04 Eylül 2013

Tanrı ve Devlet - Mihail Bakunin

Bilgi ağacının meyvelerine dokunmak açık bir biçimde yasaklanmıştır. Böylece, kendini anılarına yeteneğinden tümüyle mahrum kalacak insanın, ebediyen bir hayvan olarak kalması, ebedi Tanrısı, yaratacısı ve efendisi önünde hep dört ayak üzerinde sürünmesi istenmiştir. Ama bu noktada, şeytan, ebedi isyancı, dünyanın ilk özgür düşünürü ve kurtarıcısı sahneye çıkar. O, insanın kendi hayvani cehalet ve itaatinden untanmasını sağlar, onu kurtarır, itaatsizliğe ve bilginin meyvesini yemeye zorlayarak, alnına özgürlüğün ve insanlığın damgasını vurur.
 
"Halk öyle bir biçimde boyunduruk altında tutulmalı ve soyulmalıdır ki, yazgısı hakkında yüksek sesle yakınmasın, itaat etmeyi unutmasın, karşı gelmeye ve isyan etmeye vakit bulamasın.
Politikayı bir zanaat haline getiren ve hedefini -yani adaletsizlik, şiddet, yalan, ihanet tek ve toplu cinayet- bilen insanlar, politika sanatına ve devletin bilgeliğine nasıl inanabilir? Kilise ve devlet her zaman ahlaksızlığın en büyük okulu olmuştur. Tarih onların büyük suçlarını kanıtlıyor. Rahipler ve devlet adamları her yerde, her zaman halkın bilinçli, sistemli, uzlaşmaz, kana susamış 
düşmanları ve cellatları olmuştur." 
 
Mihail Aleksandroviç Bakunin'in (1814-1876) Revolutionary Catechism (1866) başlıklı bu metni
 
 II. Tanrı kültünü insanlık sevgisi ve saygısıyla değiştirerek, gerçeğin tek ölçütü olarak insan aklını; adaletin temeli olarak insan bilincini; toplumdaki düzenin tek kaynağı olarak bireysel ve ortaklaşmacı özgürlüğü öneriyoruz.
III. Eylemleri için kendi bilinçleri ve kendi akıllarından başka hiçbir onay arayışına girmeme, öncelikle kendilerine ve daha sonra gönüllü olarak kabul ettikleri topluma sorumlu olma özgürlüğü, her erişkin kadının ve erkeğin mutlak hakkıdır.
IV. Bir insanın özgürlüğünün bir başka insanın özgürlüğüyle sınırlandığı doğru değildir. İnsan, tümüyle hemcinslerinin serbest rızasıyla akseden ve tanınan kendi özgürlüğünce gerçekten özgürdür, onların özgürlüğünde doğrulama ve genişleme bulur. İnsan yalnızca eşitçe özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür; bir tek insanın bile köleliği tüm insanlığı çiğner ve herkesin özgürlüğünü etkisiz hale getirir.
V. Herkesin özgürlüğü bu nedenle yalnızca herkesin eşitliği halinde gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi, hem ilkece hem de gerçekte, adalettir.
VI. Eğer insan ahlağının bir temel ilkesi varsa, o da özgürlüktür. Hemcinslerinin özgürlüğüne saygı duymak görevdir, onları sevmek, onlara yardım etmek, hizmet etmek ise erdemdir.
VII. Devletin çıkarı için özgürlüğü feda eden de dahil tüm yetkelerin mutlak reddi. İlkel toplumun hiçbir özgürlük kavrayışı yoktu; ve toplum geliştikçe, insan, akılcılığının ve özgürlüğünün tam uyanışından önce, insani ve kutsal yetke tarafından denetlenen bir evreden geçti. Toplumun siyasi ve ekonomik yapısı şimdi özgürlük temelinde yeniden örgütlenmelidir. Bundan böyle, toplum düzeni toplumsal örgütlenmedeki tüm katmanların özgürlüğü denli bireysel özgürlüğün en büyük olası gerçekleşmesinden doğmalıdır.
VIII. Toplumsal yaşamın siyasi ve ekonomik örgütlenmesi, mevcut durumda olduğu gibi tepeden --merkezden, zorunlu merkezileşmeyle birliğin empoze edilmesiyle yönetilmemelidir. Tersine, tabandan tepeye doğru --çevreden merkeze doğru-- özgür birlik ve federasyon ilkeleri uyarınca yeniden örgütlenmelidir.
IX. Siyasi örgütlenme. Her ulusun siyasi örgütlenmesi ve iç gelişimi için somut, evrensel ve bağlayıcı bir norm belirlemek olanaksızdır. Her ulusun yaşamı hepsi için eşit derecede geçerli bir örgütlenme modeli kurmayı olanaksızlaştıracak ölçüde farklı tarihsel, coğrafi ve ekonomik koşullar kalabalağına bağlıdır. Böylesi herhangi bir girişim kesinlikle uygunsuzdur. Bu, yaşamın yalnızca sonsuz farklılık altında yeşeren zenginliğini ve kendiliğindenliğini boğar ve, dahası, özgürlüğün en kökten ilkeleriyle çelişir. Bununla birlikte, kimi tümüyle gerekli koşullar olmaksızın özgürlüğün kılgısal gerçekleşmesi sonsuza dek olanaksız kalacaktır.

Bu koşullar şunlardır:

    A. Devlet yardımıyla desteklenenler veya kısmen kurulanlar dahil tüm devlet dinlerinin ve tüm ayrıcalıklı kiliselerin yürürlükten kaldırılması. Her dinin kendi tanrıları için tapınaklar inşa etme, rahiplerini koruma ve onlara ödeme yapma kesin özgürlüğü.
    B. Dini şirketler olarak kabul edilen kiliseler asla üretici birliklere göre ayarlanmış siyasi haklardan yararlanamamalılar; ne de çocukların eğitimi onlara bırakılabilir çünkü onlar sadece ahlakı ve özgürlüğü yadsımak için ve tatlı para getiren büyücülük pratiğinden kâr sağlamak için vardırlar.
    C. Monarşinin yürürlükten kaldırılması, cumhuriyetin kurulması.
   D. Sınıfların, cephelerin ve ayrıcalıkların yürürlükten kaldırılması; tüm kadınlar ve erkekler için kesin siyasi hak eşitliği, evrensel oy kullanma hakkı.
    E. Tümüyle yaygınlaşan, sürüleştiren, merkezi Devletin, Kilisenin alter egosunun, ve benzeri, yoksullaştırmanın, vahşileştirmenin, kalabalıkların esir edilmesinin sürekli nedenlerinin yürürlükten kaldırılması, bozuma uğratılması, ve ahlaki, siyasi ve ekonomik yönden paramparça edilmesi. Bunu doğallıkla şunlar izler: tüm devlet üniversitelerinin kaldırılması: kamu eğitimi yalnızca komünler ve özgür birliklerce verilmelidir. Devlet hukukunun kaldırılması: tüm yargıçlar halk tarafından seçilmelidir.Şimdi Avrupa’dan yönetilen tüm kriminal, sivil ve yasal kodların kaldırılması: çünkü özgürlüğün kodu yalnızca özgürlük tarafından yaratılabilir. Bankaların ve tüm devlet kredi kurumlarının kaldırılması. Tüm merkezi yönetimin, bürokrasinin, tüm sürekli orduların ve devlet polisinin kaldırılması.
    F. Tüm hukuksal ve sivil görevlilerin ve temsilcilerin (ulusal, yöresel ve komünal delegelerin) her iki cinsin de evrensel oy hakkıyla doğrudan seçilmesi.
    G. Her ülkenin bireylerin mutlak özgürlüğü, üretim birlikleri ve komünler temelinde kendi yeniden örgütlenmeleri. Ayrılma hakkının tanınmasının gerekliliği: her birey, her birlik, her komün, her bölge, her ulus mutlak özbelirlenim hakkına sahiptir, birleşmek ya da birleşmemek, kiminle isterlerse onunla ortaklık kurmak ve tarihsel haklar denilen şeye [yasal emsallerce kutsanan haklar] ya da komşularıyla uyumluluğuna bakmaksızın ittifakları reddetmek. Bir kere ayrılma hakkı kuruldu mu, ayrılma bir daha gerekli olmayacaktır. Şiddetle empoze edilen bir “birliğin” çözülmesinden sonra, toplumun birimleri karşılıklı yardımlaşmanın güçlü albenisiyle ve doğal gerekliliklerle birleşeceklerdir. Özgürlükle kutsanmış olarak, bu yeni komünler, iller, bölgeler ve uluslar federasyonları gerçekten güçlü, üretici, ve çözülmez olacaklardır.

    H. Bireysel haklar.

        1. Her erkeğin ve kadının doğumundan erişkinliğine kadarki hakkı, tam bakım, giysiler, beslenme, korunma, ilgi, savunma, tüm giderler toplumca karşılanmak üzere eğitim (kamu okulları, ilk, orta ve yüksek eğitim, sanatsal, endüstriyel ve bilimsel eğitim).
        2. Ergenlerin, özgürce kariyerlerini seçerken, yardım görmek ve toplum tarafından olası en uç noktaya dek desteklenmek eşit hakkı. Bundan sonra, toplum kendi üzerindeki kendi özgürlüklerine ve haklarına saygı duymak ve gerektiğinde savunmak dışında hiçbir yetkeye veya denetime pabuç bırakmayacaktır.
        3. Her iki cinsten erişkinlerin özgürlüğü mutlak ve tam olmalıdır, gelme ve gitme özgürlüğü, tüm görüşleri seslendirebilme, tembel veya etkin olma, ahlaklı veya ahlaksız, kısaca, kişinin birinin egemenliğinden veya egemenliklerden kimseye bağlı olmaksızın kurtulması. Dürüstçe söylendikçe, kişinin, hatta birisinin sömürülmesine bile bile göz yuman bireyler pahasına kendi emeğiyle yaşama hakkı.
       4. Kamuoyunun doğal geliştirici gücü dışında hiçbir dizginleyici güce yer verilmeksizin sınırsız propaganda, konuşma, basın, kamusal veya özel toplantı özgürlüğü. Ahlakdışı amaçlar da iddia edenler dahil hatta bireysel ve kamusal özgürlükleri çökertme (ya da yıkma) yandaşı birlikler kurma da dahil olmak üzere mutlak örgütlenme özgürlüğü.
        5. Özgürlük yalnızca özgürlükle savunulabilir ve yalnızca özgürlükle savunulmalıdır: savunulmasını bahane ederek özgürlüğü sınırlandırma yandaşı kesilmek tehlikeli bir yanılsamadır. Ahlağın başka hiçbir kaynağı olmadığından, başka hiçbir nesnesi, özgürlükten başka bir uyarıcısı olmadığından ahlakı korumak için düzenlenen tüm özgürlük kısıtlamaları ahlâkın zararınadır. Psikoloji, istatistik, ve tüm tarih kanıtlar ki bireysel ve toplumsal ahlâksızlık yanlış bir bireysel ve kamusal eğitimin, kamusal ahlakın dejenerasyonunun ve kamuoyunun yozlaşmasının, ve hepsinden öte toplumun gaddarca örgütlenmesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Ünlü bir Belçikalı istatistikçi [Quetelet] toplumun daha sonra suçlular tarafından işlenen suçlara giden yolu açtığına işaret eder. Bunu, sert yasalar aracılığıyla yapılan ve bireysel özgürlüğü kısıtlayan tüm toplumsal ahlaksızlıklarla mücadele etme girişimlerinin başarısızlığı izler. Deneyim, tersine, baskıcı ve yetkeci bir sistemin engellemek bir yana sadece suçu azdırdığını gösteriyor; kamusal ve özel ahlak bireysel özgürlüğün sınırlanması yada genişletilmesi oranında yükseliyor ya da düşüyor. Demek ki toplumu yeniden kurmak için, biz öncelikle eşitsizlik, ayrımcılık, ve insanlığı küçümseme temelinde kurulmuş olan bu siyasi ve toplumsal sistemi tümüyle kökünden sökmeliyiz. Toplumu eksiksiz bir özgürlük, eşitlik, ve adalet --herkes için iş ve insana saygıdan esinlenmmiş aydınlanmış bir eğitimi saymaya gerek yok-- temelinde yeniden kurduktan sonra kamuoyu yeni insanlığı yansıtacak ve en mutlak özgürlüğün doğal koruyucusu haline gelecektir.
        6. Bununla birlikte toplum, kendini kötü amaçlı ve parazit bireylere karşı tümüyle savunmasız bırakamaz. Çalışmak tüm siyasi hakların temeli olmalıdır. Toplumun birimleri, herbiri kendi yargılama yetkisi içinde (yaşlı, hasta ve bireysel ya da kamusal desteğe bağımlı olanlar hariç) tüm benzeri topluma zararlı erişkinleri siyasi haklardan yoksun tutabilir ve kendi emekleriyle yaşamaya başlar başlamaz siyasi haklarını yeniden kazanırlar.
        7. Her insanın özgürlüğü vazgeçilemezdir ve toplum hiçbir zaman hiçbir bireyden kendi özgürlüğünü sınırlamasını ya da başka bireylerle tümüyle eşitlik ve karşılıklılık temelinde olanlar dışında sözleşmeler imzalamasını istemeyecektir. Toplum, kişisel saygınlıktan yoksun olarak kendini başka bir bireye gönüllü hizmet eden bir konuma yerleştiren hiçbir kadını ya da erkeği zor kullanarak engelleyemez.
        8. Siyasi haklarını yitiren kişiler çocuklarına bakma hakkını da yitirirler. Gönüllü anlaşmaları çiğneyenler, çalanlar, bedensel yaralara yol açanlar, hepsinden ötesi, herhangi bir bireyin özgürlüğünü sınırlayanlar, ister yerli ister yabancı olsun, toplumun kendi yasalarına göre cezalandırılacaktır.
        . . .
        10. Herhangi bir birliğin (komün, il, bölge, ya da ulus) yasalarınca mahkûm edilen bireyler bu birlikten ayrılmak istediklerini ilan ederek cezadan kurtulma haklarını korurlar. Ancak bu durumda, birliğin de eşit derecede onu kovma ve birlik savunması ve korunması dışına attıklarını ilan etme hakkı vardır.

    I. Birlik hakları [federalizm]. İşçi birlikleri tarihte yeni bir olgudur. Şu anda, geleceğin yeni siyasal yavan toplumsal koşullarında kuşkusuz gösterecekleri uçsuz bucaksız gelişmeleri hakkında biz sadece fikir yürütebiliriz ama saptama yapamayız. Birgün kasabaların, eyaletlerin ve hatta devletlerin sınırlarını aşmaları son derece olasıdır. Toplumu tümden yeniden kurabilirler, onu uluslara değil ama farklı endüstriyel gruplara bölerek, siyasetin gereklerine göre değil üretimin gereklerine göre örgütlenerek. Ancak bu geleceğe ait bir durum. Biz yine de şimdiden şu temel ilkeyi ilan edebiliriz: işlevleri ve amaçları bir yana bırakılmak üzere tüm birlikler, tüm bireyler gibi, mutlak özgürlüğü yaşamalıdırlar. Ne toplum, ne de toplumun herhangi bir parçası –komün, il ya da ulus— özgür bireyleri herhangi bir amaçla; siyasi, dini, bilimsel, sanatsal, ya da hatta ergin olmayan çocuklar olmadıkları sürece bönlerin veya alkoliklerin sömürülmesi ve yozlaştırılması amacıyla özgürce birleşmekten alıkoyamaz. Şarlatanlarla ve zararlı birliklerle mücadele etmek kamuoyunun özel meselesidir. Fakat toplum temel insan adaleti ilkelerini sınırlamayı amaçlayan herhangi bir birliğin ya da ortaklaşmacılığın uygarlık haklarını korumayı reddetmek zorunda kalır. Bireyler salt böyle tanınmayan topluluklara ait oldukları için tam siyasi ve toplumsal haklarını yitirmezler ve cezalandırılmazlar. Tanınan ve tanınmayan birlikler arasındaki farklılık şu olacaktır: hukuken tanınan birlikler gönüllü yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddeden tanınan gruplar veya bireylerden topluluğun korunması hakkına sahip olacaklardır. Hukuken tanınmayan birlikler topluluk tarafından böyle bir korunma hakkı talep edemeyeceklerdir ve onların yaptığı hiçbir anlaşma bağlayıcı kabul edilmeyecektir.
    J. Fransa’da olduğu gibi, bir ülkenin bölgelerle, illerle, yörelerle ve komünlerle bölünmesi doğallıkla geleneklere, özgül koşullara, ve her ülkenin kendi özgün doğasına dayanacaktır. Biz burada sadece ciddi biçimde özgür bir toplum örgütlemeye çalışan herhangi bir ülkenin gözönüne alması gereken temel ve vazgeçilmez ilkeleri imleyebiliriz. Birincisi: tüm örgütlenmeler tabandan tavana doğru, komünden ülkenin veya ulusun koordine birliğine doğru federasyonlar şeklinde oluşmalıdır. İkincisi: komünle ülke, bölge ya da il arasında en azından bir özerk ara gövde bulunmalıdır. Böyle bir özerk ara gövde olmaksızın (terimin tam anlamıyla) komün çok fazla yalıtılmış ve kaçınılmaz olarak (Fransa’da iki kez olduğu gibi) despotik monarşik bir rejimi yeniden iktidara getirecek Devletin merkezi baskısına karşı direnmek için çok zayıf olacaktır. Despotizm kendi kaynağını kralların despotik doğasından çok Devletin merkezi örgütlenmesinde bulur.
    K. Her ülkedeki tüm siyasi örgütlenmelerin temel birimi her iki cinsten tüm erişkinlerin çoğunluğunun oylarıyla kurulmuş tümüyle özerk komün olmalıdır. Hiç kimsenin komünün iç yaşamına karışma hakkı veya iktidarı olmamalıdır. Komün tüm görevlileri, yasakoyucuları ve yargıçları seçer. Komünal iyeliği ve mali durumu kendi yönetir. Her komün kendi anayasasını ve yasamasını üstlerinden gelecek herhangi bir onayı beklemeksizin yaratma hakkına su götürmez biçimde sahip olmalıdır. Ancak il federasyonuna katılmak ve onun bir parçası olmak için, kendi özel kuruluş ilkelerini il anayasasının temel ilkelerine uydurmak ve il parlementosunca kabul edilmek zorundadır. Komün ayrıca il mahkemesinin yargılarını ve il hükümetince düzenlenen ölçütleri kabul etmek zorundadır. (İl hükümetince düzenlenecek tüm ölçütler il parlementosunca kararlaştırılmalıdır.) İl yasalarını kabul etmeyi reddeden komünler onun avantajlarından yararlanma hakkını yitirirler.
    L. İl, özerk komünlerin özgür federasyonundan başka hiçbir şey olmamalıdır. İl parlamentosu ya her komünden temsilcilerin yer aldığı tek bir meclisten oluşur ya da diğerinde komünlerden bağımsız olarak il nufusunun temsil edildiği iki meclisten oluşur. İl parlamentosu, komünlerin iç tartışmalarına hiçbir şekilde müdahele etmeksizin (bu El Kitabındaki ilkelere dayanan) il anayasasını formüle eder. Bu anayasa il parlamentosuna katılmak isteyen tüm komünlerce kabul edilmelidir. İl parlamentosu il federasyonuyla ilişki halindeki bireylerin, komünlerin, ve birliklerin haklarını ve yükümlülüklerini, ve kendi yasalarının çiğnenmesiyle ilgili cezaları tanımlayan yasalar çıkartır. Yine de, temel noktalarda olmasa da, ikincil noktalardaki anlaşmazlıklar yüzünden komünlerin il federasyonundan ayrılma hakkı saklı kalır.
        İl parlamentosu, Komünler Federasyonu Beyannamesiyle tam bir uyum içinde, komünler, parlamento, hukuk mahkemeleri, ve il yönetimi arasındaki mevcut hakları ve yükümlülükleri tanımlar. Tüm ili etkileyen bütün yasaları, ilin ve komünün özerkliğini, yine de sınırlamaksızın, ulusal parlementonun kanunlarından ve önergelerinden geçirerek çıkartacaktır. Komünlerin iç yönetimine burnunu sokmaksızın, il çapında veya ulusal girdiden payı olan ödeneği her komüne dağıtır ve komün tarafından üyelerinin kararlaştırdığı gibi kullanılır. İl parlementosu, elbette evrensel oy kullanma hakkı ile seçilmiş olan il yönetiminin siyasetlerini ve kanunlarını imzalayacak veya reddedecektir. (Gene evrensel oy kullanma hakkı ile seçilmiş olan) il mahkemesi komünlerle komünler, komünlerle bireyler, ve komünlerle il yönetimi yada parlamento arasındaki tüm anlaşmazlıkları temyiz olmaksızın karara bağlayacaktır. [Bu düzenlemeler böylece] donuk, cansız bir tektipliliğe değil, gerçek bir yaşam birliğine, komünal yaşamın zenginliğine varır. Komünlerin isteklerini ve gereksinimlerini yansıtan bir birlik yaratılacaktır; kısaca, bireysel ve kollektif özgürlüğümüz olacak. Bu birlik il iktidarının baskısıyla ya da şiddetiyle başarılamaz, çünkü doğruluk ve adalet bile zorbalıkla empoze edildiklerinde yalancılığa ve ahlaksızlığa yol açarlar.
    M. Ulus, özerk iller federasyonundan başka birşey olmamalıdır.
    N. Uluslararası Federasyonun İlkeleri. Uluslararası federasyonu oluşturan uluslar birliği, yukarıda altı çizilen ilkeler üzerinde temellenecektir. Halk Devrimi saati tekrar çaldığında bütün ulusların kardeşçe bir dayanışma içinde biraraya gelmesi ve gerici uluslar koalisyonuna karşı kırılmaz bir müttefiklik oluşturmaları olasıdır, ve aynı zamanda kuvvetlice arzulanır. Bu müttefiklik geleceğin tüm dünyayı kucaklayacak Evrensel Halklar Federasyonu’nun başlangıcı olacaktır. Devrimci halkların Uluslararası Federasyonu, bir parlamento, bir mahkeme, ve bir uluslarası icra komitesiyle, doğal olarak devrimin ilkelerine dayanacaktır. Uluslararası siyasete uyarlandıkta bu ilkeler şunlardır;

        1. Her ülke, her ulus, her halk, büyük ya da küçük, zayıf ya da güçlü, her bölge, il ve komün mutlak özyönetim, devletlerin siyasi, ticari veya stratejik hırslarına ve sözde tarihsel haklarına bakılmaksızın dilediği gibi ortaklıklar, birlikler kurma, ya da ayrılma hakkına sahiptir. Toplumun öğelerinin birliği, hakiki, uzun ömürlü ve verimli olabilmek için tümüyle özgür olmalıdır: o sadece toplumun kendi birimlerinin iç gereksinimlerinden ve karşılıklı yardımlaşmanın albenisinden doğabilir.
        2. İddia edilen tarihsel hakların ve korkunç fetih hakkının ortadan kaldırılması.
        3. Devletin gücünün ve şanının değerlerini yükseltme siyasetlerinin mutlak reddi. Çünkü bu her ülkeyi kendi yaptıkları bir büyük kalenin içine hapseden, insanlığın geri kalanına kapılarını kapatan, kendini kapalı bir dünya içinde örgütleyen, tüm insanlık dayanışmasından ayrışmış, kendi şanını ve gönencini başka ülkelere yapabildiği kötülüklerde gören bir siyaset biçimidir. Fetih üzerine kurulmuş bir toplum mutlaka içten içe köleleşmiş bir toplumdur.
        4. Bir ulusun şanı ve görkemi yalnızca kendi insanlığını geliştirme derecesinde yatar. Sağlamlığı ve iç diriliği özgürlüğünün derecesiyle ölçülür.
        5. Bireylerin olduğu denli ulusların saadeti ve özgürlüğü de çözülmez bağlarla içiçe örülerek birbirlerine bağlanmıştır. Bu nedenle, tüm federe ülkeler arasında serbest ticaret, alışveriş, ve iletişim olmalıdır, ve pasaportlar, sınırlar, gümrük tarifeleri kaldırılmalıdır. Federe bir ülkenin her yurttaşı aynı uygarlık haklarından yararlanabilmelidir ve aynı federasyonda yeralan diğer ülkelerdeki siyasi haklardan yararlanmak ve yurttaşlık elde etmek onun için kolay olmalıdır. Eğer özgürlük başlangıç fikri olursa mutlaka birliğe varır. Ancak birlikten özgürlük fikrine gitmek olanaksız değilse de zordur, eğer olası olsaydı bile sadece kuvvetle baskı kuran bir düzmece “birliği” yıkmakla gerçekleşebilirdi…
        . . .
        7. Hiçbir federe ülke bir sürekli ordu ya da askerleri sivillerden ayıran herhangi bir kurum kurmayacaktır. Sürekli ordular yalnızca kendi ülkelerini karışıklık içine itmekle, vahşileştirmekle, ve finansal harap oluşa sürüklemekle yetinmezler, ayrıca diğer ulusların saadetine ve bağımsızlığına yönelik birer başbelası da kesilirler. Tüm bedensel olarak uygun yurttaşlar, eğer gerekliyse, kendi yaşadıkları yeri ve kendi özgürlüklerini korumak için silahlanmalıdır. Her ülkenin askeri savunması ve donanımı komün tarafından yöresel olarak, ya da, bir şekilde İsviçre’deki ve Amerika Birleşik Devletler’indeki [yaklaşık 1860-7'deki] askeri yapılar gibi eyaletler bazında örgütlenmelidir.
        8. Uluslar ve onların kendi illeri arasındaki anlaşmazlıkları temyiz olmaksızın çözmek Uluslararası Mahkeme’nin tek işlevidir. İki federe ülke arasındaki anlaşmazlıklar, temyiz olmaksızın, sadece Uluslararası Parlemento tarafından karara bağlanır. Uluslararası Parlemento ayrıca, tüm devrimci federasyon adına, ortak siyaseti belirler, ve kaçınılmazsa gerici koalisyona karşı savaş ilan etme kararı alır.
        9. Hiçbir federe ulus bir başka federe ülkeye karşı savaş açmamalıdır. Eğer bir savaş varsa ve Uluslararası Mahkeme kararını açıkladıysa, saldırgan ülke teslim olmalıdır. Teslim olmaması halinde, diğer federe uluslar onunla ilişkilerini keserler ve saldırgan ülkenin harekete geçmesi üzerine, saldırıyı geri püskürtmek için birleşirler.
        10. Federasyon dışından bir devlete karşı başlayan onaylanmış bir savaşta devrimci federasyonun tüm üyeleri etkin bir biçimde yer almalıdır. Eğer bir federe ulus dışardan bir devlete karşı Uluslararası Mahkemenin öğütlerine uymayarak haksız savaş ilan ederse bunu tek başına sürdürmesi gerektiği ilan edilir.
        11. Federe devletlerin yabancı ülkelerde ayrı ayrı diplomatik temsilcilikler bulundurmanın pahalı lüksünden sonunda vazgeçmeleri ve tüm federe Devletler adına konuşacak temsilciler ayarlamaları umulur.
        12. Yalnızca bu el kitabında belirtilen ilkeleri kabul eden halklar veya uluslar federasyona kabul edileceklerdir.

X. Toplumsal Örgütlenme. Siyasal eşitlik olmadan hiçbir gerçek siyasal özgürlük olamaz, ama siyasi eşitlik sadece toplumsal ve ekonomik eşitlik durumunda söz konusudur.

    A. Eşitlik bireysel farklılıkları aynı hizaya çekmek anlamına gelmez, ne de bireyler bedenen, ahlaksal olarak, ya da zihinsel olarak aynı olmak zorundadır. Kapasitelerdeki ve güçteki farklılıklar --ırklar, uluslar, cinsler, yaşlar, ve kişiler arasındaki şu farklılıklar toplumsal bir kötülük olmaktan çok uzakta, tersine, yoğun insanlığı kurarlar. Ekonomik ve toplumsal eşitlik, kişisel zenginliklerin eşitlenmesi demektir, ama insanın kendi öz yeteneklerinden, üretici enerjisinden ve tutumundan kazandıklarını sınırlayarak değil.
    B. Eşitlik ve adalet için sadece her bir tek insana --doğumundan ergenliğine ve olgunluğuna dek--, önce bakım ve eğitimle, daha sonra, tüm doğal yeteneklerinin ve kapasitelerinin geliştirilmesinde eşit bir şekilde yaklaşacak denli iyi örgütlenmiş bir toplum gerekir. Bu herkes için doğumdan ölüme adalet miras hakkı varolmayı sürdürdükçe olanaksız olacaktır.
    . . .
    D. Miras hakkının ortadan kaldırılması. Toplumsal eşitsizlik --sınıfların eşitsizliği, ayrımcılıklar, sağlık-- olgusu, miras hakkı ortadan kaldırılmadığı sürece varolmayı sürdürecektir. Edimsel eşitsizliğin hiç aksatmaksızın haklarda eşitsizlik üretmesi doğal bir toplumsal yasadır. Ve --bizim anladığımız, gerçek, evrensel, ve özgürlükçü anlamında-- siyasi eşitlik olmaksızın toplum her zaman iki eşit olmayan parçaya bölünmüş olarak kalacaktır. Birinciler, insan soyunun büyük çoğunluğunu oluşturan halk kitleleri, ayrıcalıklı sömürgen azınlık tarafından ezileceklerdir. Miras hakkı özgürlük ilkesini sınırlar ve kaldırılmalıdır.
    . . .
    G. Miras hakkından kaynaklanan eşitsizlik ortadan kaldırıldıktan sonra da, bireylerin sahip oldukları farklı farklı enerji miktarları ve yeteneklere bağlı eşitsizlikler kalacaktır. Bu eşitsizlikler asla tümüyle yok olmazlar, ama eğitimin ve eşitlikçi bir toplumsal örgütlenmenin etkisiyle sürekli, daha ve daha küçültülürler, ayrıca miras yükü de yetişen kuşakların sırtından kalkmış olacaktır.
    H. Varlığın tek kaynağı emek olmakla beraber, herkes açlıktan ölmekte, ya da vahşi hayvanlar arasında ormanlarda veya çöllerde yaşamakta serbesttir, fakat toplumda yaşamak isteyen herkes yaşamını kendi emeğiyle kazanmalıdır, aksi takdirde başkalarının emeğiyle geçinen bir parazit muamelesi görür.
    I. Emek insan saygınlığının ve ahlakının bir buluşudur. Ancak serbest ve zihinsel emekle insan, kendi hayvanlığının üstesinden gelerek, kendi insanlığına ve adalet duygusuna erişmiş, çevresini değiştirmiş, ve uygar dünyayı yaratmıştır. Feodal dünyada olduğu denli antik dünyada da emeğe ilişmiş olan ve “emeğin saygınlığı” ile ilgili tüm ikiyüzlü laflara karşın büyük oranda günümüzde de geçerli olan lekenin, bu aptalca önyargının iki kaynağı vardır: birincisi antik dünya için son derece karakteristik olan mahkumiyettir, öyle ki toplumun bir kesimine bilimle, sanatlarla, felsefeyle, ve insan haklarından yararlanmayla kendini insanlaştırma fırsatı sunarken, doğal olarak daha kalabalık olan toplumun diğer kesimi köleler olarak çalışmaya zorlanmalıydılar. Antik uygarlığın bu temel kurumu çöküşünün de nedeni oldu.
        Kent, bir tarafta ayrıcalıklı yurttaşlarının aylaklığının ellerinde yozlaşır ve çözülürken, ve öte yanda mirastan mahkûm edilmiş, köleliklerine karşın ortak emek aracılığıyla bir karşılıklı yardım ve baskıya karşı dayanışma geliştirmiş olan köleler dünyasının hissedilmeyen ama amansız etkinliğiyle baltalanırken, barbar halkların bir üflemesiyle çöktü.
        Hıristiyanlık, kölelerin dini, daha sonra antik kölelik biçimlerini yeni bir kölelik biçimi yaratmak için yıktı. Eşitsizliğe ve fetih hakkına dayanan ve tanrısal lütufla kutsanan ayrıcalık toplumu yeniden iki zıt kampa böldü: “ayaktakımı” ve soylular sınıfı, serfler ve efendiler. İkinciler için asil ordu ve hükümet görevleri ayrılmıştı, serfler için de zorunlu emeğin laneti. Aynı nedenler aynı etkileri bırakmak için biraraya geldiler; asalet, ahlaksız aylaklıkla demoralize oldu ve zayıfladı, 1789’da devrimci serflerin ve işçilerin rüzgarıyla devrildi. [Fransız] Devrim[i] emeğin saygınlığını ilan etti ve emekle ilgili hakları yasaya geçirdi. Ancak bu yasada kaldı, gerçekte emek köleleşmiş olarak kaldı. Emeğin küçük düşürülmesinin ilk kaynağı, ismen söylendikte, insanların siyasi eşitsizliği doğması, Büyük Devrim tarafından yıkılmıştı. Küçük düşürme yine de halen varolan el emeğiyle zihinsel emek arasındaki ayrımdan başka birşey olmayan, antik eşitsizliği yeni bir biçimde yeniden üreten ve dünyayı yasayla değil amasermayeyle ayrışan ayrıcalıklı azınlık, ve artık yasaların tutsağı olmayan ama açlığın tutsağı olan işçilerin çoğunluğu şeklinde iki kampa bölen ikinci bir kaynağa atfedilmeliydi.
        Emeğin saygınlığı bugün kuramsal olarak tanınıyor, ve kamuoyu çalışmadan yaşamayı küçük düşürücü buluyor. Ama bu sorunun kalbine gitmiyor. İnsan emeği, genelde, hâlâ iki kapalı ulama ayrılmış durumda: birincisi --tümüyle yönetimsel ve entellektüel-- bilim insanlarını, sanatçıları, mühendisleri, mucitleri, muhasebecileri, eğitimcileri, resmi görevlileri, ve onların emeği disiplin altında tutan alt seçkinlerini içerir. İkinci grupsa büyük işçi kitlelerinden, ve yaratıcı fikirlerden ve zihinsel etkinlikten uzak tutulmuş ve entellektüel yönetici seçkinlerin emirlerini körlemesine ve mekanik olarak taşıyan halktan oluşur. Emeğin bu ekonomik ve toplumsal bölünmesinin ayrıcalıklı sınıfın üyeleri için, halk kitleleri için ve bir bütün olarak toplumun gönenci, ahlaki ve zihinsel gelişimi için çok zararlı sonuçları olmuştur.
        Ayrıcalıklı sınıflar için lüks bir aylaklık içinde geçen yaşam ahlaki ve zihinsel yozlaşmaya yol açar. İnsanın sanatsal, bilimsel ve ussal gelişiminde belirli miktarda boş zamanın mutlaka gerekli olduğu tümüyle doğrudur; yaratıcı boş zamanı kolay kazanılan, toplumsal olarak bireysel kapasitelere ve tercihlere göre herkese sağlanan ve ücreti tatminkâr olan sağlıklı günlük emek egzersizi izler.İnsan doğası öyledir ki kötüye olan eğilim her zaman dış koşullarca yoğunlaştırılır, ve bireyin ahlakı kendi istencinden çok içinde yaşadığı çevrenin ve varoluşunun koşullarına bağlıdır. Bu anlamda, aynı diğerlerinde olduğu gibi, toplumsal dayanışma kuralı esastır: mutlak eşitlik içindeki özgürlük denli toplumun ve bireyin ahlağını düzeltici birşey olamaz. En samimi demokratı alın ve tahta oturtun: eğer hiç zaman yitirmeden adımını aşağı atmazsa kuşkusuz bir alçağa dönüşecektir. Bir doğuştan aristokrat (eğer o, bir mutlu kaza sonucu, aristokratik soyundan ve doğuştan itiberen sahip olduğu ayrıcalıklardan utanıyorsa) geçmiş zaferlere özlem duyacak, şimdiki zamanda gereksizleşecek, ve geleceğin ilerlemelerine tutkuyla karşı çıkacaktır. Aynısı burjuva için de geçerlidir:bu aylaklığın ve sermayenin sevgili çocuğu boş zamanlarını dürüstlükten uzaklaşma, yozlaşma ve sefahatla harcar ya da hak ettiği cezayı vermek üzere 1793’den de korkunç biçimde üzerine gelecek olan işçi sınıfını köleleştirmek için acımasız bir kuvvet olarak hizmet eder.
        Emeğin bölünmesiyle işçinin maruz kaldığı kötülükleri belirlemek çok daha kolaydır: başkaları için çalışmak zorundadır çünkü yoksulluk ve ıstırap içine doğmuştur, tüm ussal yetiştirilme ve eğitimden yoksun bırakılmış, dini baskılarla ahlaken köleleştirilmiştir. Yaşamın içine fırlatılıp atılmıştır, savunmasız, kendi istenci dışında ve inisiyatifsizdir. Sefaletle içine düştüğü umutsuzluktan, bazen kalkıp doğrularak ayaklanır, işçi yoldaşlarıyla birlikten ve iktidarın bağlı olduğu aydınlanmış düşünceden yoksun olarak sık sık ihanete uğrar ve liderleri tarafından satılır, ve neredeyse hiçbir zaman acılarından kimin veya neyin sorumlu olduğunu anlayamaz. Sonuçsuz mücadelelerle yorgun düşmüş olarak, tekrar eski köleliğin içine düşer.
        Bu kölelik işçilerin ortak eylemiyle kapitalizm devrilene dek sürecektir. Eğitim ayrıcalıklı sınıfın doğuştan özel hakkı olduğu sürece (ki özgür bir toplumda herkese eşit olacaktır); bu ayrıcalıklı azınlık bilimsel ve yönetimsel işleri tekeli altında tuttuğu sürece sömürülme devam eder ve --makine veya yük hayvanı statüsüne indirilmmiş olan-- halk sömürücüleri tarafından onlara ayrılan adi görevleri üstlenmek zorunda kalırlar.
        İnsan emeğinin bu küçük düşürülüşü, toplumun zihinsel ve siyasi kurumlarını, ahlakı kirleten uçsuz bucaksız bir kötülüktür. Tarih gösteriyor ki doğal zihinsel gelişimleri bastırılmış, boşu boşuna herhangi bir aydınlık arayışına giren, günlük ağır çalışmanın mekanik monotonluğuyla vahşileştirilmiş, eğitimsiz bir çoğunluk toplumun kendi varoluşunu tehdit eden körlemesine sertliğiyle akılsız gürültücü bir kalabalık kurar.
        El ve kafa emeğinin yapay olarak ayrılması yeni bir toplumsal bireşime yol açacaktır. Bilim insanları el emeği sergilediğinde ve elle çalışanlar zihinsel emek sergilediklerinde özgür zihinsel çalışma insanlığın görkeminin, saygınlığının ve haklarının kaynağı olacaktır.
    K. Özgür ve zihinsel emek mutlaka ortaklaşa emek olmalıdır. Herkes, elbette, tek başına veya topluca çalışmak konusunda özgür olacaktır. Fakat hiç kuşku yoktur ki (en iyi bireysel olarak gerçekleştirilen işler hariç) endüstriyel ve hatta bilimsel ya da sanatsal girişimlerde, ortaklaşa emek herkesce yeğlenecektir. Birlik her işçinin üretim kapasitesini müthiş arttırır; bu nedenle, bir üretici birliğin ortak üyesi daha az zamanda daha çok şey öğrenecektir. (Emek örgütleri ve kooperatif üyelerini de içeren) özgür üretim birlikleri gereksinimlerine ve özel yeteneklerine göre gönüllü olarak örgütlenirler, daha sonra tüm ulusal sınırları aşarlar ve dünya çapında uçsuz bucaksız bir ekonomik federasyon oluştururlar. Buna bir endüstriyel parlamento da dahildir, birlikler tarafından küresel boyutta tam ve ayrıntılı istatistiklerle sağlanan; mevcut stoğu ve talepleri gözönünde bulundurarak dünya endüstriyel üretimini çeşitli ülkelere dağıtır ve paylaştırır. Ticari ve endüstriyel krizler, durgunluklar (işsizlik), sermaye yitimi, vs., bundan sonra insanlığın başına bela olmayacaktır; insan emeğinin özgürleşmesi dünyayı yeniden kuracaktır.
    L. Toprak, ve tüm doğal kaynaklar, herkesin ortak varlığıdır, ancak yalnızca kendi emeğiyle onu ekip biçenlerce kullanılacaktır. Kamulaştırma olmaksızın, sadece işçi birliklerinin güçlü baskısıyla, sermaye ve üretim araçları serveti kendi emekleriyle üretenlere geçecektir.
    M. Eşit siyasi, toplumsal, ve ekonomik haklar, kadınlara eşit yükümlülükler.
    N. Doğal ailenin değil ama yasa ve mülkiyetle kurulan yasal ailenin ortadan kaldırılması. Resmi ve dini evlilik özgür evlilikle yerdeğiştirir. Erişkin erkeklerin ve kadınların diledikleri gibi birleşme ve ayrılma hakları vardır, toplum onların birleşme haklarını engelleyemez ya da onları birleşmeye zorlayamaz.
        Miras hakkının ortadan kaldırılmasıyla ve çocukların eğitimi toplum tarafından sağlandıkça evliliğin geri dönülemezliğiyle ilgili tüm gerekçeler geçersizleşecektir. Ahlaki içtenlik için özgür seçim vazgeçilmez bir koşul olduğundan, bir kadınla bir erkeğin birliği özgür olmalıdır. Evlilikte, hem kadın hem erkek mutlak özgürlükle yaşamalıdır. Ne şiddet, ne tutku ne de geçmişten gelen haklar birinin diğerinin özgürlüğünü çiğnemesini haklı gösteremez, ve her böylesi hak çiğneme bir suç kabul edilir.
    O. Gebelikten doğuma dek, kadın ve çocuğu komünal örgütlenmeyle desteklenmelidirler. Çocuğunu emzirmek veya sütten kesmek isteyen kadınlar da ayrıca desteklenir.
    P. Anababaların çocuklarına bakma ve eğitimlerine rehberlik etme hakları vardır, ancak istemeden veya bilerek çocuklarının fiziki ve zihinsel gelişimini engelleyen, gaddarca davranan, onları ahlaksızlaştıran anababalardan çocukları alma hakkına ve yükümlülüğüne sahip olan komünün son kontrolü altında.
    Q. Çocuklar ne ailelerine ne de topluma aittir. Kendi kendilerine ve kendi özgür geleceklerine aittirler. Kendilerine bakabilecek yaşa gelene dek, büyüklerin yardımlarıyla büyütülmelidirler. Anababaların çocukların doğal özel öğretmenleri oldukları doğrudur, ancak komünün kendi geleceği çocuklara vereceği düşünsel ve ahlaki eğitime bağlı olduğu için, çocukların özel öğretmeni yine komün olmalıdır. Erişkinlerin özgürlüğü sadece özgür toplum küçük çocukların bakımını üstlendiğinde olasıdır.
    R. Laik okul Kilisenin yerini almalıdır, şu farkla ki dini fikir aşılama batıl inançları ve tanrısal yetkeyi korurken laik kamu eğitiminin tek amacı çocukların aşamalı ve ilerleyen adımlarla fiziki dayanıklılıklarını, zihinlerini ve istençlerini üç katına çıkartarak özgürlüğe taşınmasıdır. Us, gerçek, adalet, yoldaşlarına saygı, diğerlerinin saygınlığından ayrılmaz olan kişisel saygınlık duygusu, kişisel özgürlüğe ve tüm diğerlerinin özgürlüğüne sevgi, çalışmanın hakların temeli ve koşulu olduğu kanısı –bunlar tüm kamusal eğitimin ana ilkeleri olmalıdır. Hepsinden öte, eğitim insanı oluşturmalı insanlık değerlerini aşılamalıdır önce, daha sonra uzmanlaşmış işçileri eğitebilir. Çocuk büyüdükçe, yetke gitgide daha çok yerini özgürlüğe bırakır, öyle ki erişkinliğe vardığında tümüyle özgür olacaktır ve çocukluğunda nasıl yetkeye bağlı yaşadığını unutacaktır. İnsanlık değerlerine saygı, özgürlüğün başlangıç noktası, çocuklara uygulanan sıkı disiplinin bir parçası olmalıdır. Tüm ahlaki eğitimin özü şudur: Çocuklara insanlığa saygıyı aşılayın, iyi insanlar olacaklardır.
    S. Erişkinlik yaşına ulaştığında en iyi saydığı biçimde eylemek konusunda özerkliği ve özgürlüğü ilan edilir. Buna karşılık, toplum ondan şu üç yükümlülüğü yerine getirmesini bekler: özgür kalmak, kendi emeğiyle yaşamak, ve diğerlerinin özgürlüğüne saygı göstermek. Mevcut topluma kötülük toplumunun örgütlenmesine bağlı suç ve ahlaksızlık bulaşırken; us, adalet ve özgürlük temeline dayanan bir toplumda insanlığa saygıyla ve tam eşitlikle iyi üstün gelecek ve aydınlanmış ve insanlaşmış bir kamuoyunun yaygın etkisi altında gitgide daha da azalacak olan kötülük iğrenç bir istisna olacaktır.
    T. Yaşlılar, hastalar ve zayıf düşenler tüm siyasi ve toplumsal haklardan yararlanırlar ve giderleri toplum tarafından cömertçe karşılanır.

XI. Devrimci siyaset. Tüm ulusların özgürlüğü bölünmez olduğu için ulusal devrimlerin uluslararasılaşmak zorunda oluşu bizim derine yayılmış bir kanımızdır. Nasıl Avrupa ve dünya gericilikleri birleşikse, bundan sonra dayalıtılmış devrimler olmamalıdır, fakat bir evrensel, dünya devrimine varılmalıdır. Bu nedenle, tüm özel ilgiler, kibirler, gösterişler, kıskançlıklar, uluslar arasındaki düşmanlıklar şimdi tek başına her ulusun özgürlüğünü ve bağımsızlığını tümünün dayanışmasıyla garanti edebilecek olan devrimin birleşik, ortak ve evrensel çıkarlarına çevrilmelidir. Ayrıca inanıyoruz ki dünya karşıdevriminin kutsal ittifakı ve dev bütçelere, sürekli ordulara, korkunç bürokrasilere dayanan ve modern merkezi devletin tüm devasa aygıtlarıyla donanmış kralların, ruhban sınıfının, soyluların, ve burjuvazinin komplosu, ezici bir kuvvet kurar; gerçekten de, bu ürkütücü gerici koalisyon sadece eşzamanlı devrimci ittifakın daha büyük gücüyle ve tüm uygar dünya halklarının eylemiyle yıkılabilir, bu gericiliğe karşı yalıtılmış bir tek halkın devrimi asla başarıya ulaşamayacaktır. Böylesi bir devrim bir akılsızlık, yalıtılmış ülke için bir yıkım olacaktır, ve sonuçta, tüm diğer uluslara karşı bir suça dönüşür. Bir tek halkın ayaklanışı yalnızca kendini değil fakat tüm dünyayı gözönünde bulundurmalıdır. Bu, tüm dünyanın çıkarları denli büyük, derin, gerçek, insancıl, ve kısaca genel bir dünya çapında program gerektirir. Ve Avrupadaki, ulusuna bakılmaksızın, tüm halk kitlelerinin tutkularını harekete geçirmek için, bu program toplumsal ve demokratik devrimin tek programı olabilir.
    Kısaca konuldukta, toplumsal ve demokratik devrimin amaçları şunlardır: Siyasi olarak: devletin tarihsel haklarının, fetih hakkının ve diplomatik hakların ortadan kaldırılması. O, tüm bireylerin ve birliklerin insani ve tanrısal köleliklerden tam kurtuluşunu, ve tüm zorunlu birliklerin ve tüm eyaletleştirilmiş komünlerin ve Devlet tarafından fethedilmiş ülkelerin mutlak yıkımını amaçlar. Son olarak, askeri, bürokratik, hükümetle ilgili, yönetimsel, hukuksal ve yasama kurumlarıyla merkezi, saldırgan, yetkeci devletin radikalce çözülmesini gerektirir. Devrim kısaca, şu amacı taşır:herkes için özgürlük, kollektif heyetlerin, birliklerin, komünlerin, illerin, bölgelerin, ve ulusların olduğu denli bireylerin de özgürlüğü, ve bu özgürlüğün federasyon tarafından karşılıklı garanti edilmesi.
Toplumsal olarak: siyasi eşitliğin ekonomik eşitlikle sağlama alınmasını amaçlar. Bu, doğal bireysel farklılıkların ortadan kaldırılması değildir, ama her bireyin doğuştan itibaren eşit toplumsal haklarla yaşamasıdır; kız ya da erkek, olgunlaşana dek her çocuk için eşit geçim koşulları, destek, eğitim ve fırsat, ve yetişkinlikte de kendi varlığını kendi emeğiyle yaratması için eşit kaynaklar ve olanaklar.  

Sevme Sanatı - Erich Fromm

Her sanat dalı disiplin, odaklanma ve sabır gerektirir. Sanatta ustalaşma, bir çocuğun yeni yürümeye başladığı evredeki gibi düşe kalka ama denemekten vazgeçmemekle elde edilir. Sevmek de içinde sevme ve sevilme eylemini birlikte muhafaza eden bir sanattır. Hatta diğer sanat dallarından daha fazla içgörüye ve anlayışa sahip olmaya ihtiyaç duyar. Bir ustası, bir kılavuzu yoktur; kişinin salt kendisi için ve tek başına edinebileceği bireysel bir deneyimdir.

Sevme Sanatı, bu sanatın nasıl ve hangi araçlarla icra edileceğinin anlatıldığı bir reçete ya da sevginin ne olduğu konusunda binlercesi bulunan bir kişisel gelişim kitabı değildir. Bunun çok ötesinde, artık bir klasik sayılan, hemen hemen tüm dünya dillerine çevrilen, yayımlandığı ülkelerde milyonlarca satan bu kitap, insanlığın geleceği için hümanist bir yaklaşım, sevme hakkında kusursuz bir felsefi manifestodur.

Sevme Sanatı, “sevmek” eyleminin ana hatlarını belirleyen ve bunu felsefe ve psikoloji temelinde ele alan, incitmeyen, eleştirmeyen, dili ve içeriği asla eskimeyen bir kitap.

“Psikoloji alanındaki en önemli çalışmalardan biri.” —The New York Times

Bu kitap, sevme sanatı konusunda hazır bilgi isyetenleri umut kırıklığına uğratacaktır. Tersine, burada gösterilmek istenen şey sevginin, belli bir olgunluğa erişmeden, rastgele herkesin tadabileceği bir duygu olmadığıdır. Kitabın amacı okuyucuya, bütün kişiliğini yaratıcı yönde geliştirmedikçe sevme çabalarının boşa çıkacağını, komşusunu sevme yetisi, gerçek alçakgönüllülük, gözüpeklik, inanç ve disiplin olmadan sevgide doygunluğa eremeyeceğini göstermektedir.
 
 “Sevgi, kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren, insanın içindeki etkin güçtür.”
 
 
      Önsöz     Bu kitap, sevme sanatı konusunda hazır bilgi isteyenleri umut kırıklığına uğratacaktır. Tersine, burada gösterilmek istenen şey sevginin, belli bir olgunluğa erişmeden, rastgele herkesin tadabileceği bir du ygu olmadığıdır. Kitabın amacı okuyucuya, bütün kişiliğini yaratıcı yönde geliştirmedikçe sevme çabalarının boşa çıkacağını, komşusunu sevme yetisi, gerçek alçakgönüllülük, gözüpeklik, inanç ve disiplin olmadan sevgide doygunluğa eremeyeceğini göstermektir . Bu özelliklerin az bulunduğu bir ekinde sevme yetisi, ele geçirilmesi zor bir başarı olarak kalır. Ya da herkes kendi kendine gerçekten sevmeyi bilen kaç kişi tanıdığını sorar durur. 
 
Gene de işin güçlüğü kişiyi, sevgi için gerekenleri, sevgi konusundaki güçlükleri alıkoymamalıdır. Gereksiz bir karışıklık yaratmamak için bu konuyu elimden geldiğince teknik olmayan bir dille işlemeye, gene aynı düşünceyle sevgi üzerine daha önce yazılanlara çok az değinmeye çalıştım. 
 
Uygun bir çözüm yolu bulamadığım bir baş ka sorun da şu oldu: Daha önce yazdığım kitaplarda açıkladığım düşünceleri burada yinelemekten kaçınamadım. Özellikle Özgürlükten Kaçış, Kendini Savunan İnsan ve Sağlıklı Toplum’u okuyanlar bu kitapta, daha öncekilerde rastladıkları birçok düşünceyi bulaca klardır. Bununla birlikte Sevme Sanatı hiç de baştan sona bir yineleme değildir. Daha önce anlatılanların ötesinde pekçok yeni düşünce vardır burada; sonra, eski düşünceler de bir tek konuda, sevme sanatı çevresinde toplandıklarından yeni boyutlar kazanmıştır. Erich Fromm
 
  Arka Kapak
Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez. 
Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. 
Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir. 
Oysa anlayan biri, hem sever hem fark eder hem de görür... 
Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, 
O kadar büyük sevgi vardır... 
Bütün meyvelerin çileklerle aynı zamanda olgunlaştığını zanneden biri, 
üzümleri hiç tanımıyor demektir. Paracelsus  
 

Hayatın Anlamı - Arthur Schopenhauer

Bilinçsizliğin gecesinden hayata uyandığında irade kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada, hepsi mücadele eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale uğrayan sayısız fert arasında bir fert olarak bulur; ve sanki sıkıntılı, eziyet verici bir rüyaymış gibi derhal gerisin geri eski bilinçsizliğe koşar. Yine de o zamana kadar arzusu sınırsız, taleplerinin sonu gelmezdir ve her tatmin edilmiş arzu bir yenisini doğurur. Bu dünyada imkân dahilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez. 
 
Bu çerçeve içerisinde şimdi düşünelim, hangisi olursa olsun bu tatminlerle genel olarak nedir insanın eline geçen? Çok kere her gün bitip tükenmez çaba ve sürekli tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda bekleyen ölümle boğuşarak zorla elde edilen bu hayatın safi sürdürülmesinden başka hiçbir şey. Bu hayatta her şey dünya mutluluğunun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan eder. Bunun sebepleri derinlerde, bizzat eşyanın tabiatında yatar. Dolayısıyla birçok insanın hayatının kısa ve sıkıntılarla dolu olduğu görülür. nispeten mutlu olanlar da çoğu kez sadece görünüşte mutludurlar, eğer değilse, uzun ömre sahip olanlar gibi, bunlar nadir istisnalardır.
 
Hayat kendisini gerek büyük gerekse küçük meselelerde sürekli bir aldanış (bir hile ve desise) olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sözünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar; kâh umutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir. Mesafenin genişlemesi bize, eğer bunların aldatmasına kendimizi hazırlamışsak, görme kusurundan kaynaklanan yanılsamalar gibi birdenbire kayboluveren cennetleri gösterir. Dolayısıyla mutluluk her zaman gelecekte, değilse geçmiştedir ve içinde bulunulan an, rüzgârın güneşli bir vadinin üzerinde sürüklediği küçük kara bir buluta benzetilebilir; bulutun önünde ve arkasında her şey pırıl pırıldır, sadece kendisi her zaman bir gölge düşürür. Bundan dolayı içinde bulunulan an her zaman yetersizdir, ama gelecek belirsiz ve geçmiş geri döndürülemezdir. Saat başı, her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem hayatın genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o fikri uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şekilde tanzim edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan hiçbir şeyin çabamıza değmediğine, bütün uğraş ve didinmelerimizin beyhude, bütün iyi şeylerin boş ve gelip geçici, dünyanın her bakımdan müflis, hayatın da asla maliyetlerini karşılamayan bir iş olduğuna kani olabilmeliyiz, dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan yüz çevirebilir. 
 
İradenin bütün emellerinin, (peşinde koşup durduğu her şeyin) beyhudeliğinin kendisini bireyde kökleşmiş olan akla bildirmesinin ve anlatmasının yolu öncelikle zamanûn. Zaman şeylerin beyhudeliğinin, sayesinde gelip geçicilik olarak göründüğü biçimdir, çünkü onun sayesinde bütün keyiflerimiz ve zevklerimiz boşa çıkar ve ardından hayretle sorarız onlardan arta kalan şimdi nerede diye. Bu yüzden bu beyhudeiiğin kendisi zamanın yegâne nesnel unsurudur ve dolayısıyla onun dışavurumudur. Bu sebepten ötürü zaman bütün algılarımızın a priori zorunlu biçimidir; her şey, hatta kendi öz varlığımız bile zamanda kendisini gösterir. 

Her hayatın kaçınılmaz olarak koştuğu yaşlılık ve ölüm bizzat tabiatın kendisinin ellerinden çıkan yaşama iradesi hakkında verilmiş bir mahkumiyet kararıdır. Karar bu iradenin, kendi kendisini hüsrana uğratması mukadder olan bir mücadele olduğunu bildirir. “İstediğin” der, “böyle sona erer: daha iyi bir şey iste.” Dolayısıyla herkese hayatıyla verilen ders, genel olarak şu gerçeğe dayanır: Kişinin arzularının peşinde koşup durduğu şeyler sürekli olarak onu aldatır, yanlış yola yöneltir ve o sürçüp sendeler, sonunda düşer; neticede bunlar neşe ve coşkudan ziyade sefalet ve ıstırap getirirler, ta ki dayandıkları bütün temel çökünceye kadar, çünkü o zaman bizzat hayatı ortadan kaybolur. Nitekim o zaman bütün mücadelesinin, bütün arzusunun bir sapma, bir yanlış yol olduğuna kesin kanaat getirir.
 
  Hayatın Anlamı 
Hayatımız öncelikle bakır bozukluklarla yapılmış bir ödemeye benzer; bizim bu ödemeye karşı bir alındı makbuzu vermemiz gerekir; bakır bozukluklar günler, alındı makbuzu ölümdür. 
 
Zamanın bizi telaş içerisinde biteviye koşturup durması, bize asla nefes alma imkânı sunmaması, elinde kamçıyla buyurgan bir işveren gibi hepimizin tepesinde beklemesi ile hayatımızın bir azap ve işkenceye dönmesi arasında en küçük bir bağ kurma imkânı yoktur. Zaman yalnızca can sıkıntısının cenderesi içinde kıvrananların başına bela kesilmez ve onları sık boğaz etmez. 
 
Varsayalım insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin dallarından koparılmayı beklediği, herkesin gönlünden geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde etmekte hiç güçlükle karşılaşmadığı Utopia ülkesine götürüldü; o zaman ne yapardı bu insanlar? Ya can sıkıntısından ölürlerdi, ya kendilerini asarlardı ya da olmadı birbirlerine düşerler, kavga dövüş birbirlerini boğup öldürürlerdi. Schopenhauer

Karl Marx - 1844 Elyazmaları

1844 Elyazmaları ... Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Hazinen öyle büyür ki ne böcekler ne de toprak onu yok edemez. Ne kadar az kendin olursan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi hayatını daha az yaşadıkça, yabancılaşmış hayatını uzaklaşmış varlığını o kadar çok yaşarsın...
 
 Yabancılaşma ( Alienation)

Yabancılaşma kavramı, Marx’ın teorisinin özellikle başlangıç evresinde belirgin bir önceliğe ve öneme sahiptir. Marx’ın erken yazılarında bu önceliği ve yabancılaşma kavramının çeşitli açılımlarını görmek mümkündür. 1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi bu noktada anılmaya değer. İki tür yabancılaşmadan söz edilebilir Marx’ın bu çalışmalarında. Bunlardan ilki, doğadan kopuş anlamındaki yabancılaşmadır. İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşır. Bu insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancı- laşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancıla- şır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir. Anlaşılacağı gibi, yabancılaşma teorisinin Marx’ın insanın doğası anlayışıyla yakından ilişkisi vardır. Marx’ın çalışmalarının sonraki dönemlerinde (örneğin Das Kapital’e gelindiğinde) bu kavramı kullanmadığı görülür, ancak bununla birlikte bu kavramın içerdiği perspektifi bir şekilde devam ettirdiği söylenebilir. Meta fetişizmi nosyonunun bir anlamda insanın kendi doğasına yabancılaşmasının maddi temelini ya da yapısını açıklamaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz.

Marx, yabancılaşma kavramını, Hegel’den, Hegel de bu kavramı, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nden almıştır. Marx öncesi filozoflardan Feuerbach’ta da bu kavram vardır. Marx bu kavramı, Hegel ve Feuerbach’tan farklı bir şekilde kullanır. Ona göre, üç farklı yabancılaşma vardır: Ekonomik, politik ve dinsel yabancılaşma. Marx, bunlardan, ekonomik yabancılaşma üzerinde geniş olarak durur.

Marx’ın ilk çalışmalarında, yabancılaşma (Almanca: Entfremdung) doğal olarak birbirine ait olan şeylerin ayrılmasını veya dengeli bir uyum içerisinde olan şeyler arasındaki antagonizmi ifade eder. En önemli kullanımında bu kavram, insanların insan doğasının hallerine yabancılaşmasına atıfta bulunur.

Marx, yabancılaşmanın kapitalizmin sistematik bir sonucu olduğunu öngörmektedir. Teorisi, Feuerbach’ın, Tanrı’nın insanların karakterlerini yabancılaştırdığı düşüncesini tartıştığı Hristiyanlığın Özü (1841) çalışmasına dayanır. Stirner, bu analizi The Ego and Its Own (Ego ve Kendi – 1844) çalışmasında “insanlığın” birey için bir yabancılaşma ideali olduğunu açıklayarak daha ileri götürmüş, ancak Marx, Alman İdeolojisi’nde (1845) onu eleştirmiştir.

Yabancılaşmış bir insanın hayatını insanın özüne aykırı bir hayat tarzı veya insan doğasına uygun düşmeyen bir yaşam şekli olarak tanımlayan Marx, eserinin çeşitli yerlerinde işçilerin ürünlerinden uzaklaşıp, onlara yabancılaştıklarını; onların içinde çalıştıkları çevreyle yabancı ya da düşmanca bir ilişki içinde bulunduklarını; icra ettikleri işi, o doğal insani arzu ve özlemlerine en azından ilgisiz olduğu için, kendilerine yabancı bir şey olarak deneyimlediklerini; işbölümünün, insanları katı kategorilere ayırması ve insanların faaliyetlerini birbirleriyle yabancı bir ilişki içine sokmasından dolayı yabancılaştırıcı bir sürece tekabül ettiğini; iktisadi sistemin, insanları başka insanların ihtiyaçlarına karşı kayıtsız hale getirerek birbirlerine yabancılaştırdığını söyler.

Marx’ın yabancılaşma anlayışı, şu halde, onun insan doğasına veya insanın özüne dair görüşlerine bağlıdır. Ona göre, insanın özünü belirleyen birinci unsur, onun her şeyden önce bir türün, yani insan türünün üyesi olan ve bu durumun bilincinde olan bir varlık olmasıdır. İkincisi, insan yine özü gereği, başka insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunan bir “sürü hayvanı” ya da “sosyal varlık”tır. Üçüncüsü, insan nesnel bir varlıktır; dolayısıyla o, içine kapanmak yerine, dış dünyaya yönelir ve kendisini üretim yoluyla ya da emeği sayesinde gerçekleştirir. Yani insan, alet yapan, üreten bir varlıktır. Bununla birlikte, onda üretim kavramı insanın diğer özsel güçlerini dışta bırakmaz. Nitekim insanın kendisini rasyonel olarak belirlemesi, bilim ve sanatsal faaliyet, Marx’ta özgür insanın üretiminin özsel bir bileşeni olmak durumundadır. 1- Evrensel, 2- Özgür, 3- Bilinçli (ya da rasyonel olarak kontrol edilen), 4- Toplumsal açıdan üretici faaliyete, sadece insan yetilidir. Beşinci bir kapasite ya da üst kapasite ise, 5- Çok sayıda beceri ve meziyetin, biri ya da ikisinin etkin Yabancılaşma Üzerine… gelişimini ihmal etmeden, geliştirilme yani bütünsel gelişme kapasitesidir.

İnsan, Marx’a göre, kapitalist düzende söz konusu özsel niteliklerinden uzaklaşır, özüne yabancılaşır. Yabancılaşmanın bütün boyutlarıyla vuku bulduğu yer, paradoksal olarak, dinamik üretkenliğiyle, herkesin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olabileceği bir toplum düzeni yaratmaya fazlasıyla elverişli durumda olan burjuva kapitalist düzenidir. İşçi bu düzende her şeyden önce emeğine yabancılaşır. İşçi kapitalist düzende, yoğun işbölümünden dolayı, üretim eylemine de yabancılaşır. Marx’a göre, kapitalist düzende üretim, eylemleri mühendislik hesaplarına göre dikkatlice ayarlanan veya belirlenen bir kolektif işçi tipi sayesinde arttırılır. Üretim süreci büyük bir titizlikle planlanır, çok çeşitli işlemler birbirlerinden ayrılıp bağımsız hale getirilirken, işçiler de başat özelliklerine göre sınıflanır ya da gruplanırlar. İşçi artık üzerinde en küçük bir etkisinin bulunmadığı üretim faaliyetinde basit bir vida sıkıcısıdır. Çok daha önemlisi işçi kapitalist düzende emeğinin ürününe yabancılaşır. Çünkü o kendi ürettiği ürünün şöyle ya da böyle, en sonunda tahakkümü altına girer. Bu üç düzeyde yabancılaşma, Marx’ta yabancılaşmanın birinci boyutunu ortaya koyar: Tinsel yabancılaşma, yani bireylerin kendilerini olumlayamamaları, doğrulayamamaları ve fiilen gerçekleştirememeleri durumu. Böyle bir yabancılaşma hali içinde, hakiki bir hayatın, dolu dolu bir yaşamın bütün içeriği boşalır, insanlar sadece hayatlarının değil, fakat kendilerinin de boş ve değersiz olduğu hissine kapılırlar.

Yabancılaşmanın insanın türsel varlığına veya başka insanlara yabancılaşmasıyla ilgili olan dördüncü düzeyi, bize yabancılaşmanın ikinci boyutunu, özgürleşmenin önündeki, kişisel olmayan veya anonim bir nitelik arz eden engelleri gözler önüne serer: Toplumsal yabancılaş- ma. İnsanın özünü ya da türsel varlığını ancak başkalarıyla ahenkli ilişkiler içinde, bireylerin özgürce gelişme ve hareket etme koşullarını hazırlamış bir cemaat hayatında veya komünal bir yaşamda gerçekleştirebileceği dikkate alınırsa, toplumsal yabancılaşma bireyin, kendi varlığının gerçek hayattaki görünümüne uygun düşen bir toplumsal zeminden yoksun kalması anlamına gelir. Nitekim “İnsanlar arasındaki şeyleşmiş ilişkilere”, der Marx, “ancak bu maddi güçleri kendilerine bağımlı kılan ve iş- bölümünü kaldıran bireyler son verebilir.” Bu da cemaat veya hakiki toplum olmadan mümkün değildir. Her birey kendi yeteneklerini her yönde geliştirme araçlarına yalnızca topluluk içinde sahiptir; dolayısıyla, kişisel özgürlük yalnızca cemaat içinde mümkün hale gelir.

Toplumsal yabancılaşma, Marx’a göre, kapitalizmde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bunlardan biri, sadece işçiler arasında değil, fakat aynı zamanda kapitalistler arasında da söz konusu olan rekabet olgusudur. Marx, kapitalizmde üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistleri harekete geçiren ya da güdüleyen en önemli şeyin, onların olabildiğince çok kazanç elde etme arzuları olduğunu söyler. Kapitalistler, bu amaca ulaşabilmek için, ya yeni teknikler icat etmek ya da elde olanları geliştirmek suretiyle üretim araç ve teknolojilerini sürekli olarak geliştirmek durumunda kalırlar. Bu gelişmenin toplum üzerinde eskiye oranla çok daha fazla mal üretilmesi ve böylelikle de, üretim miktarının mütemadiyen artması ve teknolojik gelişmenin benzeri meslek ya da işleri icra eden insan sayısının sürekli olarak azalmasına neden olması yoluyla yoğun bir etkisi olur. Buna göre, maliyet azalırken kapitalistin kârı artar. Söz konusu üretim artışı sonucunda ortaya çıkan bu iki karşıt eğilim, rekabetle daha da belirginleşir. Daha fazla mal satmak ve böylelikle daha çok kâr etmek isteyen iş adamı, rakiplerini aşmak, alt etmek durumundadır. O bunun için fiyat kırar. Aynı üretim teknolojisinden rakipleri de yararlanacağı için, kapitalistin maliyeti biraz daha düşürebilmesinin tek yolu, Marx’a göre, emeğin payının, işçiye ödenen ücretin düşürülmesidir. Makineleşmeden dolayı zaten artan bir işsizlik söz konusuyken, işçiler bu yeni durum karşısında, var olan işler için kendi aralarında kıyasıya bir rekabete girer ve daha az ücretle çalışmayı kabul ederler. Başka bir deyişle, Marx’a göre, kapitalist sistemde insanlar sadece zengin olmak için değil, fakat karınları doyurabilmek için de, birbirlerini ezer ve adeta yerler.

Toplumsal yabancılaşmanın başka bir görünümü ise, Marx’a göre, her türden fetişizmdir. O, modern kapitalist toplumun yalnızca teknolojiye değer vermekle kalmayıp, teknoloji tarafından üretilen nesnelere taptığını da söyler. Bu düzende insanlara gösterilen saygı, verilmesi gereken değer, teknolojiye ve teknoloji tarafından üretilen nesnelere verilir. Böylesine gerçek bir fetişizm içinde, insanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar olarak görürlerken, makineler de tanrılaştırılır. Kapitalist toplum düzeni, şu halde, insanları birbirlerinden tümden uzaklaştıran, toplumun insan için dayanılmaz hale geldiği, ahlâksız bir düzendir.

Marx kapitalizm eleştirisinden veya kapitalist toplum düzeninde yabancılaşmanın boyutlarına dair analizinden üç sonuca ya da teze ulaşır:

1-     Kapitalist toplum düzeninde yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğu yabancılaşmıştır.

2-     Bu yabancılaşmanın temel nedenleri, kapitalist üretim tarzı hâkim olduğu veya varlığını devam ettirdiği sürece ortadan kaldırılamaz; dolayısıyla, yabancılaşmış insanların, bu düzende özgürleşebilmeleri ya da kendilerini gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir.

3-     Dolayısıyla, yabancılaşma ancak post-kapitalist bir düzen veya üretim tarzında ortadan kalkabilir; insan yalnızca burada özgürleşebilir.

Marx, kendisinde insanın her şeye yabancılaştığı bir sosyal düzen olarak tanımladığı kapitalizmin yıkılması gerektiğini ve kapitalizmin yıkılışının yalnızca devrim, yani şiddet yoluyla olacağını söylemiştir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin barış yoluyla gerçekleşememesinin nedenini Marx, devletin, toplumun zenginliğini kontrol altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu görüşüyle açıklar. Egemen sınıf bu araç ya da aygıtı, kitleleri sömürmek amacıyla kullanır. Devletin tüm öğe ve birimleri, Marx’a göre, statükoyu korumak için düzenlenmiş, yani egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır. Mahkemeler, polis ve hatta hükümet, Marx’a göre, yönetici sınıfın çıkarlarını korumak için vardır. Bunlar, bir başkaldırıyla karşılaşıldığı takdirde, hemen bastırırlar. Bundan dolayı, proletaryanın devrim dışında bir yolla egemen olabilmesi mümkün değildir.

Marx için yabancılaşmanın ana nedeni paranın tiranlaşmasıdır. “İnsanın ürettiği bir ürünün değişiminde, insan emeğinin değişimi insanın gerçek özgün davranışıdır,” diyerek Aristo’ya atıfta bulunur. Marx insanın gerçek bilinç ve kendine özgü varoluşunun toplumsal hareket ve tatmin olduğunu söyler.

İnsan doğasının gerçekleşmesi

Dahası insan doğasını gerçek ortak yaşamda görmez ve bu şekilde var olmaz ise, insan kendi ortak yaşamını yaratarak kendi ortak insan doğasını oluşturur. Daha sonra Aristo gibi özgün ortak yaşamın düşünceden değil de materyal özden, ihtiyaçlardan ve bencillikten kaynaklandığını iddia eder. Ancak Marx’ın dünya görüşüne göre, yabancılaşma sürecinde insan etkileşimine nesneler arası bir ilişki gibi ikinci derece bir önem verileceğinden dolayı yaşam, gerçek ortak bir yaşam biçimi oluşturulması için insana göre düzenlenmelidir. Tek başına bilinçlilik yeterli değildir.

Yabancılaşma ve mal sahipliği

Yabancılaşmayı mal sahipliği ile ilişkilendirirken Marx, yabancılaşmanın insanlar arası ilişkiyi mal sahipleri arası ilişkiye dönüştürdüğü sonucunu çıkarır. İhtiyaçları karşılamak için, ticaret ve sermaye ilişkisi açısından bir eşitlik yaratmak adına mal değiş tokuşu yapılmak zorundadır. Buna emek-değer teorisi denir. Malın şahsiliği kalmaz. Artık daha sonra onu gerçek bir değer olmasını sağlayacak bir değişim değeridir.

Yabancılaşmanın nedeni

Yabancılaşmanın nedeni üretim ve paranın özel mülkiyeti üstüne inşa edilen kapitalizmde aranmalıdır. Kapitalist işi, işçi sınıfını sömürecek şekilde düzenlemiştir. Gerçekte kapitalist sınıf zenginleşirken aynı anda hayvanlaşma seviyesine geri dönülmüştür.

Kaynakça: gizliilimler.tr.gg / Karl Marx ve Yabancılaşma Teorisi

Bencilliğin Erdemi - Ayn Rand

Ayn Rand’ın tartışma yaratan felsefesi Objektivizm’in ahlaki ilkelerini ortaya koyan bir deneme koleksiyonu.

Bencillik bir erdem midir? Ayn Rand kitabının ismini seçerken böyle provokatif bir şey olmasını özellikle istemişti çünkü bencilliğin şeytani bir şey gibi gösterilmesine karşı savaş açmıştı. 

Şöyle der kitabının başında: Popüler kullanımıyla “bencillik” kötülükle eş anlamlıdır; bu kelime insanın zihninde, emeline ulaşmak için bir yığın cesedi çiğnemeye hazır olan, hiçbir canlı varlığa değer vermeyen, kaprislerinin etkisiyle herhangi bir anın vereceği hazzın peşinde olan eli kanlı bir zalim imajı uyandırmaktadır. Oysa “bencillik” kelimesinin tam anlamı ve sözlükteki tanımı, kişinin kendi çıkarlarıyla ilgilenmesidir. Bu kavram herhangi bir ahlaki değerlendirme içermez, kişinin kendi çıkarlarıyla ilgilenmesinin iyi veya kötü olduğunu söylemez; insanın gerçek çıkarlarının ne olduğunu da bize söylemez. Bu tür sorulara cevap vermek etiğin görevidir.

Rand bu kitabında öncelikle insanın neden ahlaka ihtiyaç duyduğu sorusuyla başlıyor ve bencilliğin erdemine dayanan yeni etik kuralları belirleyen bir cevaba ulaşıyor. 

 Bireycilik, bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kendine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi ya da benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesidir.

Bireycilik, her şeyden önce insanlığın toplumsal birliklerden değil, bireylerden oluştuğu düşüncesine dayanır. Bu varlıklar, biri diğerinden ayrılamaz ve indirgenemez varlık özelliği taşırlar. Duygulanımları, hareketleri ve düşünceleri kendilerine aittir. Bireycilik, bir değerler sistemi olduğu kadar, insan yapısıyla ilgili bir kuram, genel bir davranış biçimi ve belirli siyasal ekonomik, toplumsal ve dinsel düzenlemelere yönelik bir inanç anlamına gelir. Genel bir davranış biçimi olarak bireycilik, özgüvene, gizliliğe ve başka bireylere saygı göstermeye büyük önem verir. Otoriteye ve birey üzerindeki özellikle devlet tarafından uygulanan her türlü denetime karşı çıkar. Ayrıca “ilerleme”ye inanır, ilerlemenin bir aracı olarak da bireye farklı olma hakkı tanınır. Yalnızca en aşırı bireyciler anarşi yanlısıdır. Ama çoğu devletin bireylerin yaşamına en az karışması gerektiğine, bireylerin birbirleriyle çatışmasını önlemek ve gönüllü olarak varılmış anlaşmaların uygulanabilmesi için yasaları ve düzeni koruma görevini üstlenmek zorunda olduğuna inanır. Bireycilik, devleti zorunlu bir olumsuzluk olarak görme eğilimindedir ve “en iyi yönetim, en az yönetimdir” sloganını benimser.

* * *

Günümüzün pek çok otoritesi tarafından yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri sayılan Ayn Rand, eserlerinin tekrar basılmasıyla ve savunduğu düşüncelerin büyük bir bölümünün doğruluğunun zaman içerisinde kanıtlanmış olması nedeniyle etkinliğini ve önemini bugün de korumakta. 

Postmodernizmin yol açtığı türlü ve bireysel yaratıcılığa indirdiği darbelerin ardından, bireyin kendini doğru bir ahlakla yapılandırılıp toplum içinde konumlandırması düşüncesi yeniden gündeme geldi. Bu yüzden tüm yaşamı boyunca geliştirdiği "objektivizm" felsefesi doğrultusunda, bireysel yaratıcılığı hep birincil değer saymış olan Ayn Rand'ın düşünsel gündemdeki yerini yitirmemesinin şaşılacak bir yanı bulunmasa gerektir.

Ayn Rand'ın bir düşünür olarak bu denli önem taşımasının en önemli nedenlerinden biri, Felsefeyi her zaman yaşamın ta ortalık yerinden kaynaklanması gereken bir pınar saymış olmasıdır. Rand'a göre insanla doğrudan bağıntılı kılınmamış, insan doğrudan sorgulamayan bir felsefenin insan açısından bir değer ve önem taşıyabilmesi de olanaksızdır. "Benim felsefem, özümde kahraman bir varoluşun taşıyıcısı olarak insan kavramıdır, üretken nitelikteki başarıları, en soylu etkinliğidir; bu insan açısından tek mufkik niteliğini taşıyan ise akıldır..."

Yirminci yüzyılda Batı insanının gerçek bir ahlak bunalımı içerisinde yaşadığını belirten Ayn Rand, aynı konferansının bir bölümünde ahlak konusunda da şöyle der: "... Eğer yaşamaya devam etmek istiyorsanız, şimdi ihtiyacımız olan şey ahlaklı olmaya geri dönüş değil, ahlaklı olmayı keşfetmektir..."

 * * *

Etik mistik bir fantezi değildir — sosyal bir anlaşma da değildir – vazgeçilebilir, sübjektif bir lüks de değildir— Etik; doğaüstü güçlerin, komşularınızın, kaprislerinizin lütfu olarak değil, realite ve hayatın doğasının bir lütfu olarak, bireyin hayatta kalmasının nesnel bir gereksinimidir. Objektivist etik akılcı bencilliği, yani insanı kurban etme ilkelliğinin ötesine asla geçememiş, 
 
20. yüzyılın ünlü düşünürlerinden Ayn Rand’ın eserleri ilk yayınlandıkları andan itibaren entelektüel alanda önemli bir etki yaratmıştır. Onun ortaya koyduğu yeni ahlak anlayışı (akılcı bencillik ahlakı) zamanın altruist-kolektifçi modasına meydan okumuştur. Objektivizm olarak bilinen felsefesi ünlü romanlarının temasıdır. 
 
Ona göre etik mistik bir fantezi ya da sosyal bir anlaşma değildir, vazgeçilebilir, sübjektif bir lüks de değildir. Etik; doğaüstü güçlerin, insanın komşuları ve kaprislerinin lütfu olarak değil, realite ve hayatın doğasının bir lütfu olarak, bireyin hayatta kalmasının nesnel bir gereksinimidir. Objektivist etik akılcı bencilliği, yani insanı kurban etme ilkelliğinin ötesine asla geçememiş, akılcı olmayan kaba kuvvet kullanıcılarının arzuları, hisleri veya kaprisleri ile üretilen değerleri değil, insan bekasının gerektirdiği değerleri destekler ve savunur… akılcı olmayan kaba kuvvet kullanıcılarının arzuları, hisleri veya kaprisleri ile üretilen değerleri değil, insan bekasının gerektirdiği değerleri gururla destekler ve savunur.
 
Ayn Rand'ın eserleri ilk yayınlandıkları andan itibaren entelektüel alanda önemli bir etki yaratmıştır. Onun ortaya koyduğu yeni ahlak anlayışı (akılcı bencillik ahlakı) zamanımızın altruist-kolektifçi modasına meydan okumaktadır. Onun objektivizm olarak bilinen felsefesi onun ünlü romanlarının temasıdır.