28 Aralık 2015

F. Nietzsche"Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur."

Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur.


Edip Cansever - Yüzme Havuzu

geçelim, şu taraftan, çardağı da geçelim
tarhları, çimenleri, çocuk parkını da
geçelim ağaçların altından
geçelim o yılların üstünden topluca
gün batmadan geçelim, gün doğmadan geçelim
geçelim, geçelim
şimdiye ve sonraya.

uzakta, evet uzakta
yakında, evet yakında
gördünüz mü, evet, gördünüz
görür gibi birinin
bir yüz çizgisini bir başka yüzde
gördünüz işte
yüzme havuzuydu eskiden
kızarmış yaprakların altındaki
taşlaşmış nilüferlerin altındaki
 bugünün altındaki, şimdinin
dip sularında hemen.

gelecekler, geliyorlar, geldiler.

- erirken dondurmamız limonlu
ya da vişneli bir yaşamın sonu
gelip çatmadan daha...

- yaşıyoruz, derdik, yaşıyoruz da...
- sözsüz, zamansız bir şaka mıydı yaşam
bizim yaşamımız?

- ne istedik, neden istedik, gerekli miydi çok?

- dün akşam ne yapmıştık, bu akşam ne yapacağız?

- günler günleri emdi, toprak toprağı, su suyu
bir gülüş bir başka gülüşü, bir durum bir başka durumu
kum kumu, rüzgar rüzgarı
her şey birbirini ve her şey her şeyi emdi
var yok'a dönüştü, yok var'a
ama biz
yenemedik arta kalan olmayı
 
 - gergefinde gülümseyen karanfil bir bütündü, biliyorduk
bir orman bir bütündü, bir deniz
bir leopar benekleriyle, bir balık kılçıklarıyla, iri
gözleriyle, solungaçlarıyla
bir sokak, bir alan, bir kent…
bir oda lambasıyla, masasıyla, rafıyla
ipliğiyle bir iğne, dalıp çıkışıyla kumaşa.

- ormanda yeşil değil miydi rengarenk çiçekler bile?

- maviden yeni doğmuş bir beyazlık değil miydi
 avuçlarımızda tuttuğumuz istiridyeler?

- ama biz dağınık kaldık.
- sevgimizle, sevgisizliğimizle.

- mutluluğumuzla, mutsuzluğumuzla.

- özlemlerimizle, yitikliğimizle.
 
- her neyse, her neyse...
 
- akıtırlardı havuzun suyunu
yeniden doldururlardı.

- gezinirdik yaban kedileri, tatlı su yengeçleri gibi
avsız, amaçsız.

- havuzun yanında, büfenin önünde - bana bir
soğuk bira! bana dondurma! bana da...

- uzanırdık günbatımında bakıra çalmış mermerlere,
plastik koltuklara.

- sözsüz, zamansız bir şaka mıydı yaşam?

- biraz öyleydi. gene de
sorardık ara sıra birbirimize: neden?

- sorsak bile ne çıkardı, bir değil
sanki binlerce yanıt hep birden
bilmem!
bilmem!
bilmem!
 
 

Mavi Sürgün - Cevat Şakir Kabaağaçlı

  Öykü
Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün isimli eserinde otuzlu yaşlarından olgunluğuna kadar olan hayat hikayesini anlatır.Yazarın gençlik dönemi 1. Dünya Savaşı sonlarına rastlar. Cevat Şakir Kabaağaçlı, memleketi olan İstanbul’da bir dergide yazarlık yapmaktadır. İstanbul savaş esnasında işgal edilmiştir. Savaş İzmir’in alınmasıyla sona erer. Memlekette şenlik havası mevcuttur.
 
Kabaağaçlı’nın kader arkadaşı M. Zekeriya, Ankara Matbuat Umum Müdürlüğü’ndeki vazifesinden ayrılarak İstanbul’a taşınmıştır. Yunus Nadi Bey’in çıkardığı iki derginin yazarlığını yapmaktadır. Sedat Simavi iki yazarı tanıştırır. Kabaağaçlı yazarlığa ek olarak kapak boyamaları ve
resimler yapmaktadır. Aynı zamanda çeviriler yaparak hayatını idame ettirmektedir. Aniden Üsküdar Karakol’undan istendiğinin haberini alır. Ne kadar uğraşsa da neden karakola istendiği ile alakalı bilgi alamaz. Derken, İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilir.
 
Kabaağaçlı yazar arkadaşı M. Zekeriya ile trenle yargılamanın gerçekleştirileceği mahkemeye doğru yola çıkacaktır. Yataklı bir trenle zorunlu yolculukları başlar. Cevat Şakir hala neden dolayı yargılandığının farkında değildir. En sonunda asker kaçakları ile alakalı bir haberden dolayı olduğunu öğrenir. Yazısı esasen bir gazeteci için çok da muhalif derecede değildir, fakat zamanlama olarak hassas bir döneme denk gelmiştir.Aynı şekilde Zekeriya’nın da bir yazısı Şeyh Said’in Kürt İsyanı hadisesinde tepki doğurmuştur. Cevat Şakir ve Zekeriya’nın benzer suçlardan hüküm giyecekleri ilk yer Ankara Cebeci Hapishanesidir. Ancak, cezaevindeki koşullar mekanın fiziksel sıkıntıları haricinde Cevat Şakir’in zihninde tasavvur ettiği gibi değildir. Yoğun bir baskı altına alınmazlar. İlk cezaevi günlerinin akabinde İstiklal Mahkemesinde yargılanmaları başlar. Mahkeme Kurulunda o dönem herkes tarafından bilinen meşhur “Dört Aliler” vardır. Afyon Ali Bey, Kılıç Ali Bey, Necip Ali Bey hemen yargılamaya başlarlar. Yargılanma devam ederken Cevat ve Zekeriya’nın ortak arkadaşları Nebizade Hamdi onlara garip bir müjde verir. İki yazar da idam cezasına çarptırılacaktır, fakat kesinlikle asılmayacaklardır. Bu haber ikisi için de bir rahatlama değil, çoğunlukla bir belirsizliktir.  

Mahkeme nihayet son kararını vermiş, Zekeriya ve Cevat Şakir için muamma son bulmuştur. Her iki yazar da üç yıl süre ile kalebentlik cezasına çarptırılır. Cevat’ın sürgün gideceği yerin adı Bodrum’dur. Daha önceden kendisinin bildiği bu fena isimli yerin bir zindan gibi tasvir edildiğidir. Ankara’dan Bodrum’a gitmeden önce Haymana Ovası’na akabinde İzmir’e giderler, ardından Aydın Vilayeti’ne geçerler. Aylar süren zorunlu seyahat neticesinde iyiden iyiye merak ettiği Bodrum’a varırlar. Cevat bu ilçeyi ilk gördüğünde sonsuz maviliğin tesiri altında kaldığını anlar. Zihinlerde yer eden “Bodrum” cümlesi ile bu güzel ilçenin ilgisi yoktur. Üstelik vardığında umulmadık hadiseler yaşar. İlk önce Kaymakam Bey’in kendisini görmek istediğinin haberini alır. Ardından Valilik tarafından özel izinle tüm kentte özgürce dolaşabileceğini öğrenir. Kaymakam kendisini bizzat gezdirir, malumat verir. Hatta ev kiralamasında yardımcı olur.
 
Bodrum’da ilk günleri daha ziyade gözlem ile geçer. Yerli halkı denizciler oluşturmaktadır. Onların hayatları ve yaşam tarzları, kendisinin alıştığı düzene uzaktır. Her gün tüm kenti bir uçtan diğer uca gezmeye başlar. Kısa sürede tüm yerel halkı tanır, denizcilerle sıklıkla vakit geçirir. Şafaktan evvel kalkmayı, limana gitmeyi ve karides taramayı alışkanlık haline getirmiştir.
 
Cevat Şakir’in dışardan bakıldığında “sürgün” ama aslen “mutlu” hayatı dolu dolu geçmektedir. O, aslında buradaki tüm güzelliklerin tarihi ve felsefik yönlerine de hakimdir. Örneğin “Bardakçı Koyu” bölge halkı için cennetten bir parçadır. Bu durum Cevat Şakir için de geçerlidir ancak Bardakçı Koyu, Salmakis’tir, Tanrı Hermes ile Sevgi Tanrıçası Afrodit’in oğlu Hermafroditos’dur. Cevat Şakir, bir yazar gözüyle rutin güzelliği tarihi bilgi ile yoğurur. Kara ve deniz parçalarını daha da anlamlandırır.
 
Zaman içinde Cevat Şakir hem iyi bir denizci olur, hem de tarıma ilgi duyar. Genel tarım ve özellikle güney kıyılarında tarım için lüzümlu ne kadar kitap varsa İstanbul’dan temin eder. Detaylı araştırmalar yapar. Tohumları tek tek inceler. Büyümelerini, yeşermelerini analiz eder. Zaman içinde yüzlerce saksısı, ağaçları olur. Bodrum ve bölgesine onsekiz kadar turunçgil çeşidi getirtir. Zaman içinde Bodrum turunçgil de tanınan bir merkez haline gelir. Ancak halen tatmin olmamıştır, çünkü Cevat Şakir için en önemli turunçgil o döneme kadar yurtta bilinmeyen greyfurttur. Yazar, uğraşılarının neticesini almış ve tohumunu getirdiği meyveyi yurda tanıtmış ve öğretmiştir.
 
Bodrum’da Halikarnas Balıkçısı ismiyle hayatına botanik, yazarlık ve denizcilik ile geçiren Cevat Şakir ve ailesi için Halikarnas’tan ayrılma zamanı gelmiştir. Hem İstiklal Mahkemsi cezanın geri kalan kısmının İstanbul’da geçirilmesini hükmetmiş, hem de çocukların zorunlu ihtiyaçları yazarı istemeden geldiği bu kentten, gene istemeden gitmeye mecbur etmektedir. O’nun diktiği ağaçlar artk boyunu geçmiş, Bodrum yeni birçok türe kavuşmuştur.
 
Tema
Aidiyet Duygusu Kişiler aidiyet hissettikleri yerlerde mutlu ve huzurlu olurlar.
 
Kişiler
Cevat Şakir Kabaağaçlı Dönemin meşhur gazete ve mecmualarında yazarlık, kapak tasarımı yapan bir yazardır. Oldukça iyi bir tahsil almıştır ve birkaç dili tercüme yapacak kadar ileri düzeyde bilmektedir. Yazdığı bir yazı nedeniyle hüküm giyer. İdam cezasına çarptırılacağı düşünülürken Bodrum’a kalebentliğe sürülür. Cevat Şakir için Bodrum bir sürgün olmayacak, hayatının en verimli ve mutlu yıllarını geçirdiği bir dönem olacaktır.

Sedat Simavi Cevat Şakir’in çalıştığı ve kapak resmi yaptığı derginin sahibidir. Çoğunlukla Cevat Şakir’in yazılarından çekinir, tüm sorumluluğu üzerine alması koşuluyla yayımlar.

Sabri Ethem Dergah isimli gazeteyi çıkaranlardan biri.

Karaosmanoğlu Fevzi Lütfü Bey Dergah isimli gazeteyi çıkaranlardan biri

Ali Kemal Kökleri saraya ve işgal kuvvetlerine uzanan güçlü iş adamı.

Cafer Tayyar Bey Kabaağaçlı Ailesi’nin Şemsipaşa’daki komşuları.

M. Zekeriya Ankara’da eski vakitte Matbuat Müdürlü’ğü yapmıştır. Siyasi görüş olarak Cevat Şakir ile
taban tabana zıt fikirleri vardır. Ancak ortak hüküm yerler. Birbirlerini çok sevip, dostluk kurarlar.

Afyon Ali Bey İstiklal Mahkemeleri yargıçlarındandır.

Kılıç Ali Bey Mahkemeleri yargıçlarındandır.

Necip Ali Bey Mahkemeleri yargıçlarındandır.

Ayı Mahmut Cevat Şakir’in arkadaşı otobüs şöförü.

Hüseyin Cahit Cevat Şakir’den evvel mahkemede yargılanan ve arabayla uçuruma yuvarlanan
arkadaşı.

Mustafa Bodrum’da hem kahvecilik hem de postacılık yapan adam.
 
ANA KARAKTERLER
Cevat Şakir Kabaağaçlı (Açık)

Karakter Cevat Şakir tahsilli bir ailede yetişmiş, iyi eğitim almış bir genç adamdı. Gazetecilik yaptığı
esnada yazdığı bir yazıdan dolayı İstiklal Mahkemesinde yargılanarak Bodrum’da kalebentliğe
mahkum edildi. Cevat Şakir, ilk defa gördüğü ve merak duyduğu Bodrum’da yaşamaya başladığında
anladı ki, o rutin hayattan sıkılan, değişken tabiatlı, özgürlüğüne aşırı derecede önem veren, dürüst
yapıda bir adamdı. Zor şartlar altında dahi dürüstlüğünden ve düşenceli yapısından taviz vermedi.
Hatta, bazı çıkmazların kişiyi ateş gibi dirayetli hale getirdiğinin idrakına vardı.
 
Aktiviteler 
Cevat Şakir’in İstanbul yılları olabildiğince monoton geçiyordu. Her sabah işine gider- gelir, ara sıra şehirde dolaşmaya çıkardı. Farklı camiilerde namaz kılar, yazılar yazar, resim yapar ve farklı dilden çeviriler hazırlardı. İstanbul Ticaret Okulu’nda İngilizce dil dersleri verirdi. Hüküm giymesinin ardından ise hayatında radikal bir değişiklik oldu. İlk önce kendisi için suzun bir yolculuk dönemi başladı. Bodrum’a vardığındaysa yaşamı tamamen değişti. Deniz, balık tutmak kendisi için vazgeçilmez bir aktivite haline geldi. İkinci büyük merakı ise botanikti. Türleri tohumdan yetiştirir. Tohumların ağaca varan öyküsünü gözlemlerdi. Bodrum ve çevresinde mevcut olmayan fakat yöre iklimi için uygun türlerin araştırmalarını yapar, imkanları nispetinde getirtir ve yetiştirirdi.
 
ÖRNEK ANILAR
Meraklı Cevat Şakir için Bodrum bir gizem kentiydi. Cümle olarak pek iç açıcı olmayan Bodrum’ a
daha önce hiç gitmemişti. Hayatının geri kalan büyük bir bölümünü geçireceği bu kente karşı müthiş
bir merak duyuyordu. “O sırada büyük merakım Bodrum’un nasıl bir yer olduğunu öğrenmekti. Nereye
varmış, kime sormuşsam orası hakkında sağlam bilgi edinememiştim. Hiçbir yerde ilaç için olsun, bir
tek Bodrumluya raslamamıştım.”
 
Değişken 
Cevat Şakir için İstanbul’da yaşamak, rutin olarak hergün hep aynı şeyler ile meşgul olmak sıkıcıydı. O yaşadığı hayatın artık kendisine haz vermediğinin farkında olsa da, o sıra da değiştirebilecek durumda değildi. “Sonra bana ağır gelen bir şey varsa, o da Frenklerin routine dedikleri şeydi. Her gün aynı saatte işe git! Yolda belirli dükkanlardan sigara, kibrit al. Üsküdar’dan belirli vapura bin. Köprü’de tramvayı bekle. Tramvayı boş bulursan bin! Ayakta duracak kadar yer yoksa, daha sonra gelecek tramvayı bekle. Rastladığın şu ya da bu insana havadan, palamut fiyatından söz et. Her gün aynı idarehanenin aynı küflü havasını kokla! Aynı masaya otur, eş dost, ‘Amma da yakıştın!’ desin. Aynı işi gör! Ha yağmur ha çamur; ya da günlük güneşlik, aynı saatte deliğe dalan karınca gibi aynı Tünel’e gir! Aynı Beyoğlu’na ya da aynı Galata’ya in çık.”
 
Dirayetli 
Hayatında yaşadığı sıkıntılar, kendi iradesi haricinde sürüklendiği olaylara karşı, Cevat Şakir fark etti ki, insanda garip bir dirayet duygusu meydana geliyor. Sıkıntılar, bunalımlar ve üzüntüler bile kişiyi bir yere kadar etkiliyor. “Çok tuhaftır, fakat insanın üzülme yeteneğinin bir sınırı vardır. Belki de büyük kederler, bir taraftan insanı acıtırken, bir taraftan da duygularını uyuşturuyordu, ateş bile insanı bir sınıra dek yakar, o sınırı aşan ateş – şu beyaz ateş dedikleri – artık insanı yakmaz. İnsanın üzülme yeteneğinin sınırı aşıldı mıydı, ne eklenirse eklensin artık koymuyordu, vız geliyordu.”
 
Dürüst 
Mahkeme huzurunda bir suçludan her daim beklenilen, ne olursa olsun suçunu inkar etmek, belki başkasına yüklemekti. Fakat Cevat Şakir bunu yapabilecek karakterde bir insan değildi. “Ne var ki artık mahkeme huzurunda, ‘Amanın! Bu sözleri ben yazmadım, şu yazdı, bu yazdı!’ diyerek çırpınmak pek ağrıma giderdi. Zaten olmuştu olacak, kırılmıştı nacak. ‘Ben yazdım!’ dedim vesselam.”
 
Bıkkın 
Cevat Şakir Üsküdar Karakolu’na götürülmesinin akabinde güçlükle suçunu ve neden yargılanacağını öğreniyordu. Artık kendisinde savunmasını dikkatli bir şekilde yapacak gücü bulamıyor, bıkkınlıkla hareket ediyordu. “Mahkeme hüküm vermek üzere bizi dışarı çıkarttırdı. Dışarıya çıktık, kapının arkasında bir köşede bekletildik. Odanın içinde kısa süren fiskoslar oldu. Orda beklerken meraktan yüreğimin güm güm çarptığını sanacaksınız. Daha önce çevremden kopartılırken yüreğim fena fena çarpmıştı. Fakat şimdi yorgundum. Ne yaparlarsa yapsınlar diyordum. Evet, haksızlıktı. Ama o zamana kadar sanki haksızlık çekmemiş miydim?”
 
Kuşkucu 
Mahkeme süresindeki belirsizlik, yargılamanın neticesinin belli olmaması Cevat Şakir’i kuşkucu bir adam haline getirmişti. Özellikle arkadaşı Hüseyin Cahit’in durumu kendisini iyice kaygılandırıyordu. “elimdeki evrakın üzerinde yazılanlardan kuşkulanmaya başaladım. Acaba beni yatıştırmak ve kandırmak için mi bu kağıt elime tutuşturulmuştu? Bizden önce mahkum olan ve sürgün yerine gönderilen Hüseyin Cahit arabasıyla bir uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Bunun bir kaza mı, kasıt mı olduğu pek belli olmamıştı. Üstadın ölümden kurtulabilmesi adeta mucize olmuştu. Aynı oyunun bana da oynanabileceğini ister istemez düşündüğüm için, bütün yol boyunca gözlerimi sözümona muhafaza memur jandarmaların silahlarından bir türlü ayıramıyordum.”
 
Özgürlüğüne Düşkün 
Cevat Şakir özgürlüğüne düşkün karakteri olan bir insandı. Cezaevindeyken bile özgür canlıları hayranlıkla izlerdi. “Avluda bazen yalnız başıma gezerken havada uçan kırlangıçları seyretmek hoşuma giderdi. Hele gruptaki güneşe karşı kızıl zemin üzerinde uçuşan siyah noktacıklar, doğu yönünde ise menekşe bir gök üstünde kıvılcımlar gibi kırmızı noktalar olurlardı. O uzun ötüşlerinde özgürlüğün çağrısı vardı. Serbest gök onlarındı. Onların uçtuğunu gördükçe sanki onlarla birlikte ben de uçuyormuş gibi olurdum da, içimde bir ferahlık duyardım.”
 
Düşünceli 
Bodrum’a doğru uzun bir yolculuk halindeyken Cevat Şakir Aydın’da mola verir. Ne zamandır yaşadığı zor koşullar neticesinde saç sakal traşına özen gösterememiş, oldukça bakımsız bir vaziyete gelmişitir. Ancak, Aydın’da bir subay kendisine çok insanca muamele eder. Berbere gitmesi için jandarmasız izin verir. Cevat Şakir derhal bir berber bulup dükkana girer, ancak ne var ki, sıra son derece kalabalıktır. Subayın kaygılanmasını, kendisne karşı gösterdiği iyilikten pişman olmasını istemez. Traş olmaksızın geri döner. “İki berberden biri saç kesiyor, öteki traş ediyordu.Yedi sekiz kişi de sırada bekliyordu. Bu işin pek uzun süreceğini anladım. O subay bana güvenerek traş olayım diye beni serbest bırakmıştı. Orada saatlerce beklesem, belki kaçtığımdan kuşkulanır, üzülürdü. Yani adamın bana yaptığı iyiliğe karşı ben, adama üzüntü vermiş olacaktım. Sıra beklemekten vazgeçtim ve kalkıp jandarma dairesine döndüm. Subay, beni görünce, traş olmayarak döndüğüme şaştı. Başka bir berbere gidip traş olmam için ısrar etti.”
 
 

Marcel Proust - Kayıp Zamanın İzinde

Zaman'ın peşi sıra sürdürülen yolculuğun tüm halkaları Swann'ların Tarafı'yla, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp ve Yakalanan Zaman bir arada. Yirminci yüzyıla modern romanın başyapıtlarından biri olarak damgasını vuran bu yapıta "Dev" tanımlaması kadar uygun düşecek başka bir tanım yok herhalde.

*

Mahpus
‘Ama hatıralar benim için birer resimden iberet olsa ve onları hatırladığımda zihnimde sadece bir görüntü canlansa bile, aniden, özdeş bir duyu sayesinde, içimde bu resimleri görmüş olan çocuk, yeniyetme canlanır, bütün benliğimi kaplardı. Sadece dışarıdaki hava ya da odanın içindeki koku değişmez, benim benliğimde de bir yaş değişimi, şahsiyet değişimi olurdu. Buz gibi havada o çalı çırpının kokusu, adeta geçmişin bir parçasının, eski bir kuştan kopmuş, görünmez bir buz kütlesinin odamda ilerlemesi gibi bir şeydi; zaten odam sık sık içinden geçen bir kokuyla, bir ışıkla, sanki çeşitli senelerin istilasına uğrardı; kendimi tekrar o yıllarda bulur, daha neşeyi tanıyamadan, nicedir unutulmuş beklentilerin neşesiyle sarmalanırdım. Güneş yatağıma kadar uzanır, incelmiş bedenimi sanki saydam bir bölmeymisçesine delıp geçer, beni ısıtır, alev alev bir kristale dönüştürürdü.

‘Duygularımıza gelince, tekrarı fuzuli kılacak kadar sık belirttiğimiz gibi, çoğu kez aşk, bir çağrışımdan, bir genç kızın (aksi takdirde kısa bir süre sonra tahammül edemeyeceğimiz) hayaliyle, hiç bitmeyen, nafile bir bekleyişten ve genç kızın bir randevuda bizi atlatmış olmasından ayrı düşünülemeyecek kalp çarpıntıları arasındaki çağrışımdan ibarettir.’

‘Belli bir yaşı geçtikten sonra, çocukluk halimizin ruhu ve soyundan geldiğimiz ölülerin ruhu, varlıklarını da, çirkin büyülerini de bizden esirgemez, yaşadığımız yeni duygulara katılmak isterler ve biz de bu duygulardan, onların eski çehrelerini siler, özgün bir yaratı halinde baştan şekillendiririz kendilerini.’

‘Kaçırdığımız bir kadınla girilen ilişkinin, diğerleri kadar kalıcı olmadığı söylenebilirse, bunun sebebi, aşkımızın, sözkonusu kadını elde edemeyeceğimiz korkusundan ve elimizden kaçacağı endişesinden ibaret olmasıdır ’

‘Albertine hiç durmayan bir saat gibi, hangi konumda olursa olsun yaşamaya devam eden bir hayvan gibi, nasıl bir destek bulursa bulsun, dalları uzamaya devam eden tırmanıcı bir bitki bir kahkahaçiçeği gibi,uyumaya devam ederdi. Sadece nefesi, benim her dokunuşumla değişirdi, benim çaldığım bir müzik aletiydi sanki’

‘Acaba sanatçı olma hevesinden fiilen vazgeçmekle, gerçek bir şeyden mi vazgeçmiştim? Sanatın kaybını hayat unutturabilir miydi bana; sanat, gerçek kişiliğimize, hayattaki eylemlerde bulamadığı bir ifade imkanı sunan, daha derin bir gerçekliği içinde barındırmıyor muydu?’

‘Kendi arzularımız masum, karşı tarafın arzuları ise korkunçtur.Yalnız arzular konusunda değil, yalan konusunda da, bize ait olanlarla sevdiğimiz kişiye ait olanlar birbirine zıttır.’

Yalan söylemenin korkunç bir şey olduğunu (bir siyasi partinin başkanı sıfatıyla, herhangi bir sıfatla) beyan etmek, çoğu kez başkalarından daha çok yalan söylemeyi ve bu arada içtenliğin ciddi maskesini ve kutsal tacını da atmamayı gerektirir.’

Bir başka insanın hayatının, katliama yol açmadan elimizden atamayacağımız bir bomba gibi, bizim hayatımıza bağlı olması, korkunç bir şeydir.’

Mükemmel yalanlar, tanıdığımız insanlara ve onlarla geçmişteki ilişkilerimize, şu veya bu hareketimizin, bizim tarafımızdan bambaşka bir biçimde ifade edilen amacına ilişkin yalanları nasıl bir insan olduğumuza, nelerden hoşlandığımıza dair yalanlar, bizi seven ve bütün gün bizi kucakladığı için bizi de kendisine benzer olarak biçimlendirdiğini zanneden kişiye beslediğimiz duygularla ilgili yalanlar, bize, hayatta yeni, bilinmedik ufuklar açabilecek, hiç bilemediğimiz dünyaları seyredebilmemiz için gerekli, içimizde atıl olarak mevcut duyuları uyandırabilecek yegane şeydir.’

‘Öyleyse, ruhu oluşturan bu unsurları, kendimize saklamak zorunda olduğumuz, konuşarak dosttan dosta, ustadan çırağa, aşıktan metrese bile aktarılamayan bu gerçek tortuyu, her birimizin hissettiği, ama başkalarına, ancak herkese ortak, önemsiz, yüzeysel noktalarla sınırlayarak aktarabildiği, izlenimi nitelik bakımından farklılaştıran, o kelimelere sığmayan şeyi, sanatın bir Elstır'ın, bir Vinteuil'ün sanatının ortaya çıkardığını ve her biri birer evren olan, sanat olmasa asla tanıyamayacağımız insanların iç oluşumlarını, gökkuşağının renkleriyle dişsallaştırdığını söyleyebilir miyiz?’

‘Hatta bir sabah, ansızın Albertine'in dışarı çıkmakla kalmayıp evi terk ettiği endişesine kapıldım. Duyduğum kapı sesi, onun odasının kapısıydı, neredeyse emindim. Hiç ses çıkarmadan odasına gittim, içeri girip eşikte durdum. Alacakaranlıkta örtü yarım daire şeklinde kabarık duruyordu; başı ve ayakları duvara çevrili, kıvrılmış uyuyan bu beden, Albertine'e ait olsa gerekti. Örtüden dışarı taşan tek şey olan gür ve siyah saçlardan, onun gerçekten Albertine olduğunu, kapısını açmamış, yerinden kıpırdamamış olduğunu anladım; bütün bir insan hayatını içinde barındıran ve değer verdiğim yegane şey olan o kıpırtısız, canlı yarım daireyi hissettim; orda da, bana ait ve hakimiyetim altında olduğunu hissettim.’

Vinteuil'ün evreni "duyma" ve dışa vurma biçimini, (her eserinde kopuk bir parçasını, lal rengi parıltılar saçan bir kırığını gördüğümüz) o meçhul, rengarenk şenliği bulmak gerekirdi.’

‘Aşk, kalbin zaman ve mekana duyarlılık kazanmasıdır.’

‘Her olay, bizde bıraktığı hatırayla geleceğe taşar şüphesiz, ama bununla kalmayıp öncesinde de bir zaman işgal eder. Olayları önceden gördüğümüzde, meydana geldikleri şekilde görmediğimiz söylenecektir elbette, ama aynı dönüşüm hatıramızda da gerçekleşmez mi?’

Albertine Kayıp
‘O güne kadar, alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hatta algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç olarak görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki,  neredeyse farkına bile varmadığımız  bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelmez en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur.’

‘Bireyler açısından (hatta yanılgılarında ısrar eden, giderek daha ağır hatalara düşen uluslar açısından) kaçınılması en zor hırsızlık, kendinden çalmaktır.’

‘İnsanoğlu, kendi dışına çıkamayan, başkalarını ancak kendi içinde tanıyabılen ve aksini iddia ettiğinde yalan söyleyen bir yaratıktır.’

‘Öleceğimiz düşüncesi, ölmekten daha korkunçtur, ama en korkuncu, bir başkasının öldüğü düşüncesidir; gerçekliğin, bir insanı yuttuktan sonra, en ufak bir iz taşımadan, dümdüz uzandığını, o insanın dışlandığı gerçeklik içinde, hiçbir irade, hiçbir bilgi kalmadığını düşünmek, en korkuncudur; bu gerçeklikten yola çıkarak, o insanın yaşamış olduğu sonucuna ulaşmak, o insanın hayatına ilişkin, henüz taze olan hatıradan yola çıkarak, onun okuduğumuz romandaki kişilerden kalan hatıralara, uçucu görüntülere benzetilebileceğini düşünmek kadar zordur.’

‘Yalan, insanın özünde vardır. İnsan hayatında, belki zevk arayışı kadar önemli bir rol oynar ve zaten bu arayışın yönetimi altındadır. Zevklerimizi korumak için veya zevkin ifşa edilmesi şerefimize aykırı düşüyorsa, şerefimizi korumak için yalan söyleriz. Hayatımız boyunca yalan söyleriz, hatta özellikle, belki de sadece, bizi sevenlere yalan söyleriz. Sadece bizi seven kişiler yüzünden zevklerimiz üzerine titrer, onların bize saygı duymasını isteriz.’

Hayata bağlılığımız, başımızdan nasıl atacağımızı bilemediğimiz eski bir ilişkiden başka bir şey değildir. Gücünü sürekliliğinden alır. Ama bu ilişkiyi koparan ölüm, bizi ölümsüzlük arzusundan koparır.’

‘Tren hareket etti; önce Padova, sonra Verona, trenimizi karşılamaya geldi, neredeyse gara kadar geçirdi ve -biz uzaklaştıktan sonra- bir yere gitmeyip kendi hayatlarına devam edecekleri için, biri ovasına, öbürü de tepesine döndü.’

Yakalanan Zaman
Proust bu yedinci ciltle tamamlanıyor. Öyle sanıyorum son yıllarımın (1995-2001) en büyüleyici ve öğretici okuması...Yalnızca bunun için 'mutlu bir insan' olduğumu düşünebilirim.

Proust'un güçlü bir belleği yoktu, tersine...

Onda varlığı oluşturan temel parçacıklar, olasılıklar mantığına dayalı bir tansıkla öyle bir araya geliyordu ki (Dostoyevski'nin sara krizlerinde olduğu gibi) varlık yeni ve aynı zamanda eski belirişi içerisinde bizi (sanat aracılığıyla bu saptanabilir ve sanatın amacı da bu olmalı) sonsuzluk içre bedenliyordu. Zaman aşılıyor (içinde kalınarak), üstelik bu bir yanılsama olmuyordu.

İnsan, yaşamında, zamanı kaç kez yakalayabilir?

‘Zeki ve gerçekten ciddi, çalışkan kişiler, yaptıkları işin edebiyatını yapan, yücelten insanlardan hazzetmezler.’

‘Ama hepimiz gazeteleri aşık kadar kör, gözlerimiz kapalı okuruz. Olayları anlamaya çalışmayız. Başyazarın tatlı sözlerini, metresimizi dinler gibi dinleriz. Mağlup ve mutluyuzdur, çünkü kendimizi mağlup değil, galip zannederiz.’

‘O anda camgöbeği olan bu deniz, dünyanın dönüşüyle birlikte sürüklenirken anlamsız savaşlarına, örneğin o anda Fransa'yı kana bulamakta olan savaşa devam edecek kadar çılgın olan insanları da, kendilerinden habersiz, beraberinde alıp götürüyordu.’

‘İnsanlar kendi işleriyle meşgul olup bu alemi düşünmez, biri fazlasıyla küçük, öteki de fazlasıyla büyük olduğundan, etrafımızı saran evrensel tehdidi algılayamazlar.’

‘İlk kruvasanına kavuştuğu sabah, bütün gazetelerde Lusitania'nın  battığı haberi vardı. Mme Verdurin bir yandan kruvasanını sütlü kahvesine batırıp bir elini fincanından ayırmak zorunda kalmadan açık durması için gazetesine fiskeler vuruyor, bir yandan da, "Ne korkunç! En feci trajedilerden daha dehşet verici bir olay," diyordu.Ama boğulan onca yolcunun ölümü, onun zihninde milyarlara bölünmüş olarak canlanıyordu muhtemelen, çünkü ağzı dolu, bu kederli yorumları yaptığı anda yüzündeki ifade, herhalde migrene karşı son derece etkili olan kruvasanın tadından kaynaklanan, tatlı bir tatmin ifadesiydi.’

‘Kadınlar bütün bunları tahmin eder, ilk günlerde gerrginlikten gizleyememişse, kendilerine dindirilemeyecek bir arzu duyduğunu hissettikleri bir erkeğe asla teslim olmama lüksünü tadabileceklerini bilirler. Kadın, ancak hiçbir şey vermeden, teslim olduğu zamankinden çok daha fazlasını almaktan aşırı bir mutluluk duyar. Böylece, sinirli yapıdaki erkekler, taptıkları kadının erdemli olduğunu zannederler. Yani kadının başına yerleştirdikleri hale, kendi aşırı sevgilerinin, gördüğümüz gibi dolaylı bir ürünüdür.’

‘Ülkem adına gurur duyarak şunu belirtmem gerekir ki, tek bir gerçek olayın, tek bir gerçek kişinin yer almadığı, her şeyin,anlatımın gereği tarafımdan uydurulduğu bu kitapta, gerçek olan, var olan tek kişiler, Françoise'ın emekli hayatından vazgeçip tek başına kalmış hısımlarına yardıma koşan milyoner akrabalardır.’

‘Şu anda da, Bois Caddesi'ndeki konağın önünden genç bir burjuva öğrenci, benim bir zamanlar Guermantas Prensi'nin eski konağının önünde yaşadığım duyguların aynılarını yaşıyor olmalıydı. Mesele onun hala inanç çağında olması, benimse o yaşı geçmiş, inanabilme ayrıcalığını kaybetmiş olmamdı. Françoise'ın o çok sevdiği fotoğrafların satıldığı açık hava tezgahının bulunduğu köşesine vardığımızda, sanki otomobil, geçmişteki yüzlerce dönüşün çekimine kapılarak kendiliğinden mecburen dönecekmiş gibi geldi bana. O gün sokakta gezinen insanlarla aynı sokaklardan değil, kaygan, hüzünlü ve huzurlu bir geçmişten geçiyordum.’

‘Ne var ki, bazen her şeyin bitmiş gibi göründüğü bir anda, bizi kurtarabilecek bir uyarı gelir; hiç bir yere açılmayan bütün kapıları çalmışken, yüz yıl boyunca nafile aradığımız, istediğimiz yere açılan yegane kapıya bilmeden çarparız ve kapı açılır.’

‘Evet, hatıra, eğer unutuş sayesinde, kendisiyle şimdiki an arasında herhangi bir bağ, bir köprü kuramadan, kendi yerinde ve tarihinde kalmış, bir vadinin dibinde veya bir tepenin doruğunda uzaklığını korumuş, tecrit edilmişse, bize ansızın taze bir soluk getirir, öyle çünkü bu,eskiden soluduğumuz bir havadır; şairlerin cennette nafile aradığı bu temiz hava, ancak daha önce solunmuşsa, bu derin yenilenme duygusunu yaşatabilir, çünkü gerçek cennetler, kayıp cennetlerdir.’

‘Bütün bunları üzerinden süratle düşünüp geçiyordum, çünkü öncelikle yaşadığım mutluluğun ve kendini kabul ettirişindeki kesinliğin sebebini araştırmam gerekiyordu; geçmişte bu araştırmayı ertelemiştim. Bu sefer bana mutluluk veren çeşitli izlenimleri birbirleriyle karıştırarak bu mutluluğun sebebini tahmin etmeye başlamıştım; hepsinin ortak özelliği, tabağa çarpan kaşık sesini, döşeme taşları arasındaki yükseklik farkını, madlenin tadını, hem şimdiki anda, hem de uzak bir geçmişte hissetmemdi; o kadar ki, geçmiş, şimdiki zamana el koyuyor, hangisini yaşamakta olduğum konusunda beni tereddüde düşürüyordu; aslında, bu izlenimlerden haz duyan benliğim, izlenimin hem geçmişteki bir günde, hem de şimdi sahip olduğu ortak özellikten, zaman-dışı oluşundan haz duyuyordu; bu benlik, sadece şimdiki zamanla geçmiş arasındaki bu özdeşlikler sayesinde, yaşayabileceği yegane ortamda bulunabileceği ve nesnelerin özünü tadabileceği zaman, yani zamanın dışında ortaya çıkıyordu. Bilinçsiz olarak küçük madlenin tadını tanıdığım anda ölüm konusundaki endişelerimin dağılması bu şekilde açıklanabilirdi, çünkü o andaki benliğim, zamandışı bir benlikti, dolayısıyla gelecekteki değişimlere kayıtsızdı. Bu benlik sadece nesnelerin özüyle besleniyordu ve hayalgücü işin içine girmediği için duyuların bu özü kendisine sunamadığı şimdiki zamanda besinini sağlayamıyordu; eylemin yöneldiği gelecek, bize bu özü bağışlar. Bu benlik, sadece ve sadece eylemin, anlık hazzın dışında, bir benzerlik mucizesi sayesinde şimdiki zamandan kurtulabildiğimde belirmiş, kendini göstermişti bana. Hafızamın ve zihnimin asla başaramadığı şeyi, eski günleri, kayıp zamanı yakalamamı, bir tek bu benlik sağlayabilirdi.’

‘Duyguları çeşitli kural ve düşüncelerin işaretleri olarak yorumlamaya, hissettiğim şeyi düşünmeye, yani gömülmüş olduğu karanlıktan çıkarmaya, zihinsel karşılığını bulmaya çalışmak gerekiyordu. Bu durumda, yegane çare olarak gördüğüm şey, bir sanat eseri yaratmaktan başka ne olabilirdi?’

‘Ne var ki, sanatta mazerete yer yoktur, niyet hesaba katılmaz, sanatçı her zaman içgüdüsüne kulak vermek zorundadır; bu yüzden de sanat, hayattaki en gerçek şey, en sıkı okul ve esas Son Yargı'dır. Çözülmesi en zor olan kitap, aynı zamanda gerçekliğin bize yazdırdığı, içimizdeki basımı bizzat gerçeklik tarafından yapılmış tek kitaptır. Sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımiz, başkalarının bilmediği şey bizim eserimizdir.’

Gerçek sanatın bunca beyanata ihtiyacı yoktur, sessizce icra edilir. Ayrıca bu kuramları savunanlar, kınadıkları budalaların ifadelerine şaşırtıcı derecede benzeyen beylik kalıplar kullanırlardı daima. Bir eserin zihinsel ve manevi düzeyini değerlendirirken, dilin niteliği, estetiğin türünden daha önemli bir ölçüt olabilir. Bir izlenimin sabitleştirilmesiyle, ifade edilmesiyle sonuçlanacak bütün aşamaları sırasıyla katedecek güç bulunmadığında, mantık yürütülür, yani oyalanılır.’

‘Dolayısıyla, "nesneleri tarif etmekle", onları zavallı birtakım çizgi ve düzeylere indirgemekle yetinen edebiyat, kendini gerçekci diye adlandırsa da, gerçeklikten en uzak, bizi en çok yoksullaştıran ve hüzünlendiren edebiyattır; çünkü şimdiki zamana ait benliğimizle, özü nesnelerde saklı geçmiş ve bu özü nesneler sayesinde tekrar tadabileceğimiz gelecek arasındaki iletişimi tamamen koparır. Oysa sanat adına layık her çaba, bu özü ifade etmeye çalışmalıdır; başarılı olmasa bile , yetersizliğinden bie ders çıkarabilir (oysa gerçekciliğin başarılarından çıkarılabileceğimiz bir ders yoktur), bu özün kısmen öznel ve aktarılması imkansız olduğunu anlayabiliriz.’

‘Bir yazarın görevi ve işlevi, tercümanlıktır.’

‘Sanatsal hazlar sözkonusu olduğunda bile, uyandırdıkları izlenim uğruna bu hazların peşine düştüğümüz halde, bu izlenimin kendisini, tarif edilmesi imkansız olduğu gerekçesiyle hemen bir yana bırakır, derinlemesine haz almamıza imkan  tanıyan şeye sarılır ve bunu, kendi izlenimimizin kişisel kökünü ayıkladığımız için hepimizin nazarında aynı olan bir şeyden bahsederek konuşma imkanı bulabileceğimiz başka sanat meraklılarına iletme  yanılgısına düşeriz. Tabiatın, toplumun, aşkın, hatta sanatın en tarafsız seyircileri olduğumuz anlarda bile, her izlenimin ikili bir yapısı bulunduğu için ve yarısı nesnenin içine gömülüyken, sadece bizim bilebileceğimiz diğer yarısı da, izlenimin benliğimizdeki uzantısı olduğu için, aslında sadece ona sarılmamız gerekirken, ikinci yarıyı derhal gözardı eder, dışımızda olduğundan derinine inilmesi imkansız, dolayısıyla bize zahmet vermeyecek birinci yarıya yoğunlaşırız...’

‘Yeteneğin gerçekliği, evrensel bir varlık, bir edinimdir, onu herşeyden önce, görünürdeki düşünce ve üslup kalıplarının altında aramak gerekir; oysa eleştirmenler, yazarları bu kalıplara göre değerlendirirler. Yeni bir şey söylemese de, sırf kendinden önceki akımı açıkca, kestirip atarak küçümsediği için, bir yazarı peygamber ilan ederler. Eleştirmenler bu yanılgıya o kadar çok düşer ki, yazar yığınlar tarafından yargılanmayı tercih etse yeridir.’

‘Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar, her insanın içinde de her an mavcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. Bu yüzden de, geçmişleri, "banyo edilmediği"  için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar. Sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir. Her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait birer sır olarak kalırdı. Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabilir, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu alemde neler gördüğünü öğrenebiliriz, aksi takdirde bu alemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan çoktur.’

‘Çünkü gerçek kitaplar, aydınlığın ve sohbetin değil, karanlığın ve sessizliğin ürünü olmalıdır. Sanat, hayatı tıpatıp yeniden oluşturduğu için de, kendi içimizde ulaştığımız gerçekleri daima şiirsel bir hava, bir esrarın hoşluğu sarmalayacaktır; bu da, aşmak zorunda kaldığımız gölgelerin kalıntısı, bir eserin derinliğinin, altimetreyle ölçülmüşcesine kesin olan işaretidir.’

‘Bedenimizden kopan her parça, ışıklı ve okunabilir bir şekle bürünerek eserimize eklendiğine, daha yetenekli kişilerin ihtiyaç duymadığı acılar pahasına eserimizi tamamladığına, duygular hayatımızı ufaladıkça eserimizi sağlamlaştırdığına göre, bırakalım bedenimiz parçalansın. Fikirler kederlerin yerini tutar;  keder fikre dönüşürken, kalbimize zarar verme gücünü bir ölçüde kaybeder ve hatta ilk anda, dönüşümün kendisi ani bir sevinç yaratır. Ne var ki fikirler sadece zaman açısından kederin yerini tutar, çünkü görünüşe bakılırsa temel unsur fikirdir ve keder, bazı fikirlerin içimize nüfuz etmek üzere büründüğü şekildir sadece.’

‘Yazar, sadece önsöz ve ithafların samimiyetsiz lisanından gelen alışkanlıkla "okurlarım" der. Aslında her okur, okuduğu esnada kendi kendinin okurudur. Yazarın eseri, okura sunduğu bir görme aygıtına benzer; okurun o kitap olmasa kendinde belki farkedemeyeceği şeyleri görmesini sağlar. Kitapta sötylenenleri okurun kendinde tanıması, kitabın gerçekliğinin kanıtıdır; bunun tersi de bir ölçüde doğrudur, iki metin arasındaki fark, çoğu kez yazara değil, okura atfedilebilir.’

‘Aşkın, sevilen insana, aslında sadece seven kişide var olan şeyler kattığını görmüştüm.’

‘Hayatımın tek bir saati yoktur ki,  bana sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında, her şeyin, aksine, zihinde olduğunu öğretmiş olmasın.’

İmgelerin güzelliği, nesnelerin ardında, fikirlerin güzelliğiyse, önünde bulunur. Dolayısıyla, imgenin güzelliği, nesneye ulaştığımızda artık bizde hayranlık uyandırmaz, oysa fikrin güzelliğini, ancak nesneyi aştığımızda anlarız.

‘Aslında Odette, M.de Guermantes'ı, ona baktığı gibi, yani zarafetten ve asaletten yoksun bir biçimde aldatıyordu. Diğer her rolde olduğu gibi, bu rolde de vasattı. Hayat kendisine çeşitli zamanlarda  güzel roller sunmuştu gerçi, ama o, bu rolleri oynamayı beceremiyordu.’

‘Aşkta tehlikeli olan, ıstırap kaynağı olan şey, kadının kendisi değil, her günkü varlığı, her an ne yaptığına ilişkin merakımızdır, yani kadın değil, alışkanlıktır.’

‘Şimdi hayat daha da yaşanmaya değer görünüyordu, çünkü karanlıkta yaşadığımız hayatın aydınlatılabileceğini, sürekli çarpıttığımız hayatın doğrultulabileceğini, kısacası, bir kitapta gerçekleştirilebileceğini düşünüyordum. Böyle bir kitabı yazmayı başaran kişi ne kadar mutlu olurdu! O kitabı yazmak ne büyük emek gerektirirdi! Bir fikir verebilmek için, en yüce, birbirinden en farklı sanatlarla karşılaştırma yapmak yerinde olur;  çünkü böyle bir kitaptaki karakterlere hacım kazandırabilmek için, her birinin farklı yönlerini göstermek zorunda olan yazarın, kitabını titizlikle, birliklerini sürekli yeniden gruplandırarak, tıpkı bir saldırı gibi hazırlaması, bir yorgunluk gibi ona tahammül etmesi, bir kural gibi kabullenmesi, bir kilise gibi inşa etmesi, bir perhiz gibi ona uyması, bir engel gibi aşması, bir dostluk gibi fethetmesi, bir çocuk gibi aşırı beslemesi, bir alem gibi yaratması ve üstelik, açıklaması ancak muhtemelen başka alemlerde bulunabilecek, önsezisi bizi hayatta ve sanatta en çok duygulandıran şey olan o muammaları da gözardı etmemesi gerekir. Bu tür büyük kitaplarda öyle bölümler vardır ki, zamansızlıktan, taslak halinde kalmıştır ve mimarın planı fazlasıyla kapsamlı olduğundan, muhtemelen hiç bir zaman tamamlanamayacaklardır. Tamamlanmamış nice büyük katedral mevcuttur. Yazar kitabını besler, zayıf bölümlerini güçlendirir, korur, ama sonra kitap kendi büyür, yazarın mezarını belirler ve onu söylentilerden, bir süre de unutuluştan korur. Ama kendime dönecek olursam, ben kitabımı daha alçakgönüllü bir şekilde düşünüyordum; hatta onu okuyacak olanları okurlarım olarak görmüyordum. Çünkü kanımca onlar benim değil, kendi kendilerinin okuru olacaklardı; kitabım, Combray'deki gözlükçünün müşterilere sunduğu  büyütücü mercekler gibi bir şey olacaktı; okurlara, kitabım sayesinde kendilerini okuma imkanı sağlayacaktım. Dolayısıyla, onlardan beni övmelerini veya yermelerini değil, gerçekten yazdığım gibi mi olduğunu, kendilerinde okudukları kelimelerin, benim yazdığım kelimeler mi olduğunu söylemelerini bekleyecektim.’

‘Çünkü en büyük korkularımız da, en büyük umutlarımız da, gücümüzü aşan şeyler değildirler; zamanla korkularımızı yenebilir, umutlarımızı gerçekleştirebiliriz.’

‘Bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir. İnsanoğlunun zihinsel hayatı, hayvansal ve fiziksel hayatın mucizevi bir şekilde mükemmelleşmiş bir aşamasından ziyade, manevi hayatın düzenlenişinde bir kusur, tekhücreli hayvanlarla poliplerin ortak hayatı kadar, balinaların bedeni vs. kadar ilkel bir aşamadır şüphesiz. Beden, zihni bir kalenin içine hapseder; çok geçmeden, kale dört bir yandan kuşatılır ve sonunda zihin teslim olmak zorunda kalır.’

‘Çünkü doğadaki her tür verimli özgecilik, bencilce bir şekilde gelişir; bencillik içermeyen insan özgeciliği kısırdır, çalışmasını bir yana bırakıp bedbaht bir dostunu ağırlayan, bir kamu görevini kabul eden veya propaganda yazıları yazan bir yazarın özgeciliğidir.’

‘Hafizamla mücadele eden bir benliğim vardı, ama sonra fark ettim ki, hafızam çekilip gittikçe, bu benliği de yanında götürüyordu.’

‘Ben diyorum ki, sanatın acımasız yasası uyarınca, insanların, kendimizin, ıstırabın her türünü tattıktan sonra  ölmesi gerekir ki, unutuşun değil, ebedi hayatın çimleri, verimli eserlerin gür otları uzasın, gelecek nesiller neşe içinde, altında uyuyanlara aldırmadan gelip "kırda yemek"lerini yiyebilsinler.’

‘En azından bu evrende yer alan insanı, yer değiştirdiğinde bedenin değil, yaşadığı yılların uzunluğunu taşımak zorunda olan ve giderek ağırlaşan bu yükün altında nihayet ezilen birer varlık olarak tasvir edecektim mutlaka.’

‘İşte bu yüzden, eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, her şeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’

Swann’ların Tarafı
‘Golo, kafasında kötü emellerle, kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, bir tepenin yamacında yer alan koyu yeşil, kadifemsi, üçgen korudan çıkar, sıçraya sıçraya zavallı Brabant'lı Genoveva'nın şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin oluklarına sürülen çerçeve içindeki oval camın şekline uyacak biçimde yuvarlak kesilmişti. Görünen şey, şatonun duvarının bir parçasıydı sadece, önünde de, Genoveva'nın, belinde mavi kemeriyle hayallere dalmış olduğu geniş bir fundalık vardı. Şatoyla fundalık sarıydı, ama ben onları görmeden de ne renk olduklarını biliyordum, çünkü çevrenin içindeki camdan önce, Bramant isminin altın parıltılı esmer tınısı, renklerini açıkca göstermişti bana. Golo bir an durur, büyük halamın yüksek sesle okuduğu hikayeyi üzgün üzgün dinler, gayet iyi anlıyormuş gibi gözükür, ihtişamdan yoksun sayılamayacak bir uysallıkla, hareketlerini metinde verilen bilgilere uydururdu; sonra da, aynı kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Atının üzerindeki ağır ilerleyişini hiçbir şey durduramazdı. Fener yerinden kıpırdatılsa da, Golo'nun atının, penceredeki perdelerin üzerinde ilerlemeye devam ettiğini, perdenin kıvrımlarıyla şişip araliklarına battığını görürdüm. Golo'nun atı kadar doğaüstü yaradılıştaki kendi bedeni de, karşısına çıkan bütün maddi engeller, yolunu kesen nesneleri kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek, hapsinin üstesinden gelirdi; hatta kapı tokmağına bile rastlasa, kırmızı giysisi veya hep aynı asaleti ve hüznü koruyan, ama bu omurga naklinden ötürü en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermeyen solgun çehresi, derhal kapı tokmağının üzerine yerleşir, her zamanki yenilmezliğiyle üstünden kayıp geçerdi.’

‘Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye  ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.’

‘Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya bahtsızlığının bize yaşattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya bahtsızlığın sureti aracılığıyla ortaya çıkar ancak; tarihteki ilk roman yazarının yaratıcılığı, duygu mekanizmamızda zorunlu tek unsurun bu suret olduğunu ve dolayısıyla, gerçek kişileri ortadan kaldırıvermekten ibaret bir sadeleştirmenin, belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktı.’

‘Gerçekten bulabildiğimiz tutkular, başkalarının tutkularıdır ancak; kendi tutkularımız hakkında bilebildiklerimizi ise, başkalarından öğrenmişizdir.’

‘Tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.’

‘Coşkunluğum, çit boyunca uzanan, yakında yerini yabangüllerine bırakacak olan akdikenlerin kokusunu, iki yanı ağaçlı, çakıllı bir yolda yankısız bir ayak sesini, ırmakta yetişen bir bitkiye yapışarak bir anda patlayıveren su kabarcığını yılların ötesine taşımayı başarmış, bu arada etraftaki yollar silinmiş, o yolların üzerinde yürüyenler de, onların hatırası da ölmüştür. Bazen bu şekilde bugüne kadar gelmiş olan manzara parçası, öylesine tek başına ve herşeyden uzakta belirir ki, zihnimde çiçekli bir Delos gibi başıboş yüzer, hangi ülkeden, hangi iklimden -belki de sadece hangi rüyadan- çıkıp geldiğini bilemem.’

‘"İşte o", diyordu kendi kendine."O"nun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi, gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir. Swann'ın aşkı da öylesine ilerlemiş bir hastalıktı, Swann'ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hatta ölümden sonrası için arzuladıklarına öylesine nüfuz etmişti, Swann'la öylesine bir bütün teşkil ediyordu ki, Swann'ın kendisini de paramparça etmeden bu aşkı ondan söküp atmak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.’

‘Benim bildiğim gerçeklik artık yoktu. Mme Swann'ın, tıpkı eskisi gibi, aynı anda ortaya çıkmaması bile, caddenin farklı olması için yeterliydi. Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanlar ki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup giderler.’

Guarmentes Tarafı
‘Oradaki hareketlerinin sadece bir oyun olduğunu gayet iyi anlıyordum; (kuşkusuz önemli kısmını burada yaşamadıkları) gerçek hayatlarının sahnelerine bir giriş mahiyetinde, benim bilmediğim kurallar gereği, aralarında kararlaştırarak şekerleme ikram eder, ikramı reddeder gibi yapıyorlardı; bu jest, parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen bir balerinin hareketi gibi anlamını kaybetmiş, önceden belirlenmişti.’

‘Bu yüzden de, samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratan eserler, gerçekten güzel olanlardır; çünkü fikirler kolleksiyonumuzda, özel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.’

‘Birden, kırılma yasaları gereği, iki mavi gözün telaşsız akımında, bireysel varoluştan yoksun, tekhücreli bir hayvan olan benim bulanık şeklim, şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirdiği anda, bu gözlerin bir ışıkla aydınlandığını gördüm: Tanrıçayken kadına dönüşen ve birden bana bin kat daha güzel görünen düşeş, locanın kenarına dayalı beyaz eldivenli elini bana doğru kaldırdı ve dostluk işareti olarak salladı; bakışlarım, prensesin gözlerinin alevleriyle, iradedışı akkoruyla karşılaştı; kuzininin kimi selamladığını görmek için gözlerini hareket ettirmesi, onun haberi olmadan gözlerin tutuşmasına yetmişti; beni tanımış olan kuziniyse, tebessümünün ışıltılı, tanrısal sağanağını üzerime yağdırdı.’

‘Bu yabancı dünyada yaşayanların sürdüğü hayat harikulade olmalıymış gibi gelirdi bana; evlerin aydınlık pencereleri, içine girmediğim hayatların gerçek  ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne serer, beni sık sık karanlığın ortasında uzun süre kıpırtısız tutardı.’

‘Hayatın en ilgisiz görüntülerinde bile, düşünceyle yüklü olan gözümüz, tıpkı klasik bir trajedi gibi, olaya katkısı olmayan bütün görüntüleri eler ve sadece hedefi anlaşılır kılabilecek olan  görüntüleri tutar.’

‘Bu iki ayrı kişiyi görünce (çünkü ben "Rachel ne zaman ki Tanrı'nın"la bir randevu evinde tanışmıştım) anladım ki, erkeklerin uğruna yaşadığı, acı çektiği, birbirini öldürdüğü bir çok kadın, kendi içinde veya başkalarının gözünde, benim için Rachel neyse, o olabilirdi.’

‘Ben sahanlıkta durumu umutsuz olan büyükanneme bakarken, profesör hala bağırıp çağırıyordu. Her insan yalnızdır gerçekten. Evimize dönmek üzere tekrar yola koyulduk.’

‘Öyle bir dönem olmuştur ki, Fromentin'in resimlerinde pekala tanıdığımız nesneleri, Renoir'in resimlerinde tanıyamamışızdır.’

‘Bir genç kızın, bir sahille, bir kilise heykelinin örülü saçlarıyla, bir oymabaskıyla, onu her görüşümüzde, sevimli bir tabloyu sevmemize sebep olan herhangi bir şeyle oluşturduğu büyüleyici bileşimlerin hiçbiri, pek kalıcı değildir. Bir kadınla sürekli birlikte yaşamaya başlayın, onu sevmenize yol açan şeylerin hiçbirini göremez olursunuz; şüphesiz, birbirinden ayrılan bu iki unsuru, kıskançlık tekrar birleştirebilir.’

‘Beni üzen şey, hemen hemen bütün evlerde, mutsuz insanların yaşadığını görmekti. Birinde bir kadın, kocası kendisini aldattığı için sürekli ağlıyordu. Bir diğerinde, durum tam tersineydi. Bir başka evde, ayyaş oğlundan öldüresiye dayak yiyen çalışkan bir anne, ıstırabını komşulardan gizlemeye çalışıyordu. İnsanlığın yarısı ağlıyordu. Bu ağlayan yarıyı tanıdığımda, o kadar sinir bozucu buldum ki, acaba (sadece meşru mutluluk kendilerinden esirgendiği için ve karılarından ya da kocalarından başkalarına karşı sevimli ve vefalı olan) aldatan eşler mi haklı diye düşündüm.’

‘Tarihçiler, halkların hareketlerini, kralların iradesiyle açıklamaktan vazgeçmekle hata etmemişlerdir, ancak, kralların iradesinin yerine, sıradan yurttaşın psikolojisini koymaları gerekir.’

‘Ne var ki, Guermantes'ların bu koreografi zenginliğini burada tasvir etmek, bale topluluğunun geniş kapsamı nedeniyle mümkün değildir.’

‘Davetler mevsimi denilen o yerleşik dönemde, buharlı gemiyle yolculuk gibi bir icadın yanında, buharlı geminin icadı bile önemsiz kalırdı.’

‘Ama M.de Germantes ve M.de Neauserfeuil için "soyluluğun" ne olduğu, benim umurumda değildi; bu konuda yaptıkları konuşmalarda, ben, sadece şiirsel bir haz peşindeydim. Bu hazzı, tarımdan söz eden çiftçiler, gelgitten söz eden gemiciler gibi, kendileri farkına varmadan veriyorlardı bana; bu gerçeklikler kendilerinden bağımsız olmadığı için, benim bizzat onlardan çıkardığım güzelliği, kendilerinin bulması imkansızdı.’

‘İşte bu şekilde, aristokrasi, hantal yapısıyla, fazla ışık almayan, az sayıda penceresiyle, tıpkı Romanesk mimari gibi ruhsuz, ama aynı zamanda yoğun, gözü kapalı bir güce sahip oluşuyla, tarihin tamamını kapatır, hapseder, karartır.’

‘Büyük soylular, bizim için köylüler kadar eğitici olan yegane insanlardır neredeyse; konuşmalarını toprağa ilişkin şeyler, eski halleriyle malikaneler, eski adetler ve para dünyasının hiç bilmediği şeylerin hepsi süsler. Özlemleri bakımından en ılımlı aristokratın, yaşadığı çağı yakaladığını farzetsek bile, çocukluğunu hatırladığında, annesi, amcaları ve büyük teyzeleri, günümüzde neredeyse hiç bilinmeyen bir hayatla ilişki kurmasını sağlarlar.’

‘Guermantes'lar daima son kavgalardan haberdar olmamaktan, insanların, onların aracılığıyla birbirleriyle barışmak isteyeceğinden korkarlardı.’

 Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
‘İsteklerimiz hep içiçe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.’

‘Hayat, seven insanların daima bekleyebileceği mucizelerle doludur. Benim yaşadığım mucizenin, annem tarafından yapay olarak yaratılmış olması mümkündür.’

‘Aşkla birlikte, aşkını gösterme arzusu da sona ermişti.’

‘Bu sonatın bana verdiklerini ancak ayrı ayrı zamanlarda sevebildiğim için, hiçbir zaman tamamını ele geçiremedim; hayata benziyordu bu sonat. Ne var ki, hayat kadar aldatıcı olmayan bu büyük şaheserler,  bize önce en iyi taraflarını vermekle işe başlamazlar. Vinteuil'ün sonatında, en önce keşfedilen güzellikler, aynı zamanda en çabuk bıkılanlardır; kuşkusuz aynı sebepten ötürü: daha önce bildiklerimizden en az farklı olanlar bunlar oldukları için. Ancak, bu güzellikler uzaklaştıktan sonra, dimağımıza karışıklıktan başka bir şey sunamayacak kadar yeni olan üslubunun bizim için anlaşılmaz kıldığı, el değmemişliğini koruduğu bir cümle kalır seveceğimiz; o zaman, her gün fqrkına varmadan önünden geçtiğimiz, bekleyen, sırf güzelliğinin gücüyle görünmez olup bilinmezliğini korumuş olan cümle, en son gelir bize. Ama en son terkedeceğimiz de odur. Üstelik ona olan sevgimiz, diğerlerinden uzun sürecektir; çünkü onu sevmemiz daha fazla zamanımızı almıştır. Zaten, biraz derin bir eseri bir bireyin kavraması için gereken zaman- benim için bu sonat konusunda olduğu gibi- gerçekten yeni olan bir şaheseri kitlelerin sevebilmesi için gereken yılların, hatta bazen asırların, küçük bir örneği, adeta simgesidir. Bu yüzden de dahiler, halkın kavrayışsızlığından kurtulmak için, çağdaşlarının yeterli mesafeden yoksun olduğu gerekçesiyle, gelecek kuşaklar için yazılmış olan eserlerin, ancak gelecek kuşaklar tarafından okunması lazım geldiğini düşünebilirler, tıpkı bazı resimlerin, fazla yakından bakıldığında yanlış değerlendirildiği gibi. Ama aslında yanlış hükümlerden kaçınmak için alınan bütün korkakça önlemler faydasızdır, çünkü yanlış hükümler kaçınılmazdır(...) Gelecek kuşaklar dediğimiz şey, eserin gelecekteki kuşaklarıdır. Eserin (...) kendi gelecek kuşaklarını kendisinin yaratması gerekir. Yani eser bir kenarda tutulmuş, sadece gelecek kuşaklar tarafından tanınmış olsaydı, bunlar bu eser için gelecek kuşaklar değil, sadece elli yıl sonra yaşamış bir çağdaşlar topluluğu olurdu. Bu yüzden de sanatçının, eserinin yolunu izlemesini istiyorsa eğer, yeterince derinliği olan bir yere, uzak geleceğe, eserini fırlatması gerekir.’

‘Hiç şüphesiz, isimler keyfi ressamlardır; bize insanların ve ülkelerin o kadar kendilerine benzemeyen taslaklarını çizerler ki, çoğu kez karşımızda hayal edilmiş dünya yerine görünür dünyayı bulduğumuzda donar kalırız (aslında duyularımızın benzetme yeteneği de hayalgücümüzünkinden pek fazla olmadığından, görünür dünya da gerçek dünya değildir; öyle ki, gerçekliğin elde edebileceğimiz nihayet yaklaşık resimleri, görülen dünyadan, en az görülen dünyanın hayal edilenden farklı olduğu kadar farklıdır).’

‘Aynı şekilde, dahice eserler üreten kişiler, en seçkin çevrede yaşayan, en parlak konuşma biçimine, en geniş kültüre sahip kişiler değil, birdenbire kendileri için yaşamayı keserek kişiliklerini bir aynaya, sosyal ve hatta bir bakıma zihinsel açıdan sıradan bir hayat da olsa, hayatlarını yansıtacak bir aynaya dönüştürecek güce sahip olanlardır; çünkü deha, yansıtılan görünümün özündeki değere değil, yansıtma gücüne bağlıdır.’

‘Nasıl ki Kilise Babaları'nın çoğu, iyi oldukları halde insanlığın günahlarını tanımakla işe başlamışlar ve bu yoldan azizliğe ulaşmışlarsa, çoğu kez büyük sanatçılar da, kötü oldukları halde, bütün insanlığa bir ahlak kuralı tasarlayabilmek için ahlaksızlıklarından yararlanırlar.’

‘Kalıcılık ve süreklilik, hiçbir şeye bağışlanmamıştır, acıya bile.’

‘Bazı durumlarda, yerleşiklik, günleri hareketsizleştirdiğinden, zaman kazanmanın en iyi yolu, yer değiştirmektir.’

‘Hatıralarım, kusurlarım ve kişiliğim, var olmama fikrini kabullenemiyorlar, benim için ne hiçlik istiyorlardı, ne de kendilerinin olmadığı bir edebiyat.’

‘Araba beni, tek gerçek olduğuna inandığım, beni gerçekten mutlu edbilecek şeyden uzağa sürüklüyordu; hayatım gibi.’

‘Kaybetmekten en çok korktuğumuz zenginlikler, kalbimiz tarafından ele geçirilmedikleri için, dışımızda kalmış olanlardır. Dostluğun faziletlerini birçok insandan daha iyi temsil edebileceğimi düşünürdüm (çünkü dostlarımın iyiliği, benim için daima, başkalarının bağlı olduğu, benimse önem vermediğim kişisel çıkarlardan önde gelecekti); ama benim ruhumla başkalarının ruhları arasında -her birimizin kendi ruhları arasında olduğu gibi- var olan farklılıkları arttırmak yerine, ortadan kaldıracak bir duygu aracılığıyla mutluluğu tatmam mümkün değildi. Buna karşılık zihnim zaman zaman Saint-LouPda, kendisinden daha genel bir varlığı, içindeki bir ruh gibi uzuvlarını hareket ettiren, davranışlarını ve faaliyetlerini düzenleyen "soylu"yu seçerdi; işte böyle anlarda onun yanında olsam da, yalnızdım; tıpkı ahengini kavrayabildiğim bir manzara karşısında olduğum gibi. Sant-Loup, düşüncemin derinleştirmek istediği bir nesne olurdu sadece. Robert'de daima, kendisinin tam da olmak istemediği bu geçmişten kalan yaşlı varlığı, bu aristokratı bulmak, bende büyük bir mutluluk yaratıyordu; ama dostluğun değil, zekanın getirdiği bir mutluluk.’

‘Onların bulunacağı bir şehre gitsem, bulmayı umduğum, deniz olurdu. Bir kişiye duyulan ve diğer her şeyi dışlayan aşk, daima başka bir şeye duyulan aşktır.’

‘Bir kadına aşık olduğumuzda aslında yaptığımız şey, bir ruh halimizi ona yansıtmaktır; dolayısıyla önemli olan kadının değeri değil, ruh halinin derinliğidir.’

‘Hayatın verileri sanatçı için önemli değildir; dehasını ortaya dökmek için birer imkandırlar sadece.’

‘Genç kızla memleketini birbirinden kimse ayıramazdı. Genç kız, memleketidir.’

Sodom ve Gomora
‘Giysilerin benzerliği ve ayrıca, dönemin genel anlayışının çehrede yansıması, bir insanda, sadece sözkonusu kişinin izzetinefsinde ve başkalarının hayalinde  büyük bir yer tutan sınıfına oranla, o kadar önemli bir yer kaplar ki, Louis-Philippe dönemindeki büyük bir soylunun, XV. Louis dönemindeki büyük bir soyludan  çok Louis-Philippe dönemindeki bir burjuvaya benzediğini farketmek için, Louvre'un galerilerini dolaşmaya gerek yoktur.’

‘Sevgi bittikten sonra bile, sevmiş olmak tamamen anlamsız değildir, çünkü daima başkalarının anlayamadığı nedenlerle sevilir. Bu hislerin hatırasının sadece benliğimizde olduğunu hissederiz; onu görmek için, kendi içimize bakmamız gerekir. Bu idealist jargonla alay etmeyin lütfen, ama benim söylemek istediğim şu: Hayatı da, sanatı da çok sevdim. Eh, şimdi de başkalarıyla bir arada yaşayamayacak kadar yorgun düştüğümden, yaşamış olduğum bu son derece kendime ait, eski duygular, bütün kolleksiyoncularda görülen saplantı yüzünden, çok değerli geliyor bana. Kalbimi bir vitrin gibi kendi önüme açıp başkalarının bilemeyeceği onca aşka tek tek bakıyorum. Artık diğer kolleksiyonlarımdan daha fazla bağlı olduğum bu kolleksiyon için de, kendi kendime biraz Mazarin'in kitapları için dediği gibi, esasen hiçbir kaygı da duymadan, bütün bunlardan ayrılmanın çok can sıkıcı olacağını söylüyorum.’

‘Çünkü tam olarak telaffuz etmekten guru duyduğumuz Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer "dil yanlışı"dır aslında; bizim lisanımız birkaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü.’

‘Sözü en çok dinlenen hekim, hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.’

‘Ölenlerin üzerimizdeki etkisi yaşayanlarınkinden de fazladır, çünkü hakiki gerçeklik sadece zihin tarafından ortaya çıkarılabildiği, manevi bir işlemin nesnesi olduğu için, ancak düşünce yoluyla yeniden yaratmak zorunda olduğumuz, gündelik hayatın bizden gizlediği şeyleri gerçek anlamda bilrebiliriz... Son olarak da, ölülerimize üzülme ibadeti içinde, onların sevdiği şeyleri putlaştırırız.’

‘Ama attığım her adımda, Casino'nun, ilk gece onu beklerken Duguay-Trouin anıtına kadar yürüdüğüm sokağın unutmuş olduğum bir yanı, karşı duramadığımız bir rüzgar gibi, ilerlememe mani oluyordu; görmemek için başımı önüme eğiyordum. Biraz kendimi toparladıktan sonra, otele, eskiden, gelişimizin ilk gecesinde içeride bulduğum büyükannemi bundan böyle ne kadar beklesem de bulamayacağımı bildiğim otele dönüyordum.’

‘Ama yola vardığım an, gözlerim kamaştı. Büyükannemle ağustos ayında, aynı yerde elma ağaçlarının sadece yapraklarını ve yerleşimlerini görmüşken, şimdi inanılmaz bir şatafat içinde, göz alabildiğine çiçek açmışlardı, üzerlerinde balo kıyafetleri, ayakları çamur içindeydi, güneşte parlayan, görülmedik güzellikteki pembe saten giysilerini kirletmemeye zerrece özen göstermiyorlardı; ta ufuktaki deniz, elma ağaçlarına, Japon baskılarını andıran bir fon oluşturuyordu; başımı kaldırıp çiçeklerin arasından baktığımda, gökyüzünün mavisini daha parlak, neredeyse çiğ gösteren çiçekler, sanki bu cennetin derinliklerini açığa çıkarmak için aralanıyorlardı. Bu göğün altında, hafif ama soğuk bir esinti, kızaran demetleri hafifçe titretiyordu. Gökçe baştankaralar, uysallıkla, sanki canlı bir güzelliği bir egzotizm ve renk meraklısı yapay olarak yaratmış gibi, gelip dallara konuyor, çiçeklerin arasında sıçrıyorlardı. Ama bu güzellik insanı, gözünü yaşartacak kadar duygulandırıyordu, çünkü her ne kadar incelikli sanat etkisi yapsa da, insan doğal olduğunu, bu elma ağaçlarının, Fransa'nın bu büyük yolunun üzerinde, köylüler gibi kırın ortasında bulunduğunu hissediyordu. Sonra birdenbire güneş ışınlarının yerini yağmur ışınları aldı; ufku baştan başa çizip elma ağaçları sırasını gri ağları içine hapsettiler. Ama ağaçlar o çiçekli, pembe güzelliklerini, inen sağanakla buz gibi soğuyan rüzgarda, dimdik sergilemeye devam ediyorlardı: bir ilkbahar günüydü.

‘Olayın, benim nazarımdaki, katiyen saydam olmayan ve arkasında hangi gerçeğin bulunduğunu göremediğim camın, benim bulunduğum tarafından bakıldığında görünüşünden söz ediyorm).’

Bütün kadınların namuslu olmadığına dertlenmek, yani bunun farkına varmak için, aşık olmak gerekir; namuslu kadınların da olmasını dilemek, yani buna inanmak için de keza, aşık olmak gerekir. Istırabın peşinde koşmak ve hemen ardından da ıstıraptan kurtulmaya çalışmak, insani bir davranıştır. Bizi ıstıraptan kurtarabilecek sözlerin doğruluğunu kabul etmeye eğilimliyizdir; etkili bir müsekkin uzun uzadıya tartışılmaz. Ayrıca sevdiğimiz kişi ne kadar çok yönlü olursa olsun, bize ait gibi mi, yoksa arzuları bizden başkasına yöneliyormuş gibi mi göründüğüne bağlı olarak, başlıca iki kişilik sunar bize. Birinci kişilik, ikincinin gerçekliğine inanmamızı engelleyen özel bir güce, ikincinin yarattığı ıstırapları giderecek özel bir sırra sahiptir. Sevilen kişi sırasıyla hastalığın kendisi ve acıyı donduran, ağırlaştıran ilacıdır.

‘Benim gözümde nesnelere değer kazandıran izlenimler, başkalarının yaşamadığı veya önemsiz diye hiç düşünmeden bir kenara attığı duygular oldukları ve dolayısıyla, bu izlenimleri ifade edebilsem bile ya anlaşılmayacakları ya da küçümsenecekleri için, onları kullanmam imkansızdı.

‘Benim kaderimin, sadece hayaletleri, gerçeklikleri büyük ölçüde benim hayalimde yatan insanları izlemek olduğunu hatırlatıyorlardı bana; gerçekten de, öyle insanlar vardır ki - benim durumum da, çocukluğumdan beri böyle olmuştu- servet, başarı, yüksek mevkiler gibi, başkaları tarafından doğrulanabilir, sabit bir değeri olan şeylerin hiçbiri, onların gözünde önem taşımaz; onların ihtiyaç duyduğu şey, hayaletlerdir. Bir hayalete rastlamak uğruna, diğer her şeyi feda ederler, her yolu dener, her imkanı kullanırlar. Ama hayalet, kısa sürede yok olup gider; bunun üzerine, tekrar birinciye dönecek de olsalar, bir başka hayaletin peşinde koşarlar.’

‘Çünkü özünde, sınıflar arasında asla fark gözetmezdim. Bir şoförden beyefendi diye söz edildiğini duyduğumda yaşadığım ve ancak bir haftadır kont olduğundan, ben, "Kontes biraz yorgun görünüyorlar" dediğimde kimden söz ettiğimi anlamak için dönüp arkasına bakan Kont X..'inkine benzeyen şaşkınlık, sadece bu kullanıma alışkın olmayışımdan kaynaklanıyordu; işçiler, burjuvalar ve büyük soylular arasında asla fark gözetmezdim ve aynı rahatlıkla, hepsiyle arkadaşlık edebilirdim. Yine de ilk tercihim işçiler, ikincisi de büyük soylular olurdu, onları daha çok beğendiğimden değil de, büyük soylular, belki burjuvalar gibi işçileri küçümsemediklerinden, belki de güzel kadınların, büyük mutlulukla karşılanacağını bildikleri tebessümleri seve seve dağıtmaları gibi, karşılarında kim olursa olsun, rahatlıkla kibar davranabildiklerinden, işçilere karşı, burjuvalara oranla daha terbiyeli olabildikleri için.

‘Çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim düşüncesiyle, ağlamaya hazırdım. Tıpkı gazete okurken, dokunaklı bir kelimeyi önceden sezişimiz gibi, gözyaşlarına boğulmak için, uçağı görmeyi bekliyordum.’

‘Tren tarifesinin, Doncieres yoluyla Balbec-Douville sayfasını, şimdi bir adres defterine bakarcasına mutlu bir sükunetle inceleyebilirdim. Yamaçlarına, görünür olsun olmasın, kalabalık bir arkadaş grubunun asılı olduğunu hissettiğim, ba fazlasıyla sosyal vadide, akşamın şiirsel çığlığı, artık gecekuşlarının veya  kurbağaların sesleri değil, M. de Criqetot'nun "Ne haber?" ve Brichot'nun da "Haire!" haykırışlarıydı. Hava artık yüreği daraltmıyor, sadece insan buğularıyla dolu olduğundan, kolaylıkla solunabiliyordu, hatta aşırı sakinleştiriciydi. Bundan, hiç değilse olayları sadece pratik açıdan görmek gibi bir yarar sağlıyorum. Albertine'le evlenmek bana çılgınlık gibi geliyordu.’

‘İnsanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı; onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım. Hatta bu aşklarda (aşka genellikle eşlik eden, ama onu oluşturmaya tek başına yetmeyen fiziksel hazzı bir yana bırakıyorum), kadın görüntüsünün ardında, meçhul tanrılara seslenircesine, kadına eşlik eden bu görünmez güçlere seslendiğimizi düşünme eğilimindeyim. İyi niyetine muhtaç olduğumuz, somut bir haz alamadan temas kurmayı istediğimiz varlıklar, bu güçlerdir. Kadın, kendisiyle buluştuğumuzda, bizi bu tanrıçalarla ilişkiye sokar ve daha fazla bir şey yapmaz.

‘Onu, sıkıntımı hafifletmek için, Combray'de annemi öptüğüm gibi öperken, neredeyse

Edip Cansever - Üçlükler

I
Gülümse! gör ölümsüz karşılığını bunu
İşte
Lambalar, bardaklar, çiçekli güz sürahileri.

II
Günün ilk saatleri
İyi biliyorum, ilk saatlerini günün
Peki, nedir öyleyse bu sabah silintisi.
III
Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.

IV
Neden aklıma geliyor istasyon büfesindeki duruşun
Hava soğudu -kasımın son günleri-
Kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum.
V
Bir gemi geçiyor, sessiz bir gemi
Oysa yolcularla dolu içi
Girince gemiye kimseler yok -dalgalardan başka-
VI
Bütün gün yağmur yağdı
Ya da bir gün içinde bir yıldan fazla
Günü ıslattı bu yağmur.
VII
Nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiğ tanesinin.

VIII
Gölgen yok senin, ayak izlerin yok
Neden mi? acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok mutsuzluk yok 
 

Tezer Özlü - Kar


-Esin'e-
Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum.Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. 
 
Bilmiyorum. 
 
Hatırlamıyorum.
 
Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyimonları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.

İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.

Yok hiç bir şey.

Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum.

Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta.

Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç. Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben
onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.

Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum.

Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.

Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım.

Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük eviniçinde herbirimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu.

O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı.

Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.

Ağlıyor musun? derdim.
Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi.
Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku.
Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı.
Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum.
Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.
Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim.
Napıyorsun? dedim.
Kendimi öldürüyorum, dedi.
Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum.
Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik.

Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi.

Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi.

Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı.

Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni.

Niçin çukura girdin? dedim.

Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.)
O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu.

Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?

Kendi ölümümden?

Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum.

Bilmiyorum. Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden.

Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.
Onlar önden gidiyorlar.
Ben arkadan.
Kar onların dizlerine geliyor.
Benim omzuma.
O kadın nereye götürüyor bizi?
Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.

Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?

Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?

1966
Eski Bahçe, Eski Sevgi