09 Nisan 2016
Atatürk ve Çocuk
Arap Milliyetçiliği ve Türkler İlhan Arsel
Arap'taki Atatürk düşmanlığı, Atatürk'ün 'Millet egemenliği' ve 'Layik Cumhuriyet' amaçlarına yönelmiş davranışlarının oluşmaya başlamasıyla kendisini duyurtmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş tarihinden bugüne gelinceye kadar bu düşmanlığı sürdürmekte Arap özel bir itina göstermiştir. 1975 yılının Nisan ayında ünlü Amerikan dergisi TIME'a bir demeç veren Suudî Arabistan Başbakanı Prens Fahd: 'Bizim uygulayacağımız yöntem Atatürk'ün uyguladığı yöntemlerin tamamen tersidir' derken Arap dünyasının liderlerine egemen olan Atatürk düşmanlığı eğilimlerinin yeni bir açıklamasını yapmaktaydı.
Araplardaki Atatürk düşmanlığının nedenlerini anlamak şüphesiz ki kolaydır. 1400 yıl boyunca Şeriât ninnileriyle uyutulan halkların hür düşünce ve 'hür akıl' yoluna girmeleri halinde Şeriât çıkarlarının neler kaybedeceği ortadadır. Halkı kul ve köle gibi ve Tanrı'dan geldiği iddia olunan hükümlerle yönetmeye alışmış ve yeryüzünü halka cehennem, (ya da yoksulluk ve sabır yeri), fakat kendilerine cennet yapan Müslüman yöneticilerin en büyük huzursuzluğu elbette ki bütün bu yalanlara 'Hayır' diyebilecek kafa yapısının oluşabilmesidir. Gökten inmiş gibi gösterilen emirleri ve hükümleri kafası aydınlanmış ve cehalet uykusundan uyandırılmış insanlara kabul ettirmenin olanağı yoktur. Sosyal düzenin sağlanması ve devlet yaşamlarının sürdürülmesi bahaneleriyle dağarcığında YALAN'dan gayrı bir şeyleri bulunmayanlar için halk yığınlarını cehalet içerisinde oyalamak en sağlam, en güvenilir bir yoldur. Müspet eğitim görmüş ve AKIL rehberliği yolu ile yaşamlarını düzenlemesini öğrenmiş halkları Tanrı korkusu, Peygamber umacılığı ile değil akla yatkın ve belli bir zümrenin çıkarlarına değil toplum çıkarlarına uygun usullerle yönetmek mümkündür. İşte Atatürk'ün getirdiği şey AKIL REHBERLİĞİ yoludur; o, bu yoldan kişilere ve topluma, müspet eğitim yolu ile gelişmiş akıl sayesinde yeryüzü mutluluklarını sağlama formülünü vermiştir. Bu formül ise, petrol kaynaklarından gelen sınırsız zenginlikleri bir aile şirketi gibi paylaşıp halkı ilkellikler, cehaletler, gerilikler ve yoksulluklar içerisinde yönetmeyi sırf din sömürüsü sayesinde becerebilen Arap liderlerine elbette ki cazip bir formül görünemezdi. Atatürk'e düşmanlık beslemeleri bu bakımdan onların kendi ahlâk doğrultularında olan bir şeydi. Bizim şeriâtçımızın da Atatürk düşmanlığı davranışlarının altında aynı nedenler yatar. Ve esasen bizim gericilerimiz, Arap çevrelerin de etkisi ve itişi ve maddî yardımlarıyla kendi öz ülkelerinde âdeta Arap Şeyhlerinin birer ajanı gibi hareketle Atatürk sevgisini bu ülkeden yok etmenin çabası içerisindedirler.
1. Bkz. Hisham Sharabi, "The Crisis of the Intellegentsia in the Middle East", The Muslim World, Vol. XLVII, 1957, p.193.
Iris Murdoch - Ağ
En sonunda kendini, kendi hayal ve düşüncelerinden oluşan bir ağın içine kapattığını anlar. Bu yakıcı bir aydınlanma anıdır; ama yıkıcı olmaz. Diğer insanları kendi tasarımlarına indirgenemez tekillikleri içinde gördüğü, her şeyi bilme ve denetleme tutkusundan vazgeçip sadece sevmeyi, Öteki’ne açılmayı denediği anda Sanat’a da ilk kez gerçekten açılabileceğini kavrar.
Meslekten felsefeci olmasına karşın edebiyatın, ahlak meselelerinin ve insan ilişkilerinin olağanüstü karmaşıklığını daha iyi ilettiğini düşünen Murdoch, sanat/hayat, zorunluluk/rastlantısallık, genellik/tikellik, hakikate ulaşmak için benliğin ötesine geçme gibi temaları müthiş sürükleyici bir olay örgüsü içinde ve son derece incelikli bir mizah duygusunu besleyerek işliyor.
Çok meraklanacak, çok eğlenecek, çok düşüneceksiniz.
Senin sorunun şu ki her şeyi duygusal yönden anlamak istiyorsun. Olmaz bu. Öteye beriye çarparak da olsa yola devam etmek gerek. Gerçek, öteye beriye çarpa çarpa yola devam etmekte yatar.
Gündüz uyuyanlar için özel kabuslar vardır; kısa, huzursuz uyku dakikalarına giriveren küçük, tedirgin rüyalar ki zihnin yüzeyine çıkar çıkmaz uyanıklık karabasanlarının ürküsüne karışır. Bu uyanışlar böyledir işte, mezarda uyanmak gibi: Yumruklarınız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.
Gündüz uykusu lanetli bir dalgınlıktır. İnsan bu uykudan umarsızlık içinde uyanır. Güneş hoşgörmez bu uykuyu. Elinden gelirse insanın kirpiklerinin arasından sokulup göz kapaklarını zorla aralar; pencerelerinize siyah perdeler asmaya kalktığınız zaman da odanızı kuşatmaya alarak sıcaktan öyle kaynatır ki sonunda donuk gözler, sarsak adımlarla pencereye gidip perdeleri hışımla açar ve dünyanın en ürkünç manzarasıyla karşılaşırsınız: sizin kestirdiğiniz odanın dışında güneş ışımaktadır.
Yalanların virajlı tepeleri karşısında dehşete kapılmaktan hiç vazgeçmem; ama gene de bu yollara dalar dururum, onlara, beni yeniden gün ışığına çıkaracak kestirmeler gözüyle baktığım için herhalde. Oysa dünyadaki tek ölümcül yalan budur belki de.
Gece vapurunun özelliklerinden biri yolcunun, gemilere özgü "kineestetik" duyularıyla birlikte trenlere özgü kokusal duyularının da uyarılmasıdır.
Ama aslını ararsanız kişi bir kez, insan bilincinin iyice derinlerinde yatan o eskil düşme korkusunu yenmeyi ve kendi bedenini denetim altında tutmayı öğrenmeyegörsün, beceremeyeceği, hiç değilse daha kolay öğrenemeyeceği pek az bedensel spor ve sanat vardır.
Soyutlamaları en iyi yıkan şey de nefrettir.
Benim söylemek istediğim şey, gerçek karar verme durumudur, yaşadığımız haliyle. Burada da kuramdan ve genellemeden uzaklaştığımız oranda gerçeğe yaklaşmış oluruz. Kuram üretmenin her türlüsü kaçıştır. Bize durumun kendisi yön vermeli ki bu da anlatılmayacak kadar tikel bir şeydir. Daha doğrusu, ağdan çıkmak için ne kadar çırpınırsak çırpınalım, hiçbir zaman yeterince yaklaşamayacağımız bir şeydir.
Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunun başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir.
Ama fikirler para gibidir. Dolaşımda herkesçe kabul edilen bir para biriminin bulunması şarttır. İletişim amacıyla kullanılan kavramlar, kazandıkları başarıyla kanıtlarlar kendilerini.
Konuştuğum sürece, şimdi bile, düşüncemi tam olarak belirteceğim yerde seni etkileyecek, senden tepki alacak şeyler söylüyorum. Bizim aramızda bile bu böyle; birbirini aldatmak için daha güçlü nedenleri olan iki kişi arasında daha da beterdir elbet. Aslını ararsan bizler buna öyle alışığız ki doğru dürüst farkına bile varmıyoruz. Dilin tümü, yalanlar üretmekte kullanılan bir makinedir.
Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.
Karşılıksız aşk, anlayış denen şeyle ilgilidir. Ancak bütünüyle, tam anlamıyla anlayışa dönmüşse aşk, karşılık görmese de aşk olarak kalabilir.
Olaylar, yanımızdan bu kalabalıklar gibi akıp geçer ve her birinin çehresi ancak bir an görülür. Çok önemli olan şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi, tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler, bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz. Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh, yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle ahşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin.
Sevmek bir duygu değildir. Sınanabilir. Sevmek eylemdir, sessizliktir.
Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.
Benim gibi incelikli, dolambaçlı kişiler her zaman çok şey gördükleri için asla net yanıtlar veremezler. Benim sorunum, her zaman, "veçhe"lerin çeşitliliği olmuştur.
İnsan, bir başka insanı ne zaman sahiden 'öğrenebilmiş'tir ki? Belki de, öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da, insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki, bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.
Çok önemli şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz.
Yumruklarımız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.
İnsanın herhangi bir şeyi yapmak için iyi nedenleri varsa, kötü nedenleri de var diye o şeyi yapmaktan geri kalmamalıdır.
Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunu başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir. Bütün kavramlar yanlış kullanılabilirler. Ama sözcüklerin kendileri yalan söylemezler. Bir kavramın sınırlamaları olabilir; ama ben kavramı kullanırken bunları ortaya serersem sınırlamazlar kimseyi yanıltmaz.
Bir kadını kalıcı kılan tek bir şey vardır, o da zekadır.
İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden "öğrenebilmiş"tir? Belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.
Gerçekleştirdiğim düşünsel çalışmaların sonunda, oldum olası, hiçbir şey başaramamışım gibi bir duyguya kapılmışımdır; insan geri dönüp baktığında yaptığı şeyin öbür yanını görür, ince bir sedef kabuğunu gözüne tutmuşcasına. Ama bu, düşünsel çalışmaların doğasından mıdır yoksa benim ürettiklerimin değersiz oluşundan mıdır, hiçbir zaman kestirememişimdir. Kişi, ürününün içerdiği düşünceyle -bu düşünce ne olursa olsun- artık canlı bir temas kuramıyorsa bu ürün, en iyimser bakışla kuru, en kötümser bakışla da berbat görünür. Yok, bu temas hala kurabiliyorsa bu kez de ürüne, şimdiki düşüncesi kaydadeğer bir şey olsa böyle bir boşluk taşımazdı, diyebiliriz. Hep merak ederim, acaba Kant kafasında Kopernik Devrimi'ni gerçekleştirdiği sırada, içinden arada bir, "Ama bu bir hiç, tam bir hiç!" demiş miydi? Demiş olmasını dilerim.
Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.
Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.
Stefan Zweig - Satranç
Satranç kitabı, Stefan Zweig tarafından yazılmış bir romandır. Ancak kimi kaynaklar tarafından bu kitabın uzun öykü türünde olduğu belirtilir. Satranç kitap özeti bizlere bir satranç müsabakasını anlatır ancak geri planda insanın kendini aşmaya çalışması, çaresizlik ve umutsuzluk temalarına yer verir.
Satranç kitabı, temelde bir satranç maçını anlatıyor gibi görünse de aslında konusu Nazi yönetimine bir eleştiri niteliğindedir. İnsan psikolojisinin derinliklerine girmemizi sağlayan bu kitap, Stefan Zweig’in eşiyle birlikte intihar etmeden önce yazdığı son kitap olmasıyla da dikkat çeker. Dr. B.. üzerinden kendisini anlatan Zweig, Satranç kitabıyla II. Dünya Savaşı’nın etkilerini, Gestapo’nun zulmünü derin bir şekilde hissettirir.
Özeti
Kitap, New York'tan Buenos Aires'e giden bir gemiye binen iki arkadaşın hikayesiyle başlar. Gemide dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'in de bir turnuvaya katılacağı için birçok gazeteci bulunmaktadır. Mirko Czentovic aslında küçük yaşlarda anlama, konuşma gibi birçok konuda zorluk çeken bir köylüdür. Babası rahip olan Mirko, her akşam arkadaşının oynadığı üç el satranç müsabakalarını izleyerek satranç öğrenir.
Bir akşam babası işi çıkınca, Mirko arkadaşının yerine oyuna girer, o eli ve devamındaki iki eli de kazanır. Babası buna şaşırır ve Mirko'nun yeteneğini herkese göstermek için şehirdeki satranç kulübüne gider. Böylece Mirko Czentovic, büyük bir şöhrete kavuşur ve en sonunda dünya şampiyonu olarak zirveye çıkar. Ancak satranç oyunu bittiğinde çevresindekilere küçüklüğündeki aptal yüz ifadesiyle bakış atar ve ardından gazetecilere anlaşılmayan, saçma yanıtlar verir. Bu yüzden gazetecilerle veya çevresindeki insanlarla satranç dışında hiç konuşmaz.
Gemide geçen günlerde, yolcular arasında bir satranç şampiyonu olduğu dedikoduları yayılmaya başlamıştır. Bu haberi alan petrol zengini McConnor, Czentovic'e para karşılığı bir satranç oyunu teklif eder. Czentovic, teklifi mutlulukla kabul eder. Ancak Czentovic'e karşı olan tüm satranç meraklıları da oyuna katılmak istemiştir. Oyun sırasında Czentovic, sırası geldiğinde hızlı bir şekilde hamlesini yapar ve sadece kırk ikinci hamlede rakiplerini mat eder. McConnor, yenilgiyi kabul edemez ve Czentovic'e bir oyun daha teklif eder. Ancak beklenmedik bir şekilde, yanlarına gelen biri onlara doğru hamleleri söyler ve sonunda Czentovic ile berabere kalırlar. McConnor, bu duruma çok şaşırır ve sevinir. Ardından, Dr. B. adındaki bir dostuna Czentovic ile tek başına oynaması için teklifte bulunur ve masrafını kendisi karşılar. Ancak, Dr. B. oyun sonrası pişman bir hale gelir ve 25 yıldır hiç satranç oynamadığını söyler. Sonrasında Dr. B. hikayesini anlatmaya başlar.
Seneler önce, babasıyla bir avukatlık bürosu işletirken hükümetin gizli işleriyle ilgili bir davada tutuklanır. Fakat hapishaneye atılmak yerine, küçük bir odada tutulur. Odasında sadece bir koltuk, bir dolap, bir leğen ve küçük bir pencere bulunmaktadır. Zamanla, gardiyanı dışında kimseyle konuşamaması ve zamanı bilemeyerek kendisini aynı duvarlara bakarken bulması nedeniyle beyin fonksiyonlarını yitirir. Sorguya götürüldüğünde ise zayıflayan beyniyle ağzından bir şey kaçırmamak için büyük bir çaba sarf etmektedir.
Bir gün, beklemekte olduğu sorgu odasında askıda duran bir asker montunun içinde bir kitap gören bir mahkum, kitabı çalar. Bu durum, onu oldukça mutlu eder çünkü uzun zamandır zihnini meşgul edecek bir şey bulamamıştır. Hücresine döndüğünde kitabı açar ve içinde bir satranç oyunları kitabı olduğunu görür. Önce hayal kırıklığına uğrar ancak daha sonra yatak örtüsünü satranç tahtası olarak kullanarak kitaptaki tüm oyunları oynamaya başlar ve hatta zamanla zihninde tahtayı ve taşları canlandırarak oynamaya devam eder.
Ancak bu bir süre sonra saplantı haline dönüşür ve tüm zamanını -uyku dahil- satranç oynayarak geçirir. Kendi kendisiyle oynadığında bile yenildiğinde kendine kızar ve gereğinden fazla heyecanlanır. Bir kez, kaybettiğinde sinir krizi geçirir ve elini camla kırar. Hastanede, doktorun soyadını tanıması sayesinde kaçar ve artık özgürdür. Ancak bir daha asla satranç oynamamaya karar verir.
Fakat gemide karşılaştığı Czentovic ile bir kez daha oynamayı kabul eder ve bu kez Czentovic'i yener. Ertesi gün, Czentovic ilk elde yenilince Dr. B. bir el daha oynamak istediğini söyler. Ancak, Dr. B. tekrar heyecanlanmaya başladığı için oyunu bırakır ve masada Czentovic ile taşları baş başa bırakır.
Satranç Romanının Yazarı Stefan Zweig Hakkında Kısaca Bilgi
Satranç romanının yazarı Stefan Zweig 28 Kasım 1881 tarihinde Avusturya'nın Viyana kentinde dünyaya gelmiştir. Avusturya-Macaristanlı bir yazar olan Stefan Zweig, yaşamı boyunca deneme, tiyatro, lirik şiir gibi çeşitli tarzlarda eserler yazmıştır. Ancak Zweig’a asıl ün getiren yapıtları, roman ve uzun öykü türündedir.
Psikolojiye yoğun bir ilgi duyan ve Freud’tan etkilenen Stefan Zweig’ın en bilinen eserleri Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Olağanüstü Bir Gece, Satranç, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Kızıl’dır. Oldukça üretken olan yazarın birçok eseri sinema filmine de uyarlanmıştır. Stefan Zweig, 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın Rio de Janerio kentinde hayatını kaybetmiştir.
Satranç kitabında Dr. B. adlı bir karakter, tesadüfen karşılaştığı bir satranç kitabı sayesinde bu oyunu oynamayı öğrenmiştir. Ancak oyunu kendi kendine oynamasına rağmen yenildiği zaman sinir krizleri geçirmektedir. Bir gün dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile satranç maçı yapar ve onu yener. Ancak ikinci maçta yenilir.
Satranç kitabı, yalnızca iki kişi arasındaki satranç müsabakasını anlatan bir roman değildir. Kitap, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı, Naziler’in Yahudilere yaptığı zulmü de anlatır. Nitekim, kitaptaki ana karakter olan Dr. B.’nin romanın yazarı Stefan Zweig ile birçok ortak noktası vardır.
Satranç Kitabının Konusu Nedir?
Satranç kitabının konusu, Dr. B.. ve Czentovic adlı iki karakter arasındaki satranç müsabakasını anlatır. Ancak kitap, basit bir satranç maçından ibaret değildir. Satranç romanı; II. Dünya Savaşı’nın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini, Yahudi zulmünü ve Nazi yönetimini anlatır.
Örneğin Satranç kitabındaki Dr. B.. karakteri aslında Stefan Zweig’ın kendisinden izler taşır ve Yahudileri temsil eder. Nazi baskısı altındaki bir ortamda satranç maçı yapan Dr. B. bu baskıdan dolayı pek çok şeye ve hatta kendine bile yabancılaşmıştır. Ruhsal dengesini yitiren Dr. B., Satranç romanını yazdıktan sonra eşiyle birlikte intihar eden Stefan Zweig’ın kendisidir diyebiliriz.
Arka Kapak Bilgisi
Stefan Zweig, nadir görülen yazarlardan biri olarak geniş bir psikoloji bilgisini eserlerinde ustalıkla kullanmıştır. Zweig'ın edebiyat dünyasında biyografi yazarı olarak hak ettiği ünün temeli, yazarlığı kadar uzman bir psikolog olmasıdır.
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini tamamen kullandığı bir öyküdür ve öykünün ana karakterleri, yazarın biyografilerinde ele aldığı kişilerin işleyiş tarzlarına tamamen sadık kalmıştır.
Zweig, ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metninden biri olan Satranç'ı kaleme alırken Brezilya'ya göç ettiği ve eşi Lotte Zweig ile birlikte yaşadığı bir dönemdeydi. Satranç'ta, hikaye mekanı olarak New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisini seçti. Bu gemide, tamamen tesadüfen karşılaşan üç kişi; yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok yetenekli bir satranç oyuncusu olan ancak uzun zamandır satrançtan uzak kalan Dr. B., öykünün kahramanlarıdır.
Açıklama
Gestapo tarafından aylarca sorguya çekilen Dr. B., bu sırada tesadüfen eline geçen bir kitap sayesinde satranç öğrenir. Zaman ve mekân duygusunu yitirdiği tecrit odasında, başlangıçta terapi gibi gelen bu uğraş giderek kendine karşı verilen hummalı bir mücadeleye dönüşür ve kendi deyimiyle “zehirlenir”. Tesadüf ya, serbest kaldıktan sonra, Arjantin’e gitmek üzere bindiği gemide satranç şampiyonu Mirko Czentovic de vardır.
“Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi yalnızca sonsuz bir hiçliğin ortasına yerleştirdiler, çünkü bilindiği üzere yeryüzünde insan ruhuna sonsuz bir hiçlik kadar baskı yapabilecek başka bir şey yoktur.”
Tom Robbins - Dur Bir Mola Ver
Çingene ruhlu Amanda ile davulcu ve heykeltıraş Ziller başka bir hayat yaşamaya karar verir. Yol kenarında bin bir çeşit insanın uğrayıp mola verdiği sosis ve sebze/meyve suyu satılan, bale kıyafeti giymiş pirelerin gösteri yaptığı, çeçesineği ve zehirsiz yılanların sergilendiği bir dinlenme tesisi açarlar. “Ölüm korkusu köleliğin başlangıcıdır” diyen, hayatta asıl olanın “üslup” olduğuna inanan renkli ve şehvetli Amanda, “şeytanın meyvesi” mantarlara, böceklere ve çiçeklere karışır... Bütün yolculuklarını kaynağa doğru yapan, yaratılıştaki ritimle müzikteki ritmi bağdaştıran Ziller ise yabani, yarı çıplak, sessizce ortalıkta dolanır... Tarihi Batı kültüründen çok daha eski olan Hint, Tibet, Afrika kültürleri ile pagan dünyayı hatırlayarak yaşarlar... Kaybetmekten ve kazanmaktan öte bir hayat arayanlara...