09 Nisan 2016

Atatürk ve Çocuk


 
ÇOCUKLAR GELECEĞİMİZİN GÜVENCESİ YAŞAMA SEVİNCİMİZDİR, BUGÜNÜN ÇOCUĞUNU YARININ BÜYÜĞÜ OLARAK YETİŞTİRMEK HEPİMİZİN İNSANLIK GÖREVİDİR'
 
Gelecek için hazırlanan vatan evlâtlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da yavrularının öğreniminin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.
 
Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı ve onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır.
 
Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir.
 
Asla şüphe yoktur ki Cumhuriyet'in gelecek evlâtları bizden daha çok rahata kavuşmuş ve bahtiyar olacaklardır.
 
Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü,yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin Ne Kadar Önemli, Değerli Olduğunuzu Düşünerek Ona Göre Çalışınız.Sizlerden Çok Şey Bekliyoruz.
 
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
 
“Sizler hepiniz geleceğin bir gülü ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizlersiniz.”
 
“Gençler! Cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile, insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız.”
 
“Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum.”
 
“Bir gün ulusu sizin gibi beni anlamış gençliğe bırakacağımdan çok memnun ve mesudum.”
 
Çocuklarımızı artık düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışılmalıdır." 
 
“Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”
 
Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz.: 1)Milletine, 2)Türkiye Devletine, 3)Türkiye Büyük Millet Meclisine; düşman olanlarla mücadele lüzumu fertlerin bu mücadele gerekleri ve vasıflarıyla dayanmaya milletler için yasama hakları yoktur. Mücadele; mücadele lazımdır.
 
Kadının en büyük vazifesi evlattır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti layıkıyla anlaşılır. Milletimizin kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir.. Bugünün gereklerinden biride, kadınlarımızın her hususta yükselmesini. temindir. Bu sebeple kadınlarımızda alim ve teknik bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin seçtikleri Bütün tahsil derecelerinden seçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyecek ve birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaktır. 
 
İlk ve usta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilini ve tekniği verir, fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin olsun. 
 
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığıyla, haklarıyla, birlik ve bütünlüğüyle çelişen tüm yabancı öğelerle mücadele zorunluluğu, milli görüşleri derinlemesine bilerek her karşı görüş önünde şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni kuşakların ruh gücüne bu nitelik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Hayatlarını sürekli ve müthiş bir mücadele biçiminde belirleyen milletlerin felsefesi, bağımsız olmak ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu nitelikleri çok şiddetli olarak gerektirmektedir. (16.7.1921 Maarif Kongresi'ni açış konuşmasından) 
 
Bugünün küçükleri yarının büyükleridir.
 
'Gelecek için hazırlanan vatan evlâtlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da yavrularının öğreniminin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.'
 
“Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk Çocuğu, o kabahat da senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin!.. Bu belli. Fakat zekânı unut!.. Daima çalışkan ol!”
 
 Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız! Çocuklar geleceğindir. Çocuklar geleceği yapacak adamlardır. Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirsinler! Hiç olmazsa yetiştirmek lüzumuna inansınlar! Okullardan başka; gazeteler, küçük dergiler köylere kadar yayınlanıp dağıtılmalıdır. Bizim köylümüz ne gazete ne dergi v.s. okumaz. Bilenler bilmeyenleri toplayıp, okutmayı, onlara okumayı anlatmayı bir vazife bilmelidir.
 
Asla şüphe yoktur ki Cumhuriyet’in gelecek evlâtları bizden daha çok rahata kavuşmuş ve bahtiyar olacaklardır.
 
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel , her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline ,temeli benliğine, milli geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.
 
Çocuk sevgisi insan sevgisi için bir ihtiyaçtır.
 
Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "polis henüz devrim ve Cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkum edecektir. Yine düşünecek: "Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım!" Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; bana, İsmet Paşa'ya, Meclis'e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inan ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!" İste benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği! 
 
Gelecek için hazırlanan vazifen evladına hiçbir güçlük karşısında baş eğmeyecek tam sabır ve dayanma ile çalışmaları ve öğrenmeleri çocuklarımızın anne ve babalarına yavrularının tahsillerinin tamamlamaları için her fedakarlığı göze almalarını tavsiye ederim. 
 
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.


Arap Milliyetçiliği ve Türkler İlhan Arsel


Türk'ün Batılılaşma gayretlerinde oldukça geniş görüşlü davranmasını ve bu sahada Atatürk sayesinde oldukça mesafe alabilmesini Türk'ün Şeriât'a fazla bağlı olmaması nedeniyle izaha çalışan Arap liderleri, her şeye rağmen şu inançta birleşmektedirler ki Arap kendini ancak Batı kültürü aldıktan sonra tanımaya başlamıştır ve ancak Batıya yönelmek suretiyle bütün gelişmelerine (az da olsa) sahip olabilmiştir. Bir Arap yazarı, H. Şarabi, 1957'de şunları yazmaktaydı:    
'...hattâ bugün bile şu inkâr edilemez ki Arap aydını kendisini ve durumunu, Kahire'de veya Şam'da veya Beyrut'ta Arapça konuşarak veya okuyarak değil fakat daha ziyade Paris'te veya Londra'da veya New York'ta Fransızca veya İngilizce konuşarak veya okuyarak anlamaktadır.'
    Arap'taki Atatürk düşmanlığı, Atatürk'ün 'Millet egemenliği' ve 'Layik Cumhuriyet' amaçlarına yönelmiş davranışlarının oluşmaya başlamasıyla kendisini duyurtmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş tarihinden bugüne gelinceye kadar bu düşmanlığı sürdürmekte Arap özel bir itina göstermiştir. 1975 yılının Nisan ayında ünlü Amerikan dergisi TIME'a bir demeç veren Suudî Arabistan Başbakanı Prens Fahd: 'Bizim uygulayacağımız yöntem Atatürk'ün uyguladığı yöntemlerin tamamen tersidir' derken Arap dünyasının liderlerine egemen olan Atatürk düşmanlığı eğilimlerinin yeni bir açıklamasını yapmaktaydı.
    Araplardaki Atatürk düşmanlığının nedenlerini anlamak şüphesiz ki kolaydır. 1400 yıl boyunca Şeriât ninnileriyle uyutulan halkların hür düşünce ve 'hür akıl' yoluna girmeleri halinde Şeriât çıkarlarının neler kaybedeceği ortadadır. Halkı kul ve köle gibi ve Tanrı'dan geldiği iddia olunan hükümlerle yönetmeye alışmış ve yeryüzünü halka cehennem, (ya da yoksulluk ve sabır yeri), fakat kendilerine cennet yapan Müslüman yöneticilerin en büyük huzursuzluğu elbette ki bütün bu yalanlara 'Hayır' diyebilecek kafa yapısının oluşabilmesidir. Gökten inmiş gibi gösterilen emirleri ve hükümleri kafası aydınlanmış ve cehalet uykusundan uyandırılmış insanlara kabul ettirmenin olanağı yoktur. Sosyal düzenin sağlanması ve devlet yaşamlarının sürdürülmesi bahaneleriyle dağarcığında YALAN'dan gayrı bir şeyleri bulunmayanlar için halk yığınlarını cehalet içerisinde oyalamak en sağlam, en güvenilir bir yoldur. Müspet eğitim görmüş ve AKIL rehberliği yolu ile yaşamlarını düzenlemesini öğrenmiş halkları Tanrı korkusu, Peygamber umacılığı ile değil akla yatkın ve belli bir zümrenin çıkarlarına değil toplum çıkarlarına uygun usullerle yönetmek mümkündür. İşte Atatürk'ün getirdiği şey AKIL REHBERLİĞİ yoludur; o, bu yoldan kişilere ve topluma, müspet eğitim yolu ile gelişmiş akıl sayesinde yeryüzü mutluluklarını sağlama formülünü vermiştir. Bu formül ise, petrol kaynaklarından gelen sınırsız zenginlikleri bir aile şirketi gibi paylaşıp halkı ilkellikler, cehaletler, gerilikler ve yoksulluklar içerisinde yönetmeyi sırf din sömürüsü sayesinde becerebilen Arap liderlerine elbette ki cazip bir formül görünemezdi. Atatürk'e düşmanlık beslemeleri bu bakımdan onların kendi ahlâk doğrultularında olan bir şeydi. Bizim şeriâtçımızın da Atatürk düşmanlığı davranışlarının altında aynı nedenler yatar. Ve esasen bizim gericilerimiz, Arap çevrelerin de etkisi ve itişi ve maddî yardımlarıyla kendi öz ülkelerinde âdeta Arap Şeyhlerinin birer ajanı gibi hareketle Atatürk sevgisini bu ülkeden yok etmenin çabası içerisindedirler.

Arap Milliyetçiliği ve Türkler
Dipnot:
1. Bkz. Hisham Sharabi, "The Crisis of the Intellegentsia in the Middle East", The Muslim World, Vol. XLVII, 1957, p.193.
de "Türk Aleyhtarlığı", "Dil" ve "Din" Unsurları ve Türk'le İlgili Sorunlar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Değişikliklerle 2. Baskı, Ankara 1975, s.181-182.


Iris Murdoch - Ağ

 
Murdoch’ın ilk romanı olmasına karşın en başarılı yapıtlarından biri olarak değerlendirilen Ağ, hayatını ucuz romanlar çevirerek kazanan bir yazarın, geçmişiyle ve kendisiyle hesaplaşması üzerine odaklanıyor. Murdoch, bu yazar özelinde insanın, rastlantıları ve öteki insanları dikkate almadan, kendi hayatını kendi tasarılarına göre ne ölçüde yaşayabileceğini sorguluyor. Yazarımız, geçmişinde çok önemli bir yer tutmuş olan dostları ve daha önemlisi aşklarıyla tekrar yüz yüze geldiğinde peş peşe, çok eğlenceli bir sürü bocalama anı yaşar; her şeyi yanlış anlamış, kimseyi doğru dürüst tanımayı becerememiştir.
En sonunda kendini, kendi hayal ve düşüncelerinden oluşan bir ağın içine kapattığını anlar. Bu yakıcı bir aydınlanma anıdır; ama yıkıcı olmaz. Diğer insanları kendi tasarımlarına indirgenemez tekillikleri içinde gördüğü, her şeyi bilme ve denetleme tutkusundan vazgeçip sadece sevmeyi, Öteki’ne açılmayı denediği anda Sanat’a da ilk kez gerçekten açılabileceğini kavrar.
Meslekten felsefeci olmasına karşın edebiyatın, ahlak meselelerinin ve insan ilişkilerinin olağanüstü karmaşıklığını daha iyi ilettiğini düşünen Murdoch, sanat/hayat, zorunluluk/rastlantısallık, genellik/tikellik, hakikate ulaşmak için benliğin ötesine geçme gibi temaları müthiş sürükleyici bir olay örgüsü içinde ve son derece incelikli bir mizah duygusunu besleyerek işliyor.
Çok meraklanacak, çok eğlenecek, çok düşüneceksiniz.
 
- - - - - 

Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh; yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle haşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin.

Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi, tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler bu hiçlikler dehlizinin içinde, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz.

İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden "öğrenebilmiş"tir? Belki de öğrenmemin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Kimi durumların dolaşığı çözülemez. Tek çıkar yol bırakıp gitmektir.

Senin sorunun şu ki her şeyi duygusal yönden anlamak istiyorsun. Olmaz bu. Öteye beriye çarparak da olsa yola devam etmek gerek. Gerçek, öteye beriye çarpa çarpa yola devam etmekte yatar.

Gerçekleştirdiğim düşünsel çalışmaların sonunda, oldum olası, hiç bir şey başaramamışım gibi bir duyguya kapılmışımdır; insan geri dönüp baktığında yaptığı şeyin öbür yanını görür, ince bir sedef kabuğu gözüne tutmuşçasına. Ama bu, düşünsel çalışmaların doğasından mıdır yoksa benim ürettiklerimin değersiz oluşundan mıdır, hiçbir zaman kestirememişimdir. Kişi, ürünün içerdiği düşünceyle -bu düşünce ne olursa olsun- artık canlı bir temas kuramıyorsa bu ürün, en iyimser bakışla kuru, en kötümser bakışla da berbat görünür.

Gündüz uyuyanlar için özel kabuslar vardır; kısa, huzursuz uyku dakikalarına giriveren küçük, tedirgin rüyalar ki zihnin yüzeyine çıkar çıkmaz uyanıklık karabasanlarının ürküsüne karışır. Bu uyanışlar böyledir işte, mezarda uyanmak gibi: Yumruklarınız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.

Gündüz uykusu lanetli bir dalgınlıktır. İnsan bu uykudan umarsızlık içinde uyanır. Güneş hoşgörmez bu uykuyu. Elinden gelirse insanın kirpiklerinin arasından sokulup göz kapaklarını zorla aralar; pencerelerinize siyah perdeler asmaya kalktığınız zaman da odanızı kuşatmaya alarak sıcaktan öyle kaynatır ki sonunda donuk gözler, sarsak adımlarla pencereye gidip perdeleri hışımla açar ve dünyanın en ürkünç manzarasıyla karşılaşırsınız: sizin kestirdiğiniz odanın dışında güneş ışımaktadır.

Yalanların virajlı tepeleri karşısında dehşete kapılmaktan hiç vazgeçmem; ama gene de bu yollara dalar dururum, onlara, beni yeniden gün ışığına çıkaracak kestirmeler gözüyle baktığım için herhalde. Oysa dünyadaki tek ölümcül yalan budur belki de.

Gece vapurunun özelliklerinden biri yolcunun, gemilere özgü "kineestetik" duyularıyla birlikte trenlere özgü kokusal duyularının da uyarılmasıdır.

Ama aslını ararsanız kişi bir kez, insan bilincinin iyice derinlerinde yatan o eskil düşme korkusunu yenmeyi ve kendi bedenini denetim altında tutmayı öğrenmeyegörsün, beceremeyeceği, hiç değilse daha kolay öğrenemeyeceği pek az bedensel spor ve sanat vardır.

Soyutlamaları en iyi yıkan şey de nefrettir.

Benim söylemek istediğim şey, gerçek karar verme durumudur, yaşadığımız haliyle. Burada da kuramdan ve genellemeden uzaklaştığımız oranda gerçeğe yaklaşmış oluruz. Kuram üretmenin her türlüsü kaçıştır. Bize durumun kendisi yön vermeli ki bu da anlatılmayacak kadar tikel bir şeydir. Daha doğrusu, ağdan çıkmak için ne kadar çırpınırsak çırpınalım, hiçbir zaman yeterince yaklaşamayacağımız bir şeydir.

Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunun başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir.

Ama fikirler para gibidir. Dolaşımda herkesçe kabul edilen bir para biriminin bulunması şarttır. İletişim amacıyla kullanılan kavramlar, kazandıkları başarıyla kanıtlarlar kendilerini.

Konuştuğum sürece, şimdi bile, düşüncemi tam olarak belirteceğim yerde seni etkileyecek, senden tepki alacak şeyler söylüyorum. Bizim aramızda bile bu böyle; birbirini aldatmak için daha güçlü nedenleri olan iki kişi arasında daha da beterdir elbet. Aslını ararsan bizler buna öyle alışığız ki doğru dürüst farkına bile varmıyoruz. Dilin tümü, yalanlar üretmekte kullanılan bir makinedir.

Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.

Karşılıksız aşk, anlayış denen şeyle ilgilidir. Ancak bütünüyle, tam anlamıyla anlayışa dönmüşse aşk, karşılık görmese de aşk olarak kalabilir.

Olaylar, yanımızdan bu kalabalıklar gibi akıp geçer ve her birinin çehresi ancak bir an görülür. Çok önemli olan şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi, tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler, bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz. Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh, yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle ahşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin.


Sevmek bir duygu değildir. Sınanabilir. Sevmek eylemdir, sessizliktir.

Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.

Benim gibi incelikli, dolambaçlı kişiler her zaman çok şey gördükleri için asla net yanıtlar veremezler. Benim sorunum, her zaman, "veçhe"lerin çeşitliliği olmuştur.

İnsan, bir başka insanı ne zaman sahiden 'öğrenebilmiş'tir ki? Belki de, öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da, insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki, bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Çok önemli şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz.

Yumruklarımız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.

İnsanın herhangi bir şeyi yapmak için iyi nedenleri varsa, kötü nedenleri de var diye o şeyi yapmaktan geri kalmamalıdır.

Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunu başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir. Bütün kavramlar yanlış kullanılabilirler. Ama sözcüklerin kendileri yalan söylemezler. Bir kavramın sınırlamaları olabilir; ama ben kavramı kullanırken bunları ortaya serersem sınırlamazlar kimseyi yanıltmaz.

Bir kadını kalıcı kılan tek bir şey vardır, o da zekadır.

İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden "öğrenebilmiş"tir? Belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Gerçekleştirdiğim düşünsel çalışmaların sonunda, oldum olası, hiçbir şey başaramamışım gibi bir duyguya kapılmışımdır; insan geri dönüp baktığında yaptığı şeyin öbür yanını görür, ince bir sedef kabuğunu gözüne tutmuşcasına. Ama bu, düşünsel çalışmaların doğasından mıdır yoksa benim ürettiklerimin değersiz oluşundan mıdır, hiçbir zaman kestirememişimdir. Kişi, ürününün içerdiği düşünceyle -bu düşünce ne olursa olsun- artık canlı bir temas kuramıyorsa bu ürün, en iyimser bakışla kuru, en kötümser bakışla da berbat görünür. Yok, bu temas hala kurabiliyorsa bu kez de ürüne, şimdiki düşüncesi kaydadeğer bir şey olsa böyle bir boşluk taşımazdı, diyebiliriz. Hep merak ederim, acaba Kant kafasında Kopernik Devrimi'ni gerçekleştirdiği sırada, içinden arada bir, "Ama bu bir hiç, tam bir hiç!" demiş miydi? Demiş olmasını dilerim.

Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.

Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.
 
 

Stefan Zweig - Satranç

Satranç kitabı, Stefan Zweig tarafından yazılmış bir romandır. Ancak kimi kaynaklar tarafından bu kitabın uzun öykü türünde olduğu belirtilir. Satranç kitap özeti bizlere bir satranç müsabakasını anlatır ancak geri planda insanın kendini aşmaya çalışması, çaresizlik ve umutsuzluk temalarına yer verir.

Satranç kitabı, temelde bir satranç maçını anlatıyor gibi görünse de aslında konusu Nazi yönetimine bir eleştiri niteliğindedir. İnsan psikolojisinin derinliklerine girmemizi sağlayan bu kitap, Stefan Zweig’in eşiyle birlikte intihar etmeden önce yazdığı son kitap olmasıyla da dikkat çeker. Dr. B.. üzerinden kendisini anlatan Zweig, Satranç kitabıyla II. Dünya Savaşı’nın etkilerini, Gestapo’nun zulmünü derin bir şekilde hissettirir.

Özeti

Kitap, New York'tan Buenos Aires'e giden bir gemiye binen iki arkadaşın hikayesiyle başlar. Gemide dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'in de bir turnuvaya katılacağı için birçok gazeteci bulunmaktadır. Mirko Czentovic aslında küçük yaşlarda anlama, konuşma gibi birçok konuda zorluk çeken bir köylüdür. Babası rahip olan Mirko, her akşam arkadaşının oynadığı üç el satranç müsabakalarını izleyerek satranç öğrenir.

Bir akşam babası işi çıkınca, Mirko arkadaşının yerine oyuna girer, o eli ve devamındaki iki eli de kazanır. Babası buna şaşırır ve Mirko'nun yeteneğini herkese göstermek için şehirdeki satranç kulübüne gider. Böylece Mirko Czentovic, büyük bir şöhrete kavuşur ve en sonunda dünya şampiyonu olarak zirveye çıkar. Ancak satranç oyunu bittiğinde çevresindekilere küçüklüğündeki aptal yüz ifadesiyle bakış atar ve ardından gazetecilere anlaşılmayan, saçma yanıtlar verir. Bu yüzden gazetecilerle veya çevresindeki insanlarla satranç dışında hiç konuşmaz.

Gemide geçen günlerde, yolcular arasında bir satranç şampiyonu olduğu dedikoduları yayılmaya başlamıştır. Bu haberi alan petrol zengini McConnor, Czentovic'e para karşılığı bir satranç oyunu teklif eder. Czentovic, teklifi mutlulukla kabul eder. Ancak Czentovic'e karşı olan tüm satranç meraklıları da oyuna katılmak istemiştir. Oyun sırasında Czentovic, sırası geldiğinde hızlı bir şekilde hamlesini yapar ve sadece kırk ikinci hamlede rakiplerini mat eder. McConnor, yenilgiyi kabul edemez ve Czentovic'e bir oyun daha teklif eder. Ancak beklenmedik bir şekilde, yanlarına gelen biri onlara doğru hamleleri söyler ve sonunda Czentovic ile berabere kalırlar. McConnor, bu duruma çok şaşırır ve sevinir. Ardından, Dr. B. adındaki bir dostuna Czentovic ile tek başına oynaması için teklifte bulunur ve masrafını kendisi karşılar. Ancak, Dr. B. oyun sonrası pişman bir hale gelir ve 25 yıldır hiç satranç oynamadığını söyler. Sonrasında Dr. B. hikayesini anlatmaya başlar.

Seneler önce, babasıyla bir avukatlık bürosu işletirken hükümetin gizli işleriyle ilgili bir davada tutuklanır. Fakat hapishaneye atılmak yerine, küçük bir odada tutulur. Odasında sadece bir koltuk, bir dolap, bir leğen ve küçük bir pencere bulunmaktadır. Zamanla, gardiyanı dışında kimseyle konuşamaması ve zamanı bilemeyerek kendisini aynı duvarlara bakarken bulması nedeniyle beyin fonksiyonlarını yitirir. Sorguya götürüldüğünde ise zayıflayan beyniyle ağzından bir şey kaçırmamak için büyük bir çaba sarf etmektedir.

Bir gün, beklemekte olduğu sorgu odasında askıda duran bir asker montunun içinde bir kitap gören bir mahkum, kitabı çalar. Bu durum, onu oldukça mutlu eder çünkü uzun zamandır zihnini meşgul edecek bir şey bulamamıştır. Hücresine döndüğünde kitabı açar ve içinde bir satranç oyunları kitabı olduğunu görür. Önce hayal kırıklığına uğrar ancak daha sonra yatak örtüsünü satranç tahtası olarak kullanarak kitaptaki tüm oyunları oynamaya başlar ve hatta zamanla zihninde tahtayı ve taşları canlandırarak oynamaya devam eder.

Ancak bu bir süre sonra saplantı haline dönüşür ve tüm zamanını -uyku dahil- satranç oynayarak geçirir. Kendi kendisiyle oynadığında bile yenildiğinde kendine kızar ve gereğinden fazla heyecanlanır. Bir kez, kaybettiğinde sinir krizi geçirir ve elini camla kırar. Hastanede, doktorun soyadını tanıması sayesinde kaçar ve artık özgürdür. Ancak bir daha asla satranç oynamamaya karar verir.

Fakat gemide karşılaştığı Czentovic ile bir kez daha oynamayı kabul eder ve bu kez Czentovic'i yener. Ertesi gün, Czentovic ilk elde yenilince Dr. B. bir el daha oynamak istediğini söyler. Ancak, Dr. B. tekrar heyecanlanmaya başladığı için oyunu bırakır ve masada Czentovic ile taşları baş başa bırakır.

Satranç Romanının Yazarı Stefan Zweig Hakkında Kısaca Bilgi

Satranç romanının yazarı Stefan Zweig 28 Kasım 1881 tarihinde Avusturya'nın Viyana kentinde dünyaya gelmiştir. Avusturya-Macaristanlı bir yazar olan Stefan Zweig, yaşamı boyunca deneme, tiyatro, lirik şiir gibi çeşitli tarzlarda eserler yazmıştır. Ancak Zweig’a asıl ün getiren yapıtları, roman ve uzun öykü türündedir.

Psikolojiye yoğun bir ilgi duyan ve Freud’tan etkilenen Stefan Zweig’ın en bilinen eserleri Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Olağanüstü Bir Gece, Satranç, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Kızıl’dır. Oldukça üretken olan yazarın birçok eseri sinema filmine de uyarlanmıştır. Stefan Zweig, 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın Rio de Janerio kentinde hayatını kaybetmiştir.

 

Satranç kitabında Dr. B. adlı bir karakter, tesadüfen karşılaştığı bir satranç kitabı sayesinde bu oyunu oynamayı öğrenmiştir. Ancak oyunu kendi kendine oynamasına rağmen yenildiği zaman sinir krizleri geçirmektedir. Bir gün dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile satranç maçı yapar ve onu yener. Ancak ikinci maçta yenilir.

Satranç kitabı, yalnızca iki kişi arasındaki satranç müsabakasını anlatan bir roman değildir. Kitap, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı, Naziler’in Yahudilere yaptığı zulmü de anlatır. Nitekim, kitaptaki ana karakter olan Dr. B.’nin romanın yazarı Stefan Zweig ile birçok ortak noktası vardır.

Satranç Kitabının Konusu Nedir?

Satranç kitabının konusu, Dr. B.. ve Czentovic adlı iki karakter arasındaki satranç müsabakasını anlatır. Ancak kitap, basit bir satranç maçından ibaret değildir. Satranç romanı; II. Dünya Savaşı’nın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini, Yahudi zulmünü ve Nazi yönetimini anlatır.

Örneğin Satranç kitabındaki Dr. B.. karakteri aslında Stefan Zweig’ın kendisinden izler taşır ve Yahudileri temsil eder. Nazi baskısı altındaki bir ortamda satranç maçı yapan Dr. B. bu baskıdan dolayı pek çok şeye ve hatta kendine bile yabancılaşmıştır. Ruhsal dengesini yitiren Dr. B., Satranç romanını yazdıktan sonra eşiyle birlikte intihar eden Stefan Zweig’ın kendisidir diyebiliriz.

Arka Kapak Bilgisi

Stefan Zweig, nadir görülen yazarlardan biri olarak geniş bir psikoloji bilgisini eserlerinde ustalıkla kullanmıştır. Zweig'ın edebiyat dünyasında biyografi yazarı olarak hak ettiği ünün temeli, yazarlığı kadar uzman bir psikolog olmasıdır.

Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini tamamen kullandığı bir öyküdür ve öykünün ana karakterleri, yazarın biyografilerinde ele aldığı kişilerin işleyiş tarzlarına tamamen sadık kalmıştır.

Zweig, ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metninden biri olan Satranç'ı kaleme alırken Brezilya'ya göç ettiği ve eşi Lotte Zweig ile birlikte yaşadığı bir dönemdeydi. Satranç'ta, hikaye mekanı olarak New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisini seçti. Bu gemide, tamamen tesadüfen karşılaşan üç kişi; yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok yetenekli bir satranç oyuncusu olan ancak uzun zamandır satrançtan uzak kalan Dr. B., öykünün kahramanlarıdır.

 Açıklama

Gestapo tarafından aylarca sorguya çekilen Dr. B., bu sırada tesadüfen eline geçen bir kitap sayesinde satranç öğrenir. Zaman ve mekân duygusunu yitirdiği tecrit odasında, başlangıçta terapi gibi gelen bu uğraş giderek kendine karşı verilen hummalı bir mücadeleye dönüşür ve kendi deyimiyle “zehirlenir”. Tesadüf ya, serbest kaldıktan sonra, Arjantin’e gitmek üzere bindiği gemide satranç şampiyonu Mirko Czentovic de vardır.

“Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi yalnızca sonsuz bir hiçliğin ortasına yerleştirdiler, çünkü bilindiği üzere yeryüzünde insan ruhuna sonsuz bir hiçlik kadar baskı yapabilecek başka bir şey yoktur.”

 

Tom Robbins - Dur Bir Mola Ver


 Kısa sürede kendi hayran kitlesini yaratarak bir “kült roman”a dönüşen Parfümün Dansı’nın yazarı Tom Robbins’ten başka bir uçarı, oyuncul, bilge roman: Dur Bir Mola Ver. Yazar bu romanda, insanın acı çekmesini, özgür ve mutlu olamamasını doğadan kopmasına, kazanma hırsı, kaybetme kaygısı ve ölüm korkusu gibi “doğadışı” gerginlikler edinmesine bağlıyor. Ve bütün bunlara neden olan otoriter, teknolojiye tapınan ve ekonomiyi sağlıktan, sevgiden, hakikatten, güzellik ve seksten üstün tutan modern medeniyeti suçluyor. Emir, sansür, ödül ve ceza ile sistemi ayakta tutan politikacıların, askerlerin ve din adamlarının doğadan, dolayısıyla hayattan korktuklarını belirtiyor. Özgür ve neşeli bir hayat yerine “istikrar”ı amaçlayan bir hayata maruz kalmamızda dinin rolünü deşiyor. En istikrarlı toplumların polis devletleri olduğunu, doğanın ve hayatın istikrarlı olmadığını, istikrarın doğal olmadığını vurgulayarak dinin Cennet ödülü ve Cehennem cezası ile istikrarı sağlamaya çalıştığına dikkat çekiyor. Nesneyle özne, ölümle hayat, doğal olanla doğaüstü, uyanmakla rüyalara dalmak arasındaki hiçbir sınırın kalmadığı bütünlüklü hayat tarzını kaybeden insanların da korkuya kapılarak, dine sığındıklarını, böylece yaşamaktan vazgeçtiklerini söylüyor...

Çingene ruhlu Amanda ile davulcu ve heykeltıraş Ziller başka bir hayat yaşamaya karar verir. Yol kenarında bin bir çeşit insanın uğrayıp mola verdiği sosis ve sebze/meyve suyu satılan, bale kıyafeti giymiş pirelerin gösteri yaptığı, çeçesineği ve zehirsiz yılanların sergilendiği bir dinlenme tesisi açarlar. “Ölüm korkusu köleliğin başlangıcıdır” diyen, hayatta asıl olanın “üslup” olduğuna inanan renkli ve şehvetli Amanda, “şeytanın meyvesi” mantarlara, böceklere ve çiçeklere karışır... Bütün yolculuklarını kaynağa doğru yapan, yaratılıştaki ritimle müzikteki ritmi bağdaştıran Ziller ise yabani, yarı çıplak, sessizce ortalıkta dolanır... Tarihi Batı kültüründen çok daha eski olan Hint, Tibet, Afrika kültürleri ile pagan dünyayı hatırlayarak yaşarlar... Kaybetmekten ve kazanmaktan öte bir hayat arayanlara...