Materyalizmin babası Denis Diderot 1713 yılında bir bıçakçının oğlu
olarak doğdu. Bıçakçı deyince, göz nuru, el emeği döküp bıçak üreten,
çeliğe çift su verirken kan ter damlatan bir zanaatkar değil de, Bursa
otogarında, gelene geçene, Bursa'dan ne alalım diye düşünene, bıçak,
çakı ve benzeri ve benzemezi kıvır ve zıvır satan bir dükkân sahibiydi
baba Diderot.
Dünyanın, ya da diyelim ki Avrupa'nın dar kafa günleri, herkes umudunu
kiliseye bağlamış, din bizi nasıl olsa kurtarır, İsa bize mutlaka bir
kıyak yapacak, tanrı bugün yarın bir mucize yaratacak telaşlanmayalım
arkadaşlar, gibi duyguların egemen ve tartışılmaz olduğu günler,
Fransa'nın Langres kentinde. Adam olmanın karşılığı papaz olmak,
çocuğunuz kızsa en iyisi onu rahibe etmek. Bırakalım da orospu mu olsun
kız? Çünkü orospuluk da var ortada, gözle görülür biçimde. Kimi çağ
tanımaz karılar, onun altından kalkıp, bunun altına yatıyorlar.
Baba Diderot, aklı başında bir bıçaksatar olarak, aç parantez insanın
üreticisi olmadığı satılacak şeyler arasından bıçağı seçmesi de az sapık
bir durum değil, dikkat edin Bursa otogarında bıçaksatar beyler hiç
sıradan, alışılagelmiş, normal tipler değildirler, kapa parantez, iki
oğlunu cizvit-hatip kolejine, bir kızını manastıra yatılı vermiş. Kızı
Emire Diderot Kalkancı'nın başına gelenleri, ağabeyi "La Religieuse"
isimli romanında uzun uzun anlatmıştır. Bu romanının dilimize çevirisi
var mıdır, bilmiyorum. Çevrilmemişse Mümine ismiyle çevrilebilir.
Televizyonda dizi olarak da değerlendirilebilir. İşin felsefesine
girmeyen, fonda minareler bir çekimle TGRT'ye bile pazarlanabilir.
Başıma ne geldiyse, alnımın yazısıdır, zaten bunlar alnımıza biz
doğmadan yani daha alnımız ortada değilken alnımızın ortasına Arap
majüskül harfleriyle yazılmıştır, diye dikiz atan bir pencereden
bakıldığında, Diderot'nun Kaderci Jak'ı, sanki eli öpülesi bir evliya.
Nerden nasıl bakıyorsan dünyaya, oradan tabii, az biraz yamuk görünür.
Görememek de mümkün. Endişeye kapılmayın, bu bir hastalık değil, bir
görsel özür. Ya da isterseniz kapılın kendi çapınızda mutedil dalgalı
bir mesut ve yılmaz endişeye, çünkü görmemek de bir kusur.
Biz henüz rönesansımızı yaşamadık ki!
(Falınızda Rönesans Var, 1998)
★☆★
Housekeeping
Dünyanın en bilinmedik şairlerini bilirim.Niye biliyorsun, ne yararı var
diyeceksiniz.Hayatımda hiç bir şeyi bir yararı olacak diye yapmadım.Bedenime yapılan
tıbbi müdahaleleri bile bana yararı dokunacağını düşünerek değil, sırf doktorun
hatırı kalmasın diye, içimde çok gizlediğim bir bektaşi dergahından yadigar tevekkülümle
kabullendim.
Esamesi okunmayan şairleri bilişim çok yararlı olduğu düşünülen okul kitapları
yerine, başka kitaplar okuduğum ortaokulculuğumdan başlar. Muhteşem romantik bir çocukken
şiir yazmaya başlayıp, ünsüz bir şair olarak kalacağımdan emin olduğum için, bu
kaderi paylaşmış benden öncekileri arayıp tarayıp bellemişliğim vardır. Malili
ozan Gaussou Diawara buna güzel bir örnek.Bir tek şiirini Rusya’da Fransızca basılmış
bir dergide okudum. “ŞAİR İLE YÜREĞİ” isimli bu şiir otuz yıl önce tarafımdan
Türkçeye çevrilmiş, hiç bir yerde yayımlanmamıştır. Bu yüzden tarafınızdan
bilinmemektedir. Böyle, yalnızca benim tarafımda kalmış ozanlarım vardır. Gel dikiz
ki, Amerikalı olan Housekeeping’in adını, İzmir Hilton otelinde kalana dek, hiç
duymamıştım.
Her akşam odama geldiğimde, yastığımın üstünde, kat temizleyicileri tarafından bırakılmış
bir şiirini buluyorum. Benim çat pat ingilizcemle, şiirleri hakkında fikir yürütemiyorum
ve fakat merak da ediyorum. Her gece yastığa başkoyduğumda, kim lan bu Housekeeping, ne
anlatıyor şiirleri diye derin bir merakla uykuya dalıyorum. Düşümde Houskeeping’i görmüyorum.
Dün akşam gene otele geldim.Gene üstadın bir şiiri yastığımın üstünde. Şiir iki
dörtlükten ibaret ve içinde bir sürü bildiğim kelime var. Şiirin ismi STARS ! yıldızlar
demek. İlk satır da benim anlayabileceğim yalınlıkta.
Bright stars, light stars , parlayın yıldızlar, ışıyın yıldızlar…İkinci satır
da yeni bir şey söylemiyor: Shining in the night stars yani ki; geceleyin parlayın yıldızlar
gibi birşey demek bu…Parlayın lan yıldızlar dedikten sonra, ikinci bir satırla bu
parlamanın gece olduğunu belirtmek şiir adına satır ziyanlığı, şiirde böyle
dallamalıklar olmalı, gündüz yıldız olmaz ki, yıldız demek gece demek zaten…
Üçüncü satır şöyle:Little twinkly winkly stars.Küçük tivinkli vinkli yıldızlar,
demek istiyor…Belki de İngilizce bir deyim bu, bizdeki karşılığı olsa olsa,
osuruktan teyyare, selam söyle o yâre…Dördüncü satır tam uydurmadın yan gitti türünde;
Deep in the sky! Gökyüzünün dibinde!
İkinci dörtlük:
Yellow stars, red stars
Shine when I’m in bed stars,
Oh how many blinked stars,
Far far away
Türkçesi olsa olsa,
Sarı yıldızlar, kırmızı yıldızlar (Bundan Housekeeping’in Galatasaraylı olduğu,
hatta Ali Şen kadar fanatik olduğu özümseniyor)
Ben yataktayken parlayın yıldızlar
Oh ne yıldızlar bilinki oldu,
Çok çok uzaklara…
Bilinki ne demek? Yıldız n’olur? Yıldız hangi fiili yerine getirebilir? Parlar ve
kayar! Anlaşıldı.Ne yıldızlar kaydı gitti, demek istiyor. Burada da kimler geldi
kimler geçti anlamında, Ajdapekkanımsı bir mecazı mürsel yapıyor.
Housekkeping’in osuruk ve önemsiz bir şair olduğunu öğrenmiş olmanın huzuru içinde
dalıyorum o gece uykuya.
Sabahleyin kat temizlikçisi Kamuran hanıma;
-Kimdir bu Housekeeping?
diye sorunca:
-Benim efendim!
yanıtını alıyorum.Niçin şiirlerini İngilizce kaleme aldığını sorunca da,
housekeeping’in İngilizce kat temizlikçisi olduğunu, kendisinin şiir yazmadığını,
bu şiirleri onlara şefin dağıttığını ve yastığın üzerine koyulmasını söylediğini,
kendisinin
“housekeeping’den başka İngilizce sözcük bilmediğini öğreniyorum.
( Falınızda Rönesans Var)