08 Temmuz 2024

İranlı Sosyolog ve Siyaset Bilimci Ülgen Tölge’nin, Atatürk hakkındaki saptamaları: Atatürk kimdir?


İranlı Sosyolog ve Siyaset Bilimci
ÜLEN TÖLGE’nin  ATATÜRK hakkındaki saptamaları:

ATATÜRK kimdir?
1 – ATATÜRK üst insandı. Onu başka İnsanlarla karşılaştırmak doğru olmaz.  ATATÜRK’ün vatan sevgisine inanmıyorum. Üst insanlarda vatan sevgisinden daha yüce bir duygu olduğuna inanıyorum.
“Vatan kuruculuğu…”
Farklı düşünüyorum bu konuda. Çünkü o zaman sevilecek vatan diye bir olgu yoktu ki. Osmanlının yok ettiği ümmetçi karanlık geçmişin harabeleri vardı. Vatan sadece toprak yığınından oluşmuyor. Vatan;
Yüce değerlerin zarfıdır. 
Peki ATATÜRK zamanında hangi değerler vardı?
 Hiçbir değer…
Hiçlik vardı. İnsan hiçliği nasıl sevebilir. ATATÜRK sevilecek ve insanca değerlere zarf olacak bir vatan tesis etmek istedi. Yüksek ölçüde de bunu başardı. Çünkü üst insanlar değerlerin kurucuları olurlar. O değerlerle de vatan madde olmaktan, toprak yığını olmaktan çıkarak, manevi ölçütlerin yurduna dönüşür. ATATÜRK’ün kurduğu ve Anadolu’ya armağan ettiği değerlerin ondan önce var olduğuna dair hiçbir örnekle, emareyle karşılaşmadım. Nelerdi bu örnekler…?
2 – Cumhuriyet bir değerdir ve ATATÜRK öncesi yoktu…
3 – Laiklik, sadece bir değer değildir, değerlerin üreme üretilme temel taşı ve olanağıdır, bu da ATATÜRK öncesi yoktu…
4 – Türkçe bir değerdir ve ATATÜRK öncesi yoktu. Özellikle benim için önemli olan budur. Ben bir kaç dil bilirim ve Türkçe’nin de bir kaç lehçesini bilirim. ATATÜRK öncesi Türkçe yoktu. Felsefeye, fiziğe, ilme, bilime, bütün bilim dallarına girmiş bulunan modern Türkçenin kurucusu ATATÜRK’tür. Çağımızda eski Yunan felsefesinden modern Batı felsefesine denli bilgi kaynakları tercüme edilmişse, bunun nedeni ATATÜRK tarafından insanlık tarihine sunulan ve grameri belli olan Türkçedir…
5 – ATATÜRK öncesi kadın yoktu. Şeriat esiri ve seks makinası olan, evde oturması gereken, cihat için çocuk doğuran dişi nesne vardı. Kadına insan onuru kazandıran, yazıp okuması için önündeki şeriat engellerini kaldıran, seçip seçilme hakkı kazandıran ATATÜRK olmuştur…
6 – ATATÜRK öncesi tarih hafızası olan bir toplum yoktu. Çünkü tarih bilgisi ve bilinci olan bir toplum yoktu. 10 yıl boyunca TDK başkanlığı yapmış olan felsefeci Macit Gökberk “Değişen dünya, değişen dil” kitabında “Ortaokulu Osmanlı döneminde bitirdim. Anadolu’da Selçuklu devletinin de olduğunu Ortaokulu bitirdikten sonra yabancı kaynaklardan öğrendim” diye yazar. Yani Anadolu toplumunda tarih bilinci ve bilgisi yoktu. Bu hafıza, bilinç ve bilginin yaratıcısı ATATÜRK’tür…
7 – Türkler için (Sadece Türkiye Türkleri için değil) ATATÜRK’ten önce tarihin kendisi de yoktu. Üst insanlar kendilerinden itibaren başlayan tarihin yaratıcıları olmuyorlar. Daha önceki tarihin de kurtarıcıları, aydınlatıcıları oluyorlar. Bu açıdan ATATÜRK tarihin kurucusu, kurtarıcısı ve aydınlatıcısıdır…
8 – ATATÜRK öncesi Arap töreleri Türk toplumunun beyinini öylesine karanlığa gömmüştü ki, iğne deliği denli bir yer bile ışık sızması için yer  kalmamıştı. ATATÜRK büyük dinsel aydınlatıcı gibi Kuranı Türkçeye çevirttirerek 1000 yıllık katı ve delinmesi güç olan karanlıklara ışık sızdırtmaya çalıştı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Günümüzdeki, Osmanlı karanlıklarına dönüşün macerası başkadır…
9 – ATATÜRK’ten önce edebiyat yoktu, çünkü alfabe yoktu. Arap alfabesi, sadece Türkçe’nin düşmanı değil, Arapça’nın ve Farsça’nın da düşmanı. Arap harflerinin beyinleri körleştirme sürecini durduran ATATÜRK olmuştur ve başkası değildir. ATATÜRK öncesinde 1000 yıl boyunca Ebureyhan Biruni gibi bilgeler bu alfabeden Orta Doğuyu kurtaracak kurtarıcı üst insan aramışlardı. O kurtarıcı ATATÜRK kişiliğiyle ortaya çıkmıştır…
10 – Atatürk öncesi musiki yoktu. Osmanlı sarayının saçma ve karmaşık dildeki aruz edebiyatı musiki için asla yatkın değildi ve beyinlere uyuşturucu etkisi bırakmaktaydı. Konservatuarların kurucusu ve eski karanlıklara gömülmüş toplumun estetik zevk algısını aydınlatan ATATÜRK olmuştur…
11 – ATATÜRK’ten önce Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma süreci vardı ve bu süreç ATATÜRK’ü yetiştirdi savını kabul edemiyorum. Çünkü böyle olsaydı, o zaman ATATÜRK gibi bir önder,  Batı’nın kendisinde yetişmeliydi? Ama yetişmedi. 18. YY itibarı ile Rusya’da büyük aydınlanma süreci başladı. Rusya aydınlanma ve intelenjiyası 19. yüzyılda bütün dünyayı etkisi altına aldı. Tanzimattan sonra Osmanlı’da Dostoyevski, Tolstoy, Turgenynev gibi dahiler mi yetişti?  Yok.
O zaman neden Rusya intelejensiyası ATATÜRK gibi bir önder değil, Lenin gibi bir terörist yetiştirdi? Evet, Lenin teröristti ve Çar saltanatını mensuplarının hepsini toptan teröre uğratarak katletti. ATATÜRK de Osmanlı hanedanını toptan katledemez miydi?
Ama etmedi.
Emevi islamının “Yer yüzünde islam egemen olana denli savaşın!” sözlerine benzer Lenin de “Yer yüzünde işçiler azat olana denli savaşın ve proletar diktatörlüğünü kurun!” dedi. Ama ATATÜRK ne Arap, ne de Lenin saçmalıklarına aldırış etti. Bu saldırgan zihniyetlere karşı
“Yurtta barış, dünyada barış” söylemini ortaya koydu. Tarihte böylesine bir devlet adamıyla  karşılaşmadım…
12 – Özetle:
ATATÜRK öncesi yokluk vardı…
ATATÜRK’ün  DEHA’sı SAYESİNDE ORTAYA ÇIKARTILAN  KAZANIMLARLA KURULMUŞ OLAN “TÜRKİYE  CUMHURİYETİ”  DÜNYADA TEK  BENZERİ DAHİ  OLMAYAN MÜSTESNA BİR ESERDİR!.

 

 İranlı gazetecinin verdiği haberi de ben ekliyorum

“Merhaba,

Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardan ve mollaların, demokrasi getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçilerden biriyim.

Evet, bize Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti… Demokrasi gelecek, kimse fikri ve siyasal görüşü yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

14 Ocak 1979 tarihinde Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Fakat mitingde dikkatimi çekti; kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyorsa mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık, “hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler” dedik. Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına “İslam Mahkemesi” denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; “üç beş meczup” dedik…

Bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde durmadık. “Ufak tefek şeyler” dedik… Toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesin istiyorduk.

Biz bunları söylerken, “kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları” gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. “Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur” denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! “Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir” diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi. Kadının giyim sorunu, ana çelişkiye ve emperyalizme karşı verilen mücadeleye zarar veriyordu. Peçesiz sokağa çıkan kadınlar, gözümüzün önünde dövülüyordu. Yüzlerine kezzap atılıyordu.

Biz ise hala büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! “İttifak, Eylem Birliği” gibi terimlerin peşinden koşuyorduk.

“GEÇİŞ SANCILARI” DEDİK…

Humeyni, “Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız” diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitapevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz’da “İslam Mahkemesi” eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içenler, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda “Tamam bu sonuncusu” diyorduk. Ama devamı geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok kadının üye olduğu dernekler vardı. Onlar da kendi çevrelerinde “hamilelik tatilinin uzatılması, eşit işe eşit ücret” gibi talepleri tartışıyorlardı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dâhil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi bildiği şey siyaset stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” Halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede; “İslam Cumhuriyeti istiyor musunuz” diye soruyorlardı; sonuç belliydi gerçi…

“İSLAM’A EVET Mİ, HAYIR MI DİYORSUNUZ?”

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: “Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?”

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta; “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişiydi… Oysa 20 milyon içinde biz (yetmez ama evetçilerin de) oyu vardı. Ama artık sesimizin çıkmasına izin yoktu…

Güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal “Ayendegan” Gazetesi’ni kapattılar. Sonra “Keyhan” Gazetesi’ne sıra geldi; baskıyla muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. Olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık ama iş işten geçmişti; insanlar yılmış, korkmuştu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Tam tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara “gelip geçici bir fırtına” diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Solcu, demokrat ve milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu, dört bin kişi idam edildi, milyonlarca insan yurtdışına kaçtı.

Ben de kaçtım!

Umarım bizim hatalarımızdan ders çıkaranlar olur…”

Not; bu metin, Bahman Nirumand’ın “İran” kitabından derlendi.

Theodor W Adorno, Max Horkheimer - Aydınlanmanın Diyalektiği

 Aydınlanma’nın Diyalektiği Frankfurt Okulunun en etkili olmuş yayınıdır. II. Dünya Savaşı sırasında yazılmış ve bir süre gizlice çoğaltıldıktan sonra 1947’de Hollanda’da kitap olarak basılmıştır. Yazarlar Önsözde niyetlerini şöyle açıklarlar: “Aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamaktan fazlası değildi.” Ama kitap bütün bunların da ötesine geçer. Batı tarihinin doğuşunu ve öznelliğin, mitlerde temsil edildiği üzere, doğaya karşı mücadelede kendisini tanımlamasını, günümüzün en tehdit edici deneyimleriyle bağlantılandırır. Pratik hayattan koparılmış bilim, biçimselleştirilmiş bir ahlak, eğlence kültürünün güdümleyici doğası ve paranoit davranış yapısı, saldırgan bir antisemitizmin aydınlanmanın sınırlarını belirlediğini iddia eder. Yazarlara göre bu öz-yıkımsal eğilim en baştan beri aydınlanmada içkin olarak vardı; yani Nasyonal Sosyalist dehşet modern tarihten bir sapma olmayıp, Batı uygarlığının en temel özelliklerinin ifadesiydi. Adorno-Horkheimer’e göre Batı aklının bu öz-yıkımı, toplum ile doğaya egemen olmanın tarihsel diyalektiğinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrımı ideoloji haline getiren Aydınlanmanın izini söylencesel kökenlerine kadar sürerler. “Mit zaten Aydınlanmadır: Aydınlanma mitolojiye geri dönmektedir.” Bu paradoks Aydınlanmanın Diyalektiği’nin temel tezidir.

Aydınlanmanın Diyalektiği, s. 19-67, 162-222.pdf