Özdemir Asaf’ın babası Türk siyasetinin önde gelen isimlerinden
İstanbullu Mehmet Asaf’tır. Şura-yı Devlet’in yani çağdaş sözle
söylersek Danıştay’ın ilk kurucularından… 1922 yılında Mustafa Kemal’den
bir haber gelir Mehmet Bey’e; “Asaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin.”
Bunun üzerine aile, İstanbul’dan Ankara’ya taşınır. Anne Hamdiye Hanım hamiledir. İkizlerin doğumu da, bu ara, Ankara’daki bir hastanede, Mustafa Kemal’in doktoru olarak da bilinen Mim Kemal Öke (1884 – 30 Ocak 1955) tarafından yapılır. Baba Mehmet Asaf, 1930 yılında ölünce, aile tekrar İstanbul’a taşınır. İkizler okul çağındadır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” emrini verince ve o dönemde soyadı kanunu henüz çıkmadığı için, şair ilkokula, babasının adını kendi adına ekleyerek, Özdemir Asaf adıyla kaydedilir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunuyla da, aile ‘Arun’ soyadını alır. Osmanlıca karşılığı, ‘iyi özellikleriyle tanınan, güzel huylular’ anlamına gelen Arun…
“Çevreme bakındım
Yalancıların çoğu unutkan ya da aptal
Kötü ve korkak
Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekâlara kızdım.”
Zekâ, Özdemir Asaf şiiri için bir başlangıç noktasıdır. O, sözleri takla attırarak ve hiçbir sanatsal anlayışın peşinden gitmeden yazdığı kendine özgü şiirlerinde, estetik derinliği, zekâ dolu sözcüklerde aramıştır ömrünce… Onun şiiri, toplumsal ilişkileri ‘sen ve ben’ üzerinden şekilleyen, bireysel bir şiirdir denir çokça… Kimileriyse, bir çeşit hesap yapmakla, insancıl derinliği ‘kurmakla’ suçlar Asaf’ı. Bana kalırsa, somut ilişkiler ya da oluşu; estetik bir zekâ ve ulaşılabilecek en derin insancıl duygularıyla soyut bir düzlemde yeniden ele alıp, “başka, herkes için ve yeni bir somut yaratmayı başarmış” biridir Özdemir Asaf şiirinde. “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur.” sözünün başka türlü bir karşılığı olabilir mi?
Atilla Özkırımlı; şiir ve zekâ konusunda, Özdemir Asaf’ın,“kendisiyle insanlar ve dış dünya arasındaki bağıntılar üzerine kurduğu, düşüncenin temel alındığı şiirler” yazdığını söylerken, bir başka usta, Behçet Necatigil, bu konuda bakın nasıl bir değerlendirme yapar: “ Şairdeki ‘ikinci kişi’ problemini, ikinci kişi ile kendi arasındaki bağlantıları çeşitli yönlerden derinleştirdiği, yaşamını dolduran davranışları soyutlaştırarak bir düşünme planına yükselttiği, bunu yaparken da çelişmeli, oyunlu bir mantık düzeninde mısra sayısını çok kere en aza indirdiği görülür.”
Her iki yazar da, ‘bir düşünme planından’, bu düşüncenin de, Asaf’ın şiirinin temeli olduğunda hemfikirdirler. Bence de Özdemir Asaf, yıllar içinde yavaş yavaş ördüğü şiirini, düşüncelerin ve duyguların yoğunlaştırılmasında aramış bir şairdir. Şaşkınlık veren, heyecanlandıran ve neredeyse ‘atasözü’ sayılabilecek şiirleriyle, bir söz sihirbazı…
Memet Fuat, 1996 yılında yayınlanan, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nin, 38. sayfasında Özdemir Asaf için bana çok ilginç gelen bir tanımlama yapar; “Düşünceleri, duyguları yoğunlaştırıp kısacık şiirler yazışıyla Uzak Doğu ülkelerinin bilge şairlerine benziyor…”
Özdemir Asaf’ın şiiri hep merak uyandırmıştır okuyucusunda. Bir yanıyla, bir seferde kolay kolay anlaşılmayan derin bir felsefe ama aynı anda bunca kısa dizelere sığdırılmış, çok büyük zekâ ve duygu kaynaşması nasıl bir arada olabilir? Bu konuda, oğlu Olgun Arun’la yaşanmış bir anısı, onun şiir anlayışını açıklamak için iyi bir örnek sayılabilir.
“Özdemir Asaf oğlunu yanına alıp dışarı yemeğe çıkar. Mevsimlerden sonbahardır ve yollar kurumuş yapraklarla örtülüdür. Otururlar bir lokantaya ve yemek yerler. Yemek bittikten sonra, oğluna manzarının çok hoşuna gittiğinden bahseder şairimiz. Bir müddet sonra kâğıt kalemini çıkarıp yazmaya başlar. Düşünmeden büyük bir hızla yazmaktadır. Kâğıdı arkalı önlü doldurur ve bitirir şiirini. Sonra okur. Bitirir tekrar okur. Biraz düşünür ve ilk ve son satır hariç tüm satırları karalar. “Zaman herşeyi süpürebilir /Sonbaharı süpüremez.” sözleri kalır geriye ve şiirde bu kadardır işte…
Özdemir Asaf, “r” harfini söyleyemezmiş. Bu da onu çok sempatik kılarmış. Bu konuda birçok anısını anlatır dostları ama bilmeyenler için ben en sevdiğim anısından söz edeceğim. 1950’lerde, şairler, yazarlar el üstünde tutulurmuş. Bu yüzden edebiyat matineleri diye bir kültür bile oluşmuş. O günleri anlatan Ülkü Tamer bakın neler diyor bu sanat buluşmaları için; “1950’lerde edebiyat matineleri pek gözdeydi. Öyle ki, edebiyat matinesiz hafta geçmezdi neredeyse. Yazarlar, özellikle şairler, bir matineden bir matineye koşturur dururlardı. Bunun şiirini bile yazan Behçet Hoca (Necatigil), “yahu,” demişti bir keresinde, “her gün sahnelere çıkıp okuyoruz. Müzeyyen Senar’ı bile geçtik.”
Dinleyicinin ilgisi inanılmaz ölçüdeydi. Okul salonları, halkevleri, tiyatrolar dinleyicilerle dolup taşardı. Ayakta kalanlar bile olurdu. Dinleyiciler dedim… Aslında seyirciler demem gerekirdi belki. Çok kişi sanatçıları seyre gelirdi çünkü. Asaf Halet Çelebi’nin sahneden “Kendimi sirkte vahşi hayvan gibi hissediyorum” dediğine tanık olmuşumdur. En büyük ilgiyi ise her zaman Attila İlhan’la Özdemir Asaf çekerdi. Çoğunlukla sona bırakılırdı onlar. Attila siyah balıkçı kazağıyla sahneye çıkıp uzun atkısını arkaya fırlattığı zaman, korkunç bir alkış kopardı. Tempo tutulurdu: “Pia! Pia! Pia!” Attila da gözlerini kısıp ufuklara bakarak başlardı “Pia”yı okumaya.
Özdemir Asaf mikrofona çağrıldığında ise gülüşmeler başlardı. Bir güldürü oyuncusu gibiydi Özdemir Asaf. Uzun uzun mikrofonu ayarlar, sessizce seyircileri süzer, tam şiirini okumaya başlayacakken susar, yine seyircilere bakardı sessizce. Kahkahalar dinince aynı şeyleri yineler, sonunda “r”leri “ğ” gibi söyleyerek okurdu: “Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu / Biğinciliği…” Seyirciler bir ağızdan tamamlardı: “… beyaza veğdileğ.”
İlginç adammış Özdemir Asaf… 1951 yılında Sanat Basımevi’ni kurar ve kitaplarını Yuvarlak Masa Yayınları adı altında yayınlamaya başlar. Örneğin, 1955 yılında, ‘Yuvarlak Masa Yayınları’ndan çıkan “Dünya Kaçtı Gözüme” adlı ilk kitabı, alışılmış ya da beklenen fiyattan çok daha yüksek bir fiyat yapıştırılmış olarak sürülür piyasaya. O zamanlar yeni bir şiir kitabı yayınlandığında fiyatı aşağı yukarı 100 kuruş civarındayken, bu kitap 250 kuruş gibi astronomik bir fiyatla çıkınca, edebiyat dünyasında bunun nedenini merak ederler. Aslında biraz da kıskançlık vardır işin içinde. Bu fiyat konusu çok konuşulur, çok eleştirilir. En sonunda biri dayanamaz, bunun nedenini Özdemir Asaf’a sorar. Aldığı yanıt, şiirlerindeki zekânın sahibini ortaya koyması adına son derece hoş bir anı olarak kayıtlanır edebiyat tarihine; “İçinde 47 şiiğ vağ. Şiiğ başına 5 kuğuş çok mu!”
Bu “r” engeli birçok yerde başına iş açar Özdemir Asaf’ın. Kızı Seda Arun’un, babasıyla ilgili anlattığı anılarından iki tanesi oldukça hoştur. İlk anısında; şair iş yerinden çıkıp Karaköy’e gitmek için bir taksiye biner. İşe bakın ki, taksinin şoförü de “r”leri söyleyemeyen biridir. Sorar:“Neğeye biğadeğ?” Asaf, Karaköy’e gidecektir ama şoföre, “Kağaköy” dese kendisiyle alay ettiğini düşünür mü diye, içinde hiç “r” harfi geçmeyen Eminönü’nü seçer yön olarak. Eminönü’den Karaköy’e kadar da yürüyerek döner.
İkinci anı, 1950 yılında Cağaloğlu’nda matbaa açacağı günlerde, açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memurla ilgili bir anıdır. İşlemleri yapacak memur, Özdemir Asaf’a adını sorar. “R”leri “ğ” olarak söyleyen Özdemir Asaf, “Halit Özdemiğ Ağun”der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere Halit Özdemir Ağun yazar. Bankonun üzerinden eğilerek bakar Asaf. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar Özdemir Asaf’ın. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun” diye düzeltmeye çabalar Özdemir Asaf. “Beyefendi anladım. Ağun işte.” Şair sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ‘Arun’ yazar kâğıda, “r”lere basa basa yüksek sesle okur. “Ağğğğğun.”
“Anlaşıldı / Bu ‘r’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.” (Can Yücel’in, Özdemir Asaf’ın, cenaze töreninin yapıldığı Bebek Camisi’nden alınıp, son dinlenme yeri olan Aşiyan Mezarlığı’na bırakıldıktan sonra, geri dönerken yazdığı ‘Cenaze Dönüşü’ adlı şiirinden – 28.01.1981)
”Söylediklerini örtebildiğin kadar ört…Yalnız dolambaçlı konuşma, yüzüme karşı konuş, içine doğru değil. Susacaksan, istediğin kadar sus…Yalnız kendine doğru susuk durma. Bana doğru susuk dur. Dolambaçlı konuşursan… emici susmalarla durursan… ben senin gözlerinin dışından içine inerim… Ama sen… sen de benim gözlerimin içinden dışarıya düşersin sonra.”
Dilindeki peltek hali yüzümüzü güldüren Özdemir Asaf’ın şiirlerindeki egemen duygu yalnızlıktır. Yalnızlık, onun yazmaktan asla uzak duramadığı, belki de şiirimizdeki en güçlü yalnızlık sözlerini yazan şairin, hayatla ilgili bir ciddi sıkıntısının sonucudur, kim bilir? Belki de, yalnızlığı, güven duygusuna ait bir eksiklenmedir? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama bildiğimiz o ki; şaire göre yalnızlık kişisel birşeydir ve paylaşılamaz.
“Yalnızlık, yaşamda bir an
Hep yeniden başlayan
Dışından anlaşılmaz…
Ya da kocaman bir yalan
Kovdukça kovalayan
Paylaşılmaz…
Bir düşün’de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”
En ünlü şiirlerinden biri kabul edilen ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ adıyla bildiğimiz bu şiir, 1978 yılında yayınlanan Özdemir Asaf kitabının adıdır da aynı zamanda. Özdemir Asaf’ın özgün el yazmaları ve daktiloya çekilmiş müsveddelerinin kalıbıyla basılan bu kitap, her dönem genç kalmayı başarmış, her dönem gençleri şaşırtmış bir kitap olarak hafızalardaki yerini sıkı sıkıya korumaktadır. Kitaptaki her bir şiir, uzun ve içli bir yolculuk başlatır duygularımızda… Bilmem ki, Asaf okuyup da, etkilenmeyen biri var mıdır? Yazdıkları için güçlü aşk şiirleri diyenlere çok kızar şair. Ona göre aşk şiirleri yazmamıştır kendisi, onun yazdıkları ‘aşk’a yazılmış şiirlerdir.
Aşk demişken, Özdemir Asaf’ın 1957 yılında yazdığı ve en çok bilinen, en çok sevilen şiiri ‘Lavinia’dan da -kısacık da olsa- söz etmeden geçmeyelim. Hani şu, şairin ‘kalbinin zulasındaki aşkı’ Lavinia…
“Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al
Günün en güzel saatleri bunlar
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme, Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.”
Mehmet Fuat bir yazısında; “Özdemir Asaf’ın unutulmaz bir yanı da 1950’lerin ünlü edebiyat matinelerindeki tavırlarıydı. Son derece tatlı bir havayla gelir, kendine özgü peltek konuşmasıyla şiirini söyler, alkışa boğulur, iki elini birden kafasının iki yanına götürerek çift yanlı asker selamı verir, koca bıyıklarıyla gülümser, gösterisini genel istek üzerine ‘Lavinia’ adlı şiiriyle noktalardı” der.
Uzun yıllar ‘Lavinia’ adındaki bu esrarengiz kadının hayalî bir kadın olduğu sanıldı. Hani şairlerin böyle düşsel kadınları olur ya, o türden bir imge olduğu düşünüldü. Ancak o işin sanıldığı gibi olmadığı, Lavinia’nın kim olduğu, tiyatro adamı Mücap Ofluoğlu’nun 1985 yılında yayınladığı “Bir Avuç Alkış” adlı kitabında söz ettiği bir anısıyla anlaşıldı.
Prof. Dr. Haluk Oral’ın, “Şiir Hikayeleri” adlı kitabında da açıklanan anı şöyle: “1958-1959 tiyatro mevsiminde, Strindberg’in “Matmazel Jüli”sini sahneye koyarlar. Mücap Ofluoğlu bu oyunun giysilerini Mevhibe Beyat’ın çizdiğini belirttikten sonra; “Mevhibe, Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuduğu yıllardan beri güzelliği ve cana yakın dostluğu ile çevresini etkilemiş, sevgilileriyle, şiirlere yansıyan çekiciliğiyle ünlü bir şairimizin ‘Lavinia’sı olmuştu.” (Mücap Ofluoğlu, Bir Avuç Alkış, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1985, sf.354)
Peki kimdir Lavinia? Lavinia, tam adı Mevhibe Meziyet Beyat olan, 1925 yılında doğup, 11 Eylül 2007’de hayata veda etmiş bir resim öğretmenidir. Aynı zamanda amatör bir şair ve stilisttir. 1952 yılında İlhan Selçuk’la evlenmiş ancak kısa süren bu evlilik bittikten sonra ünlü sinema oyuncusu Öztürk Serengil’in eşi olmuş; ancak bu evlilik de sürmeyince üçüncü ve son eşi fotoğrafçı ve kameraman Muhlis Hasa’nın eşi; *Oktay Akbal’ın* gizliden gizliye âşk duyduğu ve yazılarında ‘Hisya’ adıyla andığı platonik sevgilisi olan kadındır.
Özdemir Asaf’a hiç âşık olmadığını söyleyecektir yıllar sonra ama Asaf’ın kızı Seda Arun’un anılarından öğrendiğimize göre; şairin son günlerini geçirdiği hastanede başındaki 3 kadından biri de ‘Lavinia’dır. Diğer iki kadınsa; Seda Arun’un annesi ve şairin ilk eşi Sabahat Hanım ve şimdi aynı mezarda yattığı, Asaf’ın ikinci eşi Yıldız Moran Hanım’dır.
Yazımızı, şairin, 1970 yılında yayıncılığı bırakıp, Bebek’te açtığı ve çok sevdiği meyhanesiyle ilgili bir anısıyla bitirelim. Şair için, Bebek’teki meyhanesi neredeyse evi gibiymiş. Orada yatar kalkar, zaman zaman aklına gelen şiirleri küçük kağıtlara yazar, bunları biriktirir, bunların bazılarınıysa meyhanenin duvarlarına yapıştırırmış. Akrebi ve yelkovanı olmayan sadece saniyesi çalışan bir de saat varmış meyhanenin duvarında. İşte o sadece saniyesi çalışan saatin altına bu küçük karalama şiirlerinden birini yapıştırmış şair; “Bir bakıyorsun üç / Bir bakıyorsun hiç.”
Özdemir Asaf’ı 28 Ocak 1981 günü kaybettik. Karaciğer kanserinden öldü. 58 yaşındaydı henüz, gencecikti… Ahhhh, şairler, şu kahrolası şairler… Bir bakıyorsun burada, bir bakıyorsun hiç’likte… Sanat adına katran koyuluğunda bir vahşetin yaşandığı günümüzde, ‘kendi bahçesinde dal bile olamayanların, bizim bahçemizde ağaçlık tasladığı’ bu -mutlaka bitecek karanlık çağda-, kendi sesiyle söylersek; “off dudağım acıyor’ dediğimde, ‘öpeyim de geçsin’ diyen sevgilinin, ‘yüreğim acıyor’ dediğimde çekip gittiği” bugünlerde, Asaf’ı okuyarak direniyoruz biraz da… Çünkü hayatı bir şair gibi duymak, yaşananları anlamlı kılmak, acıları dirençli bir umuda dönüştürmek için en güvenli yollardan biridir. Çünkü, ne olursa olsun, hayatta hayat kadar güzel başka birşey yoktur.
Bunun üzerine aile, İstanbul’dan Ankara’ya taşınır. Anne Hamdiye Hanım hamiledir. İkizlerin doğumu da, bu ara, Ankara’daki bir hastanede, Mustafa Kemal’in doktoru olarak da bilinen Mim Kemal Öke (1884 – 30 Ocak 1955) tarafından yapılır. Baba Mehmet Asaf, 1930 yılında ölünce, aile tekrar İstanbul’a taşınır. İkizler okul çağındadır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” emrini verince ve o dönemde soyadı kanunu henüz çıkmadığı için, şair ilkokula, babasının adını kendi adına ekleyerek, Özdemir Asaf adıyla kaydedilir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunuyla da, aile ‘Arun’ soyadını alır. Osmanlıca karşılığı, ‘iyi özellikleriyle tanınan, güzel huylular’ anlamına gelen Arun…
“Çevreme bakındım
Yalancıların çoğu unutkan ya da aptal
Kötü ve korkak
Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekâlara kızdım.”
Zekâ, Özdemir Asaf şiiri için bir başlangıç noktasıdır. O, sözleri takla attırarak ve hiçbir sanatsal anlayışın peşinden gitmeden yazdığı kendine özgü şiirlerinde, estetik derinliği, zekâ dolu sözcüklerde aramıştır ömrünce… Onun şiiri, toplumsal ilişkileri ‘sen ve ben’ üzerinden şekilleyen, bireysel bir şiirdir denir çokça… Kimileriyse, bir çeşit hesap yapmakla, insancıl derinliği ‘kurmakla’ suçlar Asaf’ı. Bana kalırsa, somut ilişkiler ya da oluşu; estetik bir zekâ ve ulaşılabilecek en derin insancıl duygularıyla soyut bir düzlemde yeniden ele alıp, “başka, herkes için ve yeni bir somut yaratmayı başarmış” biridir Özdemir Asaf şiirinde. “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur.” sözünün başka türlü bir karşılığı olabilir mi?
Atilla Özkırımlı; şiir ve zekâ konusunda, Özdemir Asaf’ın,“kendisiyle insanlar ve dış dünya arasındaki bağıntılar üzerine kurduğu, düşüncenin temel alındığı şiirler” yazdığını söylerken, bir başka usta, Behçet Necatigil, bu konuda bakın nasıl bir değerlendirme yapar: “ Şairdeki ‘ikinci kişi’ problemini, ikinci kişi ile kendi arasındaki bağlantıları çeşitli yönlerden derinleştirdiği, yaşamını dolduran davranışları soyutlaştırarak bir düşünme planına yükselttiği, bunu yaparken da çelişmeli, oyunlu bir mantık düzeninde mısra sayısını çok kere en aza indirdiği görülür.”
Her iki yazar da, ‘bir düşünme planından’, bu düşüncenin de, Asaf’ın şiirinin temeli olduğunda hemfikirdirler. Bence de Özdemir Asaf, yıllar içinde yavaş yavaş ördüğü şiirini, düşüncelerin ve duyguların yoğunlaştırılmasında aramış bir şairdir. Şaşkınlık veren, heyecanlandıran ve neredeyse ‘atasözü’ sayılabilecek şiirleriyle, bir söz sihirbazı…
Memet Fuat, 1996 yılında yayınlanan, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nin, 38. sayfasında Özdemir Asaf için bana çok ilginç gelen bir tanımlama yapar; “Düşünceleri, duyguları yoğunlaştırıp kısacık şiirler yazışıyla Uzak Doğu ülkelerinin bilge şairlerine benziyor…”
Özdemir Asaf’ın şiiri hep merak uyandırmıştır okuyucusunda. Bir yanıyla, bir seferde kolay kolay anlaşılmayan derin bir felsefe ama aynı anda bunca kısa dizelere sığdırılmış, çok büyük zekâ ve duygu kaynaşması nasıl bir arada olabilir? Bu konuda, oğlu Olgun Arun’la yaşanmış bir anısı, onun şiir anlayışını açıklamak için iyi bir örnek sayılabilir.
“Özdemir Asaf oğlunu yanına alıp dışarı yemeğe çıkar. Mevsimlerden sonbahardır ve yollar kurumuş yapraklarla örtülüdür. Otururlar bir lokantaya ve yemek yerler. Yemek bittikten sonra, oğluna manzarının çok hoşuna gittiğinden bahseder şairimiz. Bir müddet sonra kâğıt kalemini çıkarıp yazmaya başlar. Düşünmeden büyük bir hızla yazmaktadır. Kâğıdı arkalı önlü doldurur ve bitirir şiirini. Sonra okur. Bitirir tekrar okur. Biraz düşünür ve ilk ve son satır hariç tüm satırları karalar. “Zaman herşeyi süpürebilir /Sonbaharı süpüremez.” sözleri kalır geriye ve şiirde bu kadardır işte…
Özdemir Asaf, “r” harfini söyleyemezmiş. Bu da onu çok sempatik kılarmış. Bu konuda birçok anısını anlatır dostları ama bilmeyenler için ben en sevdiğim anısından söz edeceğim. 1950’lerde, şairler, yazarlar el üstünde tutulurmuş. Bu yüzden edebiyat matineleri diye bir kültür bile oluşmuş. O günleri anlatan Ülkü Tamer bakın neler diyor bu sanat buluşmaları için; “1950’lerde edebiyat matineleri pek gözdeydi. Öyle ki, edebiyat matinesiz hafta geçmezdi neredeyse. Yazarlar, özellikle şairler, bir matineden bir matineye koşturur dururlardı. Bunun şiirini bile yazan Behçet Hoca (Necatigil), “yahu,” demişti bir keresinde, “her gün sahnelere çıkıp okuyoruz. Müzeyyen Senar’ı bile geçtik.”
Dinleyicinin ilgisi inanılmaz ölçüdeydi. Okul salonları, halkevleri, tiyatrolar dinleyicilerle dolup taşardı. Ayakta kalanlar bile olurdu. Dinleyiciler dedim… Aslında seyirciler demem gerekirdi belki. Çok kişi sanatçıları seyre gelirdi çünkü. Asaf Halet Çelebi’nin sahneden “Kendimi sirkte vahşi hayvan gibi hissediyorum” dediğine tanık olmuşumdur. En büyük ilgiyi ise her zaman Attila İlhan’la Özdemir Asaf çekerdi. Çoğunlukla sona bırakılırdı onlar. Attila siyah balıkçı kazağıyla sahneye çıkıp uzun atkısını arkaya fırlattığı zaman, korkunç bir alkış kopardı. Tempo tutulurdu: “Pia! Pia! Pia!” Attila da gözlerini kısıp ufuklara bakarak başlardı “Pia”yı okumaya.
Özdemir Asaf mikrofona çağrıldığında ise gülüşmeler başlardı. Bir güldürü oyuncusu gibiydi Özdemir Asaf. Uzun uzun mikrofonu ayarlar, sessizce seyircileri süzer, tam şiirini okumaya başlayacakken susar, yine seyircilere bakardı sessizce. Kahkahalar dinince aynı şeyleri yineler, sonunda “r”leri “ğ” gibi söyleyerek okurdu: “Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu / Biğinciliği…” Seyirciler bir ağızdan tamamlardı: “… beyaza veğdileğ.”
İlginç adammış Özdemir Asaf… 1951 yılında Sanat Basımevi’ni kurar ve kitaplarını Yuvarlak Masa Yayınları adı altında yayınlamaya başlar. Örneğin, 1955 yılında, ‘Yuvarlak Masa Yayınları’ndan çıkan “Dünya Kaçtı Gözüme” adlı ilk kitabı, alışılmış ya da beklenen fiyattan çok daha yüksek bir fiyat yapıştırılmış olarak sürülür piyasaya. O zamanlar yeni bir şiir kitabı yayınlandığında fiyatı aşağı yukarı 100 kuruş civarındayken, bu kitap 250 kuruş gibi astronomik bir fiyatla çıkınca, edebiyat dünyasında bunun nedenini merak ederler. Aslında biraz da kıskançlık vardır işin içinde. Bu fiyat konusu çok konuşulur, çok eleştirilir. En sonunda biri dayanamaz, bunun nedenini Özdemir Asaf’a sorar. Aldığı yanıt, şiirlerindeki zekânın sahibini ortaya koyması adına son derece hoş bir anı olarak kayıtlanır edebiyat tarihine; “İçinde 47 şiiğ vağ. Şiiğ başına 5 kuğuş çok mu!”
Bu “r” engeli birçok yerde başına iş açar Özdemir Asaf’ın. Kızı Seda Arun’un, babasıyla ilgili anlattığı anılarından iki tanesi oldukça hoştur. İlk anısında; şair iş yerinden çıkıp Karaköy’e gitmek için bir taksiye biner. İşe bakın ki, taksinin şoförü de “r”leri söyleyemeyen biridir. Sorar:“Neğeye biğadeğ?” Asaf, Karaköy’e gidecektir ama şoföre, “Kağaköy” dese kendisiyle alay ettiğini düşünür mü diye, içinde hiç “r” harfi geçmeyen Eminönü’nü seçer yön olarak. Eminönü’den Karaköy’e kadar da yürüyerek döner.
İkinci anı, 1950 yılında Cağaloğlu’nda matbaa açacağı günlerde, açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memurla ilgili bir anıdır. İşlemleri yapacak memur, Özdemir Asaf’a adını sorar. “R”leri “ğ” olarak söyleyen Özdemir Asaf, “Halit Özdemiğ Ağun”der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere Halit Özdemir Ağun yazar. Bankonun üzerinden eğilerek bakar Asaf. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar Özdemir Asaf’ın. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun” diye düzeltmeye çabalar Özdemir Asaf. “Beyefendi anladım. Ağun işte.” Şair sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ‘Arun’ yazar kâğıda, “r”lere basa basa yüksek sesle okur. “Ağğğğğun.”
“Anlaşıldı / Bu ‘r’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.” (Can Yücel’in, Özdemir Asaf’ın, cenaze töreninin yapıldığı Bebek Camisi’nden alınıp, son dinlenme yeri olan Aşiyan Mezarlığı’na bırakıldıktan sonra, geri dönerken yazdığı ‘Cenaze Dönüşü’ adlı şiirinden – 28.01.1981)
”Söylediklerini örtebildiğin kadar ört…Yalnız dolambaçlı konuşma, yüzüme karşı konuş, içine doğru değil. Susacaksan, istediğin kadar sus…Yalnız kendine doğru susuk durma. Bana doğru susuk dur. Dolambaçlı konuşursan… emici susmalarla durursan… ben senin gözlerinin dışından içine inerim… Ama sen… sen de benim gözlerimin içinden dışarıya düşersin sonra.”
Dilindeki peltek hali yüzümüzü güldüren Özdemir Asaf’ın şiirlerindeki egemen duygu yalnızlıktır. Yalnızlık, onun yazmaktan asla uzak duramadığı, belki de şiirimizdeki en güçlü yalnızlık sözlerini yazan şairin, hayatla ilgili bir ciddi sıkıntısının sonucudur, kim bilir? Belki de, yalnızlığı, güven duygusuna ait bir eksiklenmedir? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama bildiğimiz o ki; şaire göre yalnızlık kişisel birşeydir ve paylaşılamaz.
“Yalnızlık, yaşamda bir an
Hep yeniden başlayan
Dışından anlaşılmaz…
Ya da kocaman bir yalan
Kovdukça kovalayan
Paylaşılmaz…
Bir düşün’de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”
En ünlü şiirlerinden biri kabul edilen ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ adıyla bildiğimiz bu şiir, 1978 yılında yayınlanan Özdemir Asaf kitabının adıdır da aynı zamanda. Özdemir Asaf’ın özgün el yazmaları ve daktiloya çekilmiş müsveddelerinin kalıbıyla basılan bu kitap, her dönem genç kalmayı başarmış, her dönem gençleri şaşırtmış bir kitap olarak hafızalardaki yerini sıkı sıkıya korumaktadır. Kitaptaki her bir şiir, uzun ve içli bir yolculuk başlatır duygularımızda… Bilmem ki, Asaf okuyup da, etkilenmeyen biri var mıdır? Yazdıkları için güçlü aşk şiirleri diyenlere çok kızar şair. Ona göre aşk şiirleri yazmamıştır kendisi, onun yazdıkları ‘aşk’a yazılmış şiirlerdir.
Aşk demişken, Özdemir Asaf’ın 1957 yılında yazdığı ve en çok bilinen, en çok sevilen şiiri ‘Lavinia’dan da -kısacık da olsa- söz etmeden geçmeyelim. Hani şu, şairin ‘kalbinin zulasındaki aşkı’ Lavinia…
“Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al
Günün en güzel saatleri bunlar
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme, Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.”
Mehmet Fuat bir yazısında; “Özdemir Asaf’ın unutulmaz bir yanı da 1950’lerin ünlü edebiyat matinelerindeki tavırlarıydı. Son derece tatlı bir havayla gelir, kendine özgü peltek konuşmasıyla şiirini söyler, alkışa boğulur, iki elini birden kafasının iki yanına götürerek çift yanlı asker selamı verir, koca bıyıklarıyla gülümser, gösterisini genel istek üzerine ‘Lavinia’ adlı şiiriyle noktalardı” der.
Uzun yıllar ‘Lavinia’ adındaki bu esrarengiz kadının hayalî bir kadın olduğu sanıldı. Hani şairlerin böyle düşsel kadınları olur ya, o türden bir imge olduğu düşünüldü. Ancak o işin sanıldığı gibi olmadığı, Lavinia’nın kim olduğu, tiyatro adamı Mücap Ofluoğlu’nun 1985 yılında yayınladığı “Bir Avuç Alkış” adlı kitabında söz ettiği bir anısıyla anlaşıldı.
Prof. Dr. Haluk Oral’ın, “Şiir Hikayeleri” adlı kitabında da açıklanan anı şöyle: “1958-1959 tiyatro mevsiminde, Strindberg’in “Matmazel Jüli”sini sahneye koyarlar. Mücap Ofluoğlu bu oyunun giysilerini Mevhibe Beyat’ın çizdiğini belirttikten sonra; “Mevhibe, Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuduğu yıllardan beri güzelliği ve cana yakın dostluğu ile çevresini etkilemiş, sevgilileriyle, şiirlere yansıyan çekiciliğiyle ünlü bir şairimizin ‘Lavinia’sı olmuştu.” (Mücap Ofluoğlu, Bir Avuç Alkış, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1985, sf.354)
Peki kimdir Lavinia? Lavinia, tam adı Mevhibe Meziyet Beyat olan, 1925 yılında doğup, 11 Eylül 2007’de hayata veda etmiş bir resim öğretmenidir. Aynı zamanda amatör bir şair ve stilisttir. 1952 yılında İlhan Selçuk’la evlenmiş ancak kısa süren bu evlilik bittikten sonra ünlü sinema oyuncusu Öztürk Serengil’in eşi olmuş; ancak bu evlilik de sürmeyince üçüncü ve son eşi fotoğrafçı ve kameraman Muhlis Hasa’nın eşi; *Oktay Akbal’ın* gizliden gizliye âşk duyduğu ve yazılarında ‘Hisya’ adıyla andığı platonik sevgilisi olan kadındır.
Özdemir Asaf’a hiç âşık olmadığını söyleyecektir yıllar sonra ama Asaf’ın kızı Seda Arun’un anılarından öğrendiğimize göre; şairin son günlerini geçirdiği hastanede başındaki 3 kadından biri de ‘Lavinia’dır. Diğer iki kadınsa; Seda Arun’un annesi ve şairin ilk eşi Sabahat Hanım ve şimdi aynı mezarda yattığı, Asaf’ın ikinci eşi Yıldız Moran Hanım’dır.
Yazımızı, şairin, 1970 yılında yayıncılığı bırakıp, Bebek’te açtığı ve çok sevdiği meyhanesiyle ilgili bir anısıyla bitirelim. Şair için, Bebek’teki meyhanesi neredeyse evi gibiymiş. Orada yatar kalkar, zaman zaman aklına gelen şiirleri küçük kağıtlara yazar, bunları biriktirir, bunların bazılarınıysa meyhanenin duvarlarına yapıştırırmış. Akrebi ve yelkovanı olmayan sadece saniyesi çalışan bir de saat varmış meyhanenin duvarında. İşte o sadece saniyesi çalışan saatin altına bu küçük karalama şiirlerinden birini yapıştırmış şair; “Bir bakıyorsun üç / Bir bakıyorsun hiç.”
Özdemir Asaf’ı 28 Ocak 1981 günü kaybettik. Karaciğer kanserinden öldü. 58 yaşındaydı henüz, gencecikti… Ahhhh, şairler, şu kahrolası şairler… Bir bakıyorsun burada, bir bakıyorsun hiç’likte… Sanat adına katran koyuluğunda bir vahşetin yaşandığı günümüzde, ‘kendi bahçesinde dal bile olamayanların, bizim bahçemizde ağaçlık tasladığı’ bu -mutlaka bitecek karanlık çağda-, kendi sesiyle söylersek; “off dudağım acıyor’ dediğimde, ‘öpeyim de geçsin’ diyen sevgilinin, ‘yüreğim acıyor’ dediğimde çekip gittiği” bugünlerde, Asaf’ı okuyarak direniyoruz biraz da… Çünkü hayatı bir şair gibi duymak, yaşananları anlamlı kılmak, acıları dirençli bir umuda dönüştürmek için en güvenli yollardan biridir. Çünkü, ne olursa olsun, hayatta hayat kadar güzel başka birşey yoktur.