05 Eylül 2021
Tommaso Campanella "Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum…Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor."
Tommaso Campanella (1568-1639), düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu günlere rastlar. Daha 14. ve 15. yüzyıllarda, Katolik Kilisesi’nin katı dogmalarına, büyük ve haksız zenginliğine, derebeylik düzeninin kötülüklerine karşı, çeşitli tarikatların önderliğinde, yer yer baş gösteren ayaklanmalar Avrupa’yı baştanbaşa saran bir nitelik kazanmıştı. Bir yandan Kilisenin, bir yandan da kral kuvvetlerinin bastırıp ortadan kaldırdığı bu tarikat ayaklanmaları, başka başka yerlerde, başka adlarla yeniden örgütlenip harekete geçiyordu. İşte, Bohemya’da uzun süre etkin olan Picard’lar ya da Adamist’ler! İşte, İtalya, Fransa ve Almanya’da “insanın bu dünyada mutlu olmasını” isteyen Beggard’lar! İşte, İngiltere’deki Wyclif’çiler, orta Avrupa’daki Hus’cular! Bütün bu tarikatlar, dinsel yenilikler yanında, daha haklı bir toplumsal düzen kurma çabası içindeydiler. Hus’cuların bir kolu olan Taborit’ler, dinsel törenlerin birçoğunu atmakla kalmıyor, din reformunu mal ortaklığına dayanan toplumsal bir devrimle tamamlamak istiyorlardı.
İşte, Campanella bu toplumcu görüşten, bu devrimci ilkelerden yola çıkar ve “Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim” der. Ne yazık ki, ufukta beliren bu yeni sabahı göremeyecektir. Ama onun adı felsefe ve sosyal doktrinler tarihinde, bir müjdeci olarak, yaşamış ve yaşayacaktır.
Campanella, İtalya’da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekâsı ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquinolu ermiş Augustinus’un Somma Theologica’sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: “Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum… Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor…”
Dinsel konulardan az zamanda bıkan Campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük İtalyan filozofu Telesio’da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio, Aristoteles’in bütün bir çağı etkileyen felsefesine karşı tabiat felsefesini savunuyordu. Bu amaçla da “Academia Telesiana” adıyla bir felsefe derneği kurmuştu. Telesio’nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.
Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio’yu düşmanlarına karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat’tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa’nın emriyle Cosenza’dan ayrılıp Stilo’ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini artırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden “bu dar ve karanlık hapisevinden” kaçıyor. On yıl, İtalya’yı baştanbaşa dolaşıyor. Venedik’te Galile’yle, daha birçok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya’nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo’ya dönüyor.
Campanella’nın hayat dramı burada başlıyor. 1600’larda bütün güney İtalya, İspanya’nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan engizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak.
Yurdunu İspanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen Campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyor. Pietro Giannone Napoli Tarihi adlı eserinde bu ayaklanma için şunları söylüyor: “Campanella yeni düşünceleri, özgürlük ve cumhuriyet tasarılarıyla az kalsın Calabria’nın altını üstüne getirecekti. Krallıkları yeni bir düzene sokmaya, toplumları yönetecek anayasalar koymaya kadar ileri götürmüştü işi.” Anlaşılan, Campanella, sonradan hapiste yazacağı Güneş Ülkesi’nin toplum düzenini daha o zamandan tasarlamış, politik ayaklanmayı, daha önceki sapkın tarikatların yaptığı gibi, toplumsal bir reformla tamamlamaya kalkmıştı.
Papa Paulus V, Urbanus VII, Bacon ve Richelieu gibi astrolojinin özel etkilerine inanan Campanella, yıldızlardaki birtakım belirtilere bakıp, dünya yüzünde, özellikle Napoli krallığında ve Calabria’da devrimler olacağını söylüyordu. Dinsel ve toplumsal alanda gerekli saydığı yenilik düşüncelerini birçok manastır rahiplerine benimsetmişti. Giannone’ye bakılırsa, üç yüzü aşkın rahip bu ayaklanmaya katılıyor. Birçok vaiz halkın arasına girip “Özgürlüğe kavuşmak, parayla insan kanı akıtan, yoksulları ezen kral adamlarının işkencelerine son vermek için birleşmeye” çağırıyorlar onu. Napoli’li birçok soylularla birlikte bir hayli piskopos da bu ayaklanmayı destekliyor. Bu ara, bir Türk donanmasının yardımı da sağlanıyor.
Ama ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen Campanella bir kulübede yakalanarak Napoli’ye götürülüyor. Atıldığı hapishanede korkunç işkencelere uğruyor. Atheimus triumphatus adlı eserinin önsözünde Campanella çektiği işkenceleri şöyle anlatıyor:
“Elli hapishaneye girdim çıktım. Yedi kez, tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra beni öldü sandılar, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, canımı daha da yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, ‘Yaman adam, doğrusu’ demekten kendilerini alamıyorlardı; Hiçbir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni, bir tek söz bile alamadılar ağzımdan (1) Tam altı ay süren bir hastalıktan, bir mucizeyle kurtulduktan sonra, bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada. Sonra yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana: ‘Öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?’ diye sordular. Ben de: ‘Bildiklerimi öğrenmek için, sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım’ diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos’un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneş’te, Ay’da ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles’e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi, havasız, ışıksız bir çukura tıktılar.”
Campanella’nın hapislik hayatı yirmi yedi yıl sürüyor. Böylesine uzun bir işkence hayatına Campanella gibi ruh ve kafaca sağlam, inançlarında sarsılmaz bir insan dayanabilirdi ancak. Nitekim işkencecilerine karşı başı hep havada kalıyor, onlardan ne bağışlanmasını istiyor, ne de yardım bekliyor. İstediği tek şey, kitap, kâğıt ve kalem; yani, kafasını beslemek ve kafasının ürünlerini dışarıya saçmak.
Campanella’nın hapis hayatı 1926’da sona eriyor. İspanya kralı Philip III’ün ölümünden sonra (1621), papa Urbanus VIII’in beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma’ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa’ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis XIII.’den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris’te dominken manastırında sessiz ve rahat geçiriyor. 1639’da, yetmiş bir yaşında ölüyor.
Campanella, hemen hepsi Lâtince olan sayısız eserler yazmıştır. Felsefe tarihinde Campanella’nın adı, Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır. Bacon’dan önce, fizik alanında, gözlem olmadan, varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiçbir bilgiye varılamaz, diyen o olmuştur (G. Fonsgrive), Calabria’lı filozof, her şeyden önce, felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre, felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir, İncil’se imanla tabiat-üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir. Tabiatı öğrenmek, günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde, tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir. Onun için, felsefe, tabiatın sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak, Kutsal Kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır. Çünkü bu kitapların böylesi bilgiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Ayrıca felsefe, kendini insandan (örneğin, Aristoteles’ten) gelen her türlü otoriteden de kurtarmalıdır (Bruna Widmar).
ÖNSÖZ Tommaso Campanella (1568-1639)
Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun, Campanella’dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, hiç şüphe yok ki, Güneş Ülkesi’nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir. İlk defa Utrecht’de 1643’de basılmış olan Güneş Ülkesi, (Civitas Solis), Platon’un Devlet’i ve Thomas More’un Utopia’sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde, insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir.
Güneş Ülkesi Campanella’nın, günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır. Campanella bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağını, insanın kendinden başkasını düşünmemesinde, dünya malının ‘benim’ ‘senin’ diye bölüşülmesinde buluyor. Ona göre, insanlar, genel çıkar kaygısından uzak oldukları sürece, kendi dar çevresinde, kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa toplum halinde birleşen insanların amacı genel çıkar olmalıdır. Özel çıkarları kaldıralım, ortada toplum yararından başka bir şey kalmaz. Bencil davranışlar, eninde sonunda, toplum güçlerinin çatışmasına yol açar. Oysa bu güçlerin genel çıkara yönelmesi, güçler arasında tutarlı bir denge yaratır. Bu yüzden, Güneş Ülkesi’nde her şey devletin, genel çıkarın buyruğu altındadır.
Campanella toplumcu ve devrimci ilkelerden yola çıkarak; "Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim" demiştir.
Campanella’nın Sosyal Yayınları’ndan çıkan “Güneş Ülkesi” (Civitas Solis) adlı eserine Vedat Günyol’un yazdığı Önsöz’den (Tommaso Campanella, Güneş Ülkesi, Çevirenler: Haydar Kazgan – Vedat Günyol, 1. baskı, Mart 1985).
TOMMASO CAMPANELLA GÜNEŞ ÜLKESİ
Turan Dursun "Akıl ve bilim, aydınlık kesimdedir."
Sf: 5
“En
mutlu, coşkulu olduğum bir dönem. Yaşamayı çok seven bir insanım. Ancak
hiçbir zaman kendi yaşamımı öne çıkaracak kadar bencil olmadım. Söz
konusu olan bir tek benim yaşamım. Başkalarınınki de var. Başka bir
dünya kurulsun istiyorum.” Turan Dursun
22 Haziran 1990
Sf: 9
İslamın toplumumuzda bin yıllık bir tarihi var, ama insanlarımız İslamı da dinleri de bilmiyor.
Sf: 10
Çürüyen
bir burjuvazi toplumu kendi statükosuna İslami ideoloji aracılığıyla
bağlanıyor. Bunun için arkada kalan bin yılın hakim sınıflarının elinde
olmayan araçlara sahiptir: Basın, televizyon, radyo, okullar, Kur’an
kursları, vakıflar, İslami ideolojiyi geçmişle karşılaştırılamayacak
ölçülerde yayıyorlar. Bugün tarikat ağı, Toplumun Osmanlı döneminden çok
geniş kesimlerini sarmıştır.
Turan
Dursun’un İslam ulemasına iki üstünlüğü vardır. Birincisi, gerçeğe
bağlıdır. İkincisi, İslamı ve dinleri onlardan çok çok daha iyi
bilmektedir. İslam ulemasının Turan Dursun’un bilgisi karşısında nasıl
eziklik içinde olduğu biliniyor.
Sf: 11
CIA’nın
Orta Doğu Masası Şeflerinden Graham Fuller’in Türkiye’ye ‘’Ilımlı
İslam’’ı uygun bulduğunu hatırlayacak olursak, Turan Dursun’un
Aydınlanma hareketinin ne denli büyük güçlerin baskısını göğüslemek
durumunda olduğunu daha iyi görürüz.
Sf: 12
Şule
Perinçek, bu amaçla Turan Dursun ile 21 Haziran 1990 Perşembe gününden
başlayarak birkaç gün süren uzun bir görüşme yaptı. Görüşmenin tamamına
yakını ses bantlarına kaydedildi. Turan Dursun’un vapurda ve Cağaloğlu
yokuşunu tırmanırken anlattıkları ise, el yazısıyla tutulan notlarla
saptandı.
Turan
Dursun, bu görüşme yayımlanmadan 4 Eylül 1990 günü karanlığın
kurşunlarına hedef oldu. Görüşmenin bazı bölümleri özet halinde
öldürülmesinden sonra ilk Yüzyıl (2000’e Doğru) dergisinde çıktı. Ancak
görüşmenin tamamı ilk kez elinizdeki kitapla gün ışığına kavuşuyor.
Sf: 13
İslamiyet
ise, Hıristiyanlıktan zaman olarak altı yüzyıl sonra ortaya çıkmakla
birlikte, Ortadoğu’da meta ekonomisinin kıyısında kalan daha geri bir
bölgenin, ticaret uygarlığına katılmasına önderlik etti.
Aydınlanma yönündeki her atılımı gericilikle birleşerek boğmaya yöneldi.
Sf: 14
Turan
dursun öldürüldüğü zaman, Diyarbakır E Tipi cezaevinde tutuklu idi. Ona
halkın duyduğu büyük sevgiye, orada da tanık oldum. Diyarbakır’dan eşim
Şule Perinçek’e yazdığım satırlar, yüreğinde gerçek sevgisi olan
herkesle paylaştığım duyguları yansıtıyordu:
Sf: 15
“Gerçeği
ve kendimi nasıl öyle öksüz hissettim, bilemezsin. Kendime öylesine
acıdım ki! Şimdi biz toplum olarak İslamı kimden, nasıl öğreneceğiz? Kim
on yıllarını verecek de, küçük yaşlardan medreselerin boşluklarına
yatarak öğrenecek İslamı? Turan Dursun, İslamı hem içinde hem dışında
biliyordu. Sümerler’e, Babim’e, Mısır’a, Museviliğe ve Hıristiyanlığa
uzanan kaynaklarıyla biliyordu.
Onu
yitirince, ona ait ne bulabilirim diye deli gibi aradım buralarda. İbnî
Haldun’un Mukaddime’sini buldum. Turan Dursun çevirmiş ve Önsöz
yazmıştı. Yeniden okudum. O Önsöz’ü yazacak çok insan yok. O çeviriyi
yapabilecek ikinci bir insan yok. 14. yüzyıl Arapçası’nı da biliyordur,
Peygamber döneminin 7. yüzyıl Arapçası’nı da…
Yazarken,
kafamda somut bir okur kararlaştırır ve hep ona hitap edermiş gibi
yazarım. Ağustos ayının Teori dergisinde çıkan ‘’Laikliğin Toplumsal,
Siyasal, Felsefi Boyutları’’nın bir çok bölümünü hep Turan Dursun’la
konuşur gibi yazmıştım. Materyalizmin Ulusal Kaynakları konusunu işleyen
hacimli bir kitaba dönüşecek çalışmalarımı onunla tartışmayı o kadar
çok özlüyorum ki. O nedenle sana görüşte ‘’Turan Dursun okudu mu
yazıyı’’ diye sormuştum. Uzun uzun, günlerce konuşmak istiyordum onunla.
Özellikle İslama ilişkin bölümlerde onun uyarılarına,
derinleştirmelerine çok ihtiyaç duyuyorum. Bilimsel çalışma konusunda
coşkusu olan, adeta kendinden geçen birkaç insandan biriydi. O cezbeyi, o
sarhoşluğu paylaşmak bana tarifsiz mutluluk veriyordu.
Cemal
Süreya’dan sonra Turan Dursun’u da yitirmek, bende ‘hayat çok kurulaştı
ve renksizleşti’ duygusu yarattı. Yalnız gerçek dostlar değil, halis
dostluk da vuruldu. Dostluğun erozyona uğradığı bir dünyada asıl felaket
bu!
Bu Önsöz’ü bir gerçekle bağlıyorum:
Turan
Dursun’a arkadan sıkılan kurşunlar, Turan Dursun Üniversitesi’nin
öğretimini durduramadı. Sanki toplumumuzda İslamı ve dinleri öğrenme
merakı böyle bir kurşun sesini bekliyordu. Turan Dursun’un
öğrencilerinin sayısı, onbinlerden yüzbinlere yükseldi.”
Doğu Perinçek – 1 Kasım 1992
Sf: 18
-Kaç doğumlusunuz?
-1934
doğumluyum. Onların yanında önce, Kürtçeyi bilmiyordum, Kürtçe
öğrendim. Benim ilk romanım o yaşamımın bir kesitini içine alıyor. Adı
da Kulleteyn. Kulleteyn bir havuz demektir. Orada hemen her köyde var.
Havuzun içinde hemen her tür pislik var. Ama Şafi mezhebine göre o kadar
su pislik götürmediği için temiz sayılır. Onunla taharet yaparlar,
aptes ve boy aptesi alırlar. Oralarını buralarını yıkarlar. Her türlü
pislik dökülür. Zaten çevresi çöplüktür. Külleri yığarlar çevresine,
çöpleri dökerler. Çocuklar gelirler o kulleteynin çevresine işlerler,
büyük küçük apteslerini yaparlar. Onlardan çıkan pislikleri, artıkları
tavuklar karıştırır, küllüklere bulaştırır ve kulleteyne döker. Bir
yandan başka türlü pislikleri de içine alır. Artık öyle bir hale
gelmiştir ki, kulleteynin yüzü bir tabaka olmuştur. Su tabakadan
gözükmez pek, bataklık gibi gözükür kulleteyn. Ama üzerindeki kalın
tabakayı, pislik tabakasını elleriyle o tarafa bu tarafa iterler, suyu
alırlar ve kullanırlar. Yani böyle bir durum. Fakat ben Hanefi
mezhebinden olduğum için, ‘’Hanefi mezhebine göre caiz değildir’’ diye
uzak bir yere giderdim, suyu bir çeşmeden kullanır, aptesimi alırdım. O
zaman daha 7-8 yaşlarında idim.
İlkokula
falan gitmedim. İlkokula gitmeyi nasıl da düşlerdim! Çünkü bir kez
kente gittiğimde görmüştüm çocukları. Cicili bicili giyinmişlerdi. Okul
önlükleri bana çok çarpıcı gelmişti. Onları düşümde bile görmüştüm.
Kendimi o giysiler içinden görmüştüm. Ama tabii o gâvur işi sayıldığı
için yaklaştırılmamıştım.
Sf: 21
En
azından 2000 kadar Arapça şiir ezberledim. Bazıları çok da hoşuma
gider. Zaman zaman söylerim. İsterseniz bir tanesini söyleyeyim.
Muhammed’den önceki dönemin şairlerinden Mütelemmis’in dört dizelik bir
şiirini söyleyeyim. [Arapça kıtayı okuyor]
Diyor ki:
‘’İki aşağılıktan başka zulüm ve baskı altında kalan olmaz. Bu iki aşağılıktan biri ortalık
Eşeğidir ve biri de çividir. Ortalık eşeği çürük bir ipe bağlıdır. Öyleyken bu ipi koparıp
gideyim demez. Çivinin de sürekli başına vurur dururlar. Ezilir ve ses çıkarmaz’’
Sf: 22
Bir
Kavl Ahmet diye bir şey var. Aslında Kul Ahmet’tir de, onu
okuyamamışlar, Kavl diye okumuşlar. Çünkü Arapça’da hem Kul okunur o,
hem de Kavl. Kavl, söz demektir. Oranın insanı Türk olmadığı için Kul
Ahmet’in adını Kavl Ahmet diye söylemiştir. Bütün Doğu’da bu kitap
okutulur, Kavl Ahmet diye bilinir.
Sf: 23
-Tek başınıza kalıyorsunuz öyle değil mi?
-Tabii,
tabii. Bende cami de kalıyordum. Camilerde Kürt öğrencilerle birlikte.
Zekât toplardık. Zekât getirilirdi. Toprak ürünlerinin onda biri hâlâ
toplanır orda. Devlet ayrı vergi toplar, mollar ayrı vergi toplar. Daha
doğrusu şeyh adına, ağa adına fitre ve vergiler toplanır, getirilir.
Gelenlerle oradaki öğrenciler geçinirler.
Tabii
bu arada öğrenciler köylerden de yiyecek alır, toplarlar. Öyle ilginç
durumlar meydana gelir ki, bu toplama işinde. Kulplu kazanlar vardır.
Kulplu kazanların ortasından ağaçlar sokulur. Öğrencinin biri bir
sapından, öteki diğer sapından tutar. Ev ev dolaşırlar. Şimdi diyelim
sizin eve geldik, kapınız çalınır. Siz bilirsiniz ki, fakih geldi, fakih
derler öğrencilere. Evde ne varsa, ne pişmişse ondan bir kap yemek
getirirsiniz. Varsayalım bu bir kap çorbadır, Çorbayı kazana dökersiniz.
Öbür evde süt vardır, döker aynı kazana. Bir başka evde pekmez var,
aynı kazanın içine… Yani etlisi, sütlüsü.. tatlısı ne varsa, aynı
kazanın içinde birikir. Kendine özgü bir karışım oluşur. Bu karışım
getirilir, hücre denilen bir yer vardır caminin bitişiğinde. Hücre oda
demek. O hücrede bölüştürülür. Kimilerinin tabakları vardır,
hazırlamışlardır. Bir tek tabak. Öğrenci bulabilmişse ancak bir tane
tabağı vardır. Kimisinin de hiç tabağı yoktur, ekmeğin üzerine dökülür o
karışım. Sağdan soldan dökülmesin diye de ekmeği çabuk çabuk yalar. Tam
dökülmeyecek duruma geldiğinde artık ne kadar yiyecekse o kadar yer. Ne
kadar yiyecekse dediğim, yani onu üç öğün yemek zorunda. Belki bitirmek
isteyecektir onu, ama öğleye ne yesin, akşama ne yesin. Onun için canı
istese de onu bitiremez, saklayacak.
-Sizin tabağınız var mıydı?
-Benim
tabağım yoktu. Götürüp bir yere saklamaya çalışırdım. Saklasam, bulan
yer. Artık nerede saklarsın bir soba deliğinde, şurada burada…
Kimi zaman hiçbir yer bulamazsınız, yastığın, minderin altına koyarsınız, yağlanır tabi ki.
Bitlerle de zaten özdeş duruma gelmiştik. Yani bit ve biz oralıydık. Bit oranın ayrılmazıydı, yaşanan yerin ayrılmaz parçasıydı.
Sf: 25
-Kaç yıl sürdü orada eğitiminiz?
-12 ya da 13 yaşına değin. Orada okuyacağım kadarını bitirdim. Şafilerin içinde, Kürtlerin içinde okuyacağım kadarını okudum.
-Onlar Şafiî miydi?
-Tabi, tabi hepsi Şafiîydi.
-Peki, babanız nasıl izin verdi, Şafiî değil.
-Babam
Hanefi de, hepsi Sünni. Şimdi Sünni mezhepleri Şafiî, Hanefi, Maliki,
Hanbeli. Bunların dışındakilere pek değer vermezler. Alevilere çok
korkunç düşmanlığı var babamın. Babam bir Hıristiyana bir Yahudiye yer
veriri de, Aleviye kesinlikle yer vermez.
-Köpeklerle aranız nasıl?
-Köpeklerden çok korkagelmişimdir. Köpek dediniz, değil mi.?
-Evet.
-Her zaman korkagelmişimdir. Çünkü yemekleri toplarken evlere giderdik, köpeklerle karşılaşırdık. Isırılma olayı olduğu için.
-Şafiîler el sürmüyorlar, değil mi?
-Evet,
Şafiîler el sürmezler. Sürmezlerde köpek, kulleteyne girer, başını
sokar, oradan su içer de, yine de gidip oradan su kullanırlardı. Hem el
sürmezler, hem de köpeklerle içli dışlıdırlar.
Sf: 26
-Batı’ya ilk gelişiniz.
-Yok
hayır, bu kesim, Türkler’deki ilk başlayışım Adana’nın Dörtyol
ilçesinde oldu. Orada da Molla Zahid vardı. Molla Zahid’de okumuştum.
Türk hocası. Fakat oralarda hep bana Kürtoğlu derlerdi. Çünkü çok az
bildiğim Türkçe, hep Doğu’daki Kürtçe ile karışık olan Türkçe’ydi. O
bozuk Türkçe’yle bitirdim Türk kesimindeki okullarımı. Konya’nın Çumra
ilçesindeki Tahir Efendi’yi alışılmadık bir hoca olarak gördüm. Çünkü,
adam kahveye gidiyor; eli arkasında kahveden girdiği zaman kahvedekiler,
hoca efendinin türküsüyle şarkısını koyun diyorlar. O zaman gramofonlar
vardı. Hocaya bir dinletirlerdi. Hiç oturmazdı hoca. Dinler, çıkar
giderdi. Öyle bir gururlu hocaydı ki! Vali gelmiş, kendisi de orada
sıradan bir ilçe camisinin imamı. Kaymakam hocayı valiye tanıtıyor.
Valinin nasıl olduysa adını öğrenmiş hoca, Ahmet diyelim, ‘’Ahmet
nasılsın’’ diyor. Vali şaşırıyor. Hiç beklemediği bir şey.
Hoca
kendisini çok âlim gördüğü için, ‘’Mademki ben âlimim herkesin bana
saygı göstermesi gerekir. Vali de kim oluyormuş’’ filan derdi. Ama bu
adamın namaz kılmadığını söylerlerdi. İçki içiyor derledi, falan. Belki
de öyleydi. Ama tabii ben tanık olmadım. O hocaya gittim, ama hoca hiç
öğrenci filan okutmazmış. Yalnız çok ünlüydü. Burada bütün hepsini
bitirdikten sonra Mısır’a gitmiş, orada da okumuş. Sürekli birçok ülkede
olmuş bir hoca. Ben gittim, Kazvini’yi okumak istediğimi söyledim:
‘’Beni okutabilir misiniz, beni köle sayın’’. Hep böyle derdim, her
gittiğim hocaya zaten. ‘’Ben sizin kölenizim, beni köle olarak sayın’’
derdim. Kabul ederse kalırdım.
-Yol paranızı nasıl karşılıyordunuz?
-Camilerde,
caminin içinde kapıların önüne mendil serip ‘’talebeye yardım, hafıza
yardım’’ artık nasıl söylenirse, para isterdim. Ama daha sonra müftü
olduğum zaman bana bağış yapılacak diye aklım giderdi. Bu yüzden
mevlitlere bile gitmezdim. Tekirdağ’da 1958’de müftü vekilliği yaparken
maaşım 135 liraydı, 80 lira da kira veriyordum. Geçinebilmek için Cabbar
Ağa’nın hamamında bilet kesiyordum. Bir gün temek atmak için duaya
çağırdılar. Yakın dostlarımdı, kıramadım gittim. Duaya başlarken, ‘’en
kimin için’’ diye sordum. ‘’Vilayetin müftüsü, ayıptır, kiradan
kurtaralım’’ demişler. Ev benim içinmiş. ‘’Kimsenin benim onurumla
oynamaya hakkı yok, sizi mahkemeye vereceğim’’ diye bırakıp geldim. Yani
o bağıştan tiksinti oluştu çocuk yaştayken. Fakat başka bir yolu yoktu.
Ancak onları toplayacaktım ki, Basra’da, Kûfe’de olmayacak ölçüde hoca
olmanın yolunu bulayım. O şekilde topladığım paralarla idare ettim.
Evet,
hocaya gittim beni oktur musun dedim. Hoca, ‘’benim talebe okutmadığımı
sana söylemediler mi?’’ dedi. ‘’Ama efendim başka bir çarem yoktu, size
geldim, beni okutun.’’ ‘’Sen Kazvini’yi okuyabilir misin’’ dedi. Siz
okutursanız okurum, dedim.
Hoca
bir imtihan etti beni. Çarpıldı. Beklemediği bir şey. İnanılacak bir
şey değil. Öyle böyle şeyleri okudum, bildiğimi gösterdim ki, onu,
diyelim bir Kayseri, bir Konya müftüsü bilmez. Öyle bir çocuğum,
inanılır gibi değil. ‘’Seni okuturum ama 100 lira alırım’’ dedi. Şimdi
ben 100 lirayı nasıl veririm hocaya? Bana kim 100 lirayı verecek ki
hocaya vereyim? Hep bulunduğum yerlerde bağışlarla okumuşum. Hem hocalar
hiç para almazdı. Öyle bir gelenek yoktu. Okuturlar, ama para
almazlardı.
Oralarda
buralarda dolaşıyordum. Salak salak, düşünceli düşünceli dolaşırken,
esans kutusu ile esans satan biriyle karşılaştım. Düşünceli durumum
dikkatini çekmiş. Durumu anlattım. Adam tuttu, o kâfirdir, dinsizdir,
bilmem nedir dedi. Sonra ‘’Bu esans kutusunu sana veririm, sen satarsın,
geliri paylaşırız’’ dedi. ‘’Peki’’ dedim. O birtakım hadisler söyledi
bana. Satarken söyleyeyim diye. Dedim, böyle hadis yok. ‘’Sen yokluğuna
mokluğuna bakma dedi, daha uydurabilirsen sen de uydur.’’ Bazı hadisler
de ben uydurdum. Esansların hangisini peygamber severmiş, hangisi
kullanılırsa sevap olurmuş. Arapça söyleyince dua gibi oluyor bunlar.
[Arapça söylüyor.]
Kim
peygamberin kokusunu koklamak isterse, işte kırmızı gül yağlarını
koklayabilir. Ondan çok para geliyordu. Bir bakkal dükkânında benim
yaşlarımda ya da benden birkaç yaş daha büyük bir çocuk vardı, o da
okumak istiyordu. ‘’Arapça okuyabilir miyim’’ dedi. ‘’Okursun, ben
okuturum’’ dedim. ‘’Ama sende hocanın parasına ortak olacaksın.’’ Amacım
onun okuması değil, hocanın parasına ortak yapmak. Sonra o da müftü
oldu, emekli oldu. Ankara’nın Elmadağ Müftüsü oldu. Ve esans kutusu ile
Kazvini’yi bitirdim, hocadan okudum. Hocadan farklı bir icazetname
aldım. İşte şu, şu, şu ilimleri bitirmiştir, diye. On iki ilim denilen
şeyi hem Şafiî, hem Hanefi yöntemiyle bitirmiştim. Yine daha çocuk
yaştayken geldim, müftü, vaiz olmak istiyorum, dedim. Daha askerliğimi
yapmamıştım. O zaman sanırım bitirdiğimde 17-18 yaşlarında filandım.
-Ne kadar süre kaldınız orada?
-Çumra’da, bir-birbuçuk yıl kadar. Ondan öncede dolaşmıştım bir süre. En son Kazvini’yi okudum icazeti aldım hocadan.
Sf: 29
Allah’la İlk Kavgam
-Bu arada sosyal hayatınız nasıldı? Nerede kalıyordunuz örneğin?
-Esans
satan adamın adamın evinde kalmıştım. Bana evini de açmıştı. İki tane
çocuğu vardı. Duvarda bir saat vardı, tık tık ederdi. Çocuklarını öyle
bir alıştırmıştı ki, onlar da Allah Allah derlerdi. Kendilerini saate
uydururlardı. Adam bir yandan öyleydi, bir yandan da ticarette her türlü
hileyi yapardı. Ama işime yaramıştı. İlk kez kendime takım elbise
yaptırmıştım. Hiç öyle bir şey görmemiştim daha önce.
İlk
don giydiğim zaman Adana’daydım. Donumu görsünler diye… Şişman bir kız
sevmiştim karşıda oturuyor, şişman mişman, kız olsun da ne olursa olsun,
gördüm beğendim. Bu kıza nasıl kendimi beğendiririm, donumu görürse…
Dama çıkmıştım, çabalıyorum ki, kız bana doğru baksın. Kız bir türlü
bakmıyordu. Yani epeyce çaba harcamıştım, kızın ilgisini çekmek için,
donuma baksın diye. Kız hiç farkında bile değil, sadece ben gördüm kızı.
Ama
öğrenciliğimde, âşık olduğum kızlar olmuştu. 7 yaşındayken aşık
olmuştum. Bir de Kargalık köyünden âşık olmuştum. Safi diye bir kız.
Allahla kavgalaştığım zamanlardan birindeydi kızla arkadaşlığım. Sevgili
olmuştuk. Kız beni ayartmıştı. Ailesi bizim evlenmemizi istiyordu.
Küçüklükten, yani dokuz yaşını buldun mu, şeriata göre evlendirilir. Kız
dokuz yaşına geldi mi tamam. Kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben
bilmezdim. Kız ‘’soyun, işte şöyle, böyle’’ yani benim hiç bilmediğim
şeyleri kız göstermişti o sıralar.
Epeyce
ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda. Fakat kızın
bir ablası vardı çarpık çurpuk, Allahla kavgam ondan. Rüyamda Allahı
görmüştüm. Bir söğüdü yontuyordu. Bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş,
bir ayağını yukarısına. Dallarını falan yontuyor. Herkes çevresine
toplanmıştı. Ben bir fırsatını buldum, sokuldum. ‘’Kim bu?’’ diye
sordum. Allah, dediler. ‘’Peki, söyleyeceklerim var’’ dedim. Önce
kızmaması için yemin ettirdim. Yemin etti. ‘’Valla billa kızmam’’ dedi.
‘’Ben
senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben senin yerinde olsam bunları
yapmazdım. Madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın? Sonra
Safi’yi çok güzel yaratmışsın. Sabo, Safi’nin ablası. Çocuk felci mi
geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. Çok üzülüyordum, acıyordum,
‘’neden öyle yaptın’’ dedim. Böyle bir tartışmamız olmuştu. O zamanlar
10-11 yaşlarındaydım. Kargalık’taydım.
Çumra’da
takım elbise yaptırma olanağını buldum. Bir de kendime gidip fötr
almıştım. Çünkü bir adam görmüştüm fötr şapkalı, diğerlerinden değişik.
Ben değişik olmak istiyordum. Hep değişik olmaya çalıştım.
-Günah değil miydi şapka?
-Fötr
şapka da biraz sarığa benziyor. O nedenle de çekici geldi. Onu
almıştım, biraz beni kınadılar, sonra bıraktım. Çünkü işim halklaydı.
Müşterilerim onlardı. Bırak dediler, bir süre sonra bıraktım.
Sf: 30
Köy İmamı Oluyorum
İcazeti
aldıktan sonra Diyanete geldim. Müftü ve vaiz olmak istiyorum. Hasan
Fehmi Başoğlu diye müşavere kurulu üyesi vardı. O zaman Din İşleri
Yüksek Kurulu’na, Müşavere Kurulu deniliyordu. Hasan Fehmi de onun
başkanıydı. Baktı. Önce şakayla, küçümseyerek ‘’Müftü olmak istiyorsun
şunu oku bakalım’’ . Ben de ‘’Bunu çok aşağı derecedekiler de okurlar.
Siz çok üst derecedekilerden okuyun, ben yanlışlarını söyleyeyim’’
dedim. Çok da gururluydum. Şaşırdılar. Gerçekten hayret ettiler.
Sf: 31
Evleniyorum
-Nasıl evlendiniz?
-Karımla
aynı köydeydik. Sivas’ın Şarkışla’sının köyünden. Ailemle birlikte
Şarkışla’dan çıkıp dolaştık. Sonra tekrar Şarkışla’nın Yapaltı köyüne
dönüp yerleşmiştik. Karımın adı Naime’dir. Naime’yle pek sevişmiş
sayılmazdık. Hatta onu başkasına kaçırmayı bile planlamıştık.
Bir
genç geldi. Bana Naime’yi sevdiğini söyledi. Üç kız sevmiş, üçünü de
elinden almışlar. Üzüldüm. ‘’Gel bu kızı sana kaçıralım’’ dedim. Ciddi
ciddi önerdim. Planladık. O akşam köyde düğün var. Fakat genç sonradan
vazgeçti.
Sf: 33
Müftülüğüm
Sivas’ta
köyleri ağaçlandırdık. Her köye 50 ağaç dikilsin dedim. Müftülük
lojmanı yerine hastane yapılmasına önayak oldum. İmamlar için kurs
açtım. Konferanslar verdim. Kurs için askeriyeden karavana alıyordum.
Komutan ‘’bir koşulla veririm’’ dedi, ‘’eğer Atatürk anıtına çelenk
koyarlarsa’’. Böylece ilk kez imamlar Atatürk anıtına çelenk koydular,
saygı duruşunda bulundular.
Sf: 34
-Hiç tarikata girdiniz mi?
-Hayır.
Bir ara Said-i Nursi’ye sempatim olmuştu. Daha sonra Necip Fazıl
Kısakürek’e. Birkaç ay sürdü. Söylediklerinin tam tersini yapıyorlardı,
içki, kumar vb.
Sf: 35
Böyle,
çocukluktan bu yana başkaldırı hep süregelmiştir. Sonra kutsal
kitaplarla karşılaşınca, Kur’an’dan önceki kitaplarla tanışınca,
Muhammed’in aktarmacılığını birden kavradım.
Aaa,
daha ilk elime aldığımda sahtekârlığı görebildim. İlk elime aldığımda!
Hafızlar Kur’an’ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu,
hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. Ama ben hemen bilirim. Çünkü
dünyam olageldi. Bir bakıyorum, Tevrat’ın filanca yerinde şunlar var.
Aaa filanca yerinde aynen var, ya da değiştirilmiş biçimiyle var.
Levililer’de şu var, ona bakıyorum o da var. Hatta İncil’ine bakıyorsun o
da öyle. Zaten epeydir de sorular vardı. ‘’Tamam’’ dedim ‘’bu adam
sahtekârdır.’’ Ama ne fena oldum. Öyle bir hınç oluştu ki! Çünkü o benim
gençliğimi aldı, çocukluğumu aldı. Ben ondan dolayı gençliğimi,
çocukluğumu yaşamadım. Nice insanlar ondan dolayı yaşayamıyor. Birçok
insan onun felaketzedeleri durumunda. O vardır diye; O’nun seçtiği
karanlık vardır diye bir çok insan doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak
biliyor. Yani insanca duygular ve insanca oluşumlar, o nedenle bir çok
yönden gelişememiş. Hiçbir hastalık; ne bir kanser, ne AIDS, ne
falandır, ne filandır, hiçbir hastalığın korkunçluğu, hiçbir felaketin
korkunçluğu, o dinden gelen korkunçluk kadar korkunç gelmedi bana.
Ve
o dakikadan başlayarak hemen savaşa giriştim. Savaşmama için mesleğimi
bırakmam gerekir. Mesleğimin doruğundaydım. Rastgele bir müftü değilim.
Hani, vardır aydın müftü, gâvur imam falanca, ama toplumda saygı
görmezler. Çünkü dini bilmezler. Ben hem aydın çevrelerde, aydın müftü
olarak tanınıyorum hem de dini, Arapça’yı çok iyi bildiğim için dinsel
çevrelerde, din adamları çevresinde bana kâfir filan deseler de, son
derece büyük saygı görüyorum. Kimi zaman önümde eğiliyorlar. Böyle
saygın bir yerim de var. Ekmek de yiyorum. Eli öpülen bir durumum var.
Sivas’ta
müftüyken bir sekreterim vardı. Alışılmamış bir müftüydüm. Sekreterim
çok güzel bir kızdı. Müftü vekili olarak koymuştum. Gelenler ‘’Müftü
Bey’le görüşmek istiyoruz’’ diyorlar. Fetvaya gelmişler, fetva
soracaklar. ‘’Buyurun benim’’ derdi. Ben ise köylerde dolaşır ve
köylünün ne sıkıntısı var, ne sorunu var, onları toplar getirirdim. Vali
demişti ki o zaman; ‘’ Sen müesses nizamı değiştiriyorsun.’’
Bu
mesleği neden bırakayım? Ama bırakmam gerekiyordu. Çünkü mademki
savaşacağım; hem bu meslekle savaşılmaz hem de dürüstçe olmaz. Bütün
arkadaşlarım beni –burası biraz övünür yanım- öyle tanımışlardır. Hep
tutarlı olagelmişimdir. Hiçbir konuda düşündüğüm ile yaşadığım arasında
bir ayrılık olsun istemedim. Karı-koca ilişkilerimde de öyle olmuştur.
Dinsiz,
pardon Muhammed’siz peygambersiz olduğum dakikadan başlayarak açıkça
söyledim. ‘’Ben peygambere inanmıyorum, ama Allah’a inanıyorum’’ O bir
süre sürdü. Ama çok uzun değil.
Deneyler
yaptım kendi kendime, Tanrının olmadığına ilişkin. Önce Tanrı varsa, bu
tanrı Muhammed’in Tanrısı değildir diyordum. Olamaz ama, acaba bu Tanrı
ne iş yapar? Varsa ne yapar? Önce var mı? Rastlantılar üzerinde durdum.
Rastlantı ögeleri üzerinde durdum. Evde, karım gene şaşırmıştı. ‘’Sen
delirdin mi’’ demişti.
Kovaya su doldurdum. Süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rastgele serptim. Baktım.
Bakıyorum
duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. İnsan resmi, hayvan resmi, ağaç…
Kuruyor. Ben bir daha serpiyorum. Kadıncağız orada öyle bakıyor. ‘’Ne
yapıyorsun sen’’ diyor, ‘’Neden yapıyorsun?’’ Allah var mı, yok mu onu
bulmaya çalışıyorum’’ dedim. Anlamıyordu, suyla süpürgeyle duvara
serpmeyle Allah’ın ne ilişkisi var. Onlarla bir kanıt bulmuştum. Bu
duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. Hayvan resmi. Gerçi süpürge benim
elimde, su da. Suyu serpen de benim. Ama o biçimler benim irademden
kaynaklanmıyor. Rastlantısal oluyor. Eğer benim irademden kaynaklanıyor
olsa, aynı biçimleri bir daha yapabilmeliyim. Aynı biçimde serpiyorum,
başka resimler meydana geliyor. Demek ki rastlantılar. Öyleyse neden
insanlar de evren de rastlantısal olmasın. Pekâlâ milyonlarca yıl
içinde, biçimden biçime gelişerek, değişerek. Antropolojiyle de çok
yakından ilgilendim. Bu Allahlık iki üç yıl daha sürdü. Birden tümden o
da silindi. O gelişmeler artık Tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle
sıçrama gösterdi. Tanrıyı inkâr etme demiyorum, olan bir şey yok ki
inkâr edeyim. Tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o sıçramam,
birkaç yılımı aldı.
-Müftülüğü bıraktınız.
-Peygambere
inanmadığım zaman bıraktım. Çöpçülüğe başvurmuştum. Bir arkadaşımın
önerisiyle TRT’de göreve başladım, bir sürü program yaptım.
Sf: 38
Babamla
ilişkilerimiz bunun üzerine çok sarsıldı. Daha sonra dinsiz ve tanrısız
olduğumu öğrendi. Saldırılar hakaretler geldi. Karşılık göremeyince
yoruldu.
Sf: 39
-Hakkınızda hiç dava açıldı mı?
-Hayır. Hukuki açıdan dikkat ediyorum.
Sf: 40
İnsanın
maymundan geldiği anlamını vermek için. Deniyor ki, dinlere göre,
insanlığın başlangıcından bu yana geçen zaman ancak beş-altı bin yıldır.
Oysa bilim milyonlarca yıla götürüyor bunu. Arada bilim ve din arasında
bu kadar uzaklık vardır.
Sf: 41
‘’Başlangıcından
Bu Yana İnsanlık’’ adlı programdan sonra, içime sinen bir program
yapmadım. Onun bunun verdiği programlardı. İstanbul’a geldim. Bir
sürgünüm de burasıydı. Bir sandalye verdiler, oturuyorum. Bir iş
yaptırmıyorlar. Bir gün dilekçe verdim: ‘’Ben vezneden para alıyorum.
Bir hizmet karşılığında alıyorum bunu. Ya bana görev verin ya da
görevime son verin. Vereceğiniz iş süpürgelik de olabilir. Önce bilemem,
ama sonra öğrenirim, onu da yaparım. Söz veriyorum yapacağım. Ama
mutlaka bir iş yapmalıyım. Bu kadar saçacak zamanım yok, masanın
başında’’ dedim. Komik komik görevler vermişlerdi.
Sürgünümde
Genel Müdürü mahkemeye vermiştim. Genel Müdürü ve Ankara Bürosu
Müdürü’nü 15’er bin lira tazminata mahkûm ettirmiştim o zaman. Sonra
Danıştay kuruluna döndüm, 1982’ye kadar. 1982’de emekli olma fırsatı
doğunca hemen kullandım. Ayrıldım; ben TRT’den kurtuldum, TRT benden
kurtuldu…
Sf: 43
Tanrıyla
insan arasında aracıdır. Puta taparlar ‘’neden bunlara tapıyorsunuz’’
diye suçlanıyor. ‘’Biz bunlara Allah’a yaklaştırır diye saygı
gösteriyoruz’’ diyorlar. Mekke’deki putlar sanat ürünüydü, simgeydi.
Tanrı diye düşünülmemiştir. Simgeledikleri melekler var. Sami dinlerinde
de var aynı melekler. Asıl yapan eden, eylemin başındaki Tanrıdır.
Tanrıyla yetki paylaşımı var bir ölçüde, ortak değiller. Sami dinlerinde
böyledir. Melek çok daha fazla karışıyor. Tanrı bazen ‘’yaptık’’ der,
‘’yaptım’’ yerine meleklerle birlikte. Ataerkil dönem erkeklik erkiyle
yaratılmış Tanrının dinleri etkinlik kazandıktan sonra bir ayrım oldu.
Sami dinler egemenlikleri altında tuttukları için böyle bir ayrıma
inandırdılar.
Sf: 44
Yüce
yaratıcı kavramı kadının, kadın erkinin etkin olduğu dönemde, o zaman
yaratıldığı için, o zaman yaratılan Tanrı biçimlerinde kadın olarak
Tanrıça görülmüştür. Bu değişmiştir. Sami dinlerinden bütün Tanrılar
erkek olarak düşünülür. ‘’Tanrının cinsiyeti yoktur’’ dense de eril ve
dişil sözcüklerin kullanımında kendini gösteriyor, çok belli oluyor.
Müslümanın Tanrısı Arapça’daki eril sözcüklerle anlatılıyor.
Fransızca’da, İngilizce’de yine öyle. İşte lord deniyor tanrıya. Bunlar
gösteriyor ki, erkek olarak düşünülmüştür. Ayrıca efendi olarak
düşünülmüştür. Çünkü efendi-köle ilişkilerinin etkin olduğu dönemde
yaratılmıştır, bu tanrılar.
Sf: 45
Hititler’de
1001 tanrı vardır. Falanca yerde binlerce Tanrı, tanrılar vardır. Ama
bakıp araştırdığınız zaman görürsünüz ki, Hititliler’inki de, bilmem
falancanın bilmem nesi de hep yüce Tanrı kavramını yansıtıyor. Örneğin
bir Fırtına Tanrısı, oradaki insanlar fırtınayı Tanrı olarak saymış
değildir. Din korku ürünü olduğu için, bu tür korku veren ya da
insanların sığınabileceklerini sandıkları şeyler, Tanrısal bir güçten
kaynaklanıyor diye düşünülmüştür. Öyle gelmiştir onlara. O nedenle işte
şu Fırtına Tanrısı denilmiştir.
Tapınmalardaki
değişiklikler bile çok derinde değildir. Dediğim gibi beş vakit namaz, o
güneş, ay hatta boy aptesi Sâbiîler’de aynen var. Kurban kime
kesiliyordu? Tanrı aya kurbanlar mı kesiyordu? Görünüşte evet, öyle.
Tanrılar putlar var, o putlara kurban kesiliyordu. Ama bu sadece
görünüşte. Temelde ilkel insanların çözemedikleri doğa olaylarını
bağladıkları Yüce Tanrı gücüne yaranmak ya da sığınmak, onun vereceği
zarardan kurtulmak ya da onun korumasına ermek için, sığınmak için
yapılan hareketlerdi o tapınmalar.
Sf: 47
Dinleri
yaratmış gelişmeler, kurallarını, biçimlerini yaratmıştır. Bütün bunlar
doğru. Fakat o ürünler ileri doğrultuda olmamıştır. Şimdi tarih
yönünden Hıristiyanlık İslam’dan öncedir. İslam daha sonra ki bir
dönemin ürünüdür. Kurallarına baktığımız zaman İslam Hıristiyanlıktan
çok geridir. Niye? Örnek verelim: Hıristiyanlıkta el kesme yoktur. Kısas
yoktur. Çünkü kısas bire bir anlayışına dayanır. O öldürdü, sen de onu
öldüreceksin; ilkel kafa bunu böyle düşünür. Gözünü çıkardı, sen de onun
gözünü çıkaracaksın. Elini kesti, sen de elini keseceksin. İsa diyor
ki, ‘’eskiler böyle diyordu, ben öyle demiyorum.’’
Şimdi
bu sözünü ettiğim göz çıkarma, el kesme, kısas yapma Yahudilikte
Tevrat’ta vardı. Tevrat Hıristiyanlıktan önce, İslam, Hıristiyanlıktan
daha ileri bir kural getireceği yerde Tevrat’takini alıyor. Tavrat’taki
de daha önceki, çok çok önceki ilkel kurallara dayanıyor. Bir Hammurabi
yasası. Hatta Tavrat’ta öyle kurallar var ki, Hammurabi yasasından daha
geri. Oysa Tevrat dönemi daha sonraki bir dönem. Yüzyıllarca sonraki bir
dönem. Bu da bana göre şundan kaynaklanıyor: İnsanlık ilerledikçe o
düzenin, o zamanın egemenleri, ileri dinsel kurallar getirmek yerine,
çok daha ileri kurallar getirip insanların düşüncelerini, duygularını
yani düşünce hayatlarını gerilere bağlama gereği duymuşlardır. Sürekli
fizik ötesi dünyaya insanları kapamak istemişlerdir. Fizik ötesi
dünyanın kuralları ise her zaman binlerce yıl ötesine gitmiştir.
Getirilen kurallar, yeni şeylerle uygulanmıştır, diyelim televizyona
uygulanabilir, bir radyoya uygulanabilir, falanca filanca bir teknolojik
araca uygulanabilir, o kurallar. Ama kuralların kendisi çok geri bir
kuraldır. Onu içine alıyor diye onu ileri görmemek gerekiyor. Bunu
söylemeye çalışıyorum.
Sf: 48
-Hıristiyanlık
uzunca bir süre muhalefette kalmış. İslam ise çok daha erken iktidar
olmuş. Ayrıca İslamiyette malı mülkü koruma var artık. Bir yerde yavaş
yavaş ticaret sermayesi birikimi sağlamak üzere kuralların geldiğini
görüyoruz. Hırsızlık yapana çok ağır cezalar, başkasının malını çalana
ceza var. Ağır cezaların nedeni ilkellikten mi, yoksa o mülkü, yavaş
yavaş birikmeye başlayan sermayeyi korumaya çalışmak mı? Yağma ve talanı
önlemek mi?
-Çok
güzel. Mülk gelmiştir. Onlar o gelişmiş olan mülkü geri bir şeyle
koruma yoluna gitmişlerdir. Benim de zaten söylemeye çalıştığım bu. Yani
cezanın kendisi çok gerilerde bir ceza. Yani cezanın kendisi o
gelişmeye paralel değil. Mülk ileri bir anlaşmanın ürünü.
Sf: 49
Bugün
yeryüzündeki bütün dinler, binlerce yıl önceki ilkel inanç ve kuralları
taşıyor. Hiçbirinin inanç ve kuralı, içinde bulunduğumuz çağın,
evrensel dünya görüşlerinin, ileri insanlık anlayışının ürünü değildir.
Dinlerin hangi kuralının alırsanız alın, mutlaka özü binlerce yıllık
ilkelliğe dayanıyor. Hangisi olursa olsun.
Sf: 50
İsa’dan
aktarılan sözlere bakıyoruz ki, bir tepki olarak ortaya çıkmış.
Hıristiyanlık Yahudiliğe karşı bir tepki olarak çıkmış. İsa’nın kendisi
de Yahudi’dir.
Esasen
İsa yaşamış mı yaşamamış mı, belli bile değil. Ama eğer yaşamışsa
anlatılan şu: Celile’den çıkıyor. İşte Basra’dan gidiyor; bir geniş
omuzlu, uzun botlu bir adam, bir genç insan. O da diğerleri gibi Mesih
arıyor, kurtarıcı arıyor. Dolaşırken gidiyor Vaftizci Yahya ile
karşılaşıyor. Vaftizci Yahya ona bakıyor, yakışıklı bir adam, kurtarıcı
olmaya da uygun bir durumu var. ‘’Sen’’ diyor, ‘’bir kurtarıcısın,’’ Yok
öyle mi,’’ diyor. ‘’Evet’’ diyor, ‘’sen işte kurtarıcısın.’’ O da
kendisinin kurtarıcı olduğuna inanıyor.
Sf: 51
Hıristiyanlığın
bir özelliği var: Hıristiyanlıkta bu dünya işlerine, öğretisine yer
verilmesine karşın cemaat oluşmuştur. Mesela İslam’da cemaat 19.
yüzyılda oluşmuştur. Ama Hıristiyanlıkta daha ilk zamanda cemaat
olmuştur. O sırada kilise egemenliğine dönüşmüştür. Engizisyonlar
falanlar filanlar da hep o cemaatin ürünüdür. Yani Hıristiyanlık
cemaatinin ürünüdür.
İslam
radikalistleri de bugün insan hakları demokrasi kavramlarını
kullanageliyorlar. Ama laftır. Onlara sorarsanız insan hakları derken,
acaba Kur’an’dan hadisten neler, İslam’dan neler söyleyecekler? Onlar,
birtakım ayetler gösterecekler, birtakım hadisler gösterecekler.
Bakacaksınız o ayetlerin de, hadislerin de seslendiği alan, işte o
binlerce yıl önceki insanın yaşam alanıdır. Yani hiçbir zaman İnsan
Hakları Evrensel Bildirisi’nin, insanlığın bugünkü anlayışının ulaştığı
düzeyle ilinti kurulamaz.
Sf: 52
Atatürk,
Türkiye’nin çok çok büyük bir şansı. Saydığım bir kişidir. İyi ki
Atatürk diye bir kimse gelmiştir. Her birinin yüzyıllarca, ancak
yüzyıllarca süren bir zamanda gerçekleştirilmesi mümkün olabilecek
devrimlerin ülkemizde gerçekleştiğini gördük. İyi ki bu olabildi.
Atatürk
evrensel öğeleri yakalamış olsaydı, ben onu Kâzım Karabekir’den farklı
görmezdim. Yani niçin laikliğe önem veriyoruz? Evrensel olduğu için.
Hiçbir demokrasi, laikliği içine almadan tam anlamıyla insanlığa layık
bir demokrasi olamaz; doğru bir sistem sayılmaz bana göre. Mutlaka
laiklikle içeriğe kavuşur demokrasi, gerçek içeriğe kavuşur. Ayrıca
laikliği içine almayan demokrasi beni hiç ilgilendirmez. Laikliğin
olmadığı demokraside ben hiçbir zaman yokum.
Sf: 53
Ama
demokraside yine bir şey var. Birileri toplanacak, o birilerine dayalı
bir belirleme olacak. Birileri tutsalar da ‘’iki kere iki 25 eder’’
deseler; bunlar oy birliğiyle bunu söyleseler, ben demokratik bir
uygulamadır, buna saygı göstermek gerekir demem. Hayır, bunların hepsi
saçmalamıştır, derim. Yani ben ‘’demokratik’’ oylamayı da kabul etmem.
Sf: 54
Bana deseler ki, senin elindedir, bir Kürdistan devletinin kurulmasını ister misin?
Hayır.
Bir düğmeye basıp da Kürdistan devletinin kurulması.. Şunun için
istemem: Biliyorum ki, şu anda Kürdistan devleti diye bir devlet
kurulmuş olsa, şeyhin, ağanın, şu anda etkin olan kim varsa onların
çocukları, kendileri egemen olacaktır. O toplum gene geri olarak
kalacaktır.
Sf: 56
-Askeri darbelerle önlenmesi mümkün mü şeriatçılığın?
-Yok,
hayır. Askeri darbeler şeriatı güçlendirir. Her zaman da öyle olmuştur.
Askeri darbelerde generallerin en ilericisi bile gericidir. En
ilericisinin kafasında bile dinsel örümcekler vardır. O örümcekler ileri
dünya görüşünün filizlenmesine izin vermez.
Sf: 57
-ABD, İsrail şeriata karşı müttefik olabilir mi?
-Amerika
kuskusuz dünyada bir hegemonya kurmuştur, bir güç oluşturmuştur. Hep bu
gücü sürdürmek istemiştir, isteyecektir. Yani dünya ağasıdır.
Gezegenimizin ağalarından biri. Bu ağa kimi yerde bütün ağalarda olduğu
gibi koruyuculuk yapar. Doğu’da bazı ağalar giderler, kimi aileleri
çağırırlar. ‘’Ne kadar buğdayın oldu?’’ İşte ağa 90 teneke buğdayım
oldu’’ der. Oysa bu aileye 100 teneke buğday gereklidir. Ağa 10 teneke
de kendinden verir buna. O da ‘’Allah razı olsun, Allah başımızdan ağayı
eksik etmesin’’ der ve gider. Oysa o ağa, o aileyi o konumda tutmak
istemiştir. Aile onun farkında değildir. Aile her zaman bütün gücünü
ağanın yararına kullanır. Fakat ağa ona 10 teneke buğday verdi diye
minnettarlık duyar. Amerika’nın gezegenimizdeki durumu böyledir. Kimi
toplumlara biraz bir şeyler veriyor, verir. Ama çok daha fazlasını
çıkarır.
Ağalar nasıl şeriatı kullanıyorlarsa, dini kullanıyorlarsa bu da öyledir.
-İsrail?
-İsrail
şeriatın odağıdır. Zaten şeriat sözcüğü de onlardan alınmıştır. İsrail,
dünyadaki ilkelliğin, gezegenimizdeki en önemli kaynaklarından ve
sürdürücülerinden biridir. Eğer İsrail olmasaydı, Yahudilik olmasaydı
bugün şeriat belası olmayacaktı. Hıristiyanlık olmayacaktı ve küçük
dinler olmayacaktı.
İsrailler,
başka dinlerden, Voltaire’in deyişiyle başka toplumlardan çalmışlardır,
hırsızlaşmışlardır. Voltaire diyor ki, ‘’Araplar hırsızlıkta onlardan
daha ileri gitmiştir.’’ Evet, onlar da bu hırsızlardan çalmışlardır.
Yani Yahudilerden çalmışlar, onlar da o şekilde pazarlamışlardır. Şimdi,
hunharlık, kan dökücülük, ilkellik kanlarına, iliklerine kadar
sinmiştir. Bu arada dünya ticaretinde çok erkin duruma geldiler. İki
şeye ben çok hayıflanırım. Bir, Arapların o petrol gücüne sahip
olmalarına, bir de İsrail’in dünya ticaretine egemen olmasına. Ne kötü!
Ne büyük talihsizlik!
İki
ilkel güç, çok önemli potansiyele sahip olmuştur dünyada. Ama elbette
ben bir Hitler kafasıyla düşünmüyorum Yahudilere bakarken. Yahudileri
anlarım da Yahudiliği ilkel bulurum. Yahudilik benim için ayrıdır,
Yahudiler ayrıdır. Yine Müslümanlar ayrıdır, Müslümanlık ayrıdır. Onun
gibi. Yani İsrail de dünyamızın problemlerinden biridir bence.
Sf: 59
-Nasıl bir toplum düşünüyorsunuz, ütopyanız?
-Benim
düşünce dünyam ki bence ütopya değil bu, ben insanlara daha güzel bir
dünya öneriyorum. Benim önerdiğim dünyada bir kere kesinlikle dinsizlik
olacak.
-Birinci madde…
-Evet.
O dünyada dinsizlikle özgürlüğü ben eşit sayıyorum. Din olmadığı zaman
tabular olmayacak. Din olmadığı zaman insanların belirli şeylere
kafalarını, duygularını koşullandırmaları olamayacak. Din, insanları hem
hapse sokuyor hem de pranga vuruyor, duygularına, kafalarına pranga
vuruyor. Böyle düşünmeyeceksin, böyle düşüneceksin; böyle duymayacaksın,
böyle duyacaksın; bunları koyuyor.
Ayrıca
din olmadığı zaman, belirli kimselerin bekçiliği olmayacak. Yani
dünyadaki paylaşımlarda böyle olmayacak. Çünkü düşünün, imam-hatip
okullarının sayıları, din eğitimi veren okulların sayıları gittikçe
artıyor, niçin? Bekçilik için. Okullara zorunlu din dersleri konuluyor,
niçin? O bekçilik için. O bekçiliği yaptıranların umurlarında bile
değildir, din, Tanrı… Onların tek umurlarında olan, onu nasıl
kullandıkları, nasıl kullanabilecekleri de… Şimdi din olmadığı zaman,
bir kere o güçlerin gücü o denli olmayacak. Yani şu olmayacak; çoban
sürü ilişkisi bozulacak. Çoban-sürü ilişkisi olmayacak ya da bozulacak. O
çoban-sürü ilişkisi bozulduğu zaman zaten paylaşım biçimleri de
kendiliğinden değişecek. İnsanlar düşünebilecekler. Bunu ne kadere
bağlayacaklar ne de miras haklılığına bağlayacaklar.
Sf: 60
Homo
Sapiens (akıllı olarak bilinen ilk insan a.n.) niye ortaya çıktı? Nasıl
ortaya çıktı? Doğayı değiştirerek. Doğayı değiştirdi. Doğayı
değiştirirken kendisini değiştirdi. Kendisini değiştirirken doğayı
değiştirdi. Ve buna koşut olarak gelişti.
Gelişmelerin
önü birtakım şeylerle sonradan engellendi ya da kimilerinin, kimi
kesimin yararına bırakıldı. Kimi kesim gelişti, kimi kesim olduğu yerde
bırakıldı. Yani bir gönde düşünün; eller, kollar uzamış gitmiş, ayaklar
kalmış, Ya da bir el uzamış, öbür el kısa kalmış. Bir ayak uzamış
alabildiğine öbür ayak kısa kalmış. Onun gibi bir durum meydana gelmiş
gezegenimizde. Niçin? Çünkü gezegenin kimi kesimlerini, güçlerini
kimileri elde etmiş, ta ilkel dönemlerden böyle sürüp gelmiş bu. Elde
etmekle kalmamış. Bu elde ettiklerine haklılık kazandırma yollarını
aramış, haklılık kazandırma yollarını da fizik ötesi değerlendirmelerde
bulmuş. Yani açıkçası dinde daha çok bulmuş. Onun için din, her kesim
insanın sorunu olmalıdır. Yani kimileri der ki, din benim sorunum
değildir. Hayır. Din yönünden yol açılmadığı zaman hiçbir sağlıklı dünya
sistemine ulaşılamaz. Sosyalizm mi? Hangi noktaya varmak istiyorsanız,
mutlaka ona giden yolda din engellerinin aşılması gerekiyor. Çünkü din,
bir yandan insanları uyuştururken ve uyuşturmaya koşut olarak çobanlara
bağlarken, öte yandan ona karşı çıkacak ya da çıkan ileri dünya
görüşlerine karşı coşturur, saldırtır.
Sf: 62
-Ayrıca bir mesajınız var mı?
-Bence
insanlık kurtuluşunu dinsizlikte bulacaktır. Demin onu söylüyordum.
Dinsizler artık kabuklarına çekilmemelidirler. Yani dinsizlik, insan
için bir onur olarak sunulmalıdır. ‘’Ben dinsizim, ama ‘şöyledir’ falan
deyip, ona sanki utanç verici bir şeymiş gibi gerekçeler aranmamalıdır.
Göğsünü gere gere ‘’Ben dinsizim’’ diyebilmelidir bir insan.”
Sf: 63
Bir
rastlantı. Gezegenimizde insan oluşmayabilirdi, olmayabilirdi. Pekâlâ
olmuş işte. Böyle olmayabilirdi. Ben bilmem nereye giderdim. Doğu bilmem
nerede olurdu da, bu karşılaşma olmayabilirdi, filan biçiminde.
Sf: 65
Dinsel
kesim saygı gösterir ama yayımlamaz. Çağdaş kesim de böyle olunca benim
yerim yok mu diye düşünürdüm. O kadar yazıyorum, çalışıyorum. Doğu’dan
[Perinçek] ilk kez söz ettiklerinde aydınlar konusunda iyi bir izlenimim
yoktu. Özel konuşmalarda dinsizler, ama üzerine gidilmemeli diye
düşünüyorlardı. Yaşar Kemal’le beni Yıldırım Aktuna tanıştırmıştı.
Küçükyalı’daki evime geldiler. Sabaha kadar konuşurduk. Çok döküntü bir
evdi. ‘’Burada nasıl oturuyorsun’’ diyorlardı.
Halk aydınlar gibi değil. Komşularımla ilişkilerim hep iyiydi. Aşure getirirlerdi, geri çevirirdim. Dini inancım yok derdim.
Sf: 66
‘’Ben
politikacı olamam. Benden çok uzak bir iş’’ diyordum. Yandaş toplamak
için vereceği ödüller olur, ben veremem. CHP’den zorladılar. 1973
seçimlerinden önce Sivas’tan adaylığımı koydular.
Almanya’dan
bir yakınımın arabasıyla Sivas’a gittik. Yapracık köyüne vardık. Nasıl,
ne söyleyeceğim. CHP’yi mi, kendimi mi anlatacağım. Yanımızda köyün
hafızı var. Sivas müftüsüyken köyü ağaçlandırmışım, yolunu, elektriğini
getirmişim. Müftülükten başka her şey yapmışım.
Köye
varışımız Cuma’ya rastladı. Başıma biriktiler. Vaaz vermemi
bekliyorlar. Daha iki üç saat var. Dinden imandan söz etmiyorum, etsem
de aykırı şeyler söylüyorum. Namaz vakti geliyor. Hafız fısıldıyor, vaaz
vermemi istiyor. ‘’Saçmalama nasıl yaparım’’ diyorum. Cemaati nasıl
idare ediyor bilmiyorum. Birer ikişer yanımdan ayrılmaya başladılar.
Baktılar namaz da kaçıyor, vaazdan vazgeçtiler. Cemaatten kalan son kişi
de gitti.
Başka
türlü davranamazdım. Sonra hangi sözüme inanırlardı. Hafız, ‘’Efendim
bu iş buraya kadar’’dedi. ‘’ Ben de daha fazlasını düşünmüyorum zaten’’
dedim. Geri döndüm.
‘’Ben
birçoğunu komünist yaptım. Ama seni Parti’ye bile alamam. Dine azgın
bir boğaya yaklaşır gibi yaklaşmak lazım’’ diyorlardı. Oysa karanlığa
yaklaşır gibi, ışıkla yaklaşırsın.
Bana yer yoktu, 2000’e Doğru’nun kapıları açılana kadar. Düşük yada kazara doğan çocuk gibi orada burada yazılarım çıkıyordu.
Sf: 67
-2000’e
Doğru olarak birçok girişiminiz oldu, gerek Diyanet ve akademisyenler
gerekse yazarlar arasında. Kimse sizinle tartışmak için gelmek
istemiyor. Bir yanıt da veremiyorlar neden?
-Bana
cevap vermek zorunda olan din çevreleri, benim din ve İslam konusunda
ne kadar uzman olduğumu bilirler. Müftü olarak, vaiz olarak, çeşitli din
kesimlerinde görev yapan bir dolu öğrencim var. Ayrıca yaptığım görev,
yazdığım yazılar nedeniyle de beni tanırlar. O nedenle benim karşıma
çıktıkları zaman nasıl bir durumla karşı karşıya geleceklerinin
bilincindeler. Yani öyle kolay bir lokma bulsalardı hemen
atlayacaklardı, reddiyelerini sunacaklardı. Daha başka türlü karşıma
çıkacaklardı. Beni susturmak, çürütmek için ellerinden gelen her şeyi
yapacaklardı. Fakat şimdi böyle açıktan karşıma çıkma yürekliliğini
göstermiyorlar. Güç durumda kalacaklarını, perişan olacaklarını
bildikleri için, bu nedenle açıktan karşıma çıkmak yerine benim hakkımda
el altından ‘’işte böyle işte böyle’’ birtakım şeyler yayma yoluna
gidiyorlar.
Sf: 68
Daha
önceleri Hüseyin Hatemi’nin ağzından bana Nazan Güvenç söylemişti.
Benim Yahudi ajanı olduğum söylenmişti. Ben o zaman haber göndermiştim.
Ben Yahudilik aleyhine konuşayım kendisi de Humeyni aleyhine konuşsun.
Kimin ajan, kimin ajan olmadığı ortaya çıksın demiştim. Bu tür
yalanlarla karşıma çıkıyorlar.
-Din adamları çevresiyle ilişkiniz sürüyor mu?
-Diyanetten
bazen bilirkişi olarak danışıyorlar ‘’Kendi fikrinize göre değil,
İslama göre yanıtlayın’’ diyorlar. Diyanette müfettiş MY ‘’Türban
konusunda yazsanıza, siz yazarsanız gerçek yazarsınız’’ dedi.
‘’Yazdıklarımı beğeniyor musunuz?’’ diye sordum. ‘’Evet, şaşıracak bir
şey yok’’ oldu yanıtı.
On vaizi dinsizleştirdim. Ama hiçbiri söylemiyor. Çıkıp vaaz verdiklerinde şaşırıyorum. Aklıma söyledikleri geliyor.
MK
ile ilk karşılaşmamızda radyoda ‘’Başlangıcından Bugüne İnsanlık’’
programını yapıyordum. ‘’Hoca, dedi, bu işte bir iş olduğunu biliyordum,
ama şimdi hiç şüphem kalmadı.’’ İyi Arapça bilir, rahat rahat içkisini
içer, sinemasına tiyatrosuna gider. ‘’Sayende özgürlüğüme kavuştum’’
diyor.
Tekirdağ’da
bir imam, hatim indiriyormuş. Parayı az vermişler. Başlamış Arapça
sövüp saymaya: ‘’Topunuz’un da…’’ diye. Herkes de ne anlasın, ‘’Amin’’
deyip duruyormuş.
Gene
bir imama sormuştum, sabahları hangi sureyi okursun diye. Anlamını
söyleyince, ‘’yapma yahu.’’ Diyerek çok bozulmuştu. ‘’Bekâreti bozulup
bozulup düzelir’’ diye bir sureydi.
(…)
ilinin merkez vaizi, Diyanet teşkilatında müfettiş HA’ya ‘’inancından
hiç kaldı mı?’’ diye sorduğunda ‘’herhalde kalmamıştır, temizlenmiştir’’
demişti.
(…)’ların
liderinden SY de inanmaz. 65-66 yıllarıydı. Bir gün otobüsümü durdurup
beni öldürmek isteyen müridlerine, ‘’Hocalarınızı getirin tartışalım, o
beni ikna ederse ben de sizin tarikata gireceğim’’ dedim. ‘’Çok büyük
âlimdir, yazık olur, ileride kazanırız’’ diye yanıt vermiş. AB’den DR.
SÖ, ‘’rahat yaşamak varken,ne diye böyle işlerle uğraşıyor’’ diye haber
gönderdi.
Gene
radyoda program yaptığım sıralar, ‘’Aşağıda adamın biri sizi bekliyor.
Israrla sizi istiyor.’’ dediler. İndim, ‘’Necmettin Ağabey, sizinle
görüşmek istiyor’’ dedi. ‘’Kim’’ diye sordum. Erbakan’mış. ‘’Randevu
alın, uygun zamanda görüşürüz’’ diye yanıt verdim.
Partide
bekliyormuş. Kültür Yayınları Müdürü MŞ. ‘’keşke kabul etseydin, komik
olurdu’’ dedi. Tekrar geldiğinde, başka bir yerde görüşmek istediğimi
söyledim. İPA’da, İslam Pazarlama’da bekliyormuş. Gittim. Erbakan içeri
girince Müdür hemen yerinden fırladı. Erbakan, ‘’Aydın bir insan
olduğunuzu söylediler. Çok iftihar ettik. Ancak programlarda bizim
Parti’ye hiç yer verilmiyor. Kardeşlerimize de yer verin’’ dedi.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Ben yönetici değilim, prodüktörüm
-Yemekte filan arkadaşlarınıza söylersiniz.
-Elimden gelse bütün partilere yer verirdim, sizinkine vermezdim.
Kızacak sandım. Hiç oralı olmadı. ‘’Neden?’’ diye sordu.
-Diğer
partiler iyi yönetiriz diyor, oy istiyorlar. Siz kendi adınıza değil.
Tanrı adına, İslam adına istiyorsunuz. Kardeşleriniz kim?
Birtakım isimler sayıldı. Hepsi politikacı. O sırada TRT’ye beni çağırmaya gelen adam söze karıştı.
-Necmettin
Ağabey söylemiyor. Ben söyleyeyim. Ne kadar para alıyorsun? Senin gibi
bir kardeşimizin memur maaşıyla geçinmesine gönlümüz razı olmaz. Ben
İslam uğruna iki karı boşadım, malımı servetimi verdim.
-Rüşvet mi teklif ediyorsunuz?
diye sordum.
-Yok İlama hizmet..
‘’Duymamış
olayım’’ dedim çekip geldim. Ahmet Taner Kışlalı’nın döneminde Kültür
Bakanlığı’ndan İAÇ, evime kadar geldi, bir kitabın çevirisini yapmamı
istedi. Hayy İbni Yekzan.* İlk Farabi yazıymış, daha sonra İbni Sina,
12. yüzyılda İbni Tufeyl yazmış. Batı dünyasında yankılar yapmış,
Dante’nin İlahi Komedyası’nda payı olmuş bir roman. Yönetim değişince
ateist bir çizgide bir roman diye basmadılar. Şimdi beni görünce
kaçıyor. ‘’İslama karşı olacağına, dinleri birleştirici tavır al,
arkandan gelelim’’ diyor. ‘’Yalnızca İslam değil, dinler olmasaydı,
insanlık daha ileri düzeye ulaşırdı’’ dedim. ‘’Âlemin yaratıcısı yok
mu?’’ diye sordu. ‘’İnsanın var olması birkaç milyon yılı geçmez.
Gezegenin geçmişi beş milyarlık. Neden beklemiş o zaman?’’ deyince
‘’İnancımı altüst ettin’’ dedi.
*Hayy
İbni Yekzan: (Büyük Laourusse, s.5529) İbni Tufeyl’in ünlü felsefi
romanı Hayy bin Zekyan, Ortaçağ’ın en iyi yapıtlarında biridir. Bu
romanda Hayy, Hindistan’ın ıssız bir adasından ortaya çıkan anasız
babasız bir çocuktur. Bir ceylan tarafından beslenir ve ceylan çok
geçmeden ölür. Tek başına kalan Hayy, yavaş yavaş en yüce doğuları
keşfeder: Demek ki Tanrı insandır ve onun bilgisine sezgi yoluyla
erişebiliriz.
Sf: 71
-Mukaddime’yi çevirdim. Herhangi bir çevirmen gibi yapmıyorum. Bir cümle için günlerce uğraşıyorum.
Benim
yazdıklarımda mizah bulunuyor. Buna katılıyorum, mizah olabilir. Ama
benim yaptığım mizah değil. O, dinin özünden gelen bir mizah. Yani şimdi
öyle şeyler var ki, dinde üstü örtülegelmiştir, ideal gösterilmiştir.
Akıl ve bilimle bağdaştırılmak istenmiştir. Çok sevimli gösterilmiştir.
Ama aslında onların kapakları kaldırıldığında, örtüleri üzerinden
alındığında, bugünün insanına ne denli gülünç gelebileceği ortaya
çıkmıştır. Kendi inandıkları kaynaklardaki şeyleri mizah üslubunda
buluyorlar. Kendi temel kaynaklarında var olan şeyler alaycı geliyor. O
alaycılık benden değildir.
Sf: 72
Çok
açık olan, yoruma hiç gerek kalmayacak olanların bile. Örneğin
Kur’an’da ‘’kadın dövün’’ diyor. Nisa suresinin 34. ayetinden alıyorlar
bunu, o öyle denmek istenmemişti, şöyle denmek istenmişti… Efendim,
burada ‘’dövün ama incitmeden dövün’’ deniyormuş. Sanki incitmeden
dövmek mümkün. İşte bu bir mizah olayı.
Sf: 74
En
sağlam, en sahih kaynaklardan veriyorum. Yani Kur’an’dan sonra en
sağlam kitap olarak Buhari bilinir. Ben Buhari’den veriyorum. Altı en
sağlam hadis kitabı, Sünnilerde Hanefi kesiminde daha çok o Kütüb-i
Sitte deniliyor. Ben ondan veriyorum. Bu Maliklerde en sağlamdır.
Hanbelilerde İmam-ı Ahmed’in ve Hanbel’in El Müsned’ini veriyorum. Yani
ben bunların dışında bir hadis vermiyorum ki, şaz bilmem ne diye karşı
çıkmış olsun. Şaz diye karşı çıkanlar şazın anlamını bilmiyorlar.
Sf: 75
-Size
yazılan tehdit mektuplarında genellikle ahlaki bir tavır, cinsel şiddet
dışa vurumları var. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Zaten
Şeriat, İslam, din, terör demektir. Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve
İslamı ele aldığımız zaman; o tehdit mektupları o İslamın özünden gelen
yansımalardır. Ahlakıyla, terörüyle o biçimlendiriyor. Son derece doğal
geliyor bana. Yadırgamıyorum.
-Peki, sizce ne yapmalı? Örgütlenmek mi gerekir?
-Evet, kuşkusuz, en başta olması gereken bir şey o örgütlenme. Ama nasıl bir örgütlenme olmalı, evet nasıl olmalı? Olmalı ama.
-Ateizm için mi?
-Artık ateistler savunmada olmamalı. Yani dinsizler, övünerek dinsizim demelidirler.
Sf: 76
-Cenazenizin başında hoca, bilinen, klasik sözleri söylüyor.
-Yani
bir kere kesinlikle cenaze namazımın kıldırılmasını istemiyorum. Cenaze
namazımda birilerinin toplanmasını kesinlikle istemiyorum. Bir kere
tören istemiyorum. Bakın size de söylüyorum, eğer ölürsem, en yakın
arkadaşlarıma söylüyorum, kesinlikle benim için anma töreni! Hayır!
Kesinlikle! İstemiyorum! Birileri ‘’İşte ölmüştür. İşte şöyle olmuştur..
Tören kesinlikle istemiyorum yani. Hiçbir tören istemiyorum. Cenaze..
Cenaze namazı zaten, çocuklarımdan ortanca olanı, Bahtiyar, ‘’Baba merak
etme, seni yakmalarını ben sağlamaya çalışacağım’’ diye söyledi. Çocuk
ne ölçüde başarılı olur bilmiyorum.
Sf: 77
En
mutlu, coşkulu olduğum bir dönem. Yaşamayı çok seven bir insanım. Ancak
hiçbir zaman kendi yaşamımı öne çıkaracak kadar bencil olmadım. Söz
konusu olan bir tek benim yaşamım. Başkalarınınki de var. Başka bir
dünya kurulsun istiyorum.
Doktrin: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” – Turan Dursun