31 Ocak 2013

Cesare Pavase - Yaşama Uğraşı 'Günlük'

 "Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, Sen, acı.
Peki sonra? Bütün gerekli olan, biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay sanmıştım ilk düşündüğünmde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım..."

18 Ağustos 1950

Önemini, güncelliğini hiç yitirmeyen, sanat ve hayat üzerine yazılmış günlükler. 

 

 ***

Pavese’yi hiç mi hiç anlamadılar diye kadınları suçlayacak halimiz yok elbette ama keşke anlasalardı da içimize evlat acısı gibi işleyen bu günlüklerden mahrum kalsaydık.

Edebiyat dediğimiz tuhaf nesnenin, sanat dediğimiz yorucu çabanın, yeryüzünün içli çocuklarının acılarından mürekkep olduğunu ve bizim o acıların kıyısına geçip şenlikler derlemeye çalıştığımızı daha erken farkedebilsek, hayatlarımız belki de farklı bir seyir takip ederdi. Evlerimizi, odalarımızı dolduran kütüphanenin karşısına geçip, başbaşa kalacağımız acılı bir insan seçiyoruz kendimize ilkin, arkasından da o acılı insanın kılavuzluğunda, yeni acılara doğru kanat çırpıyoruz ve düşünme zahmetine bile katlanmıyoruz: Değer mi hiç? Pavese’nin cevabını merak ediyor musunuz gerçektende...    

       UMUTSUZ DİRENİŞİN KIRILMA NOKTASI
       “Bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.”
       Bu hüzünlü başlayıp acıklı bir hale dönüşen satırların yazarı, hemen her duyarlı erkek gibi ömrünü kadınları anlamaya, onlar tarafından sevilmeye adamış bir bildik bir isim: Cesare Pavese. Kadınlarını anlama çabaları başarısız kaldıkça; bu başarısızlık da sevgisizlik yani yeryüzü yoksunluğu yani evren sürgünlüğü anlamına geldikçe “Yaşama Uğraşı”ndan adını düşüren Cesar Pavese...
       Aslında nereden bakılırsa bakılsın, Pavese’nin kısa süren ilginç yaşamı, yeryüzünde henüz pek fazla değişmemiş bulunan kadın kültürüne verilmiş keskin bir cevaptır. Hayır, keskinliği, Pavese’nin “herşeyden tiksindiğini” belirterek Torino’da bir otel odasında intihar etmesiyle ilgili bir husus değil. Keskinlik, Pavese’nin ömür boyu sürdürdüğü çabadan kaynaklanıyor. “Günlükler” titiz bir gözle okunduğunda, öfkelerinde, kırgınlıklarında, kızgınlıklarında bile, Pavese’nin yüzünü kadınlara dönme çabasından vazgeçmediği görülebilir rahatlıkla. Çünkü sevgi ihtiyacı içindedir ve sevilmeyen ya da yeterince (Buradaki “yeterlilik,” sadece ve sadece sanatçının karar verebileceği bir dengeye tekabül eder ve ne yazık ki, yeryüzünün kayıt kabul koşulları dolayısıyla kesinlikle gerçek niteliğine kavuşamaz. Belki de asıl trajedi budur.) sevilmeyen her insan gibi yalnızdır. Muayenehanelerinde, modern insanın sıkıntılarına çare aradıklarını savunan psikiyatr ve psikologlar, sanatçının evrendeki yalnızlığının yansıma biçimlerine dair dişe dokunur ve adam içinde okunur bir araştırma yapmadıkları için, yalnızlığın bu boyutu üzerinde pek fazla durulmaz genellikle. Durulmazsa ne olur? Ne olacak, birkaç Pavese daha çekilir aramızdan, kendilerine yaşatılan laneti kusarak üzerimize...
       
“YALNIZ KADINLAR ARASINDA”
       “Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”
       1936 yılında yani intiharından 14 yıl önce yazıyor bunları Pavese ve insan ister istemez, “Hayatını adadığı edebiyata olan ilgisini de yitirdikten sonra nasıl tahammül etti bu kadar yıl?” sorusunu soruyor kendine. Aslında “beklenti ya da umut” gibisinden sefilin sefili bir cevabı vardır bütün bu tahammül serüveninin ve ne yazık ki, Pavese için de geçerlidir bu. Çünkü, iki kırılganlık arasındaki gidiş gelişlerden, hayatı sürdürmek konusunda çok fazla destekleyici ayrıntı elde etmek mümkün değildir. Olsa olsa, bir kıyıdan karşı kıyıya geçiş imkânlarını araştırırken, kişinin karşısına çıkan kanat müsveddelerinin şakırtısına denk düşen bir aldanıştan ibarettir hepsi de.
       Pavese de bunu dile getirir zaten:
       “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”
       
BAŞTAN KAYBEDENLER
       Yine çırpınışların kıyısında Pavese, yine hızla sürüklendiği sahile karşı direnmeye çalışıyor. Ama beyhûde bir çabadır bu, yeryüzünün en içli çocuklarından biri olan bu insan, yanına sürmelenmiş acılar almak istedikçe reddedilir. Üstelik, hayatın önemli bir bölümü, hatta neredeyse tamamı, sürekli “Yalnız Kadınlar Arasında” geçmiştir. Temel hareket noktasında, “yalnız kadınlar”ın ihtiyaç duydukları şeylerle, “yalnız erkekler”in ihtiyaç duydukları şeyler arasında belirgin bir fark yoktur. Fark belki de, yalnızlıklarını bir din gibi benimseyen yeryüzü sürgünlerinin, birbirlerine doğru emekleme konusundaki hareket kabiliyetlerini daha doğuştan yitirmiş olmalarıdır. Ki bu da bir başka acıklı durumdur...
       “Bir erkekle bir kadın arasında aşktan daha önemli ne olabilir? Bu, insanın bir başkasını kendisiyle bir tutabileceği anlamına gelir: onun her davranışını ve hareketini kendi davranışı ve hareketi gibi görmek, hayatın tadını çıkarmasından hayatın tadını kendimiz çıkarıyormuşuz gibi sevinmek, bizim başkalarıyla yaptığımız şeyleri o başkalarıyla yapıyor diye kendimizi bir şeyden yoksun kalmış hissetmemek, başka bir deyişle, öbür insanları da kendimizi sevdiğimiz kadar sevmek. Bu sevgiye iyilik deniyor. Ama ya o insan kaybolursa? Kendimizin kaybolan bir parçasını sevebilir miyiz? Bunun için kimsenin hiçbir zaman kaybolmadığına, ölüm diye bir şey olmadığına inanmamız gerekir. Peki. ama sen ölümü kendin için kabul ediyorsan, bir başkasının da kendisi için kabul etmesine nasıl karşı çıkabilirsin? Bu da iyiliktir. Hiçliğe varabilirsin, ama pişmanlığa ve nefrete değil. Şunu her zaman hatırla: Sana hiç kimse bir şey borçlu değil. Kendinde neye hak görüyorsun? Doğduğunda hayat üzerinde herhangi bir iddian var mıydı?”
 
 Çeviren: Cevat Çapan-Kemal Atakay

Yaşama Uğraşı

Sonludur Aşk da - Metin Altıok

 
Nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın
Bir gün apansız gerçekleşiveren.
Ama inan sonludur aşk da,
Kovalar sonunu kendi kendinin.

Güzel anılar biriktirdim senden,
Dudağıma solgun gülücükler getiren.
Özenle sakladım belleğimde,
Bir yığın oldu daha şimdiden.
Nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın
Bir gün apansız gerçekleşiveren.

Bir terazinin durgun pirinç kefesine
Pat diye inince kara kiloluk,
Nasıl kalkar havaya birdenbire
Boş kalan zavallı kefe.
Nasıl titreşir terazi uzun süre,
Denge sağlanıncaya kadar başka şeylerle.

Anılarla bozdum o dengeyi ben önce,
İkimiz için de yaptım bunu.
Yaşadığımız günlerden biriktirdim sessizce,
Bir kefede sana hiç sezdiremeden.
Koyabilirsin kara kiloyu artık,
Bak terazi nasıl kolay gelecek dengeye.

Mutluydum ben yine de kendimce.
Senin girdilerin, çıktılarım benim
Doğrusu uygundu birbirine,
Yan yana gelince bir resmi tamamlayan.
Vazgeçilmezdi ellerin sonra,
Yangınımdan yorgan döşek kaçıran.

Ama inan sonludur aşk da,
Kovalar sonunu kendi kendinin.
Bana bir uçurum gerek şimdilerde,
Yeterince dik ve derin.
Bir çavlan istiyorum çünkü,
Kırmak için kristalini hayatın ve şiirin.

30 Ocak 2013

Yürüme - Oruç Aruoba

"yer, yön, yol"
   Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.
Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.
Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir...
Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.
Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur
— ama yola hep bir (eski) yerden
çıkıldığını da unutmaz : her varılan yerin de
(yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini...
Yabancılığını kalıcı kılmak isteyen kişinin,
yerleşikliğinden rahatsız olması gerekir;
ve tersi : yerleşikliğinden rahatsızlık duyan
kişinin, kalıcı bir yabancılık bulması...
Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız,
hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir
dinginliktir ancak — yani, bir sıkı
kölelik...
Ama, "mutlak kölelik" dışında, her kölelik,
köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek
kadar gevşek tutar onun zincirlerini
— gerginlik, zincirden zincir olarak
uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu,
sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı
bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde
yuvarlanıp — gitmez...
Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin
gezginlikte aradığı, aslında,
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini
bozarak gezginliğe çıkan kişi, kendi
düzeninin peşine düşmüştür.
Gezginlik de, öte yandan, hiçbir bağlantı
taşımaksızın, salt gezmek için gezmek haline
gelebilir rahatlıkla, kolayca
— bu kez de tam bir boşluk...
Zincirlerin —gergin ya da gevşek—
tam yokluğu da,
boşluğa köle olmaktır.
Köleliğe tek çare, herhalde,
zincirlerini koparmak ve zincirsiz kalmak
değil,
kendi zincirlerini kendisi yapmış,
kendisi kendi ayaklarına takmış, bağlamış
olmaktır — özgürlük de budur... (Hani,
"kendi kendisinin efendisi olmak"tan
söz edilir ya...)
Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir
ancak — onunla gerçekleşebilir ancak:
Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur.
Çünkü, içinde yeniye yer bırakmayan
bir 'düzenliliği' yaşayan kişi, aslında,
üst anlamda bir düzensizlik yaşıyordur
— içinde yeniye yer tanımayan bir 'düzen',
eskinin düzensiz karışımlarından başka bir
yere ulaşamaz.
Her an ayrıyı, aykırıyı, yeniyi yaşayan kişi,
düzenli bir yaşam yaşıyordur.
İnsanlar ne sanıyorlar ki 'düzen'i
— kendi dar, çarpık açılarından bakarak :
sabah-akşam, gidiş-gelişlerini 'düzenleyen'
bir 'seyrüsefer nizamnamesi' mi?! — Oysa,
asıl düzen, düzensizlikten çıkarak
düzene ulaşmağa çabalayan bir düzenleme
uğraşısında bulunabilir ancak.
'Verilmiş', 'varolan' düzen,
yoz bir düzensizlik biçimidir.
Düzenlilik gereksinmesinden
—yani, düzensizlikten— çıkmayan
'düzen', beş para etmez, düzen olarak...
Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
"...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...")
Bir yerde ('bir süre için' diyerek)
dinelen kişi için en büyük tehlike,
o yere yakınlık duyması; o yeri,
bütün yollarının sonu,
bütün yönlerinin ereği sayması;
yerleşebileceği bir yer saymasıdır
— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...
Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer,
dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir.
Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,
kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar
— kendi yürümek isteyebileceği yola benzer
bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur —
ama, acaba, o bulduğu yol(lar),
tam da bulduğu yol(lar) olarak,
kendi aradığı yola aykırı değil mi? —
Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi
— ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)
yollarda?!
Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...
Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...


Ataol Behramoğlu - Ben mi? Evet & On ayrılık şiiri

 
ben mi? evet...
bir gün çıkıp gideceğim kapıları, evleri, dergileri, hüzünler bırakarak...
bir çiçek merhaba diyecek...
hoşgeldin diyecek dağ...
orman gülümseyecek...
anımsayışların, bekleyişlerin, ümitlerin ya da ümitsizliklerin
hırsların, yarışların, tasaların kalktığı yerde
tam anlatının, salt anlatının kaldığı yerde başlayacak şiir...
hiç kimseye seslenmeyen, kendi kendine yeten sadece...
kendi mantığı; kendi güzelliği içinde tutarlı...
ama halkın yaşantısı girecektir oraya, çünkü yaşayan büyük
bir şeydir halk...
deniz ve ufuk girecek, karınca yuvaları, gökyüzü, kozalaklar
ve kopuk ve artık hasetsiz bir aşk...
yani sevişmek denizle, koşulsuz, önyargısız, hesapsız...
yani uzanmak ve düşünmek binlerce yıl..
doğan, ölen ve yaşayan şeyleri...
doğumu, ölümü ve yaşamayı
yani dingin ve büyük olan herşeyi anlatmak...
ben mi?evet. çıkıp gideceğim bir gün...
tasasız, gözyaşsız, geride birşey bırakmadan ve birşey beklemeden
ilerde...
sadece yağmur sularından pırıl pırıl bir yürek
artık kendi kendinin anlamı ve nedeni olan bir yürekle...


“ON AYRILIK ŞİİRİ”NDEN IV
Başka biri olacaksın istemesen de
Tenine başka bir ten dokunduğunda
Gövden buluştuğunda başka bir gövdeyle
Başka bir nefesle karıştığında nefesin
Başka biri olacaksın istemesen de
Gece uykunda ya da gün ortasında
İrkileceksin apansız bir duyguyla
Bir uçurum kıyısında sendelemiş gibi
Başka biri olacaksın istemesen de
Bakışlarımın izini taşıyan giysilerin
Tüketecek ömürlerini birer birer
Değişecek yeri bir dolabın, pencerede bir çiçeğin
Başka biri olacaksın istemesen de
Dudaklarında benden sonraki bir çizgi
Tanımadığım bir ton gülüşünde
Ve artık beni unutmaya başlayan gözlerin
Sonra, sonra artık başka birisin
VII
Dilimin altında özlem var
Ve karışık bir dua
Boğulmuş anılar
Seni getiremez bana
Şiirler bana seni getiremez
Ne de bir yazdan kalan kırıntılar
Bir taş olabilseydim
Uyku ya da rüzgâr
İlkbahar yine gelecek
Belki yine mutlu olurum
Bir dilsizin şarkısına benzeyecek
Senden sonra mutluluğum 

Rabindranath Tagore "Yüreğimde sükûnetin akşam yıldızını ışıldat, sonra bırak gece bana aşkı fısıldasın."

Güneş ışığını içen taç yapraklarına benzeyen tepeleriyle, bu dağ bir çiçek gibi değil mi?

Anlamı yanlış okunmuş gerçek, gerçek değildir, yanlış yerdeki vurgu da öyle.

Ey kalbim, kendi güzelliğini dünyanın dönüşünde bul, rüzgarın ve suyun lütfuna mazhar olan bir tekne gibi.

Gözler, gözlüklerinden gurur duyarlar da, görme güçlerinden duymazlar.

Ben bu küçük dünyamda yaşıyorum ve onu küçüklerin en küçüğü yapmaktan korkuyorum. Beni kendi dünyana yükselt ve bırak, neyim varsa hepsini memnuniyetle kaybetme özgürlüğüm olsun.

Yanlış, gücü artıyor diye, doğruya dönüşemez asla.

Yüreğim, şarkısının gidip gelen dalgalarıyla, bu güneşli günün yeşil dünyasını okşama arzusuyla dolu.

Yol kenarındaki çimen, yıldızı sev, böylece rüyaların çiçeklerin içinde tomurcuk verecektir.

Bırak müziğin, bir kılıç gibi dalsın, pazaryerindeki gürültünün kalbine.

Şu ağacın titreşen yaprakları yüreğime dokunuyor, bir bebeğin parmakları gibi.

Ruhumun bu hüznü, onun gelininin duvağı.
Gece olunca kaldırılmayı bekliyor.

Küçük çiçek toza toprağa karışmış, yatıyor.
Kelebeğin yolunu aramıştı o.

Yolların dünyasındayım. Gece oluyor. Ey sen, evin dünyası, sokak kapını aç.

Senin gününün şarkılarıydı, söylediğim. Akşam olunca da izin ver, fırtınalı yolda senin lambanı taşıyayım.

Senden eve girmeni istiyor değilim. Sen gel, benim sonsuz yalnızlığıma gir, Aşkım.

Ölüm, yaşama aittir, aynı doğum gibi. Yürüyüş, ayağın hem havaya kalkışında, hem de yere basışında değil mi?

Senin fısıltılarının yalın anlamını çiçeklerde, günışığında öğrenmiştim – senin sözcüklerini acı ve ölüm ile nasıl tanıyacağımı öğret bana.

Gece çiçeği geç kalmıştı, sabah onu öptüğünde; boynunu büktü, hıçkırdı ve toprağa düştü.

Nerede bir hüzün görsem, orada Sonsuz Ana’nın duygu dolu şarkılar mırıldandığını işitiyorum.

Kıyına bir yabancı olarak geldim, evinde bir misafir olarak yaşadım, kapından bir dost olarak ayrılıyorum, ey yeryüzüm.

Hayat’ın güneşli adasının çevresindeki denizde, ölümün uçsuz bucaksız şarkısı uzanıyor, gündüz ve gece.

Bırak, ben gittikten sonra da düşüncelerim sana ulaşsın, yıldızlı sessizliğin eşiğinde, günbatımından sonraki parlaklık gibi.

Karanlıkta kalmış bir çocuğum ben.
Gecenin örtüsünün içinden uzattığım ellerimi sana açıyorum, Anne.

Çalışma günü sona erdi. Yüzümü kollarına göm, Anne.
Bırak düş göreyim.

Buluşmanın lambası uzun uzun yanar, ama ayrılırken ışık bir anda kaybolur.

Ben öldükten sonra, sessizliğinin içinde benim için bir sözcük sakla ey Dünya, şunu: “Sevmiştim.”

Bu dünyayı sevdiğimiz zaman, orada yaşıyoruz demektir.

Bırak, şöhretin ölümsüzlüğüne ölen sahip olsun, aşkın ölümsüzlüğü ise yaşayanın olsun.

Hani yarı uyur, yarı uyanık bir çocuk şafağın alacakaranlığında annesini görür, sonra gülümseyip yeniden uykuya dalar ya, o çocuk gibi gördüm ben de seni.

Tekrar tekrar öleceğim ve yaşamın tükenmez olduğunu anlayacağım.

Kalabalıkla birlikte yoldan geçiyordum ki, balkondan senin gülümsemeni gördüm, ardından şarkı söyledim ve unuttum bütün gürültüyü.

Onlar tapınaklarında kendi lambalarını yakıyorlar, kendi kelamlarını söylüyorlar.
Fakat kuşlar sana ait olan sabah ışığında, senin adını şakıyorlar, –çünkü neş’edir senin adın.

Senin sessizliğinin ortasında bana yol göster ki, yüreğimi şarkılarla doldurayım.

Bırak, öylesini seçenler, maytapların cayırtılı dünyasında kendi başlarına yaşasınlar.
Benim yüreğim senin yıldızlarının özlemini çekiyor, Tanrım.

İstediğin zaman söndür lambayı.
Senin karanlığını tanıyacağım ve onu seveceğim.

Günün sonunda senin önünde ayakta duracağım, sen yara izlerimi göreceksin ve bendeki yaraları da, bendeki şifayı da farkedeceksin.

Günlerden bir gün, bir başka dünyanın güneşi doğarken sana şarkı söyleyeceğim, “Seni daha önce yeryüzünün ışığında, insani bir aşkın içinde görmüştüm.” diye.

Bulutlar öteki günlerden hayatıma geliyor sürüklenerek, fakat yağmur yağdırmak ya da fırtınaya öncülük etmek için değil, günbatımında gökyüzümü renklendirmek için.

Hakikat, kendi kendisinin karşısında durur, tohumlarını saçarak etrafa yayılan fırtına gibi.

Dün geceki fırtına, bu sabahı altından bir huzurla taçlandırdı.

Hakikat, son sözünü söylemiş görünüyor; bu son söz bir sonrakini doğuruyor.

Kutsanmış kişi odur ki, ünü, hakikatini gölgede bırakmaz. .

Kendi adımı unuttuğumda, senin adının tatlılığı yüreğimi doldurur—sis dağıldığında senin güneşinin ortaya çıkması gibi.

Bu sessiz gecenin içinde, anne’nin güzelliği ile çocuğun yaygaralı günü var.

Dünya, insanoğlu gülümsediğinde onu sevdi, kahkahayla güldüğünde ise ondan korktu.

İnsanın, bilgeliğin içinde çocukluğunu geri kazanmasını bekliyor Tanrı.

Bırak, bu dünyayı senin aşkının biçimlenmiş hali olarak hissedeyim, sonra aşkım durumu düzeltecektir.

Senin günışığın, yüreğimin kış günlerinin üzerinde gülümser, ilkbaharda açacak çiçeklerinden hiç kuşku duymadan.

Tanrı sonlu olanı öper kendi aşkı ile, insan ise sonsuz olanı.

Sen, çorak yılların çöl topraklarını aştın, vuslat an’ına erişebilmek için.

Tanrı’nın sessizliği ile, insanın düşünceleri olgunlaşır, konuşmaya evrilir.

Ey Sonsuzluk Yolcusu, ayakizlerinin işaretini şarkılarımın içinde bulacaksın.

Bırak seni utandırmayayım Baba, sen ki şerefini çocuklarında görünür kılmışsın.

Kasvetli bir gün bu, çatık kaşlı bulutların altındaki ışık, gözyaşları soluk yanaklarından yol yol süzülen, cezalandırılmış bir çocuğa benziyor, rüzgarın haykırışı ise yaralı bir dünyanın çığlığı adeta. Fakat biliyorum ki Arkadaşımla buluşmak için yolculuk ediyorum.

Bu gece palmiyenin yaprakları arasında bir telaş, denizde bir coşma var, Dolunay dünyanın kalp çarpıntısı sanki. Aşkın acı veren sırrını, sessizliğinin içinde taşıyarak hangi meçhul gökyüzünden getirmiştin?

Düşümde bir yıldız görüyorum, ışıktan bir ada, orada doğacağım ve hayatım, o ışık adasının canlandırıcı ataletinin derinlerinde ürünlerini olgunlaştıracak, sonbahar güneşinin altındaki pirinç tarlası gibi.

Yağmurda, ıslak toprağın kokusu yükselir havaya, ehemmiyetsizlerin sessiz yığınından gelen büyük bir şükran ilahisi gibi.

Aşk hiçbir zaman kaybedemez, doğruluğunu kabul edemediğimiz bir gerçektir bu.

Bir gün anlayacağız ki ölüm, ruhumuzun kazançlarını asla bizden çalamaz, çünkü o kazançlar kendi başlarına dururlar.

İkindimin alacakaranlığında bana geliyor Tanrı, sepetinde geçmişimden taze kalmış çiçekler getiriyor bana.

Üstadım, hayatımın bütün telleri akort edildiğinde, senin her dokunuşunda aşkın ezgisi ses verecek.

Yarabbim, bırak sahiden yaşayayım ki ölüm de benim için sahici olsun.

İnsanoğlunun tarihi sabırla bekliyor, aşağılanmış insanın zaferini.

Bu kabarmış Çığlıklar Denizi’nden geçerken, Şarkılar Adası’na özlem duyuyorum.

Günbatımının müziği ile gecenin prelüdü başladı, tarifsiz karanlığın o ağırbaşlı ilahisinde.

Doruğa tırmandım, şöhretin kasvetli, ıssız yüksekliklerinde bir çatı altı bulamadım. Ey Rehberim, hava kararmadan önce bana sükûn vadisine giden yolu göster, ki o vadide hayatın hasadı altın bilgeliğe dönüşmek üzere olgunlaşıyor.

Alacakaranlığın bu soluk ışığında olağandışı görünüyor herşey — zeminleri karanlıkta kaybolmuş kuleler, mürekkep lekesinden farksız ağaç tepeleri. Sabahı bekleyeceğim, sonra senin şehrini aydınlıkta görmek için uyanacağım.

Acı çektim, kederlendim, ölümü tanıdım. Bu koca dünyada bulunmaktan hoşnudum.

Hayatımda ıssız ve sessiz patikalar var. Onlar, meşgul günlerimin ışığını ve havasını sağlayan açık mekanlardır.

Beni doyurulmamış geçmişimden kurtar, çünkü o arkamdan asılıp beni çekiyor ve ölümü güçleştiriyor.

İzninle son sözüm olarak, senin aşkına güvendiğimi söyleyeyim.

Gecenin sessizliği, koyuluklarda bir lamba gibi, kendi samanyolunun ışığıyla tutuşmuş.

Aşk, bütün bereketiyle hayattır, içi şarap dolu bir kadeh gibi.

Senin keskin bakışlarını şu an yüreğimin üzerinde hissediyorum, harmanı kaldırılmış yalnız bir tarlanın üzerindeki sabah güneşinin sessizliği gibi.
Çeviren: Caner Fidaner

Eski Bahçe Eski Sevgi - Tezer Özlü

Kendimle savaşmaktan yoruldum. “Yapmam” dediğim ne varsa yaptım, büyük lokma yemedim ama büyük sözlerimin hepsini yuttum. Gitmelerden çok, kelimeler yaktı canımı. Geçmişi düzeltmeye çalıştım, sanki zamanı geri döndürebilirmişim gibi. Kimseden bir şey beklememeyi öğrendiğim gün, işte o zaman özgür olacağım. Akışına bırakmayı bir türlü öğrenemedim. Bana karşı yapılan her hatadan bile kendimi sorumlu tuttum, ama doğrularımı hiç üstüme alınmadım.

Tek bir kelimeden binlerce anlam çıkardığım günler de oldu, yazılan uzun cümleleri görmezden geldiğim günlerde. İnsanlara inanmaya çalışmaktan yoruldum.  İnsanların gündelik hırsları komik geliyor bana, hayatı ciddiye almıyorum. Yaşamlarına bir kez bile dışarıda bakamamış insanların, gerçekten dürüst olabileceğine inanmıyorum. Böyle insanları sevmiyorum, onlar da beni. Her şey karşılıklı.

28 Ocak 2013

Özdemir Asaf’ın babası Türk siyasetinin önde gelen isimlerinden İstanbullu Mehmet Asaf’tır.


  Özdemir Asaf’ın babası Türk siyasetinin önde gelen isimlerinden İstanbullu Mehmet Asaf’tır. Şura-yı Devlet’in yani çağdaş sözle söylersek Danıştay’ın ilk kurucularından… 1922 yılında Mustafa Kemal’den bir haber gelir Mehmet Bey’e; “Asaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin.”
Bunun üzerine aile, İstanbul’dan Ankara’ya taşınır. Anne Hamdiye Hanım hamiledir. İkizlerin doğumu da, bu ara, Ankara’daki bir hastanede, Mustafa Kemal’in doktoru olarak da bilinen Mim Kemal Öke (1884 – 30 Ocak 1955) tarafından yapılır. Baba Mehmet Asaf, 1930 yılında ölünce, aile tekrar İstanbul’a taşınır. İkizler okul çağındadır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” emrini verince ve o dönemde soyadı kanunu henüz çıkmadığı için, şair ilkokula, babasının adını kendi adına ekleyerek, Özdemir Asaf adıyla kaydedilir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunuyla da, aile ‘Arun’ soyadını alır. Osmanlıca karşılığı, ‘iyi özellikleriyle tanınan, güzel huylular’ anlamına gelen Arun…
“Çevreme bakındım
Yalancıların çoğu unutkan ya da aptal
 Kötü ve korkak
Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekâlara kızdım.”
Zekâ, Özdemir Asaf şiiri için bir başlangıç noktasıdır. O, sözleri takla attırarak ve hiçbir sanatsal anlayışın peşinden gitmeden yazdığı kendine özgü şiirlerinde, estetik derinliği, zekâ dolu sözcüklerde aramıştır ömrünce… Onun şiiri, toplumsal ilişkileri ‘sen ve ben’ üzerinden şekilleyen, bireysel bir şiirdir denir çokça… Kimileriyse, bir çeşit hesap yapmakla, insancıl derinliği ‘kurmakla’ suçlar Asaf’ı.  Bana kalırsa, somut ilişkiler ya da oluşu; estetik bir zekâ ve ulaşılabilecek en derin insancıl duygularıyla soyut bir düzlemde yeniden ele alıp, “başka, herkes için ve yeni bir somut yaratmayı başarmış” biridir Özdemir Asaf şiirinde. “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur.” sözünün başka türlü bir karşılığı olabilir mi?
Atilla Özkırımlı; şiir ve zekâ konusunda, Özdemir Asaf’ın,“kendisiyle insanlar ve dış dünya arasındaki bağıntılar üzerine kurduğu, düşüncenin temel alındığı şiirler” yazdığını söylerken, bir başka usta, Behçet Necatigil, bu konuda bakın nasıl bir değerlendirme yapar: “ Şairdeki ‘ikinci kişi’ problemini, ikinci kişi ile kendi arasındaki bağlantıları çeşitli yönlerden derinleştirdiği, yaşamını dolduran davranışları soyutlaştırarak bir düşünme planına yükselttiği, bunu yaparken da çelişmeli, oyunlu bir mantık düzeninde mısra sayısını çok kere en aza indirdiği görülür.”
Her iki yazar da, ‘bir düşünme planından’, bu düşüncenin de, Asaf’ın şiirinin temeli olduğunda hemfikirdirler. Bence de Özdemir Asaf, yıllar içinde yavaş yavaş ördüğü şiirini, düşüncelerin ve duyguların yoğunlaştırılmasında aramış bir şairdir. Şaşkınlık veren, heyecanlandıran ve neredeyse ‘atasözü’ sayılabilecek şiirleriyle, bir söz sihirbazı…
Memet Fuat, 1996 yılında yayınlanan, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nin, 38. sayfasında Özdemir Asaf için bana çok ilginç gelen bir tanımlama yapar; “Düşünceleri, duyguları yoğunlaştırıp kısacık şiirler yazışıyla Uzak Doğu ülkelerinin bilge şairlerine benziyor…”
Özdemir Asaf’ın şiiri hep merak uyandırmıştır okuyucusunda. Bir yanıyla, bir seferde kolay kolay anlaşılmayan derin bir felsefe ama aynı anda bunca kısa dizelere sığdırılmış, çok büyük zekâ ve duygu kaynaşması nasıl bir arada olabilir? Bu konuda, oğlu Olgun Arun’la yaşanmış bir anısı, onun şiir anlayışını açıklamak için iyi bir örnek sayılabilir.
“Özdemir Asaf oğlunu yanına alıp dışarı yemeğe çıkar. Mevsimlerden sonbahardır ve yollar kurumuş yapraklarla örtülüdür. Otururlar bir lokantaya ve yemek yerler. Yemek bittikten sonra, oğluna manzarının çok hoşuna gittiğinden bahseder şairimiz. Bir müddet sonra kâğıt kalemini çıkarıp yazmaya başlar. Düşünmeden büyük bir hızla yazmaktadır. Kâğıdı arkalı önlü doldurur ve bitirir şiirini. Sonra okur. Bitirir tekrar okur. Biraz düşünür ve ilk ve son satır hariç tüm satırları karalar. “Zaman herşeyi süpürebilir /Sonbaharı süpüremez.”  sözleri kalır geriye ve şiirde bu kadardır işte…
Özdemir Asaf, “r” harfini söyleyemezmiş. Bu da onu çok sempatik kılarmış. Bu konuda birçok anısını anlatır dostları ama bilmeyenler için ben en sevdiğim anısından söz edeceğim. 1950’lerde, şairler, yazarlar el üstünde tutulurmuş. Bu yüzden edebiyat matineleri diye bir kültür bile oluşmuş. O günleri anlatan Ülkü Tamer bakın neler diyor bu sanat buluşmaları için; “1950’lerde edebiyat matineleri pek gözdeydi. Öyle ki, edebiyat matinesiz hafta geçmezdi neredeyse. Yazarlar, özellikle şairler, bir matineden bir matineye koşturur dururlardı. Bunun şiirini bile yazan Behçet Hoca (Necatigil), “yahu,” demişti bir keresinde, “her gün sahnelere çıkıp okuyoruz. Müzeyyen Senar’ı bile geçtik.”
Dinleyicinin ilgisi inanılmaz ölçüdeydi. Okul salonları, halkevleri, tiyatrolar dinleyicilerle dolup taşardı. Ayakta kalanlar bile olurdu. Dinleyiciler dedim… Aslında seyirciler demem gerekirdi belki. Çok kişi sanatçıları seyre gelirdi çünkü. Asaf Halet Çelebi’nin sahneden “Kendimi sirkte vahşi hayvan gibi hissediyorum” dediğine tanık olmuşumdur. En büyük ilgiyi ise her zaman Attila İlhan’la Özdemir Asaf çekerdi. Çoğunlukla sona bırakılırdı onlar. Attila siyah balıkçı kazağıyla sahneye çıkıp uzun atkısını arkaya fırlattığı zaman,  korkunç bir alkış kopardı. Tempo tutulurdu: “Pia! Pia! Pia!” Attila da gözlerini kısıp ufuklara bakarak başlardı “Pia”yı okumaya.
Özdemir Asaf mikrofona çağrıldığında ise gülüşmeler başlardı. Bir güldürü oyuncusu gibiydi Özdemir Asaf. Uzun uzun mikrofonu ayarlar, sessizce seyircileri süzer, tam şiirini okumaya başlayacakken susar, yine seyircilere bakardı sessizce. Kahkahalar dinince aynı şeyleri yineler, sonunda “r”leri “ğ” gibi söyleyerek okurdu: “Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu / Biğinciliği…” Seyirciler bir ağızdan tamamlardı: “… beyaza veğdileğ.”
İlginç adammış Özdemir Asaf… 1951 yılında Sanat Basımevi’ni kurar ve kitaplarını Yuvarlak Masa Yayınları adı altında yayınlamaya başlar. Örneğin, 1955 yılında, ‘Yuvarlak Masa Yayınları’ndan çıkan “Dünya Kaçtı Gözüme” adlı ilk kitabı, alışılmış ya da beklenen fiyattan çok daha yüksek bir fiyat yapıştırılmış olarak sürülür piyasaya. O zamanlar yeni bir şiir kitabı yayınlandığında fiyatı aşağı yukarı 100 kuruş civarındayken, bu kitap 250 kuruş gibi astronomik bir fiyatla çıkınca, edebiyat dünyasında bunun nedenini merak ederler. Aslında biraz da kıskançlık vardır işin içinde. Bu fiyat konusu çok konuşulur, çok eleştirilir. En sonunda biri dayanamaz, bunun nedenini Özdemir Asaf’a sorar. Aldığı yanıt, şiirlerindeki zekânın sahibini ortaya koyması adına son derece hoş bir anı olarak kayıtlanır edebiyat tarihine; “İçinde 47 şiiğ vağ. Şiiğ başına 5 kuğuş çok mu!”
Bu “r” engeli birçok yerde başına iş açar Özdemir Asaf’ın. Kızı Seda Arun’un, babasıyla ilgili anlattığı anılarından iki tanesi oldukça hoştur. İlk anısında; şair iş yerinden çıkıp Karaköy’e gitmek için bir taksiye biner. İşe bakın ki, taksinin şoförü de “r”leri söyleyemeyen biridir. Sorar:“Neğeye biğadeğ?” Asaf, Karaköy’e gidecektir ama şoföre, “Kağaköy” dese kendisiyle alay ettiğini düşünür mü diye, içinde hiç “r” harfi geçmeyen Eminönü’nü seçer yön olarak. Eminönü’den Karaköy’e kadar da yürüyerek döner.
İkinci anı, 1950 yılında Cağaloğlu’nda matbaa açacağı günlerde, açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memurla ilgili bir anıdır. İşlemleri yapacak memur, Özdemir Asaf’a adını sorar. “R”leri “ğ” olarak söyleyen Özdemir Asaf, “Halit Özdemiğ Ağun”der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere Halit Özdemir Ağun yazar. Bankonun üzerinden eğilerek bakar Asaf. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar Özdemir Asaf’ın. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun” diye düzeltmeye çabalar Özdemir Asaf. “Beyefendi anladım. Ağun işte.” Şair sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ‘Arun’ yazar kâğıda, “r”lere basa basa yüksek sesle okur. “Ağğğğğun.”
“Anlaşıldı  / Bu ‘r’lerin intikamı  / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.” (Can Yücel’in, Özdemir Asaf’ın, cenaze töreninin yapıldığı Bebek Camisi’nden alınıp, son dinlenme yeri olan Aşiyan Mezarlığı’na bırakıldıktan sonra, geri dönerken yazdığı ‘Cenaze Dönüşü’ adlı şiirinden – 28.01.1981)
”Söylediklerini örtebildiğin kadar ört…Yalnız dolambaçlı konuşma, yüzüme karşı konuş, içine doğru değil. Susacaksan, istediğin kadar sus…Yalnız kendine doğru susuk durma. Bana doğru susuk dur. Dolambaçlı konuşursan… emici susmalarla durursan… ben senin gözlerinin dışından içine inerim… Ama sen… sen de benim gözlerimin içinden dışarıya düşersin sonra.”
Dilindeki peltek hali yüzümüzü güldüren Özdemir Asaf’ın şiirlerindeki egemen duygu yalnızlıktır. Yalnızlık, onun yazmaktan asla uzak duramadığı, belki de şiirimizdeki en güçlü yalnızlık sözlerini yazan şairin, hayatla ilgili bir ciddi sıkıntısının sonucudur, kim bilir? Belki de, yalnızlığı, güven duygusuna ait bir eksiklenmedir? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama bildiğimiz o ki; şaire göre yalnızlık kişisel birşeydir ve paylaşılamaz.
“Yalnızlık, yaşamda bir an
 Hep yeniden başlayan
Dışından anlaşılmaz…
Ya da kocaman bir yalan
 Kovdukça kovalayan
Paylaşılmaz…
Bir düşün’de beni sana ayıran
 Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”
En ünlü şiirlerinden biri kabul edilen ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ adıyla bildiğimiz bu şiir, 1978 yılında yayınlanan Özdemir Asaf kitabının adıdır da aynı zamanda. Özdemir Asaf’ın özgün el yazmaları ve daktiloya çekilmiş müsveddelerinin kalıbıyla basılan bu kitap, her dönem genç kalmayı başarmış, her dönem gençleri şaşırtmış bir kitap olarak hafızalardaki yerini sıkı sıkıya korumaktadır. Kitaptaki her bir şiir, uzun ve içli bir yolculuk başlatır duygularımızda… Bilmem ki, Asaf okuyup da, etkilenmeyen biri var mıdır? Yazdıkları için güçlü aşk şiirleri diyenlere çok kızar şair. Ona göre aşk şiirleri yazmamıştır kendisi, onun yazdıkları ‘aşk’a yazılmış şiirlerdir.
Aşk demişken, Özdemir Asaf’ın 1957 yılında yazdığı ve en çok bilinen, en çok sevilen şiiri ‘Lavinia’dan da -kısacık da olsa- söz etmeden geçmeyelim. Hani şu, şairin ‘kalbinin zulasındaki aşkı’ Lavinia…
“Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al
 Günün en güzel saatleri bunlar
 Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
 Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
 İncinirsin.
 Sana gitme demeyeceğim
 Ama gitme, Lavinia
 Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.”
Mehmet Fuat bir yazısında; “Özdemir Asaf’ın unutulmaz bir yanı da 1950’lerin ünlü edebiyat matinelerindeki tavırlarıydı. Son derece tatlı bir havayla gelir, kendine özgü peltek konuşmasıyla şiirini söyler, alkışa boğulur, iki elini birden kafasının iki yanına götürerek çift yanlı asker selamı verir, koca bıyıklarıyla gülümser, gösterisini genel istek üzerine ‘Lavinia’ adlı şiiriyle noktalardı” der.
Uzun yıllar ‘Lavinia’ adındaki bu esrarengiz kadının hayalî bir kadın olduğu sanıldı. Hani şairlerin böyle düşsel kadınları olur ya, o türden bir imge olduğu düşünüldü. Ancak o işin sanıldığı gibi olmadığı, Lavinia’nın kim olduğu, tiyatro adamı Mücap Ofluoğlu’nun 1985 yılında yayınladığı “Bir Avuç Alkış” adlı kitabında söz ettiği bir anısıyla anlaşıldı.
Prof. Dr. Haluk Oral’ın, “Şiir Hikayeleri” adlı kitabında da açıklanan anı şöyle:  “1958-1959 tiyatro mevsiminde, Strindberg’in “Matmazel Jüli”sini sahneye koyarlar. Mücap Ofluoğlu bu oyunun giysilerini Mevhibe Beyat’ın çizdiğini belirttikten sonra; “Mevhibe, Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuduğu yıllardan beri güzelliği ve cana yakın dostluğu ile çevresini etkilemiş, sevgilileriyle, şiirlere yansıyan çekiciliğiyle ünlü bir şairimizin ‘Lavinia’sı olmuştu.” (Mücap Ofluoğlu, Bir Avuç Alkış, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1985, sf.354)
Peki kimdir Lavinia? Lavinia, tam adı Mevhibe Meziyet Beyat olan, 1925 yılında doğup, 11 Eylül 2007’de hayata veda etmiş bir resim öğretmenidir. Aynı zamanda amatör bir şair ve stilisttir. 1952 yılında İlhan Selçuk’la evlenmiş ancak kısa süren bu evlilik bittikten sonra ünlü sinema oyuncusu Öztürk Serengil’in eşi olmuş; ancak bu evlilik de sürmeyince üçüncü ve son eşi fotoğrafçı ve kameraman Muhlis Hasa’nın eşi; *Oktay Akbal’ın* gizliden gizliye âşk duyduğu ve yazılarında ‘Hisya’ adıyla andığı platonik sevgilisi olan kadındır.
Özdemir Asaf’a hiç âşık olmadığını söyleyecektir yıllar sonra ama Asaf’ın kızı Seda Arun’un anılarından öğrendiğimize göre; şairin son günlerini geçirdiği hastanede başındaki 3 kadından biri de ‘Lavinia’dır. Diğer iki kadınsa; Seda Arun’un annesi ve şairin ilk eşi Sabahat Hanım ve şimdi aynı mezarda yattığı, Asaf’ın ikinci eşi Yıldız Moran Hanım’dır.
Yazımızı, şairin, 1970 yılında yayıncılığı bırakıp, Bebek’te açtığı ve çok sevdiği meyhanesiyle ilgili bir anısıyla bitirelim. Şair için, Bebek’teki meyhanesi neredeyse evi gibiymiş. Orada yatar kalkar, zaman zaman aklına gelen şiirleri küçük kağıtlara yazar, bunları biriktirir, bunların bazılarınıysa meyhanenin duvarlarına yapıştırırmış. Akrebi ve yelkovanı olmayan sadece saniyesi çalışan bir de saat varmış meyhanenin duvarında. İşte o sadece saniyesi çalışan saatin altına bu küçük karalama şiirlerinden birini yapıştırmış şair; “Bir bakıyorsun üç / Bir bakıyorsun hiç.”
Özdemir Asaf’ı  28 Ocak 1981 günü kaybettik. Karaciğer kanserinden öldü. 58 yaşındaydı henüz, gencecikti… Ahhhh, şairler, şu kahrolası şairler… Bir bakıyorsun burada, bir bakıyorsun hiç’likte… Sanat adına katran koyuluğunda bir vahşetin yaşandığı günümüzde, ‘kendi bahçesinde dal bile olamayanların, bizim bahçemizde ağaçlık tasladığı’ bu -mutlaka bitecek karanlık çağda-, kendi sesiyle söylersek; “off dudağım acıyor’ dediğimde, ‘öpeyim de geçsin’ diyen sevgilinin, ‘yüreğim acıyor’ dediğimde çekip gittiği” bugünlerde, Asaf’ı okuyarak direniyoruz biraz da… Çünkü hayatı bir şair gibi duymak, yaşananları anlamlı kılmak, acıları dirençli bir umuda dönüştürmek için en güvenli yollardan biridir. Çünkü, ne olursa olsun, hayatta hayat kadar güzel başka birşey yoktur.


  Hayrettin Filiz

26 Ocak 2013

Tanrılar Okulu - Stefano D'Anna

Tanrılar Okulu
Gerçekleştirecek düşü olanlar için
Bir Varoluş Okulu, bir üniversite kuracaksın…
Bu Okulda 'düş'ün var olan en gerçek şey olduğu…
insanın gerçek diye nitelediği şeyin,
kendi düşünün yansımasından başka bir şey olmadığı öğretilecek.

Bir sorumluluk Okulu kuracaksın
eylem filozofları için
mutluluğun ekonomi anlamına geldiğini
ve zenginliğin, refahın, güzelliğin
her insanın doğuştan hakkı olduğunu öğreten
bir Okul...

Sonsuzluğa uzanan bir Okul kuracaksın,
nefesim nefesi olacak, adımlarımdan yol bulacak,
bir Tanrılar Okulu…
Dört koldan engellendiğini göreceksin
hiçbir saldırı seni korkutmasın ve bil ki,
aslında her zorluk ve düşman gerçekte sana
senin en yakın müttefikin olduğunu,
bu okulun yeri doldurulamaz, tek ve bütün parçası olduğunu gösterecektir.
 
*

İtalyan asıllı yazar ve modern çağ filozofu Prof. Stefano D’Anna, Tanrılar Okulu kitabı ile insanın kendi yaşamına dair devrim niteliğinde bir bakış açısı ortaya koyuyor. Eserinde bireyin hayata bir edilgen değil, tüm iyi ve kötü etkenlerin faili olarak bakması gerektiğini vurgulayan yazar, hikayeleştirme tekniği ile bunu oldukça etkileyici bir şekilde aktarıyor.

Okurlarıyla ilk kez buluştuğu 2002 yılından günümüze dünya çapında büyük bir beğeni toplayan kitap, felsefi öğretisinin yanı sıra kişisel gelişim alanında da eşsiz bir rehber niteliği taşıyor. Bu kitabı okurken sadece yazarın yaşamında değil, kendi iç dünyanızda da el değmemiş derinliklere doğru bir yolculuk yapacaksınız.

Tek Çıkış Yolu, İnsanın Kendisidir

İnsanın hayatında olup biten her şeyin asıl sorumlusu kendisidir. Kişiyi bugüne koşullar değil, kişinin kendi kararları getirmiştir. Ve karşısına çıkan tüm aksilikler; korkularının, karamsarlığının ve kendisine olan özgüvensizliğinizin somut bir yansımasıdır.

Tanrılar Okulu kitabında Prof. Stefano D’Anna, bu gerçekleri kendi yaşamından ve düşünsel tecrübelerinden yola çıkarak güçlü bir şekilde ifade ediyor. Kitapta gerçekleşen olaylarda düş ve gerçek kavramını iç içe geçiren yazar, böylece okurlarına tam olarak şu mesajı veriyor: Gerçeklerin düşlere yön vermesi kadar, kurulan bütün düşler de gerçekleri inşa ediyor.

Geçmişin Gerçekliğinden Gelen Bir Hayal

Hayatı tüm hızıyla yokuş aşağı giden bir adam… Başarısız bir sosyal yaşam, gelgitli ilişkiler, unutulmayan pişmanlıklar… Ve bir gün bu adam zavallılığının son sınırına kadar dayanmışken, birden karşısında baştan sona gerçeğe bürünmüş bir hayal görüyor. Bu hayal, onun gerçekleri düş penceresinden görmesini sağlayarak kişisel devrimine ön ayak oluyor.

Kendisine Dreamer adını veren bu hayali varlık, aslında adamın kanserliyken yüzüstü bıraktığı ve tek başına ölmesine göz yumduğu eski eşinden başkası değil. Ancak onun aksine Dreamer, somut varlığından sıyrılmış olsa dahi adama yardım eli uzatıyor. Artık bir eski eşten çok adamın yaşamında ulvi bir öğretmen olarak yer alan Dreamer, hayattaki çeşitli olgulara dair kurduğu diyaloglarla, kahramanın yaşam yolculuğunda ilerleyeceği çizgiyi kendisinin belirlemesini sağlıyor.

Günlük Şiirler - Onat Kutlar

Sen gittikten sonra, iki çalgıcı
Turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları
Benden başka. Sarımsak kokusunun
Yoksulluk ve rakıyla buluştuğu saygısız kalabalıkta,
Kimse duymadı beni terkeden
Kanatların bıraktığı esintiyi. Biri incecik, öbürü kalın
İki tel vururken çalgının yüreğine,
Nicedir aklımı kurcalayan Bertold Brecht´in
'Sevenler' şiirini düşündüm, bir yaşamdan ötekine
Yanyana uçan iki turnayı. Taa yirmisekizlerden.
'Güneşin ve ayın az değişken dilimleri altında
Uçup giderler yine, böyle tutkun birbirine.
Hey, nereye gidersiniz? - Hiç bir yere - Nerden gelirsiniz?
Her yerden. Sorarsınız, ne zamandır birliktesiniz? diye.
Az zamandır. Ne zaman ayrılacaksınız peki? - Yakında.'
Çıktığımda hava açıktı, ikindi güneşi gibi
Nicedir ısıtmayan parlak ayın az değişken dilimleri altında
Yürürken, sordum kendi kendime. Nereye gidiyorsun?
Hiç bir yere. Ne zamandır yalnızsın? Bilmem, denize
Ve ayışığından yapraklar kesen
Şiire sormalı bunu. Daha yazılırken
Bir anıya dönüşen şiirlere..
Sordum kendi kendime, ne yapılabilir çamurdan? Heykel
Acılardan? Aşk. Yoksulluklardan
Bir devrim bile yapılabilir. Ama hiç bir şey,
Hiç bir şey yapılamaz ayrılıklardan.

Sen, çalgıcılar ve ayışığı çekip gittiniz. Uykunun
Eşiğine vurulmuş bir turna gibi dönerek
Düşerken sordum otuzdokuzlardan Bertold Brecht´le birlikte
'Ne yapmalı peki?' Aklım dokunacak
Bir başka akıl arıyor. Nicedir yabancı denizlerde
Yıkanan tenim başka bir teni. 'Ne yapmalı?'
Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden,
Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın.
Ama hiç bir rüzgar dolduramaz boş kalan yerini,
Bir yaşamdan ötekine
Birlikte uçan turnaların yerini
Gökyüzünde...

Ermiş, Sörfçü ve Patron - Robin Sharma

   
 Ferrarisini Satan Bilge’nin Yazarından Yüreğinin Peşinden Gidenlere Muhteşem Bir Hikaye
“Robin Sharma’dan muhteşem, yaşam değiştiren bir eser…” Mark Victor Hansen, Yazar
“Harika bir hayat yaşamaya hazırsanız, bu sıradışı kitabı okuyun!” Richard Carlson, Yazar

Bu sıradışı kitabın sayfaları arasında, hayatınızı baştan yaratmanın ve kişiliğinizin en iyi haliyle tekrar bütünleşmenin pratik ve güçlü sürecini keşfedeceksiniz. Etkileyici hikâyesiyle Ermiş, Sörfçü ve Patron size derin bir bilgelik ve kaderinizi keşfetmenize yarayacak pratik öğretiler sunuyor. Varoluş sebebinizi bulun ve aradığınız sonsuz mutluluğa erişin.
Hayatınızı en iyi şekilde yaşamanıza rehber olacak bu devrim niteliğindeki kitapta:
• Gerçek niteliklerinizi açığa çıkarıp hünerlerinizi sergilemeye,
• Korkularınızı özgürlüğe, yaralarınızı bilgeliğe çevirmeye,
• Zihninize hükmedip kalbinizi açmaya ve ruhunuzu beslemeye,
• Gerçek sevgiyle dolu, güzel ilişkiler yaşamaya,
• Macerayı, gizemi ve eğlenceyi yaşamınıza tekrar katmaya,
• Kariyerinizde başarıya ulaşıp refaha kavuşmanıza yardımcı olacak bilgiler bulacaksınız.

Robin Sharma’nın çarpıcı kurgu stiliyle yazılmış olan bu kitap, hayatta tuttuğu yol Robin Sharma’nınkine oldukça benzeyen Jack Valentine isimli bir adamın hikâyesini anlatıyor. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu hisseden Jack daha mutlu, daha sağlıklı ve daha güzel bir hayat yaşayabilmek uğruna yola koyularak üç etkileyici öğretmenin öğrencisi oluyor. Son derece güçlü bir felsefenin varlığını keşfederek içinde yaşadığı gerçekliği değiştirmek ve kaderine ulaşabilmek için adımlar atıyor.

Çevirmen:     Filiz Gülerkaya

Buddha Ahlak Felsefesi

 

M.Ö. 563 – 483. Hindistan’da yaşayan, ruhani öğretici. Budizm’in kurucusu. Uyanmış kişi anlamına gelen bilge.
Uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek. Uyanmış, aydınlanmış kişi, karanlık gece
lere doğan güneş gibi, yanlışlarla, hatalarla dolu karanlığı bilgi ışığıyla aydınlatır.

 
1.
Budizm Erdemleri :
Öldürmeyin
Yalan söylemeyin
Sarhoş olmayın
Başkalarının malını almayın
Acılara katlanın
İyilik yapın
Merhametli olun
Kin gütmeyin
Fedakâr olun
2.
Sorunları çözebiliyorsan endişelenmene gerek yoktur. Çözemiyorsan da endişelenmenin yararı yoktur.
3.
Gökyüzünde doğu ya da batı ayrımı yoktur, ayrımları zihnimizde yaratırız ve sonra gerçek olduğuna inanırız.
4.
Binlerce savaş kazanmaktansa kendini feth etmen en büyük zaferdir, artık o senden ne melekler ne şeytanlar tarafından alınabilir.
5.
Varmaktansa yolculuk etmek yeğdir.
6.
İnsan hayatının labirentlerinde güvenle yol alabilmek için insanın bilgeliğin ışığına ve erdemin kılavuzluğuna ihtiyacı vardır.
7.
Ayak, ayak olduğunu ancak yere bastığında hisseder.
8.
Gerçeğin yolunda yapılabilecek iki hata vardır. Birincisi devam etmemek, ikincisi de hiç başlamamak

 9. Mutluluklar paylaşmakla azalmaz.
10.
Üç şey fazla saklanamaz. Güneş, ay, gerçek.
11.
Ne düşünürsek oyuz.
12.
Gerçek mucize, doğruyu açıklamak ve insanların doğruyu kavramalarını sağlamaktır.
13.
Huzur içten gelir, onu onsuz arama.
14.
Öfkelendiğimiz anda gerçeği aramak için mücadeleyi bırakıp, kendimizle uğraşmaya başlarız.
15.
Öfkeye tutunmak, zehiri kendin içip ötekinin ölmesini beklemek gibidir.
16.
Varoluşun sırrı korkusuz olmaktır.
17.
Ne alev ne yel, ne doğum ne ölüm, hiçbir şey iyiliklerinizi silemez.
18.
Önce kendi gideceğin yolu öğren, sonra öğretmeye kalk.
19.
Geçmişle yaşamayın, geleceğin hayalini kurmayın, aklınızı şu ana yoğunlaştırın.
20.
Aylak olmak ölüme doğru kısa bir yoldur ve çalışkan olmak bir yaşam biçimidir. Ahmaklar aylaktır, zeki kişiler ise çalışkan.
21.
Nedensellik, etkileşim, koşullar ve ayırt edici algılama. Dört büyük element bunlardandır.
22.
Nefret sevgiyle yok edilir, bu ölümsüz kanundur.
23.
Açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen.
24.
Sizi kendinizden başka hiç kimse kurtaramaz. Kendi kendinize ışık olun.
25.
Derin düşünen bilge kişinin tek bir günlük yaşamı, bilgisiz ve kontrolsüz kişinin bütün bir yaşamından daha değerlidir.