18 Şubat 2013

Haydar Ergülen - Yaz! Geç!

- Yaz geçiyor şair, yolculuk nereye?
- Yola elbette.
- Ahmet Erhan'ın 'Ankara-İstanbul Karatreni' seni bekliyor, belki yeni yazlara götürür seni, şiirin henüz çocuk olduğu masumiyet yıllarına...
- Ahmet'i de beni de artık hiçbir tren, hiçbir şiir hiçbir yere götüremez, ikimiz de söküldük bir kere yerimizden yurdumuzdan!
- İyi yolculuklar şair, iyi duruşlar, kalışlar, gidemeyişler...
 
- - - - - - 

- Ne diyordu Cemal Süreya: "Daha nen olayım
isterdin / onursuzunum senin".
- Aşk üzerine yazılabilecek en hakiki şiir bu bence:
Yürekli, cüretkâr ve korkusuz!
- Korkuyla hiçbir şey yapılmaz ki! Ne sevebilir
insan, ne koruyabilir, ne de sözünü söyleyebilir!
- "Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük" diyordu ya Ece Ayhan, aslında onlar korku tüzükleri...
- Korkak aşk olmaz, korkarak aşk olmaz! Aşk çarpışmaktır bir bakıma: Kendinle, aşkınla, öteki'nle, yalnızlığınla, alışkanlıklarınla, hastalıklarınla, klişelerle, kelimelerle, cümlelerle, dünyayla...
- Şiir de öyle değil midir, o da aşk gibi bir çarpışma değil midir? Hem şiiriyle arasında aşk olmayan bir şaire kim inanır, öyle bir şiire kim inanır?
- Öyleyse aşk hususunda şunları yazan şaire inanmak gerekir: 'Çatarsınız, kavga edersiniz, uğraşırsınız, gömleğinizin düğmeleri, saçınızın telleri eksilir, çorak kalırsınız, viran olursunuz, perişan olursunuz, hayatınızın ve ruhunuzun bütün ilmek yerleri tek tek sökülür, deyim yerindeyse sürünürsünüz...'
- Şiir de böyle bir eğitim, ama aşk dersini almak ya da aşktan dersini almak kaydıyla. Ve elbette her zaman öğrenci olmak kaydıyla. Çünkü ne aşktan ne şiirden mezun olan görülmemiştir!
- Aşk önce çarpışmadır, sonra da barışmak ve teşekkür etmektir bence. İlhan Berk'in 'Teşekkür' şiirini hatırla, muazzam bir aşk ve şiirin büyüttüğü bir teşekkürdür o:
"Evet hep açık gidip gelen ağzın içindi;
Gökyüzünün o huysuz maviliği içindi;
Elma kokan bir Türkçeyle konuştuğun içindi;
Ölümün sefil, kötü belleği içindi;
Her gün pazar kurulan o sokaklar içindi;
Saçında uykusu kaçmış çiçekler ıslattığın içindi;
Çocuklar okuldan dönüyormuş gibi sesin içindi;
İşte bütün ama bütün bunlar için sana teşekkür ederim."
- Üstüne bir şey söylemek gereksiz. 
İlhan Berk'e teşekkür edelim ama, aşka teşekkür etmeyi unutmadan.
- Aylardan ağustos, vakitlerden yalnızlık, şehirlerden aşk da gezer, şiirlerden Paris Bir Kadındır, şarkılardan Jacques Brel'in tüm söyledikleri, bekleyenlerden İstanbul, anılardan yağmur, gibilerden İdiller Gazeli: 'Gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış / gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak'...

Aşk Tesadüfleri Sever - Murathan Mungan

Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı
Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleşmeyi sever
Yollar ayrılmayı
Herkes geçmişi öder
Bir yol ayrımında
Başlamak istersen
Yeni bir hayata
Gölgeni yedek
Bırak ardında
Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı
Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı

Bejan Matur Seçme Şiirler

 
'Rüzgar Dolu Konaklar '
 Doğduğumuzda
Bizim için yaptırdığı sandıklara
Gümüş aynalar
Lacivert taşlar
Ve Halep'ten kaçak gelen kumaşlar
Dolduran annemiz
Bir zaman sonra
Bizi koyup o sandıklara
Yol
Rüzgâr
Ve konakları fısıldayacaktı kulağımıza.
Yalnız kalmayalım diye karanlıkta
Çocukluğumuzu ekleyecek
Avunmamızı isteyecekti
O çocuklukla.
Sırtımızdan jiletle akıtılan kanın
Karıştığı uzun ırmağa
Bırakıldığımızda
Annemiz bu kadarını istemezdi
Bu yüzden
O uyurken
Uzaklaştık
Diyorduk sulara.
Gidişin kendisinden artakalan
Her şey, herkes burada.
Ben buradayım
Kardeşlerim yitikliğiyle burada
Annem elbiseleriyle
Erkek kardeşim savaş korkusuyla
Babam burada hiç uyanmış olmasa da
Dünya eksilmiş etrafımda
Bir düş sanki olanlar
Uzayan ve uzadıkça acıtan
I
Annemiz
Siyah kadife elbisesini okşadığında
Saçlarını düşürerek bakışlarına
Babamızı hatırlardı:
Beyaz bir dağda olduğunu söylüyordu onun
Beyaz ve her bahar küçülen bir dağda
II
Hepimizden büyük olan
Ve uzaktaki savaştan korkan
Erkek kardeşimiz
Dönmeyince bir daha
Biz de korktuk savaştan.
Ama savaş değildi onu bırakmayan.
Gelirken yanımıza
Atıyla uyumuş
Babamızın karşısındaki karlı dağda
Annemizin yüzü azaldıkça
Omuzları küçüldükçe annemizin
Şaşırdık hangi dağa bakacağımıza
III
Evimizin uzun sofasında
Kadife elbisesi uzayıp
Gümüş başlığı ağırlaştıkça
Bolardıkça gümüş kemeri
Annemiz benziyordu baktığı dağlara.
Baharda inceliyordu kabuğu
Ama ulaşamıyorduk ona.
Ölüyordu
Bu defa gerçekten eriyordu
Bir daha görünmedi sofada
IV
Her kış kaybolan
Ve baharda ortaya çıkan
Bir ağaç oldu annemiz
Dövmeleri olan bir meşeydi o
İniltisi geliyordu kulağımıza
V
Annemiz
Her gece siyah kadifesiyle
Dolaşıyordu dağların arasında
Kökleri olmayan bir meşeydi o
Suskun, arasıra ağlayan
Ayrılmadan daha
Toplaşır gölgesine annemizin
Fısıldaşırdık aramızda
Tanrım n'olur bağışla
Evimizi bağışla tanrım n'olur
Dokunma sofamıza
Orada gülebiliyoruz ancak
Orada adamakıllı susuyoruz
Orada ağzımız bizim oluyor
Dokunmasak da
Görüyoruz annemizi uzaktan
VI
Soğuklar başladığında
Atlılar gelmişti bizi almaya
Yaşlı ve tuhaf atlılardı
Korkutmuşlardı bizi
Kar yağmıştı bakışlarına.
Ve hiç konuşmadan bizimle
Bakmadan ellerimizin küçüklüğüne
Konaklara götüreceklerdi bizi
Rüzgârla uğuldayan konaklara
VII
Annemiz
Babamızın ve kardeşimizin ortasında
Usulca uyurken
Uzaklaştık yaşlı atlılarla.
Boynumuz ağrıdı geriye bakmaktan
Gözlerimiz uzadı her kıvrımda.
Ama boşuna
Boşuna bizim ağlayışımız
Hastalığımız boşuna
Yönü yitirmişti atlılar
Dönemedik bir daha
VIII
Dağlardan yuvarlanan taşlar gibiydik.
Dört kızkardeş
Gölgesiyle derinleşen bir vadide
Artık bizim olmayan
Yatağımızı aradık
Aradık yatağımızı günlerce.
Kaç dağ gittiysek
O kadar uzaktık birbirimizden
O kadar yalnız kendimizle
IX
Ne son ne başlangıç
Ne içeri ne dışarı
Oradaydık
O taştan dünyanın ortasında.
Yollarımız uzadıkça
Annemizin dövmeleri kararmakta
X
Ayrılacaktık herbirimiz
Bir yolağzında.
Ama önce kim
Kim korkacaktı
Yoldan
Geceden
Ve yaşlı atlıdan.
Sıramız yoktu
Bu yüzden ürperiyorduk her ayrımda.
Ben kalmıştım sona
Önümde uzanan dar yolla
Acılarından güç alan
Bir yolcuydum artık hayatta
XI
Geldiğimde rüzgâr dolu iki konağa
Günlerce uyudum
Kilimler ve bakırlar arasında.
Rüzgârı sevebilirdim
Kapılar ve pencereler olmasa
XII
On yılım geçti rüzgârla
Üşüdüm her konakta
Konuşmanın ne anlamı var diyordum
İnsanın yankısı olmazsa
Suskun konaklar gibiydim
Kapıları gittikçe çoğalan
XIII
Gümüşler ve atlar azaldıkça
Taşınıyordum oradan oraya
Yıldızların sesini tanıyordum
Güneye yaklaştıkça
XIV
Geceleri
Yalnız ve budala ay
Bana benziyordu
Bir tuhaflık vardı gülüşümde
Büyüyordum.
Aşkı düşünüyordum arasıra
Efendisini gövdenin.
Hangi gece uykusuz kalsam
Toprak kokuyordum
Ve çıktığım her yolculukta
Yorgunluğuma aldırmadan
Düşler kuruyordum.
Yolların korkutmadığı bir zamanda
Yoksulluğuyla alay eden
Yeşil gözlü bir adam çıktı karşıma
Gözleri koyulaştı adamın
Yaşlandıkça
XV
Çocuklarım oldu o yeşil gözlü adamdan
Biri askerdeyken, diğeri kızıl saçlı olan
İki oğlan.
Ve gelinim,
Her gece kızıl saçlı oğlumla uyuyan.
Üşürdü hep
"Yenge ayakların ne sıcak"
Derdi ona sokularak.
Onüç yaşında iki çocuk
Uyurlardı her gece fısıldaşarak.
O gecelerden birinde
Yağmur girmişti uykusuna.
Saçlarını bana bırak
Saçlarını bana bırak
Diyen yağmur,
Büyülemişti oğlumu uykuda.
Saçlarını rüzgârla yıkadığı
Tepeye çıktığımda
Görünen ova
Sular altındaydı
Bulutlar yapışmıştı toprağa.
Bir kıpırtı bekliyordum
Bir ses
Oğlumu gizleyen sulardan.
Arkamda toplanan köylüler
Uçları yanan sopalarla
Karanlığı hatırlattılar bana.
Duramazdım
İndim buharlaşan toprağa.
Çamurlar arttıkça
Gücüm yetmiyordu karanlığa.
Üşümesinden korkuyordum yine
Saçlarının kirlenmesinden.
Bir ses
"Ölmüş" dediğinde
Üşümüyordu artık oğlum
Sessizdi yağmurdan.
Yüzüm çamurlu ve keder içinde
Taşıdım gövdesini,
Saçlarını taşıdım ellerimde.
Yüzükoyun bindirildiği at
Tepeyi çıkarken
Işık sızdırıyordu gizlice.
XVI
Yeşil gözlü adamın
Bıraktığı yatakta
Yaşlanıyorum tavana baktıkça.
Artık
Anneminki kadar uzun eteklerim.
Saçlarım uzun
Oğlumun kızıl saçlarından.
Kısa sürdü her şey
Yolculuklar
Ölüm
Ve konaklar
Hiçbir şey kalmadı etrafımda
İsten kararmış sütunlardan başka
Gücümü toplamalıyım son defa
Saçlarım kına kokmalı
Elma çiçekleri olmalı suyumda.
Ve tanrı beni duyuyorsa
Daracık bir mezar istiyorum ondan
Konakların büyüklüğünü
Uğultusunu unutturan

VEDA
Ne ay ışığı yürüyeceğim,
Ne sessizlik aşk boyunca.
İçimde çırpınan dalganın var ettiği kıyıda
Gömdüm onu
Aşkla.
Ayın Büyüttüğü Oğullar'daki
 şiirler bir bütünlük oluşturuyor. Sonra şu iki dizeyi kolay kolay
unutamayacağınızı da düşünüyorum. "Duvarında el ve yürek izi olan aşkın/
 Kuyusuna düştüm."

Uykusu Kaçtı Dünyanın
Bana, usulca eğildiğim vadide ağlamamı söyledi
Ağlarsam unutacak, gölgelerle oynamayacaktım.
Bana, usulca yaban bir böğürtlenin dikenine dokun ama
Geç yanından,
Durma dedi.
Bekledim
İçinde su olmayan mermer kaba eğildim
Ona duvardaki gözlerin taştan olup olmadığını sordum
Beni bırak dedim.
Göle gitsek
Taşlar ayaklarımız kesse. Yüzsek.
Yıldızlardan beklediğin verildi sana sonunda
Artık aşksız ve beklentisizsin
Git göle. Duvarda incelen ışığa bak. Günahı öğren.
Unut sonra.
Böğürtlen aramalıyız ormanda
Gün doğuyor. Uykusu kaçtı dünyanın.

Her Kadın Kendi Ağacını Tanır
sana geldiğimde
kanatlarımı,
siyah taşlarla örülmüş
o ıssız şehrin üzerinde açacak,
bulduğum bir ağacın dallarına tüneyecek
ve acıyla bağıracaktım.
her kadın kendi ağacını tanır.
uçtum o gece.
karanlığın girmeye korktuğu şehri geçtim.
gölge olmayınca ruh yalnızdı.
uludum.
 
An ve Masal
Güneşin ve suyun tadıyla
Uçunca bulutların tarlasına
Orada gece yok
Gece olmuyor uzaklarda
Boynumda gümüş bir kafes
Sadakatsiz bir cariye gibi
Uzanıp kıvrıldım ayın ortasına
O bir dede
Ben bir tanrıça
Günlerce uçtuk alacakaranlıkta
Boynum ince
Kalbim boş
Sürdüm yüzümü ağaçlara
Rüzgâra sürdüm gözlerimi acıyla
Geçtiğim yollar
Ve uçtuğum
O gecesiz gökyüzü
Bulutların tarlasında oturan
Tanrı kadar yorgun
Fısıldadılar:

An ve masal
An ve masal

Bizansiyya - Lale Müldür

 
Dünyada olup biten her şeye aşığım ben. Dünyada olup biten her şeye kırgınım ben.

Bizansiyya   Özkurmaca özellikleri taşıyan roman yeni bir zamanı yeni bir mekânda gerçekleştirme iddiası taşıyor. Bizans’la Konstantiniyye’nin birleşiminden doğan Bizansiyya, bugünün İstanbul’unda yaşanan, yarı ütopik ama kanlı canlı, hedonist bir şehir: “Kanlı trajediler, entrikalar ve frenlenmemiş ihtiraslar ülkesi.” Yeni bir dünyanın, dolayısıyla yeni bir hayatın izini süren Müldür, şimşek hızıyla hareket eden bir bilinçle, okuru kendi âleminin karmaşasında gezdiriyor. Günlüklerden, notlardan oluşan, bir bakıma “defterlerin anarşik güzelliği”nden kurtulup gelen, poetik ve çılgın bir roman Bizansiyya.

İsa Gibi Biri

Senin adın İndra. Buradasın. Pembe bir sıvı içeren kristal bir şişeden içtikten sonra bana âşık olacaksın.
Senin adın Uzeda. Bu ismi sana ben vermedim. Ama yeryüzünde hep senin gibi birini aradım.
— Bana niçin bu adı verdin?
— İndra, bereketli seller ve yağmurlar demek. İşte bu yüzden bana bakacak ve bana âşık olacaksın.
— Peki ya sen, gizemli kişi, en çok kimi seversin sen?
— Bulutları severim, arada geçen o bulutları...
— Uzeda, bana niçin bu kadar uzaksın. Bu aşk bana niçin bu kadar çok acı veriyor.
— Adem cennetten kovulduğunda bir yabancı olarak yeryüzüne indi. Ondan beri tüm oğulları ve kızları da nerede doğmuş olurlarsa olsun birer yabancıdır. Ve yabancının bütün aşkları dışarıdan, ötelerdendir.
— Evet anımsıyorum bir hayal vardı. Ona âşık oluyordum. Ona ‘yağmurlar nişanlısı’ diyordum. Peki bu pembe içki ne?
— Hatırla!
— Bilmiyorum, belki bir şey vardı. Başlangıçta, en başta güllerin rengi yalnızca beyazdı. Sonra ben bir peygambere âşık olduğum için ölümcül bir yara alıyordum. Beni kucağımda beyaz güllerle bir yere yatırıyorlardı. Sen bana doğru gelince dikenler yana batıyordu ve böylece güller senin kanınla boyanmış oluyordu. Şey, böyle bir şey Rosa mistica.
Gülle yağmur arasında semantik bir yakınlık vardı.
Ama ben sana bir türlü yakınlaşamıyordum. Çok ama çok acı çekiyordum. Senin uzun, altın sarısı saçların, buradakilerle kıyasladığım zaman... Yanımda hep olanaksız aşkların sembolü mavi güllerle uyanıyordum.
Tamam, anımsamaya başlıyorsun şimdi. Hadi hatırla, her şeyi hatırla.
Ama birçok İndra ve birçok Uzeda var. Onların yeryüzü isimleri değişik. Mesela İksir, Boro, Perizad... onları düşünmek sana acı verecek ama hatırla, her şeyi hatırla.
— Yakında Mesih gelecek, biliyorsunuz değil mi?
— Evet, az bir vakit kaldığını söylüyorlar.
— Yeni bir dünya düzeni kurulacak. Her şey altüst olacak ve oldu bile. Sadece ve sadece paranın egemenliğini yaşıyoruz. Kıyamet...
— Evet, ne diyeceğinizi biliyorum. Çoktan içinde bulunduğumuz durum kıyamet değil mi?
— Belki de üst-insanlar belirecek, Nietzsche’nin öngördüğü gibi.
— Kim bunlar?
— Onu bilmiyorum ama insanlar şimdiden kesin olarak birbirinden ayrıldı.
— Evet biliyorum, iyiler ve kötüler kesin çizgilerle ayrıldı. Beş altı yıl önce başladı bu.
— Hepimizin bir misyonu var.
— Doğru, tam da bu zamanda dünyaya geldiğimize göre. Ben para kazanamıyorum. Bu benim iyilerden olduğumu mu gösterir?
— Şöyle, kötü bir insan yok aslında.
— Nasıl yani, kötüler yok mu?
— Yok, keşke kötülük olsa. Bayağılık var sadece.
— Evet, bir yığın bayağı, çıkışsız insan.

İşte böyle saatler süren nefes nefese bir konuşma başlamış oldu. Arada, gözlerine bakıyordum. Dikkati çekecek şekilde iyilik akıyordu gözlerinden. Çok geçmeden tuhaf bir şey oldu. Gözlerinde ara sıra benim ultraviyole dediğim türden mor bir ışık yanıp sönmeye başladı. Benim de gözlerimin hemen önünde noktacıklar halinde beyaz ışık patlamaları oluyordu. Öyle ki bunları yazmak bile bende müthiş bir utanma duygusu yaratıyor. Ama o çok saygın Kallistos Telikudes de aynı şeyi söylüyordu: “İnsan, tinsel faaliyeti ruh gözüyle seyre dalarak elde edilen bilgileri ve ruhu yükselten yöntemleri yalnız kendine saklamamalıdır.”
Bütün bunlar böyle olmadı aslında ama bütün bunları böyle yazmak istedim. Ona tünelde kutsal kitaplar satan bir dükkânda rastladım. Üstünde siyah deri bir ceket ve pembe bir atkı vardı. İncil’inin yok olduğunu ve bir İncil almak istediğini söyledi. Dükkân sahibi, ben ve bana çok benzeyen bir arkadaşım dinsel konulardan konuşuyorduk.

Onun ilk sözü, farkında mısınız, bütün önemli isimler M harfiyle başlıyor: Mehdi, Mesih, Muhammed, Musa, Meryem gibi, oldu. Doğru, dedim. Onun ilgi çekici konuşmasından hemen etkilenmiştim. Ama ruh arkadaşımı bulduğumun farkında değildim daha. Galiba yalnız, çok yalnız bir insandı. Bize, size ne mutlu, birbirinizi bulmuşsunuz, dedi. Karşılaşmamız büyük bir rastlantıydı. Onun farkında değildim daha. Sonradan gerçekten tuhaf bir şey olduğu için, onun benim için önemli birisi olduğuna karar verdim. Sigara kutumun alt bölümündeki jelatin kâğıt kendi kendine üste geçmişti. Üstelik bunu kâğıdı yırtmadan başarmak hemen hemen imkânsızdı. Bunu bir işaret olarak aldım. Gittiğinde, ruh arkadaşımı bulduğumun farkına vardım.

PERİZAD’IN ANLATISI
Tanrı’nın izniyle ruh arkadaşımı buldum. Yoksa Kudüs’e doğru yollanmak zorunda kalacaktım. Günahkâr bedenimin ruhsal çalkantılarla sarsıldığı günlerden biriydi. Dua etmek için kiliseye gittim. Kilise papazı halimden anlamışa benziyordu. Bana Karpathoslu Johennes’in kırk birinci bölümdeki “Kendilerini daha bir çabayla duaya verenler korkunç ve yorucu ayartmalara maruz kalırlar” bölümünü gösterdi.

Yalnızlıktan bıkmıştım. Akşam saatlerinde yorucu ruh hallerine maruz kalıyordum. Ama o gün içimde kutsal ruh hali uyandı. Kutsal bir ezilmişlik hali bende zarif bir çiçek dalgalanmalarıyla büyüdü. Hemen İsa ikonunun önünde bir mum yakarak Trikanos’un müziğini dinlemeye başladım. Bir yandan eski bir inci kolyeyi tespih gibi kullanarak içimden dualar okuyordum. Akşamın bu korku dolu saatlerinde dışarıdaki karla kaplı ağaçları görmek bile içimde gizemli ürpertilere yol açıyordu. Tuhaf bir havaydı. Bazen toz kaldıran bir rüzgâr gibi karların uçuştuğunu görmek bende mutlu bir esrime hali yarattı. Çok geçmeden kapım çalındı. Adının Boro olduğunu söyleyen bu yoksul görünüşlü gezgini içeri aldım. Hemen ateşin yanına geçti. İçerdeki küçük ayin havrasını görünce yüzünde ışıltılı bir anlam belirdi. Birden hiçbir ön hazırlık yapmaksızın konuşmaya girdi.

STEPLERDE, TARLALARDA
Geride kalan her şeyi unutup steplerde, tarlalarda koşuyordum. Sol omzumda bir şeyle. Herkesin içinde steplerde, tarlalarda koşmak isteyen bir şey vardır, gizli bir dua gibi. Dua etmek de zaten böyle bir şeydir: Buzla kaplı bir tarlayı geçmek. Buzun altında bir şey, bir mücevher, bir yüzük vardır. Belki kantaşından bir yüzük, buzun altında kayan turuncu frezyalar, bir karnabahar, kırmızı bir çilek... Ya da yarı beline kadar buzun altına girmek... Beyaz bir eşarp, kayıp giden buzda... Sarışın bir başın hafif yana eğilmesi. Tüm benliğinle yakarmak, diz çöküp. Kendinle ne yapacağını bilmemek. Yeryüzüne yerleşememek gibi bir duygu. 33 yaşında İsa Mesih’in yaşında ölmek. Kendinde ve onda kalmak.

Nedir gerçekten dua etmek? Bütün yaratılanların gizli bir iç çekişle sarsıldığını görüyor, beyaz bir eşarba başımı dayamak istiyordum. Günahkâr kemiklerimden, beni bağlayan her şeyden uzaklaşmak, uzaklaşmak, yalın bir hiçe doğru koşmak, yanımda tuz ve ekmekle buzu kırıp geçmek istiyordum. Kendinde kendiliğinden olan o sağaltıcı güce ne isim verecektim. Sol ve sağ omzumdan gelen bir ses, bir esinti, kendime hazırladığım baharistan, omuz başımdaki koruyucu meleğin sesi şöyle diyordu: “Uzaklaş, uzaklaş. Buzun altında yaşa!”
Buzun altında yaşamak bana göre evden de içeri çekilerek yaşamak, her şeyden elini eteğini çekerek kendi ruh dünyana kapanmaktı. O zaman buzdaki yüzüğün bir anlamı olacaktı.

YAZARIN ANLATISI
Tam da öyle birine rastlamak istiyordum. Onun gibi birine...ONUN GİBİ biri daha kafamda oluşmamıştı.

Trendeydim. Floransa gibi bir yere gidiyordum. Kafamda yalnızca ve yalnızca şiir vardı ya da şiir gibi bir şey. Bu şiir gibi bir şey kafamda çok erken yaşlarda Japon haikuları yüzünden açılmıştı. O bunalımlı on üç, on dört yaşları büyük sıkıntılarla üstüme geldiği zaman hemen bir masanın başına geçerek dışarıdaki pembe çiçek açmış ağaçların verdiği huzurla haiku okuyup benzer şeyler yazıyor, böylece büyük bir rahatlama duyuyordum.
O beyaz serin masa hâlâ evimde duruyor ve hâlâ bahçeye dönük, sonradan başka bir eve geçmiş olsam bile. Ben bu satırları yazarken telefonda biri arıyor. Kendisi üçüncü tekil ve meçhul olarak tanımlanan biri. Tuhaf bir biçimde senkron olan bir şey, zamanı ‘onun gibi biri’ temasıyla açtığıma göre. Uzun bir süredir kafamı senkronluk meselelerine taktığım için bu bana romanı doğru bir biçimde açtığım yolunda bir işaret gibi geliyor. Hemen tarihe bakıyorum. 3 Mart 1992. Mutlaka 3 ile ilgili bir şey olmalı diyorum. Kabala hesapları gibi bir şey ve evet 3+3+1992 toplanınca 27 sayısı yani 3’ü veriyor bana. O halde doğru yerde, doğru zamandayım diye düşünüyor, biraz daha cesaretleniyor ve Floransa trenine geri dönüyorum.

Floransa treninde ikindi ışığı gibi tam bir şey var. Kompartımanlarda hapsolan bir ışık. On dokuz yaşındayım, üstümde mini etekli bir elbise var, saçlarım uzun ve siyah. Yanımda bana her türlü kapıyı açabilecek kadar ayrıcalıklı bir Amerikan diploması ve kafamda sadece iki şey var: Şiir ve onun gibi biri.

Bu ikisi daima ve daima çatışacaklar. Ama henüz değil, nitekim biraz sonra koridordan gitar sesleri gelmeye başlıyor. Başımı çevirince müzik yapanların iki İtalyan genci olduğunu görüyorum. Hayatımda gördüğüm en şiirsel iki yüz, Fellini ya da Passolini filmlerinden çıkıp gelmişler gibi. İşte hayatımda hiç unutmadığım anlardan biri, mutlu bir rastlantı. Şiir gibi bir şeyle onun gibi biri belki de ilk kez bir araya geliyor.
Birisi esas beğendiğim, penceredeki siluetine bakıp saçlarını taramaya başlıyor. Öteki nedenini sorunca, yandaki kompartımanda güzel bir kız var da ondan, gibi bir şeyler söyleyerek daha sonradan hiç unutamayacağım bir kompliman iletiyor. Koridorda yerlere çöküp Beatles falan çalmaya başlıyorlar. İşte müthiş bir an. Hem şiir hem de onun gibi biri bir arada. Artık uçuyorum. Sarı ışıklı Floransa vagonu ve yontu gibi duran iki sarışın kafa. Sarı renk daha sonraları daha başka biçimlerde çok daha önemli olacak. Ama sonraları henüz bunu bilmiyorum.

Ertesi gün La Scala pansiyonundayım. Bir ara merkezi görmek üzere yola çıkıyorum. Arno nehri ve Ponte Vecchio. Birisi bir zamanlar Arno nehrinin taşmasıyla Ponte Vecchio’daki mücevherci dükkânlarından yığınla incinin Arno’nun dibine gömüldüğü türünden bir şeyler söylüyor. Merkeze uğrayıp o şık Floransa defterlerinden ve bir de mini bir radyolu kaset-teyp alıyorum. Gece La Scala’da İtalyan radyolarından müzikler kaydediyorum. Yıllar sonra bu kaseti dinlediğimde kendi 19 yaş sesimi yakalayacağım. Pür, hiç kirlenmemiş bir sesin karizması. Sonra beni hüzünlendiriyor ama yine de bir Leopardi takıntısı yok bende, en azından o sıralar. Somut bir şey değil bu, daha çok onun gibi birisine bağlanan bir şey.

Fal - Özdemir Asaf

Olacaksa olmaz da, olmayacaksa olur,
Kiminin yazısı o, kimininki de budur.

Kimi ardından koşar, yetişir zamanında,
Kiminin önündedir birdenbire yok olur.

Kimi bir yerdedir der, o gelir oralardan,
Kimi bildiği yerde bildiğini unutur.

Biri oraya gider,o orada bilerek,
Biri hiç anlamadan yoluna çıkar durur.

Kimi aradığını yitirir aradıkça.
Kimi de arayandır, aranan onu bulur.

Hiç İçin Metinler - Samuel Beckett

  İrlandalı yazar Samuel Beckett, "başarısızlık yoksunluk sanatı" olarak tanımladığı edebiyat anlayışını ilk şiirlerinden son düz yazılarına kadar inatla sürdürmüştü. "Sanatçının nedenini bilmeden, hiçbir şeye sahip olmadan ahiçi anlatmak zorunda kalışı" biçiminde açabileceğimiz "başarısızlık yoksunluk" kavramı dört uzun öyküsünde yoğun bir karamizahla yoğrulur. Bu öyküler Beckett'ın edebiyat serüveninde bir kilometre taşı oluşturur, ilk ben öyküsel anlatı olmasının yanında İrlandalı yazarın yabancı bir dilde (Fransızca) verdiği ilk yapıttır. "Hiç İçin Metinler"de ise iyice yoksunlaşan, öznel ve nesnel tüm duyumlarını yitirmiş, sanrısal bir kimliği bile kalmamış anlatıcı, çelişkilerle, karşıtlıklarla dolu söylemini "hiçliğin içini oyarak" sürdürür. Beckett bu metinlerden, her türlü noktalama işaretini, söz dizimini, kısacısı klasik edebiyatla tüm bağlarını koparacağını, anti-edebiyatın başyapıtı "Acaba Nasıl"a ulaşacaktır. Edebiyatın bu ödünsüz yaarıyla yüz yüze gelmeye cesaret edenlere.

https://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/e/e1/Hi%C3%A7_%C4%B0%C3%A7in_Metinler_Ayr%C4%B1nt%C4%B1.jpg Üç öykü de bulundukları yerden kovulan veya çıkarılan, dolayısıyla hayatlarını devam ettirecek yeni bir yer aramak zorunda bırakılan yaşlı adamlar hakkındadır. Hiçbiri adlandırılmamış olan Hiç İçin Metinler ise bilinmeyenden gelen pek çok sesten ibarettir. S. E. Gontarski'ye göre, "Hiç İçin Metinler okunduğunda geriye hiçbir şey kalmaz, belki kalsa kalsa Beckett'ın 1950'lerde görsel açıdan zengin ama harici bütünlüğe sahip olmayan öyküler yaratmak için içine daldığı manevi bilinç kalır." Dolayısıyla bu metinler, daha önce yazılmış olan üç öykü ve First Love ile karşılaştırıldığında, Beckett'ın eserlerindeki modernizmden postmodernizme geçişi temsil eder. Bu metinler, tamamlanmış öyküler değil, "sürekli açıklanan bir anlatının parçaları, tamamlanması amaçlanmayan bir yapının görüntüleridir." Bu fikir, Beckett'ın öykülere artık gerek kalmadığını açıkladığı dördüncü metinde dile getirilmiştir:

Hayatım var, neden olmasın, o da bir şey, eğer olması gerekiyorsa, eğer olmak zorundaysa, hayır demiyorum bu akşam. Bir şey olmak zorunda, öyle görünüyor, konuşma olduğuna göre, öyküye gerek yok, öykü şart değil, sadece hayat, hatam buydu benim, hatalarımdan biri kendim için bir öykü istemekti, hayatın kendisi yeterli iken......... tr.wikipedia.org