18 Mart 2019

Çanakkale - Bülent Ecevit


"Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlen­meden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım."Mustafa Kemal Atatürk

Çanakkale - Bülent Ecevit

 “Söyle arkadaşım “dedi Anadolulu Mehmet
Yanıbaşında ki Anzak erine
“Nerelerden kopup gelmişin
Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine”
“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN” dedi gencecik Anzak

“Öyle yazmışlar mezar taşıma
Doğduğum yerler öylesine uzak
Örtündüğüm topraksa gurbet bana”

“Dert edinme arkadaşım” dedi Mehmet
“Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet
Sende artık bizdensin
Sende bencileyin bir Mehmet”

Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Ya sen” dedi Mehmet
Oyun çağındaki İngiliz erine
“Yaşın ne senin kardeş
böylesine erken buralarda işin ne”

“Yaşım sonsuza dek on beş”
dedi ufak tefek İngiliz eri
“Köyümde askercilik oynar
coştururdum trompetle bizimkileri

Derken kendimi cephede buldum
Oyun muydu gerçek miydi anlamadan
Bir sahici kurşunla vuruldum
Sustu boynumdaki trompet

Son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu’da bana bir yer kazıldı
Mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ yazıldı
Öyküm de künyem de bundan ibaret

Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
Gözyaşları düşerek üstüne sanki
Damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
Sahibini yitiren bir trompet
“Ya sizler” dedi Mehmet
Dünyanın dört kıtasından
Mezar dolusu erlere
“Hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiz yerlere”

Kimi İngiliz’di kimi İskoç
Kimi Fransız dı kimi Senegalli
Kimi Hintli kimi Nepall
Kimi Avustralya’ dan Yeni Zellanda ’dan Anzak
Gemiler dolusu asker
Her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolu’nun oya gibi koylarından sızarak
Tırmanmışlardı dağa bayıra
Siper siper yara gibi yarılan toprak
Mezar olmuştu savaş ardından onlara

Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
Kiminin de mezar taşında
On altı,on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı
Çanakkale topraklarında
Her birinin erken biten yaşam öyküsü
Eski yazıtlar gibi taşlara böyle taşlara böyle kazılı
“anlamaz mıyım”dedi “halinizden kardeşler”
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolulu Mehmet

“Bende yüzyıllarca yaban ellerde
Neyin uğruna bilmeden can vermişim
Kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
İlk kez Çanakkale’ de ermişim

Uğrunda can verdikçe vatanlaştı ancak
Ekip biçtiğim padişah mülkü toprak
Değil mi ki sizler alamazsanız bile
Bu topraklar almış sizleri basmış bağrına
Sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale “

Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar

Bir garip savaştı Çanakkale Savaşı
Kızıştıkça kızgınlığı dindiren
Ara verdikçe ateşe düşmanı kardeşe
Döndüren bir savaş
Kıyasıya bir savaştı
Ama saygı üreten bir savaş
Yaklaştıkça birbirine
Karşılıklı siperler
Gönüllerde yakınlaştı
Düştükçe vuruşanlar toprağa
Dostlar gibi kaynaştı

Savaş bitti
Ölenler kaldı sağlar gitti
Köylü köyüne döndü evli evine

Kır çiçekleri geldiler akın akın
Çekilen askerlerin yerine
Yaban gülleri dağ laleleri papatyalar
Kilim kilim yayıldılar toprağa
Siper siper
Toprağın savaş yaralarını örttüler
Koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
Kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine
Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
Silah yerine sapan tutan elleriyle
Geri aldı savaş alanlarını doğa
Can geldi toprağa silindikçe kan izleri

Yeryüzünde cennet oldu öylece
O cehennem savaş yeri

Şimdi Çanakkale Gelibolu
Bahçe bahçe
Ülke ülke
Mezar dolu

Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının
Kavga bitirmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Huzur içinde uyusun”

Vuruştukları topraklarda
Kavgadan kinden uzakta
Yanyana dostça yatanlar  

TIK

Anton Çehov "Ağaçların bazen boş olabileceği gerçeğini kabullenmeli, ve meyve vereceği zamanı beklemeliyiz."




Odisseus Elitis - Akıntıya Karşı


Akıntıya karşı yüzerek
Bir başka iklimde saydamlığı arayan balık
Hiçbir şeye inanmayan el

Ben bugün o dünkü ben değilim
Bana duymayı öğretti rüzgârgülleri
Geceleri eritip tersyüz ediyorum sevinçleri
Bir güvercinliği açıp unutuş saçıyorum
Ve çıkıp gidiyorum arka kapısından göğün
Hiçbir şey söylemeden bakışlarımla
Saçlarına karanfil gizleyen
Bir çocuk gibi.
Çeviri : Cevat Çapan
 
 

Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak

Günümüz toplumlarında “sahip olmak” olgusu daha sık yaşandığı için, onun üzerine bildiklerimiz, “olmak” konusunda bildiklerimizden daha fazladır. Ayrıca “olmak” ilkesini kavramanın güç oluşunun bir diğer nedeni de, bu varoluş biçimini tanımlamanın zorluğudur.

“Sahip olmak” şeylere, nesnelere ilişkindir ve bunları görüp, tutmak ve de tanımlamak kolaydır. “Olmak” ise, yaşantılara ve bazı içsel süreçlere dayandığı için, dile gelmesi, tanımlanması zor ve hatta imkânsızdır. Kişilik dediğimiz, dışa vuran yanlarımızı, yani taşıdığımız maskeleri tanımlamak mümkündür. Çünkü bu, dışlaşmış bir nesne, bir “şey”dir. Ama yaşayan insanı, ölü bir resim ya da cansız bir madde gibi tanımlamak mümkün olmaz. Kişinin karakteri, davranış biçimi ve yaşam anlayışı üzerine birçok şey söylenebilir ve bu söylenenler, o kişinin psişik yapısının anlaşılmasında önemli katkılar yapabilir. Ancak o kişinin tüm benliğini, bireyin o tek başınalığını, bir kereye özgülüğünü ve “öyle oluşunu” tam olarak kavramak hiçbir zaman mümkün değildir. Kişiler, kendi parmak izleri gibi öylesine farklı, bir kerelik ve çeşitlidirler ki, onları duygu ya da sezgi yoluyla bile tam anlamak imkân dışıdır. Çünkü birbirinin aynı olan iki insan yoktur dünyada. Bu ayrılığı ve farklılığı ortadan kaldırabilmenin tek yolu, kişilerin birbirleriyle canlı ilişkilere girişmeleri ve hep birlikte yaşam dansına, o akışa katılmalarıdır. Bu yolla bile tam bir karşılıklı özdeşliğe ulaşılabileceğini sanmak, yanıltıcı olur. Küçücük bir davranış birimini bile, tam anlamıyla tanımlayanlayız. Mona Lisa’nın gülümseyişi üzerine sayfalarca yazı yazabiliriz ama, o gülücüğü sözcüklere yakalayamayız hiç. Aslında herkesin gülümseyişi (sahte, maske olarak kullanılan ve klişeleşmiş gülümsemeler dışında) Mona Lisa’nınki kadar bir kereliktir ve tanımlanamaz. Bir insanın gözlerinde beliren pırıltıda, yürüyüşünde, yüzündeki bir değişiklikte ya da ses tonunda oluşan değişmelerde beliren sevincini, nefretini, ilgisini, hayranlığını veya kendini beğenmişliğini sözcüklerle tanımlamak ya da tam olarak anlatmak, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

ERICH FROMM SAHİP OLMAK OLMAK ARITAN AYDIN ARITAN


Ceyhun Atuf Kansu Sizce şiirden beklenen nedir? Şiir neyi anlatmalıdır?


 
"Şiir, insan olarak bireyin kişisel birikimini sözcüklerle topluma taşıyan bir sanattır. Şiirden beklenen, bireylerle arasındaki duygu, duyarlık iletişimini sağlaması; bireyden gelen duyarlık birikimi bildiriye, herkesi ortak etmesidir. Şiir bu ortak duyarlıkta, bireyin tarih içindeki yerini, davranışını, tutumunu, bakış açısını anlatmalıdır. Bu, bireyle birlikte yaşanan bir toplum-tarih kesitini anlatmak, çağı anlatmak demektir."


Haldun Taner - Bir Motorda Dört Kişi


Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulun ışığında dört kişiydiler:sarı saçlı bir kadın, çiğ et kokan bir kasap, dazlak başlı bir profesör bir de ağzında piposu ,delikanlı.

Dördü de son vapuru kaçırmış, bu uykulu kaptanın istediği beşer lirayı hemen verip motora atlamışlardı.

Motor şimdi karanlık suları yara yara ilerlerken sarışın kadın bacak bacak üstüne atmış, sigara içiyor, dumanını da şahane tavırla gecenin serinliğine savuruyordu.

Esmer delikanlının gözleri kadının çukur dizkapaklarında idi.

Profesörün zihni, tramvayda okuduğu bir makaleye takılmıştı.

Kasaba gelince o hem fıstık yiyor, hem toptancının yolladığı son faturayı düşünüyordu.
Hadi karamana yüz elli yazdığı neyse ne, fakat dağlıcı ne demeye yüz seksenden hesap ediyor, herifçioğlu ?

Gece yıldızsız, deniz çalkantılı idi.Bordoya vuran küçük dalgaların serpintisi ara sıra muşamba şilteleri ıslatıyordu. Motor artık Moda'yı Kalamış'ı geride bırakmış, Adalar'a doğru yol almaya başlamıştı.

Sarışın kadın üşümüş olacak ki birden kalktı, rüzgardan uçan eteklerini tuta tuta, içeri kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başının dönmesi bir oldu. Burası yanık benzinle karışık kızgın demir kokuyordu.

Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu.sonra yeni bir sigara yakıp dışarı üfürdü.

Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı. Işıldakların biri sağdan sola kayarken öbürü soldan sağa doğru iniyor ve ikisi ortada bir yerde birleşince husule gelen gözalıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu.

Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken hemen biraz ötesinden denize ateşböceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arkası kesilmeyen birçokları takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir müddet hiçbir şey düşünmeden birbirini kovalayan bu acayip böceklerin çini mürekkebi siyah denizde teker teker eriyişlerini seyretti. Sonra birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kamarasına geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyordu. Kadın şaşkınlıkla kapının topuzuna yapıştı ve o zaman yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş, kan ter içinde uğraşırken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an... Sonra "Yanıyoruz... İmdat!... Yanıyoruz!" diye kendini dışarıya attı.

Bu feryat güvertenin üstünü bir anda alllak bullak etmişti. Kadın, kaptan kamarasının kapısını açık bıraktığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap şaşkınlıktan oturduğu minderi kucaklamış; Profesör ise motorun tek tahlisiye simidini boynuna geçirivermişti.

Sarışın kadın, telaştan piposunu düşüren genç adama doğru koştu:

- Kurtarın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben.
diye yalvardı. Delikanlı titrek bir sesle:

- Ben de bilmem.
diye cevap verdi. Halbuki biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek kadar... Ama yalnız kendini... Kadın ondan ümidi kesince kasaptan medet umdu. Fakat o şimdi iki elini açmış:

- Şu vartayı bir atlatalım. Dinim hakkı için üç koyun gurban edecem.
diye adak adıyordu.

Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Halbuki o, kahramandan geçinirdi. Hatta daha o sabah derste Sokrat'ın hayatı nasıl istihkar ettiğini anlatırken gerçek bir filozof için bunun hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tebessümle karşılayabileceğini söylemiş, işin tuhafı, sözlerine talebeleri kadar kendini de inandırmıştır.

Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllı göğsüne sarılmış:

- Allah aşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın.
diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptanın sesi duyuldu:

- Teprenmeyun be!... Ne oliysiniz? Motoru paturacaksınız.

Fakat hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese emniyet veren bir şey vardı. Yoksa... Yoksa söndürmüş müydü yangını? Evet muhakkat söndürmüş olacaklardı. Hiç söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu tekrar denize boca eder miydi?

Kaptan:
- Ne adamlara çattık yahu!
diye söyleniyordu. Profesör, kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti.
- Öhö, Öhö diye öksürdü; nedir bu telaş yani. Öyle ya, biraz sakin olalım beyler.
diyecekti. Evet handiyse böyle diyecekti. İsabet ki demedi. Zira tahlisiye simidi hala sımsıkı boynunda duruyordu.

Motor bir iki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli keyifli işlemeye başlamıştı. Yerine dönen kaptan içerde hala geçmişi kınalı motora ve şamatacı yolculara veriştirip duruyordu. Fakat onlar aldırmadılar artık. Paylasındı, sövsündü, isterse dövsündü onları. Kurtulmuşlardı ya bi kere.

Çımacı, ilerde kolunun yeniyle terini siliyordu. Belli ki bu hengamede kaptandan çok o yorulmuştu.

Bir çeyrek sonra her şey artık normale dönmüş bulunuyordu. Sanki rüzgar o boğucu dumanla beraber ölüm korkusunu da güvertenin üstünden silip götürüvermişti.

Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında şimdi yine dört kişiydiler. Yine kendi içlerine kapanmış dört kişi.

Kadın adamakıllı sükunet bulmuş gibiydi. Eli fazlaca titremese hatta sigara bile içecekti.

Delikanlı yine piposunu içiyor, fakat artık kadının dizlerine bakamıyordu.

Profesör evde kendini bekleyen tombalak karısıyla şimdi her zamankinden çok sevdiği penbe yanaklı evlatlarını düşünüyordu.

Kasaba gelince, o biraz evvel adadığı üç kurbanı ikiye indirmek için vicdanını dolandırmakla meşguldü. Bunda muvaffak da oldu. Hatta öyle ki, Büyükada'nın ışıkları göründüğü zaman bu iki kurban da bire inmiş bulunuyordu. Hem artık onu da kurban bayramında kesecekti.

Motordan ilk atlayan profesör oldu.

Onu esmer delikanlı takip etti. Islıkla oynak bir samba çalıyordu.

Kasap koşa koşa, zıplaya zıplaya bir çocuk gibi uçup gitti.

Sarışın kadın en sona kalmıştı. İnip kalkan motordan bir türlü rıhtıma atlamaya cesaret edemiyordu. Çımacı ona elini uzatmak istedi. Fakat bu ter kokulu, hırpani adamın elini tutmamak için acemi bir sıçrayışla kendini rıhtıma atıp dik ökçelerinin üstünde pür azamet uzaklaştı.