15 Kasım 2021

Kulüp'ün Çelebisi : Fırat Tanış

 
 Kulüp dizisi Çelebi kimdir gerçekte kim oynuyor? - Internet Haber
Netflix'te ekrana gelen İstanbul Galata'da yaşayan Sefarad Yahudilerinin bulunduğu Kulüp dizisi, bir çok konuların değinilmesinin önemi dikkat çekici. Benim en dikkatimi çeken ki çok izlediğim ve beğendiğim biri olmamasına rağmen buradaki rolüyle beni çok şaşırtan Fırat Tanış oldu. Öncelikle fiziği üslendiği rolüyle harika örtüşmüş çok başarılıydı hakkını vermiş. Ben beğendim izlemenizi tavsiye ederim.

 

İlhan Selçuk "Yaşamak Güzel Şeydir, Ama Nasıl Yaşamak"

Yaşamak güzel şey hiç kuşkusuz...Güneş, gökyüzü, toprak, deniz, ağaçlar, buğday tarlası, sardunyalar, çocuklar ve tümüyle evren kuşatmış dört bir yanımızı...Bu evrende soluk almak, soluk vermek, düşünmek, yürümek, koşmak, arkadaşIık etmek, sevmek, bir fincan köpüklü kahveden bir yudum almak, bir sigaradan bir nefes çekmek, şiir okumak, saksıdaki çiçeklere su vermek güzel şey...

Avuç içinde başparmağın dibinden el ayasına doğru kaydığınızda ilk gördüğünüz eğri çizgi, yaşam çizgisi... Derler ki, bu çizginin uzunluğu, belirginliği, kesinliğidir ömür boyunu belirten... Kimisinde avuç içinde kaybolur, yaşam çizgisi; kimisinde Apollonun yörüngesine benzer bir yarım elips çizip bileğe dayanır. Avucunun içine bakıp bakıp avunabilir insan, yaşam çizgisi uzunsa: - Ne mutluyum ki şu güzel dünyada çok yaşayacağım.. diye.

Ancak bu kadarla da bitmez iş... Uzun yaşayıp da anlamsız yaşantılarla takvim yapraklarını koparmak ne değer taşır? Yaşamak, ama insanca yaşamak, bağımsız, özgür, onurla yaşamak gerekir.

Yüz elli yıl süren bir kölelik mi istersiniz, elli yıl süren bir özgürlük mü? Kısa olsun, uzun olsun, hayatı insana yakışır biçimde yoğunlaştırmaktır muradımız. Bunun yanı sıra uzun yaşadıkça bizden kopmaya başlayan bedenimiz de başımıza dertler sarar. İhtiyarladıkça gözümüzün ferinin kaçması, cinsel ve fizik gücümüzün azalması, damarlarımızın sertleşmesi, organların zayıflaması bir şey değil...

Kafamızın yeteneklerinde de kısırlaşma belirtileri başlar.

İşte önemli olanı budur.

İnsan yaşlandıkça ister istemez gençlerle bir çatışmaya düşüyor. Kim kurtarabilmiş kendisini zaman denen canavarın elinden? En bilinmez karanlıklarda tuzak kurarak ağına düşürür insanı bu canavar... Devrimciliğin büyük yasalarına Tanrısal bir güçle bağdaşmış kafalar bile yaşlandıkça yaprakları solmuş bir sonbahar ağacının hüzünlü görünüşünü yansıtıyorlar. Hele devrim diyalektiğinin yanından bile geçmemiş küçük yazarlar, yaşlandıkça ancak müzelerin camekânlarına layık birer mumya gibi dolaşıyorlar toplumda...

Elli yıl önceki Türkiyenin yıkılmışlığı üstüne gençlik anılarını kurmuş olan bazı kalemler bugün aramızdadır. Bunların arasında Mustafa Kemalin sofrasına buyur edilmiş olanlar da var. Ne yazık ki bugün kalemi ellerine aldıklarında:

- Elli yıl önce rıhtımlarımız bizim değildi, trenlerimiz bizim elimizde değildi. Çanakkaleden İstanbula İtalyan vapurlarıyla gelirdik. Çok şükür şimdi hepsi bizim. Uçaklarımızı biIe Türk pilotları kullanıyor... diye yazarlar.

Elli yıl önceki gençlik anılarına bakıp bugünden iyimserlik ve iyimserlikten de tutuculuk çıkarmaya çalışmak, ihtiyarlamış, hatta kocamış bir kafanın mantığı değil de nedir?

Zaman öylesine ilerlemiştir ki, sözgelişi bugünkü gençlik için Kabotaj Bayramı bile anlamsız kalmıştır. Balkan Harbi ilan edildiği zaman Anadoludaki kuvvetlerimizi Rumeliye çıkarmak için İtalyan bandıralı Yunan kaptanlı vapurlara başvururduk çaresiz... O yıllarda İstanbuldan İzmire tayin edilen bir zabit, yabancı vapurlarıyla giderdi gideceği yere...

O acı günleri yaşayan bir genç, belki ihtiyarlığında bir Türk gemisine bindiği zaman mutludur.

Ama bugün yirmi yaşında, otuz yaşında, kırk yaşında, elli yaşındakilere anlatamazsınız bu mutluluğu...

1969’un gençleri elli yıl öncesine bakıp avunmak veya içinde bulundukları durumu öpüp başlarına koymak yeteneğinden yoksundurlar.

Ve bereket ki öyledirler...

Öyle olmasalar toplumun itici kaynakları kururdu.

Elli yıl süresinde dünya çok değişti. Uçak katıştı insan hayatına... Lindberg Atlas Okyanusunu aştı, atom parçalandı, Aya gidildi, dünkü sömürgeler özgürlüğe kavuşup bizi yarı yolda bıraktılar... 1969 Türkiyesinde her kim yarım yüzyıl öncesinin hazin anılarına bakıp avunmak ister, işte o ihtiyarlamış ve kocamış kişidir. Kafasının yetenekleri cılızlaştığı için çağımıza ayak uyduramamıştır. Yeni gelen kuşakların dolaştığı eski eserler müzesinin tozlu bir köşesindeki yazar mumyası gibidir.

Yaşamak güzel şeydir kuşkusuz... ama gelişen dünyaya ayak uydurarak yaşamak... rezil olmadan yaşamak... kafa yeteneğini kaybetmeden yaşamak... genç kuşakların devrimcilik heyecanlarına tarla korkuluğu gibi engel olmaya çabalamadan yaşamak...

(15 Eylül 1969 tarihli yazısı)

Tevfik Fikret

Birçokları derler ki edebiyat tasfiye-i ahlâka, tenvîr-i vicdana hizmet eder. Acaba edebiyat o büyük, o mukaddes hizmeti nasıl ifâ ediyor? Bu sualin cevabı gayet basittir. Edebiyat insanı okumağa, okuya okuya fikirden lezzet almaya alıştırıyor. Zihin o sayede tatlı tatlı çalışıyor; çalıştıkça bir keyif, bir huzur, bir teceddüt hissediyor. Gitgide fikir daha ziyade inceliyor. Kalp daha ziyade rikkat buluyor. Nihayet en ince mülâhazat, en rakik hissiyat kolayca kabul ve telakki edilmeğe başlanıyor. Felsefenin, ulûm-ı içtimâiyyenin derin, haşin bir takım ahkâm ve gavâmızı –ki tetkik ve tefehhümüne bittabi herkes muktedir değildir-şiirler, hikâyeler, tiyatrolar...hâsılı âsâr-ı edebiyye ve edebiyat sayesinde zihinlere giriyor yerleşiyor. Birçok mesâil-i hayatiye bu surette hallolunuyor. Birçok fezâil-i ahlâkiyye bu suretle intişar ve takarrur ediyor...kaynak E. Engin
 
 

Jorge Luis Borges - Ficciones Hayaller ve Hikâyeler

 Ficciones 

Borges okumaya başlamak için en iyi eser olarak kabul edilen Ficciones, yazarın en sevilen kısa hikâye derlemelerinden biridir. “Borges, İspanyol dilindeki en yüksek sanatsal değerlerin yazarıdır.” GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ 

Borges okumaya başlamak için en iyi eser olarak kabul edilen Ficciones, yazarın en sevilen kısa hikâye derlemelerinden biridir.

Borges’in en verimli döneminde yazdığı hikâyelerden oluşan Ficciones’te gerçeküstü ve büyülü âlemler gizlidir. Sınırsızlık ve sarmal düzenler teması üzerine kurulu bu metinlerde, yazar okurunu Cervantes’ten Baudelaire’e, James Joyce’tan Louis-Ferdinand Céline’e uzanan bir yelpazede edebiyat tarihi gezintisine çıkarır. Her biri yüzlerce sayfa okumuşuz, evrenler içinde gezinmişiz izlenimi veren öykülerde, iç içe geçmiş dünyalardan oluşan düşsel bir evren anlatılır. 

Borges bozulma ve yıkılmanın izini sürerken, bize dünyanın inanılmaz karmaşık doğasını kavramak için ipuçları sunar.
 
“Borges, İspanyol dilindeki en yüksek sanatsal değerlerin yazarıdır.”
GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ
 
Çeviri
Tomris Uyar, Fatih Özgüven 
 

Irvin D. Yalom


 Ιρβιν Γιάλομ – Ο θεραπευτής – ΑΝΘΡΩΠΟΙ ΤΟΥ ΚΟΣΜΟΥ

"Bütün hayatım bir yolculuk haline dönüştü; bense tek yuvamın, her zaman dönebileceğim ve en iyi bildiğim tek yerin hastalığım olduğuna inanmaya başladım."


Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul

  

Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul 29 Nisan 1979'da İzmir’de öldü. Ölümünden bir ay önce Ege Üniversitesi Senatosu, Türk tiyatro ve sinemasına yaptığı hizmetler nedeniyle Ertuğrul’a “fahri doktor” unvanı vermişti. 

7 Mart 1892’de İstanbul’da doğan Muhsin Ertuğrul, özel Tefeyyüz Mektebi’nde okurken tiyatroya ilgi duydu ve aktör olmaya karar verdi. 30 Temmuz 1910’da Burhanettin Kumpanyası’nda sahneye çıktı ve Othello, Hamlet piyeslerini oynadı. Bir süre sonra İsmail Galip Arcan, Behzat Budak gibi oyuncu arkadaşlarıyla kurduğu “Yeni Turan Temsil Heyeti”nde yönetmenlik ve oyunculuk yaptı, Şehzadebaşı’nda açtığı Ertuğrul Sineması’nda ise film önesi kısa gösteriler sundu. 

Muhsin Ertuğrul, 1913 sonunda karıştığı bir siyasi olay nedeniyle sınırdışı edilince Fransa’ya gitti. Paris konservatuvarına tüm uğraşmalarına karşın giremedi, ancak oradaki tiyatrolar ve sinema stüdyolarında gözlemler yaptı. İstanbul’a döndüğünde “Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları” topluluğunu kuran sanatçı, kuruluş çalışmalarına katıldığı Darülbedayi’de öğretmenliğe atandı. Ancak, I. Dünya Savaşı başlayınca Darülbedayi, tiyatro okulu olmaktan çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüştü. 

Bunun üzerine sanatçı Berlin’e giderek sinema ve tiyatro incelemerinde bulundu, Karanlıkta Işık filminde uzun bir rol oynadıktan sonra İstanbul’a döndü. 1917’de Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş piyesini sahneleyen Ertuğrul, başrolde ihtiyar bir köylüyü oynadığında 25 yaşındaydı. Kısa bir süre yeniden Berlin’e giderek Beranien Düşesi filminde ihtilalci bir subay rolünü oynadı ve yurda döndükten birkaç ay sonra Temaşa dergisinde sinema eleştirileri yazdı. Robert Kolej’de, Halide Edip’in librettosunu yazdığı, Vedi Sabar’nın bestelediği Kenan Çobanları operasını hazırladı. 

İstanbul Film Şirketi adınai başrolünü de oynadığı Samson filmini çekti, yanı sıra Üstat Film Şirketi’nde yönetmenlik yaptı. 1921’de Darülbedayi’de yönetmen olarak göreve başlayan Ertuğrul, yönetin kurulunun ve diğer birimlerin sanatçılardan oluşması için girişimlerde bulununca, arkadaşlarıyla birlikte Darülbedayi’den çıkarıldı. Bunu üzerine çeşitli filmler çekmeye başladı ve Kurtuluş Savaşı üzerine ilk belgesel sayılan Zafer Yolları adlı filmini gerçekleştirdi. 

Türk tiyatro tarihinde “Ferah dönemi” olarak bilinen çalışmalarını Ferah Sineması’nda sürdürürken 1925’te gittiği Sovyetler Birliği’nde Meyerhold, Stanislavski, Ayzenştayn gibi sanatçılarla tanıştı; Tamilla ile Spartaküs filmlerini çekti. İstanbul’a döndüğünde Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın önerisiyle Darülbedayi’de sanat yönetmeni oldu. İlk sesli Türk filmi olan İstanbul Sokaklarında ve Bir Millet Uyanıyor filmlerinin çeken Ertuğrul, bu dönemde operetlerle revülere ağırlık verdi ve 15 Aralık 1932’de “Goethe Madalyası” ile onurlandırıldı. Karım Beni Aldatırsa, Söz Bir Allah Bir, Leblebici Horhor Ağa, Aysel Bataklı Damın Kızı filmlerinde senarist olarak Mümtaz Osman takma adını kullanan Nâzım Hikmet’le çalıştı. 

Eşi Neyyire Neyir ile bir süre Perde ve Sahne dergisini çıkaran Ertuğrul, açılması için uğraş verdiği İstanbul Açık Hava Tiyatrosu’nda Kral Oidipus’u sahneledi. 1949 Temmuz’unda Devlet Tiyatrsosu ve Operası genel müdürlüğüne atandı ve Büyük Tiyatro’yu gösterilere açtı. Bir Komiser Geldi oyunundaki müfettiş rolüyle oyuncu olarak son kez sahnede görünen sanatçı, 1950’de Büyük Tiyatro’da balo yapılmasına karşı çıkınca Demokrat Parti iktidarının tepkisini çekti ve görevinden istifa etti. Türkiye’de Batılı anlamda ilk özel tiyatro “Küçük Sahne”yi, Yapı Kredi Bankası’nın desteğiyle kuran Ertuğrul, Devlet Tiyatroları genel müdürlüğüne ikinci kez atandığında, tiyatronun Adana, İzmir ve Bursa sahnelerini açtı. 

1958’de görevden alınan sanatçı, bir yıl sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu başrejisörü oldu; Kadıköy, Fatih, Üsküdar, Zeytinburnu sahnelerini açtı. 1964’te Türkiye’de ilk kez Brecht’in bir oyununu Sezuan’ın İyi İnsanı’nı ve Shakespeare’in 400. doğum yıldönümü nedeniyle beş sahnede beş Shakespeare oyunu sahneletti. Bu çalışmaları eleştiriler aldı ve 1966’da İstanbul Belediye Meclisi’nin kararıyla başrejisörlük kadrosu kaldırıldı. 

Basında ve TBMM’de sürekli tartışılan “Muhsin Ertuğrul Olayı” tiyatroya indirilen tiyatroya indirilen bir darbe olarak yorumlandı. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde “tiyatro eleştirisi” dersleri veren Erturğrul, yeniden çağrılmasına karşın Şehir Tiyatrosu’nda görev almadı. 

Kültür Bakanı Talât Halman’ın çabasıyla 23 Ekim 1971’de Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sanatçıya, Muhsin Ertuğrul’a Devlet Kültür Armağanı verildi. Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliğine atandığında 82 yaşında olan Ertuğrul, semt tiyatrosu, öğle tiyatrosu, gezici tiyatro gibi çeşitli uygulamalarla yeni bir tiyatro seferberliği başlattı ancak iç çekişmeler üzerine 1976’da görevi bıraktı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını sürdüren Muhsin Ertuğrul’un İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim (1975) adlı bir kitabı vardır. 

Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları – Nikolay Vasilyeviç Gogol

Klasik Rus edebiyatının önemli isimlerinden Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları” başlığı ile ve ilk cildi 1831’de, ikinci cildi ise 1832 yılında yayımlanan sekiz öyküsünün yer aldığı bir derleme.

 Kendisi de Ukrayna topraklarında yetişen ve on dokuz yaşına kadar orada kalan Gogol’un bu bölgenin başta inançları, gelenekleri ve folklorü olmak üzere izlerini yoğun biçimde yansıttığı öyküleri -yazarın yarım bıraktığı “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” hariç- doğaüstü öğeler barındıran eserler ve şeytandan kötü ruhlara ve gizemli olaylara pek çok “korku” unsurunu içeriyorlar. Bu korku unsurlarını çoğunlukla mizah ile de desteklemiş yazar ve ortaya keyifle okunan eserler çıkmış. Özellikle küçük yörelerde yaşayanların o dönemlerde en temel eğlence araçlarından biri olan ağzı iyi laf yapan bir anlatıcının anlattığı hikâyelerin dinlendiği atmosferi (soğuk kış gecelerinde bir sobanın etrafında toplanarak geçirilen akşamları hayal edin) yaratmış yazar ve okuyucuyu da bu atmosferin parçası yapmış güçlü dili ile. Kitabın önsözünü Gogol, hikâyeleri ağzından anlattığı “Arıcı Panko”nun yerine koyarak yazmış ve okuyucuları “dinleyecekleri”nin havasına sokmuş.

Kitapta yer alan sekiz öyküden ilk dördü 1831, diğer dördü ise 1832’de basılan ciltlerde yer almış. Her iki kitap için yazılan önsözlerin ikisini de içeriyor kitap ve bu giriş yazılarının ikincisini kapatan şu cümlelerin içerdiği alçak gönüllülük anlatıcı olan Arıcı Panko’nun ifadeleri ama üzerinden geçen bunca yıldan sonra Gogol’un hâlâ bilinen ve sevilen, klasik Rus edebiyatının belki de kurucularından biri olarak tanımlanmasını sağlayan başarısı ile hoş bir zıtlık teşkil ediyor: “Ben de laf ettim yani! Bu dünyada benim olup olmamam umurunuzdaydı sanki… Bir yıl geçer, iki yıl geçer, unutur gidersiniz bu ihtiyar Arıcı Sarı Panko’yu… Öldü diye üzüleneniz bile çıkmaz.”

İlk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, her bir bölümünün başında bir masaldan veya bir “Ukrayna komedisi”nden alınmış sözlerle açılan ve kendisi de bir masal ve/veya folklorik bir eser havasına sahip bir eser. Rus besteci Mussorgsky’nin -kendisi yarım bıraktığı için başka bestecilerin tamamladığı- komik operasına da kaynaklık eden öykü zengin köylü tiplemeleri ve şeytanın gerçek kimliği ile eğlendiren bir çalışma. İkinci öykü “İvan Kupalo Gecesi” yine Mussorgsky’nin bu kez bir senfonik şiirine ilham vermiş bir çalışma ve aynı zamanda 1968 yılında Sovyet yönetmen Yuri Ilyenko tarafından sinemaya da uyarlanmış. Hikâyelerin pek çoğunda olduğu gibi yine bir aşkın odağında yer aldığı bir eser bu ve cadılar, şeytan, hazine vs. gibi masal öğeleri ile süslenmiş. “Bir Mayıs Gecesi ya da Suda Boğulmuş Kız” adını taşıyan öykü de müzikteki karşılığını bulmuş bir çalışma ama bu kez Rimsky-Korsakov’un “Mayıs Gecesi” adlı operası olarak notalar aracılığı ile anlatılmış. Düş, masal, cadı ve yine aşkın yer aldığı bir hikâye bu da ve bu bakımdan kitabın genel havasına da uyuyor. İlk bölümün son öyküsü olan “Kaybolan Yazı” cadılarla maça kızı oynayan ve kazanan bir Kazak’ı anlatıyor. Tüm hikâyelerde olduğu gibi Kazak olmanın ve bu kültürün öne çıktığı eser 1945’de Sovyet yapımı bir çizgi film olarak sinemada da hayat bulmuş.

Beşinci öykü olan “Noel Gecesi” bir demircinin aşkına kavuşabilmek için şeytanla yaptığı mücadeleyi sık sık mizaha da başvurarak anlatırken, özellikle “çuval içine saklanan” karakterlerin olduğu bölümde nerede ise bir vodvil havası sunuyor okuyucuya. Sessiz sinema dönemi de dahil olmak üzere pek çok kez sinemaya uyarlanan bu hikâyenin Çaykovski, Korsakov ve Lysenko’nun müzikleri aracılığı ile opera sahnesine de taşınmasının gösterdiği gibi hayli çekici ve eğlenceli bir içeriği var bu eserin. “Korkunç İntikam” adlı öykü “gotik korku” türüne sokulabilecek hayli etkileyici bir eser ve o da bir animasyon olarak taşınmış sinemaya ve yarım kalmış öykü hariç mizah öğesi barındırmayan tek eser kitaptaki. “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” adını taşıyan ve yarım bırakılan öykü (öykünün yazıldığı defterin yapraklarının bir kısmının evin hanımı tarafından pişirdiği böreklerin altına koyulması ile açıklıyor bu durumu anlatıcı!) nasıl sürecekti bilinmez ama mizahın yanısıra korku/doğaüstü unsurları barındırmaması ile de diğer öykülerden farklı bir yerde duruyor. Öykünün BBC tarafından bir son eklenerek radyoya uyarlandığını da ifade edelim bu arada. Son öykü olan “Büyülü Yer” yine bir kötü ruhu anlatarak kitaba genel havasına uygun bir kapanış sağlıyor.

Hikâyelerin yazıldığı dönemin gerçeği olarak sık sık Lehlerin ve arada Türklerin de “düşman” taraflar olarak isimlerinin geçtiği öykülerde Ukrayna topraklarına yazarın duyduğu sevgiyi hissediyorsunuz. Örneğin ilk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, “Ukrayna’da yaz çok güzel, çok nefistir!” cümlesi ile başlıyor ve bir sayfa boyunca bu güzelliği açıklıyor. Benzer bir örnek olarak da Dinyeper Nehri’ni uzun uzun anlatan “Korkunç İntikam” öyküsünü gösterebiliriz. Hikâyelerin geçtiği yıllardaki -başta Kazak komutanlar olmak üzere- kimi gerçek karakterlerin isimlerinin de yer aldığı öyküleri içeren bu kitap güçlü bir kalemden çıkmış halk masalları havası ve folklorik öğeleri ile okunmayı hak eden bir klasik özet olarak.....gurkankilicaslan.com

Hermann Hesse - Seçme Şiirler

SENİ SEVDİĞİMDEN
Seni sevdiğimden böyle gece vakti
Öylesine vahşi ve fısıltı geldim sana
Hiç unutmayasın diye beni
Aldım ruhumu da yanıma
O şimdi yanımda ve benim yalnızca
İyide de, kötü de
Tutuşan vahşi aşkımdan
Seni hiç bir melek kurtaramaz.


SEVGİSİZ
Derin bir kuyunun başındaymış gibi
Geçiyor şimdi günler ve geceler
Boş, şarkısız, isteksiz ve acısız
Yaz gülleri çabucak elde soluyorlar

Umursamıyorum zamanın nasıl geçtiğini
Yalnızca görüyorum yıldızın aşkıma
Ters döndüğünü, uzakta ve gölgeli
Ve durduğunu yaşamımın donuk semasında

FELSEFE
Bilinmeyenden bilinene
Oradan geriye, türlü patikalardan
Bilinmeyen olarak bildiğimize,
Acımasızca kovularak oradan.
Şüpheye, felsefeye
Varıyoruz alayı
En üst düzeyine

Bunun üzerine, gayretli gözlemlerden,
Keskin aynadan çeşitlilikle
Alır bizi dondurucu bir zihin bulanıklığına
Zalim, demirleşmiş kudretiyle
Dünyayı hiçe saymanın serin uçurumu

Ama o, götürür bizi kurnazca geri
Dar yarığın farkına varılmasıyla
Kendimizi hiçe saymanın
Acı-tatlı ihtiyar mutluluğuna.

SİSTE
Gariptir siste yürümek
Her taş, her çalı ıssızdır.
Hiç bir ağaç diğerini görmez
Her biri yalnızdır.

Dostlarla doluydu dünyam
Yaşam aydınlıkken henüz
Şimdi, sis çöktüğünden
Oldular hepsi görünmez.

Gerçek bir bilge değildir
Karanlığı bilmeyen
O, kaçınılmaz ve sessizdir
Ayırır insanı her şeyden

Gariptir siste yürümek
Yaşamak yalnız olmaktır.
Hiçbir insan diğerini tanımaz
Her biri yalnızdır.

YALNIZ
Yeryüzünde birçok
Yol ve sokak vardır,
Fakat hepsinin
Varacağı yer aynıdır.

Geçip dolaşırken türlü şekilde
İki ya da üç kişi olursun,
Son adımı ise
Yalnız atmaya mecbursun.

Bu yüzden çok faydalı değildir
Hiç bir yeti, hiç bir bilgi,
Yalnız başına yaptıktan sonra
Zor olan her bir şeyi.

MUTLULUK
Mutluluğu aradığın sürece,
Mutlu olacak kadar olgun değilsindir,
Ve ulaşacak kadar her istediğine.

Kayıplara yakındığın sürece
Ve hedeflerin varsa durmadan yöneldiğin,
Bilemezsin huzur nedir diye.

Vazgeçersen şayet her arzundan,
Ne hedef, ne istek tanıyıp,
Mutluluğu artık adıyla anmıyorsan,
O zaman olup bitenleri akışına
Dayanamaz yüreğin, ve ruhun dinlenir.

BAZEN
Bazen yanlış ve üzücü görünür herşey bize,
Yatıyorsak eğer zayıf, yorgun, acılar içinde
Her hareket acı verecektir,
her sevincin kırıktır kanatları,
Ve biz özlemle dinleriz uzakları,
Oradan yeni sevinçler gelir diye.

Fakat gelmez hiçbir sevinç, hiçbir yazgı
dışarıdan bize. Kendi benliğimize
Mecburuz bakmaya, dikkatli bahçıvanlar gibi,
Oradan çiçek gibi yüzleriyle
Yeni neşeler, yeni güçler yeşerene dek.

EGE'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek - Halikarnas Balıkçısı


 HALİKARNAS

Vapuru kaçırdık. Öteki vapur iki gün sonra. Ma­demki, ister istemez iki gün kalıyoruz, şu Bodrum'u, dört bin yıllık Halikarnas'ı bir gezeyim dedim. Bodrum Kalesi diye duyarım, "Şuna gideyim de bir bakayım," dedim. Kale zaten kentin ortasındaki bir yarımada üzerine kurulmuş. Beş altı yüzyıl önce Sen Jan şövalyeleri tarafından yapılmış bu bina. Şö­valyeler bu alameti yapabilmek için, kentte Fidyas'ın, Praksiteles'in ne kadar şaheseri varsa, kırıp kırıp kale duvarlarında yapı taşı diye kullanmışlar.

Arkeolojik bilgilerden hiç hoşlanmam. Not alma­ya da niyetim yoktu. Neler gördüğümü size düpedüz anlatayım: Şatonun kalelerine çıkabilmek için bin bir türlü dolambaçlı yerlerden, loş ve karanlık geçitlerden, nemli ve kayak zeminlerden yol aldım. Her döne­meçte Sen Jan şövalyeleri tarikatının, Başkardinal Döbusson'un arması görülür. Amaç ne? Bunda amaç, kaleyi kuşatan düşmanın şaşırması, güçlük çekmesi, bir engeli atlaması ya da bir duvarı zaptet­tiği zaman karşısına bir duvar daha çıkması diye­ceksiniz değil mi? Hiç de değil. Kardinal diye değme haltı yiyen Döbusson'un her köşedeki armasına ba­kılacak olursa; mühendisin belki de bilinçsizce anlat­mak istediği düşünce şudur: Kuvvet ve iktidar mevki­ine -yani sivri kulenin ta tepesine- varabilmek için pek izbe, dar, dolambaçlı ve karanlık yollara sap­mak ve geçitlere uğramak şarttır. Bir sürü dehşetli ve şiddetli ihanetler, savaşlar, kışkırtmalar, zindan­lardan geçe geçe berbat bir çıkmaca mı, yukarıdaki eve mi gidildiğinin farkına varmaya varmaya ya ağzı kapkara esneyen bir kuyunun, bir tuzağın dibine ya bir İspanya şatosu tepesine varacaksın. "Bu senin görüşün" diyeceksiniz. Ama Döbusson’un kardinallığa can atan hayatı göz önünde tutulacak olursa, bu varsayımın doğruluk ve gerçekliği ortaya çıkar.

Koca kale, genel savaşta adamakıllı bir top ate­şi yemiş. Şimdi Müzeler Müdürlüğü onu antika diye, taş ve moloz yığınları ile, yılanları, akrepleri, dikenli otları, ekspres katarı gibi, çıyan ve tanklar gibi kertenkelelerle korumaktadır. Bırakılmıştır. İçinde bazı kimselerin üç dört koyun ve ineğinden başka evcil hayvan yoktur. Ben gezerken "Bu kimdir acaba?" di­ye meraklı ve ürkek bakışlarla ardım sıra geliyorlar­dı. Dönüp bakmıyordum. Kasabanın ay biçimindeki iki limanı kollarını Arşipel'e (Ege’ye) ve Sporad Adalarına doğru açmış­lardır. Bu iki ayın biribirine dokunduğu yerde denize doğru fırlamış bir yarımada vardır ki, kale de onun üzerindedir. Bu iki limanın ardına, güneşle yanmış, yer yer kuraklıkla kavrulmuş, ağırbaşlı bir dizi dağ, eteğine doğru geniş bir anfitiyatro teşkil ediyor.

Kentin bütün dükkânları ve evleri, mutlaka eski binaların taşlarıyla temelleri üzerine ve eski binala­rın arasına kurulmuşlardır. Her yapıda kullanılan taş, bu yüzyıldan önce yaşamış ve yıkılmış elli alt­mış bina nesillerinde kullanılagelmiştir. Binalar yıkıl­dıkça eski binaların taşlarından yenisi yapılır. Apak evlerin içi de, dışı da, duvarı da, damı da, ikide birde tertemiz, beyaz bir badana ile badanalanır. Bu beyaz evler, bıçakla kalıp kesilmiş gibi asil, kesin çizgili şeylerdir. Onlarda hiç iciye biciye yelteniş görme­dim. Kenti yapan, mimar değil, ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Melten mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, "Acaba deniz mi kentin güzelliğini süs­lüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?" diye düşünüp şaşıyor.

Benim anladığıma göre önceleri evler kıyıda değil; yukarıda, dağ yamaçlarında imişler. Ama de­nizi özlemişler, mavisine imrenmişler. Sevgilerinden, yerlerinde duramayarak, burou burcu çam kokan nalınlarını takırdata takırdata, yokuş aşağıya atılmışlar. Kıyıya varınca, iki koyun boylu boyunca, gıcır gıcır çakılların üzerine dizilmişlerdir. Arkada kalanlar, ön­deki kız kardeşlerinin omuzları üzerinden başkaldı­rarak, denizi seyre dalmışlar. Bazı kayıklar mandalina ve porta'kal bahçesi olurken, bazı evler de denize açılıp sünger avlıyor­lar. Ben limana bir göz attım; limana gelmekte olan bir kayık, açıkta tıpkı boşlukta asılı bir ev gibi, ufuk çizgisinin üstünde duraklamıştı. Limandan da birkaç kayığın alabildiğine dolu yelken, kayıp gitmekte ol­duğunu gördüm. Gerçekten de öyle! Mavi ve yeşil öylesine derin ve tatlıdır ki; değil insanlar, taşları ve duvarları bile kendisine çeker. Dünyanın en güzel ve saf mavisi buradadır. Onun için eski Helenler bu Bodrum açık­larını Deniz Tanrısı Poseydon'a taht seçmişler; Afrodit'in (Venüs'ün) apak bedenini ancak bu denizin kö­püklerinin beyazından yaratabilmişlerdir. 

Ciğer kır­mızısının bu maviyi görünce utancından kızarmak istediğini gördüm. Ama kırmızının kızaracağı bir yer kalmadığı için morarıp menekşe yoluyla leylakrengine soldu. Kıyının yeşiline doyum olmuyor. Kıyılarda, sokaklarda yüzlerce güzel çocuğun çıplak ayakları patırdaşır. Yağız ve kuvvetli bacaklı anaların ardı sı­ra dokuzar, onar gürbüz çocuk koşar. Zati kasabada o kadar bol çocuk var ki; yüz yirmi, yüz otuz yaşın­daki ihtiyarlar bile, çocukların canı sıkılmasın diye,sokaklarda gülümseyerek gezerler...Dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozoleumu'nun (şimdi Londra'da) önceleribu­lunmuş olduğu yeri, anfitiyatroyu ve kentin kata­ komplarını dolaşayım dedim. Her rastladığım bana salık veriyordu. Yolumu kolay buluyorum. Önce de­niz kıyısından yürüdüm. Yan yatırılmış koca kayıkla­rın yanı başından geçtim. Şişman karınlarına çıralar­la ateş veriyorlardı. Kalatatın tokmak gürültüsü ve denize uzayan zift kokusu arasından yol aldım ve tenha yollara saptım. Şimdi bir ak ev, biraz ötede portakal ve mandalina bahçesi, sonra zeytinlik...

Sağlı sollu kuru duvarlar, ufak taş binalar. Yedi sekiz müşteri alabile­cek küçücük kahveler. İki hurma ağacı. Frenk incir­leri, kaynanadilleri. Birtakım harup ağacı, derken Mozoleum'un bulunduğu yere vardım. Orasının şim­di bir tarla olduğunu gördüm. Oradan anfitiyatroya çıktım. Görünümün güzelliğini hiç unutamayacağım. Önümde Karaada, İstanköy, Kalimnos ve Nisiros Adasının bir kısmı gözüküyordu.

Şurası gün gibi ortada ki, tarihin insanları, tiyat­roların çok güzel manzaralı bir yerde kurulmasına dikkat ediyorlardı. Yanı başındaki bir beden duvarına rüzgârın eğ­miş olduğu bir melengeç ağacı, duvardan koca bir taş sökmüş, koltuğunun altında eve karpuz taşıyan bir adam gibi, onu kökleriyle kavrayarak yerinden kaldırmış. Ötede beride sürünen mermerlerden, bu­rasının, oyduğu en ufak oyuntuları bile heba etme­mek ve onlarla da güzellik yaratmak hünerini bilen insanların oturdukları yer olduğunu anladım. Bir çiz­gi, ufak bir kabartmanın bile boşa harcanmadığını gördüm. Yine birçok tarlalardan geçtim. Uzakta bir duvar daha gördüm ve anladım ki, bir saat kadar yürüye­rek geçmiş olduğum incirliklerin, portakal mandalina bahçelerinin, bina ve tarlaların topu da bir zamanlar Halikarnas kenti imişler... Halikamas'taki zeytinler, mandalinalar, porta­kallar, limonlar, hurmalar, kaparisler, muzlar, haruplar, incirler; kısacası yemişlere mevsim mevsim pandomima resmi geçidi yaptıran bütün ağaçlar, bu kıyı­nın deniz yeşilinden ders alırlar.

Peşten tize kadar yeşillerle, Ege zümrüdüne yeşil bir türkü söylerler. Bu türkünün çınlayışı, her zaman göklerde duyulur. Konuşulan Türkçenin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada Türkçe, şiveye değil, müziğe bürünmüştür. Halkı Lelegler, Helenler, Fenikeliler, Lidyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Selçuklular ve Türkerle adamakıllı har­man olmuştur. Portakalı erdiren güneş, burada gü­zel insan yetiştiriyor... Kızlar çoğunlukla uzun boylu, uzun kirpikli ve uzun parmaklıdırlar. Duru ve çınla­yan havada her biri birer Karmençita olmuştur. Bu kızların güller ve yaseminler soyuna mensup oldu­ğunu görmek için Türkolog olmanın gereği yoktur! Zaten, İtalya kıyılarında Barbaros Hayrettin dolayı­sıyla Monte Barbarosse adlı birçok tepeler vardır. Bu Akdeniz kıyılarının (Yunanistan, Güney İtalya, İs­panya ve Güney Anadolu), sıpsıcak kanı, kıyılar bo­yunca kendini gösterir. Portakal ağacı nerede büyü­yeceğini iyi bilir!

Düğün günleri, bildiğimiz müzik araçlarına, bu­raya özgü derin ve koyu iniltili darbuka da girer. Müzikleri duygu müziğidir. Ama uykulu ve uyutucu de­ğil, hareketli ve çığlıdır. Ege güneşiyle altınlaşmış, zengin ve kokulu misket gibi bir iklimin şarabını içen­lerde aynı nitelik beliriyor. Onun için, buranın hava­ları ve türküleri Jotas, Murcianos, Seguedillas ve Malaguenas'ları çok hatırlatır. Buranın yurttaşı olan vahşi kedi ve pars vücudu gibi kıvrak gövdelerin otu­rurken, oynamak üzere fırlayıp kalkması, hayat hızı­nın ne demek olduğu hakkında bir fikir vermeye yeti­şir. Oynadıkları oyunlar, hiçbir çeşit aşırılığa sapma­makla birlikte, bütün gövdenin çeviklik ve zarafetini ortaya çıkarır. Hızlı dönüşler ve iki el parmaklarının baş üzerinde kastanyetler gibi şakırdadığını görür­sünüz. Bu şakırtı, çardağın asma yaprakları arasın­dan gözetleyen yıldızları vecde getirir ve onlar da sevinçle pırıldamaya koyulurlar. Artık Göktepe'ye, katakomplara çıkıyorum. Yo­lum sarptı. Tek tük çalılıklara vardım. İki tanesinin arasından geçerken az kalsın bütün elbiselerimle birlikte derimi de bırakacaktım. Dikenli kaparislerin arasından, yengeç gibi tırmandım.

Zaman hayli geç olmuştu. Venüs yıldızı titreşen gökte parlıyordu. Onun için alacakaranlıkta bir Murat dede baykuşu bana; "Hey ahmak!" dermiş gibi hööt çekti. Ötede beride kaçışan hayvanların çatırtı­sı oldu. O sıralarda insana hayret verecek kadar koskocaman ve sapsarı bir ay fırladı. Bu ay, ölüler kentini koşan, çatışan bir gulyabaniler kentine çe­virdi. Yani gulyabani değil, çakallar, katakomplar acaip, garip şekillere büründüler ve donuk ışıkta öte­ye beriye yürür gibi olarak, hiç de hoşa gitmeyen gölgeler salmaya başladılar.

Bu gördüğüm kayalara, deliklere, inek ve çakal­lara, burada doğmuş ve burada olan tarih babası Herodotos gibi, "Mafsoliyon" gibi anlı şanlı adlar ta­karak, onları onlar sanarak bir söyleşeyim dedim. Fakat Mikel Anj'ın Musası gibi, bizim iki boynuzlu Herodot pek de iltifatkâr çıkmadı. Zaten de bambaş­ka bir engel baş gösterdi. Yoksa Göktepe hakkındaki bu yazılar, Âdem’in yaradılışından tutunuzda, gü­nümüze kadar ne kadar büyük adam geçmişse, on­ların adlarıyla donanırdı.

İşte, tam bu ünlü ölülerin kimler olması gerekti­ğini düşünüp taşınırken, katakompların (lahitlerin) birisinin karanlık ağzından dışarıya bir rakı şişesi fırla­dı. O yerde, insanı yerinden takla kıldıracak bir şan­gırtıyla kırıldı. Onun ardı sıra bir kadın çığlığı öttü. Bu peri, tayf mayi değil, etle kemikten, dipdiri bir in­sandı. Orada işi neydi? Ben ürkerek kaçan bir çakal­dan daha patırtılı bir şekilde kaçmayı tercih ettim. Koca bir taş, çalıları çatırdatarak devrildi. 

Bir erkek sesi, "Kimdir o?" diye bağırdı. Bana gelince, bu öy­künün sonu yuvarlanmak, düşmek; dizimi dirseğimi çarpıp incitmek ve bol bol küfretmekten ibaret oldu. Şimdi bunu okuyunca, herhalde bir musibete çattığıma hükmedeceksiniz. Hiç de değil. O kadın çığlığından sonra gördüğümü yazmamaya andiçtim. Gördüğüm manzarayı, kıskançlıktan kendime sakla­maya karar verdim!..

Bazen, dış görünüşüyle "kötü rastlantı" diye gö­rünen şeyler, tayyare piyangosunun büyük ikramiye­si gibi, ender rastlayan talih cilveleri oluyor. Gördü­ğüm sahnenin güzelliğini, dehşetini, eşsizliğini anlatarak, onu ak kâğıtlar ve kara mürekkeple tahkir et­meyeceğim. Bu ancak, bir çift gözün görebileceği şeydir.

Okuyuculara gelince: Nasıl dilerlerse, öyle var­sayım yürütsünler. Yalnız, hayal güçleri aşırı olanla­ra şu yardımda bulunayım: Şu yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan kabilinden, bir martaval uydurma hevesine düşenler varsa ve öykülerine bir güzel yer, bir uygun alan bulamıyorlarsa, gelsinler de ay ışığın­da bir Göktepe-Katakomplar gezisi yapsınlar.

EGE’NİN ÖFKESİ 

Yüksek Anadolu Yaylası Toros ve Amanos'taki yüksekliğini koruyarak Gökova Körfezinde Ege’ye gelir ve orada, tepeden tırnağa birden kıyılıvermiş gibi, bin yüz metre yükseklikten yalçın ve dimdik ola­rak denize düşer.

Denizden bakınca, uçurumun azameti gözlere bir gök gürültüsü manzarası seyrettirir. Bu heybete kıyasla bir Yuşa Tepesi, bir Aydos Tepesi birer ka­barcık, birer küçük sivilce kalır. Uçurum, gökleri uyutmuştur. Dalgaların hırlayan irkilişinin vahşeti karşısında, sözgelimi İstanbul tepeleri sütlek inek gibi, evcil tavuk gibi yaratıklardandır. Düşmesin diye, şapkalar tutulmadan başımızı tepelere kaldıramıyoruz. Bakışlar tırmana tırmana yüksekten yükseğe çı­kıyor. Göklerin en uzak rüzgârları üzerine kurulu gibi duran tepelere varınca, dudaklardan bir şaşkınlık ıs­lığı çıvlıyor. "Bu nedir yahu?" diyoruz. Yükseklik, gökte bir çığlık olmuştur. Bin yüz metrelik uçurumun kıyısındaki, cin çarpmış gibi eğri büğrü çamlar, ahta­pot kolları gibi köklerle kaya çatlaklarına dolanıp ya­pışarak, aşağıya korkuyla bakarlar.

Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluğan­ları ile burada bütün hünerlerini gösterir. Şurada fı­sıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler, daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma durmamacasına söyler, ce­vap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar, sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öDer, kumsalı bu­lunca titrer, bayılır, düşer...Ona Aksi Mahmut derlerdi. Çünkü dünyada ra­hat ettirici, okşayıcı, eğlendirici, hoşa gider ne varsa, hepsini, babasının öz malı gibi kendi hakkı bilirdi. Ona göre kadınların güzelliği, pamukların yumuşak­lığı, yemeklerin tadı, hep onun içindi. Ama bunca ta­mahına karşılık hiçbir şeyi sevmiyor, hiç bir şey uğ­runda bir fedakârlıkta bulunmak istemiyor, hiç kim­seye yardımdan hoşlanmıyordu. Kendisine göre, o meydana çıkıverince, kadınlar kaldırım taşları gibi ayağının altına yayılıvermeli, erkekler de, kadıya tur­fanda hıyar yetiştirircesine yardıma koşmalı idiler. Oysa hiç kimse onu tanımıyordu. İşte bütün ev­rene karşı içini bu yüzden kin bağlayıp kilitliyordu. Ve her şeye, herkese karşı aksi davranıyordu. Bun­dan dolayı adını "Aksi" çıkarmışlardı. Aksi Mahmut'un o günkü seferi, kendisi gibi ak­si gitmişti. Çökertme'de limana girerken, on metre havaya fırlayıp, güm diye düşen bir yunus balığı alayına çatmıştı. Biri kayığa düşecek, kayığı tuzla buz edecek diye ödü patladı. Yemek yemek için kıyı kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir büyü örümceği musallat olmuştu.

Bir kayanın üstüne oturmuş, onun altından, tü­nelden çıkarmış gibi upuzun bir çıyan fırlamıştı. Öte­de, tabakası ile öldürmeye kalkıştığı bir akrep, kuy­ruğunun bir vuruşu ile tabakayı delmişti. Daha ötede sivrisineklerin hem de kemiklileri ona dadanmıştı. Mahmut'un bağrında büyü örümceğine de, akrebede, çıyana ve yılana da taş çıkartan zehir gibi bir kin peydahlanmıştı. Bunların hepsi yetmiyormuş gibi, aksi bir rüzgâr, onu bin yüz metrelik Kıran uçurumla­rının altına bocalatmıştı. Kıran uçurumunun duvarında büyük bir mağara vardı. Aksi Mahmut, "Kayığı içine alır, demir atar, yan gelir yatarım," dedi. Mağaradan içeri girdi. Ama, mağaranın kıyısındaki çıkıntının üzerine bir ana fok, erkek fokun yosunlarla ona hazırlamış olduğu bir do­ğum döşeğine yatmış; birkaç saat önce yavrulamış olduğu yavrusunu hayata doğurmuş olmak sevinciy­le çarpan yüreğinin ve bağrının üzerine basıyor ve emziriyordu. Ana fokun kara kadife gibi yumuşak ve munis bakışı biraz üzünçlüydü.

Aksi Mahmut'un öfkeden gözleri dönmüştü. Za­ten hıncını alacak bir şey arayan Mahmut, hazır fo­ku bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok ka­çamıyor, çünkü yavrusunu bırakamıyordu. Mahmut sopayı fokun başına vuruyordu. Fok bir insan gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Yavrusunu, o kısa kollarıyla büsbütün koynuna basıyor, sopalardan korumaya çalışıyordu. Ana fokun memeleri ve yavrusu gözyaş­ları ile ıslanıyordu. Fok o acıklı gözleri ile bakıyor, telaşlı telaşlı anlatmak istiyordu. Bu ruhsuz adamda merhamet arıyordu. Sopayı yedikçe, bir kadın gibi çığlık salıyordu. Kanayan ağzını açtı. Yalvardı. Mah­mut, sopayla açılan ağzındaki dişleri kırıyordu. Göz­lerini bir cinayet sarhoşluğu bürüdü. İçinde, öldürücülük kanıksayışı şımardı. Hayvan, upuzun süren can çekişme sırasında Mahmut'un ayaklarına sürün­dü. Acı kasırgaları gövdesini sarsıyorken, olağanüs­tü bir irkilişle dikildi. Önce sevgiyle ısınan güdük ba­di kolları ile yavrusunu aradı. Gözleri patlamıştı, kol­ları yavrusunu değil, ona zindan kesilen dünyanın feciliğini, bomboş karanlıklarını ve ölümü kucaklıyor­du. Uçurumu dönerken, Ege pek acı haykırıyordu.


Mahmut, ölmekte olan fokun patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt gibi kaçtı. Günlerden cumartesi idi. Gece de oluyordu. Ye­di mil ötede Şehiroğlu (Kedrae) Adasının müsteciri, dostu Mehmet Ağanın karısı Emine, onu her cumar­tesi gecesi burunda beklerdi. Kadından pek hoşlandığı yoktu. Ama herifi aldatarak kurnazlık etmiş ol­mak yok mu, işte bunun tadına doyum olmuyordu doğrusu. Adaya yanaşırken her tarat zindan gibi karar­mıştı. Ona karşılık, tuhaf tuhaf ateşler yanıyordu. Ege o akşam, görülmemiş bir şekilde yakamozlanıyordu. Adaya pek yaklaştığını, gürültülerden anlıyor­du. Kayığın bütün çevresince kuleler gibi sipsivri ka­yalar, ada kırıntıları ve sığlar serpiliydi. Heybetli dal­galar homurdana homurdana gelip sığlara bindiriyor­lardı. Sonra karanlığı yırtan bir ışık ve taraka ile, bin­lerce çağlayanlar boşanıyor, hırlıyordu.

Aksi Mahmut, dalgaları yüklenmiş olan sığların korkunç çöküntüler yapan dalga aralıklarına, deniz­leri geri vermekte olduğunu anlıyordu. Ama birfışıltı, hışıltı, bir susmadan sonra, bu kez sol yanda başka bir kaya horlamaya başlıyordu. Aynı zamanda, yüz­lerce kulaç dipte, esrarlı ejderlerin binlerce gözle parladığı görülüyordu. Gözler sönüyor, daralıyor, dö­nüyor, her yan fırıl fırıl yuvarlanan çarkıfelekler, to­paçlar ve girdaplarla aydınlanıyordu. Yâtay uçuşan hava fişekleri patlıyor, madensel kıvılcımlar kızıl kızıl uçuşuyor, dört bucağı yakamozla yıldırıyordu. Aksi Mahmut, kulağını patlatan gürültüler ara­sında bir çığlık duyarmış gibi oldu. Ölen fokun, kula­ğında çınlayan sesi miydi, onu karanlıklar arasında seçen Emine'nin çağırışı mıydı; yoksa denizlerin öf­kesi miydi?

Sesin geldiği yere doğru gözlerini sivriltti. Ora­da sanki esen bir deli rüzgâr, yanan bir mangalın kıvılcımlarını saçıyor, alevleri öteberi dolayıp dillendiri­yordu. Acaba Emine'nin, ona yol göstermek için sal­ladığı meşale miydi? Yoksa, kükreyen bir üçlemenin rüzgârda savrulan yelesi miydi? İşte, bunu düşün­meye vakit bulamadı. Aksi Mahmut'un dört yanı, kendi dünyası gibi kaynayan bir cehennem kazanı oldu. Havaya kaldırıldığını duydu. Elinden gelseydi, dalganın boynunu ısıracak, koparacaktı.

Fakat dalga çökünce, kayık havada asılı kala­cak değildi ya! Mahmut'un dişleri kayalara çarptı, parça parça oldu. Ege geliyordu.Onu, kayaların diş gıcırdatan, köpüren, hırlayan çatlaklarına sıkıştırıyor, çeneleri arasında testerelemesine çiğniyordu. Sabaha doğru deniz onu kumsala tükürdü..

HAL IKAR NAS BALIKÇISI