13 Ekim 2017

Cevat Şakir Kabaağaçlı, 44. ölüm yıldönümünde

HAYDİ SÜNGERE!.

Bahar geldi. Kumanyalarımız, dalgıç takımları­mız tamamdı. Gece ortası, açık de'nizlere davrana­caktık. Güneyin ateş gibi sıcak gecelerinden biriydi. Gök, yıldız kalabalığına boğulmuştu. İnsan kalabalı­ ğı gibi itişip kakışıyorlardı. Çıldırasıya çakışıp kırpı­ şıyorlardı. Bir yıldız kayşa, yıldız arasından geçecek yer bulamıyordu. Bu yıldız kaynaşmasından, insanın kulağı sanki bir uğultu duyuyordu. 

Depozito kayığında otuz kişiydik. Birkaç gün sonra sefere kalkacak öteki denizci ve dalgıç arka­ daşlar, peşin çektikleri paralarla vur patlasın çal oy­nasın, eğleniyorlardı. Seferden diri olarak dönüp dönmeyeceklerini bilmedikleri için, fırsat varken, ka­ derden öç alıyorlardı. Bir ellerinde meşaleler, öteki ellerinde rakı şişeleri, sallaya sallaya bizi uğurluyor- lardı. Boş şişeleri kayığımızın bordalarına çarparak, parçalanan cam gürültüsüne şen bağrışmalarını ka­ tıyorlardı.

 Ben, tayfanın en genciydim. Siftah sefere çıkı­yordum. Babam kayığın kaptanıydı. O gece ben dü­ mendeydim. Kocaman ve apaçık bir geceydi. Hani tarlaya kavun ekersin, biri büyük, biri küçük olur. Bu da gece azmanıydı. Öteki geceler, şu avcum kadar şeylerdi. Tutabilirdim. Bu yıldız okyanusunda ben ancak bir noktaydım. Denizde çıt yoktu. Kayık bir heyula gibi akıyordu. Gecede ne diyeyim bir gü­ zellik duygusu vardı, bir şaşkınlık vardı. Onu anla­ madan önce geçecek diye telaşlanıyordum. Şurada, şu gece karanlığının ötesinde sanki bir şey vardı. Düş görmüyordum. Çünkü, şurada, ufkun ötesindeki adaların adlarını teker teker biliyordum. Babam sar­hoştu. Uyuyordu. Sarhoş diye onu iş göremez san­mayınız. O asıl sarhoşken on tane ayıktan daha be­cerikli olurdu.

Sabaha karşı hava serinleyeceğine, inadına ısındı. Esmiyordu. Deniz, iriyarı soluğanlarla inip kalkıyordu. Düz yürüyemiyorduk. Hep soyunduk. Göv­ delerimizden buğular tütüyordu. Buram buram terli­yorduk.

 Güneş, sapsarı bir portakal gibi doğdu. Göğe tırmandıkça, gün aydınlanacağına, gitgide kararıyor­ du. Yanıma Kara İzzet yanaştı, "Güneşi tekrar göresiye kadar çok tuz yutaca­ ğız," dedi. Babam, "Dümene bir kişi daha gitsin!" diye bağırdı. Hemen o dakikada, gök bir şimşekle yarıldı. Sanki, eli kılıçlı bir ejder, gök karasını enine bo­yuna, tepeden tırnağa kesiyor, biçiyor, kıyım kıyım kıyıyordu. Bir an, ta tepemizde, kayık bastonunun ucuna kadar yıldırayan bir ateş şeridi idi. Fırtına bizi gözüne kestirmişti. Tam ateş yaylımının orta ucun­ dan kıçına kadar tutuşuyordu. Her şimşekte her biri­ miz, dimdik duran dipdiri birer ateş insandık. Gemi­ miz sanki lav gibi parlıyordu. Birdenbire bu ateş, bı­ çak gibi kesildi. Kara göğün çatlakları hemen kavu­ şuverdiler. Biz, "Bunun ötesi ne olacak?" diye şaş­ kın şaşkın birbirimize bakakaldık.

"Yelkenleri sarın!.." diye bir emir gürledi. Direklere atıldık. Ta tepede hiç de hoş değildi. Başım sanki gök karasının içine takıldı. Gözümü ne kadar açarsam açayım, hiç açmamış gibi oluyor­ dum. Tam papafingoyu sararken, yağmur boşandı. Kalın ve iri bir suydu. En tepede olduğum halde, damlaların güvertede cevizler gibi çatırdaya çatırdaya kırıldıklarını duyuyordum. Direkte, birbirimizi el yordamıyla arıyorduk. Yağmurun şamarlarından yü­zümü korumak için, başımı eğdim. Etlerim cayır ca­ yır yanıyordu. Nasıl indiğimi bilmiyordum. Ben ve Kara İzzet, dümenin iki başına karşılıklı geçtik. Te­kerlek dümenin çepçevre saplarını iki avcumuz, dizi­ miz ve bacağımızla zaptetmeye çalışıyorduk. O sap­ lar, sanki sopa olmuşlar da, birbiri ardınca inerek, te­ pemizi patlatmaya, göğsümüzü delip deşmeye sava­ şıyorlardı. Kara İzzet, kulağıma eğilip eğilip gırtlağını patlatırcasına bağırıyordu:

 "Dayan bre oğul! Domuz sanki yaban beygiriy­ miş gibi, gemi azıya aldı. Dümen mi bu? Şimdi sura­ tına bir tekme yiyeceksin. Gevşek tutma, çarpacak bee!.. O havaya uçup giden Süleyman mıydı? Çattık belaya. Şu yağmur dinse bari. Bu kadar suyun tadı mı olur? Denize düşmeden boğulacağız..." Öteden birisi, "Sağnak geliyor!.." diye yaygarayı basfı. Gemi, sanki kurumaya asılan bir çamaşır gibi, sarsılıp silkindi. Ayı gibi ıhlayan bir dalga, kayığın üzerine bindi. Fakat, kayık silkindi, doğruldu. Hava­ ya kalkarken, kayığın her yanından denize çağla­yanlar boşanıyordu. Sonra, kayık gene çöküyordu. Bir aralık yanı başımdan, yüzü parça parça ol­muş biri, bağıra bağıra geçti. Gemi canlıymış gibi, çığilık ardına çığlık salıyordu. Yalpa vuruyordu. Yal­pa mıydı o? Sırayla biz geminin üstüne çıkıyorduk, gemi bizim üstümüze çıkıyordu. Dümen saplarını tutmaktan hem benim, hem İzzet'in avuçları kanıyordu. Dizlerimizin derileri yüzülmüştü. Benim sinirlerim tuttu. Kendi durumumu gör­ meden, Kara İzzet'in durumuna, katıla katıla gülü­ yordum. Kahkahalardan, avuçlarım kadar karnım da ağrıyordu. İzzet, boyuna sövüp sayıyordu. Bana çı­kıştı:

 "Bre adam, bacakların sudan mı? Neye sağa sola kırıtıp kayıyorsun? Dümene yapış, sapın birini ikisini göbeğine sapla. Bacaklarını dik tut, yoksa ha­pı yuttuğumuzun resmidir!.." Bir fırsatını bulup anadan doğma soyundu. Dü­mene bütün gövdesiyle dayandı. Ben de İzzet'ten al­ta kalacak değildim ya, yarı alaylı, bağırdım: "Kadın mı oldun? Ne göbek atıp duruyorsun? Yoksa, beline fistan geçirip daha güzel bel kırmak için mi soyundun?" Bu kez bağırma sırası ondaydı: "iyi tut da, birlikte fink atarız. Gözünü aç, geli­yor! Sana doğru çek! Ha gayret! Sonumuz geldi gali­ ba! Yaşa tosun tekne! Gördün mü, dümenin dediğini insan gibi nasıl çaktı?"

Gerçekten de dümen dinlemiyordu gemi, dalga üzerinde, insancasına cevap veriyordu. Biz gemiyle, gemi bizle bir gövde olmuştu. İzzet yine, "Ha dayan! Yatışıyor gibi. Aslandır şu deniz! At­lattık! Bu da oldu. Bu sünger seferinden kazandığım paranın topunu da Emine’ye vermek nasip olacağa benziyor!.." dedi. Karanlık içinden, sevinçle hoplaya zıplaya ba­bam çıkageldi. Üstü başı parça parçaydı. Yüzü gözü kan revan içindeydi. Bize, "Size söylemedim mi? Akdeniz'de bu kayık gibi yoktur. Gördünüz mü, bastonunu rüzgâra nasıl dik­ti? Kasırganın suratına kahkahalarıyla suları nasıl püskürtüp tükürdü? Yaşasın kayık. Yolumuz artık düzdür..." dedi. Babam bunları söyledikten sonra, daha yüksek sesle ve daha yüksek sevinçle bağırdı: "Süngere!.." 

Nilgün Marmara "Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim."


13 Ekim 1987
Salı
 
Sevgilim
Her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak artık kılgıyı gerektiriyor. Sana böyle bir yük bırakmak istemezdim ama sen akıllı ve güçlüsün, çabuk unutursun.
Bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini suçlu, sorumlu saymasın, çünkü suç yok. Yalnızca ırmağın akışına bir müdahele söz konusu!
Her anın niye’sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! Çocukluğun kendini saf bir akışına bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. Ben’i bağışlayın! Bunu en çok annemden, babamdan ve Kağan senden diliyorum. Dostlarımdan da!

Nilgün Marmara Önal
Seni hep sevdim Kağan!
Hoşçakalın!

Nilgün Marmara’nın intihar etmeden önce eşine ithafen yazdığı mektup

Cahit Sıtkı Tarancı - Haydi Abbas Vakit Tamam

Anısına
Yıl 1941… Cahit Sıtkı Edremit-Ilıca, Sahil Muhafaza Taburunda yedek subay olarak başlar askerliğine. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya bir emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini isteyen Cahit Sıtkı, kendisine emir eri seçmek için sırayla isimlere bakarken birden bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas…Bu isim şairimizi çocukluk günlerine götürür ve büyükannesinden dinlediği bir masalı anımsatır.

Askerliği bittikten sonra 1944 yılında Cumhuriyet Gazetesine yazdığı bir yazı, Türk şiirinde efsane olacak şiirinin yani “Haydi Abbas” şiirinin özüdür aslında. Çocukken büyükannesinden dinlediği bir masaldan söz ederek başlar yazı: “Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza aşık olur ve sevgilisini bulmak ümidiyle yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir, pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış; Abbas, demen kafi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder. Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.”