14 Ekim 2020

Lokman Hekim "İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha iyi bir şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında da yürekten ve dilden daha kötü bir şey yoktur."





E. E. Cummings "Güneş ışığını yalnızca sevgililer giyer."




Haydar Ergülen - Resim

mavi deniz yeşil ağaç mor sokak duvarda duvarda 

yaşlı atların çektiği bir fayton 

palmiyeler örtmüş aşı boyalı evin yüzünü 

soluk turuncu ceketiyle yorgun bir adam 

yüzüne bir kimlik gibi düşürmüş hüznünü 

öyle yorgun ki girivermiş resmin içine 

elinden tutmuş bir aşkı gezdiriyor.

 

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) - Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek

Yaşasın Deniz
Büyük Sali Adasının, Bodrum Yarımadası kıyılarına bakan geniş bir koyuydu. Ay şeklindeki kıyısı kuşak kuşak beyaz, açık yeşil, koyu yeşil, mavi ve menekşe renkleriyle kıvrılıyordu. Hafif hafif üflemek- te olan sağnaklar, bu maviler kuşağının üzerinden yol yol leylak renkli pırıltılar yürütüyordu. Arada sırada yelpazeleyen esintiler ise açıklarda koyu mavi ürpertiler gezdiriyordu. Deniz fısıldıyor, susuyor, mırıldanıyor, gargara ediyordu. Üç balıkçı, iki üç mil uzunluğundaki paraketelerini derin sulara döşedikten sonra yemek pişirmek ve geceyi geçirmek için bu koya geldiler. Paraketeleri ertesi sabah kaldıracaklardı. 
 
Dağ taş mavi mavi tütüyordu sıcakta. Üç balıkçı güneş batarken, kıyı kumlarının üzerine iki taştan bir ocak yaptılar ve ateş yaktılar. Balık çorbası pişireceklerdi. En yaşlıları, vadilerde yükselen açık mavi gölgeleri göstererek, "Buna, günün elvedası derler. Eh, biz de yaşımızı başımızı bulduk. Artık dünyaya elvada diyecek yaşa vardık," dedi, durdu Sesi kırılır gibi oldu. "Sanki neye yaradı," diye ekledi yorgun argın. "Çocukluğumda köydeki evimizde bir pencere vardı, denize bakardı. Saatlerce denizi seyrederdim. Kaptandı babam. Denize öyle bakma, o her şeyi kırar; tahtayı da, çeliği de, senin kemiklerini de, yüreğini de kırar da kırar. Onu ise hiçbir şey kıramaz," derdi. 
 
Büyüyor, gürbüzleşiyordum. Deniz gürül gürüliçime dolarken, babamın sözleri de öylesine çıkıp uzaklaşıyordu benden. Gemici yazıldım. Geminin arkasına gittim, dümen suyunu gördüm. İşte hayatımın iziydi bu. Uzayan dümen suyu nerede bitecektiacaba? Gördüğüm engin neydi? Böyle düşünürken enseme bir yumruk yedim. Gemici çavuşuydu. "Senin postan çalışıyor, sen neden aylak aylak dolaşıyorsun buralarda," diye çıkışıyordu. İşte ondan sonra suyuyla, dalgasıyla, ufkuyla, gökkuşağıyla hep denizde bulundum. Güneye, kuzeye gittim. Güneşi, ayı kovaladım. Bu denizden şudenize vardım. Bugün iliklerime dek dondum, ertesi gün gövdemin bütün suyunu terledim. Deniz beni bir yukarıya savurdu, bir aşağı çöktürdü. Bir gemiden başka birine geçtim. Limandan yolculuğa, yolculuktan bir başka limana çıkıp girdim, girip çıktım. İki üç yılda bir, çocukluk düşlerimin yığıldığı pencereye gidip otururdum. Deniz orada bir başka türlü görünüyordu. 
 
Serpilip gelişmiştim, anam çökmüştü, incelmişti. Elleri bir deri bir kemik kalmış, sırtı kamburlaşmıştı. "Denizcilikten başka iş göremez misin?" diye sordu bir gün bana. Sustum. "Ne zaman gideceksin?" dedi bu kez. Yine ses çıkarmadım. Çıkıp kapının eşiğine oturdum. Bir şey düşünemiyordum. Denizlerle dolu gözlerimi denizlerden ayıramıyordum. Yüreğim bir o yana, bir bu yana çekiliyordu. Kalkıp içeri girdim. Ocağın yanına dikildim. Babam da öyle yapardı sağlığında. Annem, aynı babama sorduğu gibi, "Evde birkaç hafta kalacaksın, değil mi oğlum?" dedi. "Hayır" dedim, "gidiyorum yarın." Bir yıl sonra anam, gidip onu göremeyeceğim bir yere gitti. İyi oldu ama. Çünkü artık hangi denizde olduğumu düşünüp üzülmez, geriye dönüşümü beklemezdi. Torbamı hazırlarken, yamaladığı kaba saba çoraplarımla birlikte, sanki yüreğini yırtıp sevgisini de koyardı. Babam gibi ben de ertesi günü çıkar, giderdim denizlere. Kulaklarım, onun hüngür hüngür ağlayışlarıyla dolardı. 
 
Yol ıssızlaşır, içim donup kalırdı. Artık dönüp gideceğim ev yoktu. Yabancısı olduğum koca kentlere çıkardım. Yüksek, büyük binaların arasında yürürdüm. Bir gün, bir kadına rastladım. Gülümsedi, gülümsedim. Tanımıyordum. Ama gülümsüyordu ya bana... Varsın para için olsun. Hem para için olmayacakmış da ne için olacakmış? "Konyak içini ısıtır," dedi. Asıl gülümsemesi ısıtıyordu içimi. Bir de gövdesi... Bütün insanlar onun gülümsemesinden, dudaklarından bana doğru gülümsüyorlardı sanki. İçimin buzları eriyordu. Ona sesim değil, yüreğim konuşuyordu. Donmuş yüreğimin dili çözülmüştü. Bir ses, "Duyduğun iç soğukluğu zamandan da eskidir. Deniz aldığı her insanın yüreğini bununla doldurur," diyordu içimden. Isındım o gece. Bütünüyle aydı, yıldızdı, güneşti, sıcaklıktı, yumuşaklıktı o gece. O gece uyudum. Uykudan da derin bir uykuyla... Başımdan harıl harıl boşanıyordu deniz. Planlar yaptım, parçaladım. Güldüm, katıldım, türkü söyledim. "Evlenelim," dedim sonra. Kadın, uzun uzun denize baktı pencereden. İçini çekti. "Seferden dönüşte yine gel," dedi. "Sana gelmem bir daha." "Zarar yok," dedikten sonra durdu, sonra devam etti, "bilirim sen ne denizcisin!" dedi. Yürüdüm çıktım. Limana gittim. Bir kaptanla konuştum, ateşçi yazıldım. 
 
Gemicilerin birisi, rastladığı age 152 sarışın bir şişmandan, öteki kapkara bir karabiberden, birisi ipincesinden, daha başkası irikıyım anaç bir izbanduttan söz etti. Ben artık, buralarda yurdumun özlemini çekiyordum. Burada evleneceğimi söyledim, bana, "Budala," diye güldüler. İçki içtik. Türkü söyledik, denize küfrettik, "Deniz, deniz, zehirli deniz!" dedik, gemi­ den gemiye, limandan limana geçtik. Denizi ne kadar çok seversen, o kadar da çok sevmezsin! Neyse, geldik evlendik. Elimizden ne gelir? Denizcilik! İşte şimdi eğreti kayıkta balıkçılık ediyoruz. Artık güneş batıyordu. Sali Adalarının küçükleri koyu çelik mavisi bir denizin üzerinde kırmızı meşaleler gibi yanıyorlardı. Yaşlı balıkçı, "Balıkçılığa başlayalı yirmi yıl geçti. Şu madrabaz Kazdağlı Süleyman'a bir türlü borcumu ödeye- medim. Belki on bin kez balığa açılmışımdır, belki beş yüz mil kürek çekmişimdir, hiç olmazsa üç bin fırtınaya göğüs germişimdir ve denizin saniyesi saniyesine uymayan hırçın huyuna bin bir türlü beceriklilikle karşı koymuşumdur... 
 
Artık kollarım sıska, gözlerim bulanık. Bunca zamandır tuttuğum balık da,haydi bilemedin beş altı bin okka! Onlardan da, balık madrabazı Kazdağlı Süleyman kazançlı... Eh, artık yaşımızı başımızı bulduk... Hey gidi deniz, hey' Artıkelveda sana..." dedi. Ötekiler, "hımm, humm" diyerek ağızhrıyla "evet” deyici gürültüler yaptılar. İçlerinde orta yaşlısı: "Şu karşıki Torba kıyılarına bakınca, rahmetli Kara Yusuf'u hatırladım. Küllükten pupa yelken Tor- ba'ya gelmiştik. Kayığı bağladık. Gece Bodrum'a yürüyecektik. Şu Torba'dan öte, yokuş başına doğru incirlikler yok mu? Orada zavallı Kara Yusuf durdu, gözleri yaşlarla doldu. Bana: Dört yaşındaki oğlumla buradan geçiyordum. İncirler kurumuş gibiydi. Çocuk, yerde bir incir buldu, yuttu. Boğulup öldü. Kurta­ ramadım, parmaklarımı soktum, çıkaramadım. Kucağıma aldım, koştum! Ama nereye yetişecektim? Boğuldu gitti yavrucak, solup öldü. Yardım edemedim diye anlattı..." Balıkçıların en genci, "Kara Yusuf Amcaya ne oldu?” diye sordu. Orta yaşlısı anlattı: "O Küllük'te (bugünkü Güllük), sandalıyla vapurdan yolcu çıkartır, öteye beriye yük taşırdı. Bir gün kızıyla düğüne gidecek oldu. Düğün de, deniz kıyısındaki Kazıklı köyündeymiş. Baba, gece kadar esmerdi ama, kızı inadına güneşin altın sarısıydı. 
 
Yavrucak anasına çekmişti. Kızın rüzgârda uçuşan saçları hâlâ gözümün önüne gelir... Babasına, 'Baba, hava çok kötü bugün, gitmeyelim' dermiş! Kız, denizden, babası kadar anlardı. Alimallah, küreklere yapıştı mıydı, otuz kırk mil denize deniz demez... Yusuf, 'Hayır kızım, bir şey yok' falan demiş. Kız da razı olmuş. Baba kız sandala binmişler, açılmışlar, gözden ıramışlar... Gidiş o gidiş. Onlan bir daha gören olmadı. Düğün olmuş ama, onlar oraya hiç uğramamışlar. Ne kayık bulundu, ne de Kara Yusuf'la kızının ölüleri... Denizde sır oldular..." Yaşlı balıkçı, kendi kendine konuşur gibi, "Deniz büyüktür, sır saklar" dedi... Artık gece olmuştu. Engin bir Ege gecesiydi. O koca gece bile, yıldız kalabalığına dar geliyordu. Balıkçılar, ateşe her dal atışta, havaya bir alev dili fırlıyordu. Alacakaranlıkta üç balıkçının yüzleri hayal meyal, ölülerin kuru kafalarına benziyordu. Kuru kafalardaki gibi, kapkara kararan göz yuvaları, her alev sıçrayışında, birdenbire kıpkızıl çakıyordu. Koyun bir noktasında, bir muratkuşu ötüyordu. Balıkçılar, yemeklerini yediler, ateşin çevresinde uykuya uzandılar. Ateş kül olmuş, kararmıştı. Üç balıkçı, birer loş leke gibiydiler. 
 
Deniz gidip geldikçe, yarı fısıltı yarı iç çekişine benzeyen bir ses çıkartıyordu. Bu ses, sessizliği bozmuyor, ıssız kıyıda bir kat daha ıssızlık yaratıyordu. Geceleyin denizlerden buğular kalkar gibi oldu. Bu buğular, denizden çıkan insan hayaletlerine benziyordu. Yoksa, engin gece, sırlarını mı açıklıyordu? Bu heyulalardan biri Kara Yusuf'a, öteki kızına benziyordu. En genç balıkçıya gittiler. Kız gülümseyerek, "Bana acıma” diye konuşmaya başladı. "Ben boğulurken hiç sıkıntı çekmedim. Babam, benden önce ölen erkek kardeşimin yardımına koşamadığı için, bizim kayık alabora olur olmaz boğulacağımızı anladı, sıkıntı çekmemem için, uzun denizci bıçağını çıkararak, yıldırım gibi yüreğime sapladı. Öldüğümün hiç farkında olmadım." Genç kız güldü, genç denizciyi alnından öptü. Kara Yusuf da mutlu görünüyordu. "Cennete gitmektense, biz denizlerde kaldık," dedi. İkisi de kayboldular. Balıkçılar uyanınca genç balıkçı, "Kara Yusuf’la kızını düşümde gördüm," dedi. 
 
Ötekiler, "Hayırdır inşallah," dediler. Balıkçılar, şafaktan önce kayığa binip açıldılar. Ortada çıt yoktu. Yan yana duran üç balıkçı, ayakta göğüsleriyle, elleri ve kollarıyla ite ite kürek çekiyorlardı. Salamastıralar gıcırdıyor, çıplak ayaklar her itişte farsların üzerine vuruyor, kürekler düzenli "fış- şıyuu. fışşıy..y"larla denizi dövüyordu. Hiç kimse, yanı başındakine bir söz söylemiyordu. Birdenbire dimdik durdular. Şafak, cam gibi denize yankılanmış ve orada ikinci bir şafak yaratmıştı. Kayık, sanki göklere asılmış, tan ışığında ilerliyordu. Gün yeni yeni yaratılmaktaydı. Upuzun bir sur, kırmızı ötüşüyle bütün ufukları aradı. Karanlıktan kurtulmakta olan denizler, dağlar, kuşlar, böcekler,çiçekler, ağaçlar seslerini evrenin çağrışma kattılar. 
 
Gün doğuyordu, sessizlikten müzik doğarmış gibi, birden üç balıkçının titreyen dudaklarından aynı zamanda bir türkü yükseldi. Uyanan ışığa onlar da seslerini kattılar. Yalşlı balıkçı, ötekilere döndü: "Deniz şanlı şeydir, vesselam!" Sonra önüne döndü. Ciğerlerini doldurdu ve "Merhaba deniz!" diye bağırdı. Öteki iki denizci de, olanca güçleriyle haykırdılar: "Yaşasın deniz!.." Sesleri, uçurumlardan angılandı, bir kaya ötekine, "Yaşasın deniz!" diye ünledi... 
 

Nilgün Marmara - Yabancı

En yakın yabancı sendin,
Daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
Yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.

Güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,
ilkyaz derken - kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla -
Çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu.
Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu...

Yabancıların en yakınıydın sen!

Haziran, 85