13 Eylül 2014

Theodor Adorno - Minima Moralia


MİNİ MAMORALİA, Adorno’nun baş yapıtıdır. İlgilendiği bütün alanları bu kitapta-bazen birkaç sayfalık tek bir fragman içinde- bir araya getirmiştir: Felsefe, günlük yaşam, siyaset ve işçi hareketinin tarihi, edebiyat ve müzik, psikoloji, Faşizm, ırkçılık ve savaş . Bir polemik kitabı olarak da görülebilir: Bütün bu konuları , karşılarında eleştirel bir tutum aldığı düşünce sistemleriyle (örneğin varoluşçuluk veya psikanaliz) ve Heidegger gibi düşünürlerle kimi zaman açık kimi zaman örtük bir tartışma içinde işlemektedir. Adorno’nun kendine özgü yöntemi de bu kitapta en güçlü ifadesini bulur: İlk bakışta önemsiz görünebilen tek bir olay ya da nesne (örneğin astroloji) Adorno’nun merceği altında, büyük tarihsel eğilimleri açıklayan bir şifre olarak belirmektedir. Sunuş yazısında kendisi şöyle diyor: “Kitabın her üç bölümünde de çıkış noktası , en dar haliyle özel alandır... Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir.” Ama bu parçalar kitabına herhangi bir yerinden girmek de mümkündür: Amacının “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazı ya” ulaşmak olduğunu yine bu kitabın bir yerinde Adorno’nun kendisi söylemiştir.

  Theodor W. Adomo (1903-69) "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Kuram" olarak anılan düşünce hareketinin en önemli üyelerindendir. Babası, Protestanlığa geçmiş Yahudi kökenli bir şarap imalatçısı, annesi Fransız/Korsika kökenli bir opera sanatçısıydı. Katolik bir aileden gelen annesi tarafından nüfus kütüğüne Wiesengrund-Adorno olarak kaydettirilen Adorno, 1943'ten itibaren sadece anne soyadını kullanmıştır. Frankfurt'ta müzik ve felsefe öğrenimi gördü. Siegfried Kracauer, György Lukacs, Ernst Bloch ve Walter Benjamin gibi dönemin radikal yazarlarının etkisi altında Marksizme yaklaştı, ancak herhangi bir siyasal partiye katılmadı. Düşüncesinin oluşumunda asıl önemli olan figürler, besteci Arnold Schönberg ile Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü'nün yöneticisi Max Horkheimer'di. Adorno da 1930'ların başında Enstitü'ye katıldı. Nazilerin Almanya'da iktidarı almalarından sonra İngiltere'ye ve ardından ABD' ye göç etti. Burada, kendi yönetimindeki bir çalışma grubuyla, sonradan aynı başlıkla yayımlanacak olan Otoriter Kişilik (TheAuthoritarianPersonality, 1950) araştırmasını yönetti. Savaştan sonra Frankfurt'a dönerek Horkheimer'la birlikte Enstitü'yü yeniden kurdu. Diğer önemli yapıtları, Philosophie der neuen Musik (1949; Modern Müziğin Felsefesi), Dialektik derAufklaerung (Horkheimer ile, 1947; Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabala), Negative Dialektik(1960;Negatif Diyalektik) ve Asthetische Theorie'dir (1970; Estetik Kuramı )

Çevirenler: Orhan Koçak Ahmet Doğukan

Son olarak. Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünecekleri biçimiyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgatsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin. Keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas yoluyla böyle perspektiflere ulaşmak düşüncenin görevi sadece budur. En kolay şeydir bu, çünkü durum bunu istemektedir bizden, çünkü sonuna kadar götürülen negatiflik, adı konduğunda ve göz kırpmadan yüzleşildiğinde, kendi karşıtının ayna imgesini verir. Ama aynı zamanda en imkansız olan şeydir, çünkü varoluşun menzilinin dışında duran, bir milim bile olsa dışında duran bir bakış açısını gerektirir; oysa hepimiz biliyoruz ki herhangi bir geçerli bilgi ancak varolandan elde edilebilir, ama böyle olduğu için de kaçmaya çalıştığı sefalet ve çarpıklığın izlerini taşır. Düşünce, koşulsuz olan adına kendi koşulluluğunu ne kadar yadsırsa, dünyaya da o kadar bilinçsizce ve dolayısıyla o kadar yıkıcı biçimde teslim eder kendini. Sonunda kendi imkansızlığını bile mümkün olan adına kavramak zorundadır. Ama düşüncenin böylece altına girdiği yükün yanında, kurtarılmanın gerçekliği ya da gerçekdışılığı sorunu da pek önemsizdir.  

SUNUŞ 

Burada dostuma bazı parçalarını sunabildiğim kederli bilim, en eski çağlardanberi felsefenin asıl alanı olarak görülmüş ama onun yönteme dönüşmesiylebirlikte düşünsel ihmale, veciz keyfiliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş birbölgeyle ilişkilidir: Doğru yaşam öğretisi. Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarakbildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin alanı haline gelmiştir:Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden,özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti. Yaşamın en dolaysızhakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireyselvaroluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleriaraştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaysız biçimde söz etmek, yarattıklarıkuklaları geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen oromancılar gibi davranmak olur.Bir makinenin parçalarından başka bir şeyolmayan insanlar, böyle romanlarda, hâlâ özne olarak davranma kapasitesinesahip kişiler gibi sunulmaktadır bize - sanki hâlâ onların eylemine bağlı olan birşey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.

Yaşamla üretim arasındaki -ilkini ikincinin anlık bir görünüşüne indirgeyen- builişki tümüyle saçmadır. Araçlarla amaçlar yer değiştirmiştir. Ancak, bu ahmakquid pro quo'nun [bir şeye karşılık bir başka şey; alışveriş] farkında olan cılız birsezgi de henüz yaşamdan büsbütün silinmiş değildir. İndirgenmiş ve alçaltılmışöz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir. Üretimilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan "tüketim alanında" olup bitenlere,demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır. İnsanlar, ancak üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilirler. Tüketim alanının kendi kötü amaçları için savunduğu yaşam görünüşü de tümüyle silinecek olursa, mutlak üretim bütün vahşetiyle egemen olur. 

Yine de, yaşam görünüşe dönüştüğü ölçüde, özneden yola çıkan bir düşünüş deyanlışlardan kurtulamayacaktır. Tarihsel devinimin bugünkü evresinde kazandığıkarşı konulmaz nesnellik şimdilik sadece öznenin çözülmesine yol açtığı ve onun yerini de henüz bir yenisi almadığı için, bireysel deneyim şu anda eski özneye dayanmak zorunda kalmaktadır. Tarihsel olarak bitmiş, mahkûm olmuştur bu eski özne: Hâlâ kendi-içindir, ama artık kendinde değildir.1 Özne hâlâ kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır.Öznel düşünüşte, kendine karşı eleştirel bir uyanıklık geliştirdiği anlarda bile,duygusal ve çağdışı bir yön vardır: Dünyanın seyriyle ilgili bir yakınmayı andırıyordur - reddedilmesi gereken bir yakınma, ama samimi olmadığı için değil,yakınan öznenin bu yakınma halinde tutulup kalması ve böylece dünyanın seyrine kendi payıyla katılması tehlikesine yol açtığı için. Kişinin kendi bilinç durumuna ve deneyimine sadakati, bireyseli aşan ve yapılmış olduğu maddenin adını koyan o sezişi inkâr ettiği ölçüde, her an sadakatsizliğe dönüşme olasılığıyla yüklüdür. İşte, yöntemi Minima Moralia'nınkini de belirlemiş olan Hegel de her düzeydeki öznelliğin sırf kendi için varoluşuna karşı geliştiriyordu savlarını. Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori, aforizmayı da düpedüz benimseyemez. En fazla, Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünden alınma bir deyimle, birer "söyleşi" olarak hoş görebilir böyle özdeyişsel biçimleri. Ama bunun zamanı geçmiştir. Yine de, bu kitap ne sistemin dışarda hiçbir şeyin kalmasına izin veremeyen bütünsellik iddiasını unutacaktır, ne de yine sistemin kendisinin bu iddiayı çelmelediğini. Hegel, başka her durumda tutkuyla savunduğu ilkeye özneyle ilişkisinde hiç saygı göstermemiştir: Konunun^içinde olmak ve "hep ötesinde olmamak", "konunun içkin içeriğine) nüfuz etmek." Eğer bugün özne kayboluyorsa, aforizmalar da "uçucu ve geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme" görevini üstlenmek durumundadırlar. Hegel'in pratiğine karşı ama düşüncesine uygun olarak, negatiftik üzerinde ısrar eder aforizmalar: "Tinin yaşamı, ancak kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir.

Tin, hir şeyin boş, geçersiz ya da sahte olduğunu söyleyip başka bir .şeye geçen,bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin ancak negatifin yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir." 2 Hegel'in Kendi sezişine ters düşmek pahasına bireyi küçümseyişi, bir paradoks gibi görünse de, liberal düşünüşle zorunlu içiçeliğinden kaynaklanıyordur aslında. Bütün karşıtlıkları boyunca iç uyumunu koruyan bir bütünlük anlayışı, sürecin yöneltici uğraklarından biri olarak gördüğü bireyleşmeye, bütünün kuruluşunda yine de daha önemsiz bir rol vermeye zorlamıştır onu. Tarih-öncesinde3 nesnel eğilimin insanları aşarak, hatta bireysel nitelikleri ortadan kaldırarak kendini ortaya koymasının ve genelle tikel arasındaki barışın -düşüncede kurgulandığı halde- tarihte şimdiye değin hiçbir zaman gerçekleşmeyişinin bilinci Hegel'de bir çarpılmaya uğrar: Huzurlu bir aldırışsızlıkla bir kez daha tikelin tasfiyesi lehinde kullanıyordur oyunu. Yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğine kuşkuyla yaklaşmaz. Hegel'in mantığında olduğu gibi tarihte de kendi üzerinde düşünen yalıtılmışlıktan yüceltilmiş bütüne geçişin tartışmalı niteliği ne kadar artarsa, varolanın meşrulaştırılması olarak felsefe de nesnel eğilimin zafer alayına o kadar büyük bir şevkle katılır. Bireyleşme denen toplumsal ilkenin sonunda yazgısallığın zaferine dönüşmesi de felsefeye bu açıdan yeterli vesile sunuyordur. Hegel, hem burjuva toplumunu hem de onun temel kategorisi olan bireyi hipostazlaştırırken,4 ikisi arasındaki diyalektiği yeterince çalıştırmamıştır. Bütünlüğün kendini üretmek ve yeniden-üretmek için tam da üyelerinin birbirine karşıt çıkarları arasındaki bağlantıları kullandığını klasik iktisatın yardımıyla görebilmektedir elbet. Ama birey kategorisinin kendisi, Hegel için çoğu zaman indirgenmez bir veridir: Tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey. Oysa bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan yapılmıştır. ^ Bu yüzden,toplumsal analizin bireysel deneyimden öğreneceği çok şey vardır, Hegel'in teslim ettiğiyle karşılaştırılamayacak kadar çok; öte yandan, büyük tarihsel kategoriler de, işlenmesine yardımcı oldukları onca suçtan sonra, sahtekârlık şaibesinden muaf sayılamazlar artık. Hegel'in felsefesinin şekillenmesinden bu yana geçen yüz elli yıl içinde, karşı çıkış gücünün bir kısmı yeniden bireye geçmiştir. Bireyin deneyim zenginliği, iç farklılaşması ve canlılığı, Hegel'de karşılaştığı o ataerkil ve küçümseyici ilgiye sığamayacak kadar büyüktür bugün: Toplumun toplumsallaşması bireyi ne kadar zayıflatmış ve temellerini çürütmüşse bu zenginlik ve canlılık da o kadar artmıştır. Bireyin çürüme dönemindeki özdeneyimi ve karşılaştıkları, bir kez daha bilginin kaynaklarından biridir şimdi - o birey ki, hiç tınmadan kendini pozitif bir biçimde egemen kategori olarak kurguladığı bütün bir dönem boyunca bu bilgiyi sadece karartmak ve bulandırmakla kalmıştı. Farklılığın silinmesinin başlı başına bir amaç ilan edildiği bu totaliter korolar döneminde, kurtuluşun toplumsal gücünün bile bir kısmı geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabilir. Eğer eleştirel teori orada oyalanıyorsa,sadece suçlu bir vicdanla yapmıyordur bunu.

Ama böyle bir denemenin tartışmalı bir yönü olduğunu da inkâr edemem. Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek anlamına geldiği bir dönemde yazılmıştı. Beni kovan şiddet, böylece kendisini tam olarak anlamamı da engellemiş oluyordu. Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hâlâ söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim henüz. Üç bölümde de çıkış noktası en dar haliyle özel alandır: Göçmen aydının özel alanı. Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir, kesin ve kapsayıcı olma iddiası taşımadan: Hepsinin amacı, kurcalanması gereken bazı noktaları belirtmek veya daha sonraki bir zorlu düşünme çabası için küçük modeller sunmaktır. 

Bu kitabın yazılmasının dolaysız vesilesi, Max Horkheimer'in 14 Şubat 1945'te kutlanan ellinci yaş günüydü. Kompozisyon, dış koşullar nedeniyle ortak çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldığımız bir dönemde yapıldı. Şükran ve sadakati, bu kesintiyi yok sayarak göstermeyi amaçlıyor kitap. Bir iç diyaloga tanıklık ediyor: Hiçbir düşünce yok ki burada, onu kâğıda geçirmeye vakit bulmuş adam kadar Horkheimer'e de ait olmasın. Minima Moralia'nın özgül yaklaşımı, paylaştığımız felsefenin kimi yönlerini öznel deneyim açısından sunma çabası, parçaların, parçası oldukları felsefenin taleplerini tam olarak yerine getirmemelerini de zorunlu kılıyor. Biçimin bağlayıcı olmayan ve bağlantısız niteliği, belirtik teorik tutarlılığın reddedilmesi, bunun bir ifadesidir. Aynı zamanda bu azla yetmiş, ancak iki kişi tarafından gerçekleştirilebilecek bu işin sadece biri tarafından inatla sürdürülmesinin doğurduğu haksızlığı da bir ölçüde hafifletebilecektir belki. Öte yandan, bu ortak çabalardan bugün de vazgeçmiş değiliz.

Aslı Erdoğan 'Aynanın Dibine Yolculuk' (İmgeler)

Bir kuyuda unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam ediliyordu. Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü, peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.
Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan, sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere beklemek. Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.
Bir ağacın köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.
Çünkü kendimi arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda – yarısı parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı öykülerde.

Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir kadınım. Daireyi kesen Ay-Kadın.

Tabut çivileriyle mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek, küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya doğru. Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru. Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir yolculuğun izlerinde kayboluyorum.Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.
Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.
Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.
Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.
Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...
 Mucizevi Mandarin

Tezer Özlü "Gece, Berlin’deki bu düz duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı kentler, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları."

“Gece, Berlin’deki bu düz duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı kentler, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları. Büyük Avrupa kentlerinin müze duvarları, galeri duvarları. Ölü duvarlar. İnsanın soluğunu daraltan duvarlar. Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı. Kent sokaklarında çıkan her benlik değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi. Duvarlar gerisinde en çok kendimiz olmuyor muyuz. En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında duymuyor muyuz. Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve alamayarak ayrılmayacak mıyız. (…) Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin, önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.” 

Yaşamın Ucuna Yolculuk

Cesare Pavese - Ay ve Şenlik Ateşleri



Yaşamını bir otel odasında kendi elleriyle noktalayan, çağdaş İtalyan edebiyatının büyük ustası Cesare Pavese (1908-1950) 1949 yılının eylül-kasım ayları arasında yazdığı son romanı Ay ve Şenlik Ateşleri'nde, kalemiyle yarattığı dünyanın bireşimini yapıyor sanki. Kendi geçmişiyle ve okurlarıyla hesaplaşıyor. Amerika'da para-pul sahibi olduktan sonra, İkinci Dünya Savaşının hemen ertesinde doğduğu köye dönen Anguilla, eski arkadaşı Nuto ile yaptığı konuşmalar aracılığıyla çocukluğunun günlerine, kişilerine döner ve direnişçilere ihanet ettiği için öldürülen genç bir kızın ölüsünün yakıldığı ateş, aynı zamanda geçmişin de küllerini savuran bir şenlik ateşine dönüşür. Kişisel anılarla bezeli geçmişi dengeleyen şimdiki zaman da, aynı oranda çetindir ve simgesini ailesini öldürdükten sonra evini tutuşturarak bir başka şenlik ateşi yakan köylü Valino'da bulur. En olgun yapıtı sayılan Ay ve Şenlik Ateşleri'nde Pavese benzersiz bir doğa sevgisini, kırsal kesimin ahlak anlayışını ve yazgıya karşı koymanın anlamsızlığını vurguluyor. Ay ve Şenlik Ateşleri özlemlerin ve olağanüstü bir hüznün romanı.

Michel de Montaigne ' Tartışma ile neye varılabilir? '

 Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar; mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.
 

Seçme Şiirler


Bir Çelenk
Yapraklarla gizlenmişti yüzün.
Birer birer kopardım yaprakları sana yaklaşmak için.
Son yaprağı kopardığımda, sen gitmiştin. Sonra
bir çelenk ördüm kopan yapraklardan. Kimsem yoktu
verebileceğim. Ben de çelengi alnıma yerleştirdim...Yannis Ritsos


Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...W.Shakespeare


Yoluma Devam Edeceğim
Bana öğüt verenler, zamanla delirdiler.
İyiki dediklerine hiç aldırmadım.
Beceriksizliklerim onları öyle üzdü ki saçları ağardı ve buruştular.
Mideleri de artık kestaneleri öğütemez oldu.
Nihayet bir sonbahar çökkünlüğü, onlarda akıl bırakmadı.
Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum.
Unutkan ve saygılı mı olayım, ya da ne olduklarını açıkça söyleyeyim mi?
Beni yalnız bıraksalar tüm kimliğimi değiştireceğim.
Derimden sıyrılacak, başka bir ağız edineceğim.
Ve bambaşka biri olunca da en, en başta ne idiysem, ben ona dönüşeceğim.
Yoluma işte böyle devam edeceğim...Pablo Neruda


Bir Sözcük O
Bir şey bilmiyorum - dedi - bir şeyim yok, bir şey değilim
buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme,
o'dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarım- 
onu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgâra- 
uykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri 
onca taşın taşlanmanın altında - yalnız bir sözcük: 
Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük...Yannis Ritsos

Cesare Pavese - Acı

Sokaklarda dolaşacağım yorgunluktan tükenene dek
yalnız yaşamayı bileceğim ve geçen her yüzün
gözlerine gözlerimi dikmeyi ve aynı kalmayı.
Damarlarımda beni aramaya çıkan bu serinlik
sabahları hiç böylesine gerçek olarak yaşamadığım bir
uyanış: Yalnızca, kendimi bedenimden daha güçlü
Duyuyorum
ve sabahıma daha soğuk bir titreme eşlik ediyor.

Yirmi yaşında olduğum sabahlar uzak.
Ve yarın, yirmi bir: yarın sokaklara çıkacağım,
her taşı ve göğün çizgilerini anımsıyorum.
Yarından sonra insanlar beni yeniden görmeye başlayacak
ve ayağa dikilmiş olacağım ve durup
vitrinlerde kendime bakabileceğim. Bir zamanların sabahları
gençtim ve bunu bilmiyordum, geçenin ben olduğumu
bile bilmiyordum- bir kadın, kendi kendisinin
efendisi. Bir zamanlar ki zayıf çocuk
yıllar süren bir ağlayıştan uyandı:
şimdi sanki o ağlayış hiç olmamış gibi.
 

Ve yalnızca renkleri algılıyorum. Renkler ağlamıyor,
bir uyanış gibi: yarın renkler
dönecek. Her kadın sokağa çıkacak,
her beden bir renk- çocuklar bile.
Açık kırmızı giyinmiş bu beden
onca solgunluktan sonra kendi hayatına yeniden kavuşacak.
Çevremde bakışların kaydığını hissedeceğim
ve kendim olduğumu bileceğim: bir bakış fırlatarak
kendimi insanlar arasında göreceğim: Her yeni günle
yollara çıkacağım renkleri arayarak.

José Micard Teixeira " Artık bazı şeyler için sabrım yok."

Kibirli olduğumdan değil, sadece daha fazla canımın yanmasını ve beni mutsuz eden şeylerle vakit harcamak istemediğimden.
Hayatımda geldiğim noktada, alaycılık, aşırı eleştiri, aşağılama ve herhangi bir doğal ihtiyacımın görmezden gelinmesine sabrım yok. Beni sevmeyen insanlarla iyi geçinme, birlikte olma isteğimi kaybettim. Tek bir dakikamı yalan söyleyen ya da manipülatif insanlar için harcamak istemiyorum. Bencil, İkiyüzlü, sahtekar, cuz övgüleri olanlara hayatımda yer vermeme kararı aldım. Ne seçici bilgeliğe ne akademik kibire, ne de popüler dedikodulara tahammülüm yok. Çatışma ve kıyaslamalardan uzak yaşamak istiyorum. Çünkü bu dünyada karşıtların bir arada yaşayabileceğine inanıyorum ve bu yüzden esnek olmayan, katı ve sivri kişilerden kaçınıyorum. Dostluklarımda, ilişkilerimde sadakate ve saygıya önem veriyor , cesaretlendiren, teşvik eden cümleler kuramayan insanlarla bir arada olmayı bırakıyorum. Abartılı her şeyden sıkılıyorum. Hayvanları sevmeyenleri kabul etmekte zorlanıyorum. Ve en önemlisi sabrımı haketmeyenlere hiç sabrım yok artık.

Meryl Streep’e ait olduğu şeklinde açıklanan yukarıdaki sözlerin aslında İspanyol yazar José Micard Teixeira’ya ait olduğu; Meryl Streep’in ise bu sözleri benimseyerek yaşadığını açıkladı.

 

Murathan Mungan

Kurşun sesi kadar hızlı geçer yaşamak...
 Öyle zordur ki, kurşunu havada, sevgiyi de yürekte tutmak! Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın, kendini anlayanları cezalandırması dır bu. Durup, durup ardına bakan kadınlar vardır. Geçmişi düşünmekten şimdiyi yaşayamazlar. Herşeyi didikleyip duran, mazisinin gölgesinden, anılarının yükünden bir türlü kurtulamayan, gözleri ufuk yorgunu kadınlar. Güçlü, köklü bir biçimde yeni arkadaş edinecek yaşları geride bıraktıysan eğer,hasar görmüş eski arkadaşlıkları onaracak çağı da geride bırakmış oluyorsun. Zaman ilerledikçe birçok sey, daha zor olmaya başlar. Beklentisi yüksek olan kadınların yalnızlığı daha koyu oluyor. Büyük lafların gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor,geçip gittiğiyle kalıyor. Zaman, aşk…herşey! Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler değil, ayrıntılardır. Erkekler, erkekliklerinin tadını alabildiğine çıkartırken, kadınlar bu konuda da umutsuzdurlar. Çünkü kadınlık bekler. Ummak ve beklemek kadınlığa verilmiş iki cezadır.

Kendini Sevmezsen Karşındakini Temiz Sevemezsin...
 Kendinden nefret eden insanlar tanıdım. Günün birinde yanlışlıkla biri onlara aşık olduğu zaman, en çok istedikleri bu olduğu halde, o insana düşman kesiliyorlar. Kendini sevmeyen ve sevilmez bulan biri, bir başkasının da kendisini sevmesini kabul edemiyor. O zaman onu hor görmeye, küçük görmeye başlıyor. İnsanın kendisiyle barışması önemli bir eşik.

Bazı Kadınların Gölgesi Uzun Olur...
 Günümüz erkekleri, gözüne baktığı zaman, kendi açıklarını görebilecekleri bir kadın istemiyor. Röntgenini çeken bakışlar da istemiyor. Bir tas su dökünüp, rahatlıkla arınıp, ertesi gün bir şey hatırlamayacağı ilişkilerin kolaylığını seviyor. “Bazı kadınların gölgeleri uzun, hatıraları ağır olur” diyor Gamenn. Gerçekten de öyledir, hayata yayılır, bu da korkutur erkekleri! 

Hayat Her Zaman Cömert Değildir...
  Karşımıza erken çıkmış insanları yolun dışına sürerken; bir gün geri dönüp, onları deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize. Tersine, çoğu kez zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün… Ve bir akşam üstü yanımızda kimsecikler olmaz; Ya da olması gerekenler yanımızdakiler değildir…

Kelimelerin Gerçekliği Kalmadı...
 İyi bir yazarın işi, kelimelerin gerçekliğini iade etmek. “İncelikli” lafı çok moda oluyor, her şey için, “Ay çok incelikli bir şey, incelikli bir film…” filan deniyor. Dünyanın en kaba halleri için bile, “incelikli” lafı kullanılır oldu. Genelgeçer, o günün anahtarı oldu kelimeler, maymuncuk gibi. Buna, “Söylem” de dahil, “Aşkım” da dahil, “Keyif” de. Dilimizin içi boşaldı. Babamın kullandığı laflar, “izzetinefisli olmak”, “tenezzül etmemek”, bunlar çok kıymetli şeylerdi. “Oğlum, asla tenezzül etme!” derdi, “İzzetinefis sahibi biri bunu yapmaz!” Şimdi o sözcüklerin Türkçeleri yok ama kendileri de kalmadı…

Sevmek de Şiir Yazmak Gibi Bir Yetenektir Aslında...
 Aşkın en büyük zaferi aldanmak elbet. Ama yıllar geçtikçe insanın kendini kandırması zorlaşıyor. Aşk sonuçta, duyguların arsızlığıyla değil, kalbin yüzölçümüyle ilgili bir şey. Bazı kalpler gençken de sevemezler. Sevmek de şiir yazmak gibi bir yetenektir aslında.

Üç Aynalı Kırık Oda...
“Bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade, sevenin belleğinde sonsuzlaşır, insan o ifadeyi herşeyden çok daha fazla özler. o yüzün sahibiyle günün birinde darıldıktan, ayrıldıktan, hatta ondan nefret ettikten sonra bile, o ifadeyi özler. bir andır o ama bütün zamanlara siner”

Bir şeyin gerçek’inden bu denli emin olmak...
Bir şeyin ‘gerçek’inden bu denli emin bir biçimde söz etmenin güveninden ürker; bu güvenin burnu büyüklüğünde temel bir yaşam bilgisi noksanlığı sezerim hep. Çünkü, bence bu kadar emin olmak, bilgi ile değil, yaşama azlığı, deneyim kıtlığı ile açıklanabilir. yaşama sahiden bulaşmış olan insanlar, ‘gerçek’ten ya da ‘gerçek’lerden dem vururken daha temkinli olur, bu çeşit konularda çoğul terazi kullanırlar. Bunun yanı sıra yaşama daha az bulaşmış, kuytusuna çekilip kapandıkları entelektüel çalışmalara odaklı hayatlarında, işin kuramsal, kavramsal donanımına ağırlık vermiş insanlar da öyle. kaba bir ayrımla öbeklendirdiğim bu her iki taraf da kendi yaşama seçimlerinin akarında görmüş geçirmiş; bilginin, kuru kuru bilindiğinde değil, ancak bünyeye katıldığında işe yaradığını öğrenmişlerdir…” 

Üç Aynalı Kırık Odası "Aynalı Pastane"
Hayatlarını hiç yaşamamış insanlarla , hayatlarını çok yaşayarak savurup gitmiş insanlar, günün birinde aynı yere çıkıyorlar. Kaderlerinde esrarlı bir ortaklık, umutsuzluklarınnda yoğun bir benzerlik var. Yaşadıkları ya da yaşamadıkları ne olursa olsun, günün birinde hayat ve dünya, aynı biçimde boşalıveriyor gözlerinin önünde. Ayrı ayrı yürüdükleri yolların sonunda, aynı yere varıyorlar.Umutsuzluğun gün batımı renkleriyle bezenmiş uçsuz taraçasına.Aynı yolu yürümeyi sürdürmekle artık başka bir yola sapmanın hiçbir önem taşımadığı o kör noktaya… ”