’ı bütün ruhlardan boşaltmıyor?
83. Yahut: Endüljans’la selamete kavuşmuş olanlar için dua etmek yanlışsa eğer,
ölmüşlerin cenaze törenlerine ve seneyi devriye törenlerine niçin devam ediliyor?
Ayrıca ölmüşler adına kurulan vakıfların iade edilmesine ya da kapatılmasına izin
verilmiyor?
84. Yahut: Tanrı ve Papa karşısındaki bu yeni dindarlık nasıl bir şeydir ki, kafir ve
düşman bir adama Tanrı dostu bir inananın ruhunu Araf’tan satın alarak onu
kurtarma izni veriliyor da, bu inanan ve mahbubun ruhu kendi ihtiyacı dolayısıyla
saf sevgi aşkına serbest bırakılmıyor?
85. Yahut: Fiilen ve kullanılmaya kullanılmaya bizzatihi iptal edilmiş sayılan Kilise’nin
Tövbe Kanunları niçin kaldırılmıyor da, hala Endüljansların ihsan edilmesi
neticesinde para karşılığında bunlardan doğan cezalardan (sanki bu Kanun daha
geçerliymişçesine) bağışlanma sağlanıyor?
86. Yahut: Şimdiki zenginliği en zengin para babalarından daha çok olan Papa, sadece
Aziz Petros Kilisesi’ni fakir inananların parası yerine kendi parasıyla inşa ettirmiyor?
87. Yahut: Papa zaten tam tövbe ederek tüm günahlarının cezalarından bağışlanmaya
ve kutsal Hazineden tam paydaşlığa hak kazanmış olanların nesini bağışlamakta
veya neyin paydaşlığını ihsan etmektedir?
88. Yahut: Papa şimdi tek bir defa yaptığını günde yüz defa yapsa ve her inanana bu
bağışlanmaları ve paydaşlıkları ihsan etse, Kilise’ye bundan daha büyük bir kutsiyet
gelebilir miydi?
89. Papa bağışlanma belgelerini para kazanmak için değil de ruhları selamete
kavuşturmak için ihsan ettiğinden, aynı etkiye sahip oldukları halde bundan önce
ihsan edilmiş olan Endüljansları ve bağışlanma belgelerini niçin iptal etmektedir?
90. Laik’lerin bu hoş olmayan argümanlarını ve şüphelerini sadece cebren bastırmak ve
makul argümanlar göstermeden bunlardan kaçınmak, Kilise’yi ve Papa’yı
düşmanlarının alay konusu haline getirmekte, Hıristiyanların ise mutsuz olmasına
neden olmaktadır.
91. Bu halde bağışlanmalar Papa’nın ruhuna ve düşüncesine uygun biçimde vaaz
edilseydi eğer, bütün bu şüpheler kolayca çözümlenecek, hatta ortaya bile
çıkmayacaktı.
92. O zaman şu [yalancı] peygamberlere lanet olsun ki, Hıristiyanlara “Barış, Barış”
derler de aslında barış değildir.
93. Öte yandan şu [gerçek] peygamberlere kutlu olsun ki, Hıristiyanlara “Haç, Haç”
derler de aslında [dert olup taşınması gereken] bir haç değildir.
94. Hıristiyanların cezalar, ölümler ve cehennemden geçerek başları olan Mesih’i takip
etme hususunda gayretkeş olmaları öğütlenmeli;
95. ve yalancı bir ruhani teminatla kendilerini teselli edecekleri yerde pek çok ıstırap
yaşayarak Göklerin Melekutu’na varmaları hususundan emin olmaları gerektiği
söylenmelidir.