13 Ekim 2018

Pek Öncelerin Ben Merkezciliğinin Dışavurumu - Nilgün Marmara

Yontusal bir dinginlikle sıralarım
Sözcüklerimi vasat bir yere
Bu duyumlanmaz imgeleme -
Taşkınlıktan ırak mı ırak

Ah! ya benim ele geçirilemez coşkularım
Varolamamış henüz
Biçimleyemediğim
Neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçleri
Varılamaz yengisinden sonra
Ulaşılır esriklik alanları?



Bir uçuş diliyorum salt kanat
Gökyüzünün üçgen bir köşesinde,

Bir tozlaşma... miriabilis bir jalapa'da
Görsün her gözenek ait bana
Süresiz dolun ve sonsuz bir ay
Patlaması tüm içkinliğimde

Bildiğimi biliyorum çemberimi
Yarıçapları oturtsam bir kez özeğe -
Ve eğretilikten arınmış parçacıkların
Uyumsuz hiçbir üstüstelenişi düşünülemez

Bu uyumlar elaçıklığıyla ulaşacak hep
Çembere...

Kuşkusuz mu?

Merhabayı neden mi bu kadar çok seviyor? “…‘Rahat edin. Benden size kötülük gelmez’ demektir.

EDEBİYATIN DENİZ YANI: HALİKARNAS BALIKÇISI
Bir yelkenli düşünün, denizin en derin yerinde, bir adam var yelkenlinin içinde, adam keşfe her daim açık, Ege’ye aşık. Fırtınaya kapılıyor çok kez, “alabora olacak”, “battı batacak” diyorsun “bana mısın” demiyor, bir türlü kıyıya yanaşmıyor, denizi öylesine seviyor ki, ondan ayrılamıyor… “Merhaba” diyor herkese, “Merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhaba…
“…‘Rahat edin. Benden size kötülük gelmez’ demektir. Sonra, aklımızı işimizden ayırmamalıyız.‘Günaydın’ mı diyeceğiz, ‘İyi akşamlar’ mı diyeceğiz,‘Allahaısmarladık’ mı diyeceğiz? Düşünmeye, aklımızı meşgul etmeye gerek yoktur. Bunların yerine söyleriz merhabayı, olur biter… Bir şey daha var. Merhaba sözcüğü, eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer. Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde…”
Yine denize bağlıyor hayatının halatını.  Ee ne yapsın çocukluktan geliyor bu tutku, bu sevda.
“Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon’un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı alemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım”
Cevat Şakir Kabaağaçlı, bilinen adıyla Halikarnas Balıkçısı…Deniz gibi arada dalgalı arada dingin bir hayat onunkisi…Bazen fırtına eser dalgalıdır, bazen yaprak kımıldamaz çarşaf gibidir ya deniz. Öyle…Belki denizi bu kadar sevmesinin nedeni kendine benzetmesi, tıpkı merhaba ve yelken arasında kurduğu ilişki gibi…Öyle çok şey sığdırmış ki hayatına, bir hazine kutusu onun yaşamı. Tam anlamıyla açmak güç, ama aralamak mümkün…
 TAMAMI   Karaköy Mono


Şiir nedir ? - Cahit Sıtkı Tarancı

“Şiir nedir”? diye soruyorsunuz. Edebiyat yapmayı, büyük söz etmeyi sevenler için şiir ne değildir ki! Şiir bir çığlıktır, bir ilan-ı aşktır, sallanan bir yumruktur, bir umuttur, bir kurtuluştur vb… Kuşkusuz, bunların hepsi şiirde olabilir, fakat bunlar nesirde de olan şeylerdir. Şiirin ne olduğunu anlayabilmek için onu nesirden ayıran özellikleri aramak, onlar üzerinde durmak daha doğru olur sanıyorum. Düşüncemi bir örnekle açımlayayım:

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz

Dizesini elbette duymuşsunuzdur. Şair ne demek istiyor? Gülüştüklerimiz hatıra geldikçe ağlarım. Bu bir nesir cümlesidir. Şair ne yapmış? Bu nesir cümlesinin her sözcüğünü değerlendirerek bu duyguyu son anlatımına kavuşturmuş. Şair karşımızda olsa göreceğimiz manzara nedir? Bir adam ağlıyor. O halde dizenin ilk sözcüğü “ağlarım” olacak. Neden ağladığını merak etmez miyiz? Bu kez onu söylemek gerek. Bir şeyler hatırladığı için. Öyleyse, dizenin ikinci ve üçüncü sözcükleri “hatıra geldikçe” olacak. Peki neymiş acaba böyle hatırladıkça ağladığı şey? “Gülüştüklerimiz” diyor ve böylece her sözcük yerini alıyor ve bildiğimiz dize ortaya çıkıyor. “Şiir bir deyiştir, sözcüklerle güzel biçimleri kurmak sanatıdır” denilmesi bundandır. Şair de bu sanatı bilen adamdır. Bu sanatın anlatım aracı dil ve gereci de sözcükler olduğuna göre, şiir yazmak isteyen adamın kullandığı dilin bütün kurallarını iyi bellemesi, sözcüklerini sınıf arkadaşları gibi yakından tanıması, hangi sözcüğün nerede ve nasıl kullanıldığı zaman kendisinden beklenen ödevi yerine getireceğini bilmesi gerektir.

Şiir yalnız duymakla, parlak imgeler bulmakla değil, dil ve sözcükler konusundaki bu bilgilerle, bu sevgilerle, bu dikkatlerle yazılabilir. Şairden beklediğimiz işte bu davranıştır. Bundan sonrası yani yapıtının çapını belirleyecek şey şiir yaratma gücüdür. Şair ister sevgilinin servi boyundan, ister bir savaştan, ister mahallesinin yoksulluğundan, ister haksızlıktan söz etsin, kendi bileceği iştir, yeter ki her şeyden önce şiir yazdığını bir saniye hatırından çıkarmasın. Baki Efendi, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Ahmet Muhip, Orhan Veli aynı şeylerden söz etmezler, ama hepsine şair diyoruz; çünkü hepsi de şiirin şundan bundan söz etmek değil, güzel biçimler kurmak sanatı olduğuna inanmıştır.

Böyle olduğuna göre, şiir toplum için mi? dâva için mi? diye düşünmeye yer yoktur. Şiir yazan adam kör ya da sağır değildir ki, çevresinde olup bitenleri görmesin, duymasın; elbette kendisine en çok dokunan şeylerden söz edecektir. Kunduracıdan ayakkabı beklediğimiz gibi şairden de şiir bekleyelim. Nasıl ki kunduracı hem iskarpin, hem terlik, hem potin, hem çizme yaparsa, şair de gününe ve koşullarına göre ıstırap şiiri, aşk şiiri, isyan şiiri, ölüm şiiri, kurtuluş şiiri yazar. Bütün sorun, sanatçının yaratma gücüne karışmamaktır.

Bir yıldan beri çıkmakta olan ‘Kaynak’ dergisini sevgi ve dikkatle izliyorum. Daha çok bıyıkları yeni terlemiş çocukların şiirlerini yayımlıyor. İçlerinde umut verici olanlar yok değil, fakat, darılmazsanız söyleyeyim, (hem yalnız Kaynak’ta değil, başka sanat dergilerinde de görüyoruz bunu) yeni yetişenlerin çoğu şiiri ciddiye almamakta, onu nerdeyse günlük bir gönül eğlencesi saymaktadır. Sonra nasıl hepsi birbirine benziyor! Oysa on beş yıl önce Ahmet Muhip’in, Fazıl Hüsnü’nün, Ziya Osman’ın şiirleri hiç de birbirine benzemezdi. Çünkü üçünün de kişilikleri daha o zamandan belli olmuştu. Yeni yetişen arkadaşlardan, şiiri kendilerine aşk ve dert edinmelerini, şiirin gizlerini kendi kendilerine keşfetmeye çalışmalarını, kendilerinden önce gelmiş olan şairlerin ne yaptıklarını, şiire neler getirdiklerini, ne gibi güçlükleri nasıl yendiklerini öğrenmeye çaba göstermelerini ve şiirin sabır ve direnme işi olduğunu daima hatırlarında tutmalarını dilerim.

“Nurullah Ataç’ın yarattığı sözcüklerle şiir yazılabilir mi?” diyorsunuz.Yazılmaz tabii. Ama o sözcüklerden tutanları ile ilerde pekâlâ yazılabilir. Zaten bugün Nurullah Ataç’ın böyle bir şey söylediği yoktur.

Konuşma dilinden ayrı bir şiir dili benim şiir anlayışıma göre olamaz. Bakın Melih Cevdet’in, Oktay Rifat’ın ve onlar gibilerin şiirlerine, hepsi sizin benim konuşurken kullandığımız sözcüklerle yazılmıştır. Bence, şiirde doğru yol da budur. Anamın, bacımın, kızkardeşimin kullandığı dipdiri, her hecesini etimde canımda duyduğum sözcükler dururken sözlüklerde küflenmiş sözcüklerle şiir yazamam doğrusu.

Yeni yetişen arkadaşlarla, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Ahmet Muhip, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Cahit Külebi gibi işlerinin ehli olan şairleri örnek gösterebilirim, ama örneğin ikinci bir Muhip veya ikinci bir Melih olmak için değil, kendi kişiliklerini bulmak için; çünkü adlarını gelecek yüzyıllara ancak kişilikleriyle ulaştırabilirler.
Kaynak dergisi 1 Şubat 1949


Adalet Ağaoğlu - Ölmeye Yatmak

"İnsan krapon kâğıdından kanatlar takınca kelebek olduğuna inanır. Koyun postunda koyun, kurt postunda kurt […] Ülkü de giydirilebilir üstünüze ve Etlik tepeleri dağ gözükür gözünüze."

"Ölmeye Yatmak romanı biçim açısından da ilginç. Çok geniş bir dönemi anlatmak isteyen romancı, Aysel'in ruh dünyasının yanı sıra toplumsal olayları, Aysel'i Doçent Aysel haline getiren koşulları yarı belgesel bir tarzla eserine katmış."
–Selim İleri

"Ağaoğlu'nun Ölmeye Yatmak adlı romanı, kadının cinsel kimliğini, bireyselliğini el yordamıyla araması, sorgulamasını ifade eder. Aydın bir cumhuriyet kadınının özgürlük ve dişilik arasındaki çıkmazını, bu romanındaki kadın tiplemesi, Aysel çok iyi bir şekilde betimler."
–Nilüfer Göle

 

Belki biz gerçekten alevler ortasında bir gül bahçesinde yaşamaktayız.
 
Yanılmış olmanın acısını anlamıyorlar. Umulmadık bir anda yanılmış olmanın acısını. Bundaki dayanılmazlığı.

İyiliğin bazen kötülük kadar tehlikeli olabileceğini sende öğreniyorum. İnsan olmanın küçük anlarını kaçırmak ne denli kötü ise, enayilik de o denli kötü.

Cumhuriyet Türkiyesi'nde vatanın her karış toprağı bizim doğup büyüdüğümüz yerdir. Vatanın her köşesi baba ocağımızdır.

 Halka halka açılan bir dalganın herhangi bir halkasında olmak. Oysa ben, en son halkanın dışına doğru kayıyorum. Durmadan kayıyorum. Yürüyerek, çevremle gizli ilişkiler kurarak, yeni semt adları öğrenerek, yeni yüzler görerek ve her ilişkiden biraz daha az algılanmış çıkarak gittikçe geciken, gittikçe yorucu olan, gittikçe hiç dışına çıkılamayacakmış gibi olan, gittikçe hiç geri de dönülemeyecekmiş gibi olan ağır bir kayış.


TIK

ADALET AGAOGLU