08 Kasım 2019

M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım - Prof. Dr. Afet İnan

Türk milleti tarih boyunca çeşitli coğrafi bölgelerde devletler kurmuş ve medeni eserler meydana getirmiştir. 1920 yılında ise, tarihte ilk defa Türkiye adını kullanarak Ankara'da bir hükümet teşkil edilmiştir ''Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti''. 1923 yılında ''Türkiye Cumhuriyeti'' bütün devletlerin resmen sınırlarını tanıdığı yeni bir Türk devletidir. Bundan önce hemen tarihin her devrinde kurulmuş olan Türk devlet ve imparatorluklarının resmi unvanları ya o devleti kuranın veyahut da o bölgeye mahsus bir Türk kabilesinin adına göredir. Bunların içinde tek istisna, başına bir sıfat eklenen ''Gök Türk Devleti''dir (552-745). Ancak Osmanlı İmparatorluğu için yabancıların bazen Türk adını, resmi olmamakla beraber, kullandıkları görülür. 

Milli hâkimiyete dayanan prensibe göre Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu M. Kemal Atatürk'tür. Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik halindeki vatanı, derin bir medeniyet tarihine malik olmuştur ve bugün, burada Türk vatandaşı olarak yaşayanlar, her devirden kalma medeniyet eserlerinin varisidirler. Kurtuluş Savaşı sonucu 1922'de istiladan kurtulan yurdumuzda, cumhuriyet idaresi altında, demokratik müesseselerin yerleşmesine önem verilmiştir. 

Türk inkılabının yürürlüğe girmesi ile milletimizi son asırlarda medeniyet yolunda geri bırakmış müesseseler kaldırılmış, yerlerine dünya medeniyet âlemine uyacak müspet ve sosyal ilimlerin öngördüğü yeni düzenin yerleştirilmesine çalışılmıştır. XIX. yüzyıl Osmanlı devrinde ıslahat hareketleri görülmüş fakat bunlar cemiyet hayatında köklü değişikliklere gidememiştir. Ancak Türk milleti için bir hazırlık safhası olarak kaydedilebilir. Cumhuriyet devrimiz inkılap hareketleriyle karakterize edilir. Bu inkılap devlet kurucusu Atatürk'ün şahsi teşebbüsü ile olmuş ise de, o bizzat bunu ''Türk İnkılabı'' olarak ifade eder. Bu inkılabın yönünü tespit için Atatürk'ün fikri hayatını takip etmek gerekir, çünkü o hem asrının ve çevresinin entelektüel gelişmesinin, hem de milli bünyemizin gerçeklerinin tesiri altındadır. 

Bu itibarla Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki zamanda, Türkiye Cumhuriyeti'nde öngörülen inkılap hareketleri diğer Doğu ülkelerine de örnek olmuştur. Bunun için Atatürk'ün kişiliği ve onun fikri hazırlık safhası çok önemlidir. Milli Kurtuluş hareketimizin içinden doğan bu inkılap konuları, Atatürk'ün nutukları ve konuşmalarıyla, kamuoyunu hazırlayan tutumu dikkatle incelenmeye değer. İşte bunun içindir ki, büyük Nutuk, söylev ve demeçleri, tamim ve telgrafları toplanmış ve Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır. 

Bunlar bütünü ile bu devir tarihimizin birinci elden kaynaklarıdır. Benim şahit olduğuma göre Atatürk resmi nutuklarını, bilgileri topladıktan sonra bizzat sentezini kendisi yapardı. Esasen bütün yazılarında kendine has üslubu daima kolaylıkla anlaşılabilir. Hatta son Meclis açış nutkunu (1 Kasım 1938) dahi hasta yatağında yazmış olduğunu biliyorum. Atatürk çok kitap okur ve bu okuduklarını etrafına yayarken çeşitli konular üzerinde tartışmalar yapmayı severdi. 

Çevresinde bulunanların bilgilerinden de istifa eden Atatürk'ün fikirlere açıklık ve yön vermede büyük başarı sağladığı görülürdü. ''Bir çocuğun normal öğretim ve eğitim devrelerinden geçerek yetişmiş olması şarttır. Öğrenci her ne yaşta ve sınıfta olursa olsun onlara geleceğin büyükleri olarak bakmalı ve öyle muamele etmelidir'' derdi. 

Bu kitapta, M. Kemal Atatürk'ün biyografisi ile çeşitli vesilelerle not ettiğim sözlerini topladım. Bunlardan bir kısmını sonradan kendisine gösterdiğim vakit düzeltmeler yapmıştır. Bazıları da doğrudan doğruya kendi el yazılarıyla olanlardır. Bu sözler pek tabiidir ki, herhangi bir konuşma mevzuu içinde bazı olayların açıklanması için söylenmiştir. Bütün bunları Atatürk'ün entelektüel hayatının birer belgesi olarak veriyorum. 

Bu kitapta ilk önce Atatürk'ün bir halk çocuğu olarak yetişmesi, yani düzenli bir öğrenimden geçmesi ve askeri meslek hayatındaki durumu ve bu dönemde memleketin çeşitli yerlerini ve halkını tanımasının önemi belirtilmiştir. 

İkinci olarak da Atatürk'ün fikir hayatı ve başarısının esasları üzerindeki tarihi belgeler açıklanmıştır. 

Bunlar, tabiatıyla Atatürk'ün yaşadığı zamandaki siyasi fikri ve ekonomik ortamda bir ileri görüş olarak uygulanmıştır. Ancak yine kendisinin fikrine göre çağdaş medeniyet içinde Türk milleti, daimi ilerlemelere önem verecek prensipleri de amaç olarak benimsemelidir. Prof. Dr. A. Afet İnan

Faruk Nafiz Çamlıbel - Bağ Bozumu


Hummalı bir sükûn inmiş sahile,
Dalgalar çırpınır, söğütler dalar.
Rakseden suların mûsikîsiyle
Kayalar dinlenir guruba kadar...

Kuytu ormanları, tenhâ bağları
Geziyor mevsimin yorgun rüzgârı.
İnce dallar kırık, yapraklar sarı,
Geçmiş bu yoldan da, belli sonbahar.
 

Sisifos Söyleni - Albert Camus

 ''Sisifos'' miti (orijinal olarak ; le mythe de sisyphe) temel olarak yunan mitolojisinden gelmektedir. Anlatıya göre sisifos, denizcilik ve ticaretin gelişimine katkıda bulunmuş, fakat konukseverlik kurallarını gözardı ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hileci bir kraldır. Homeros'un aktarmasına göre, Sisifos en hünerli insan olarak ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus'un sırlarına -özellikle Zeus'un nehir tanrısı Asopus'un kızı Aegina'ya tecavüz ettiği sırrına- ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades'ten Sisifos'un cehennemde zincire vurulmasını istemiştir. Ancak hileciliğinin cezası olarak Sisifos, daha büyük ve daha büyük bir cezayla karşı karşıya kalmıştır : Her seferinde yeniden aşağıya yuvarlanacağını bildiği halde büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamak !

Dünya edebiyatının en önemli yazarlarından Albert Camus, bu yapıtına en önemli felsefi sorunla, intiharı sorgulamayla başlar. Adına İntihar dediğimiz aykırı olayın altında yatan nedenleri irdelerken, bireyin yaşam savaşımına değinerek analitik düşünce yapısını ortaya koyar alabildiğine. Camus’ye göre, “Bu eylem (intihar), yüreğin sessizliğinde büyük bir yapıt gibi hazırlanır. Yaşamın, yaşanmaya değer olmadığını göstermek midir bireyin amacı? Uyumsuzluk burada devreye girer. Topluma uyum sağlayamayan insan, giderek kendine de yabancılaşır. Aynaya baktığında kendine yabancı gelen bir yüz görür ve vazgeçer yaşamaktan. Kendisini çevreleyen duvarlar arasında yaşayan birey, yaşamanın bir kısır döngü olduğunu fark eder.’’

Kitaba adını veren “Sisyphos Söylencesi” budur işte. Bin bir güçlükle, çileyle tepeye çıkarılan kaya, tepeden aşağı yuvarlanır gerisin geri. Bu karmaşadan kurtulmak ya da saplanıp kalmak? İş, buradan çıkılıp çıkılamayacağını; intiharın, bu uyumsuzluktan çıkarılacak bir sonuç olup olmadığını bilmek önemlidir. Uyumsuz insan, yaşamla savaşırken kendini de tüketir farkına varmadan. Çıkmaza saplanıp kalabilir. 

Düşüncenin bocaladığı bu son dönemece, daha doğru deyimle yaşamın en kıyısına birçok insan gelmiştir. Kimi kalıcı olarak ömrünü böyle tüketmiştir, kimi her nasılsa kurtulmayı başarabilmiştir. Ya başaramayanlar? İşte intihar olgusu burada tartışılması gereken önemdedir.
“Hak edilmesi gereken” bir başka yaşam umudu var mıdır? Yoksa yaşam en kıyısında gezinen kişiye “ihanet” mi etmiştir?

Camus’nün önemi, bu soruyu temel soru(n) haline getirmesidir: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar,” der Camus . Felsefenin ele aldığı öteki bütün konuları ikincil önemdedir. Aslında haklıdır da. Yaşam konusunda netleşerek bir tavır ortaya koymadıktan sonra, daha açık söylenirse “yaşamı güçlü bir şekilde onaylamadıktan sonra”, öteki kavramları sorgulamak neden önemli olsun ki?

Yaşam, gerçekte birçoğumuz için tekdüze duruma gelebilir. İnsan bu çıkmaza dönüşen kısır döngü içerisinde sıkışıp kalabilir. Toplumca uyumsuz diye bilinenler, isyan duygusu içerisinde vazgeçiyorlar yaşamaktan. İntihar, bu aşamada kendi sıkışmışlıkları içerisinde bir çıkış yolu gibi görülebiliyor.
Yaşamın tekdüzeliğine teslim olmak neden? Neden aşağıya yuvarlanan kayayı yeniden  tepeye çıkartmaya çalışıyoruz, neden her defasında farklı bir sonuç umuyoruz? Neden sahneden inip, kendi rollerimizi kendimiz bulmuyoruz? Bırakalım kaya düştüğü yerde kalsın, önemli olan kendimize yeni bir tepe, yeni umutlar, yeni uğraşlar, yeni roller bulmak değil midir?
İnsan yenilgiye, çözümsüzlüğe, yılgınlığa teslim olamaz, olmamalıdır. Aklı, ruhu, bütün varlığı başkaldırır buna. O bir yol bulmak, açmak zorundadır. 

Albert Camus, ‘Sisifos Söyleni’ ile içimizde kalan, söyleyemediğimiz sözleri söyler. Yaşam acıyı ve hüznü beslerken, umudu yok etmeye çalışır. Kabullenmenin ağırlığı altında ezilirken, kaçmak için hiçbir şey yapmayız. Hepimizin içinde bir uyumsuz vardır. Bu uyumsuzluk, kimimizi mücadele etmeye götürür, kimimizi ezberciliğe, kimimizi de intihara.

Albert Camus, intihar konusu üzerinden yaşamı, neden- sonuç ilişkileri ile sorgular. Yaşamın anlamsızlığı içerisinde koşuştururken, zamanı değil kendimizi tüketiriz. Yitirilen dostluklar, çabuk tüketilen sevgiler arasında bocalar dururuz. Gülümsemeyi unuturuz çoğu zaman. Kendimize zaman ayıramadığımız için, kendimizi de unuturuz. Oysa her bitişte bir çıkış, her kederde bir umut, her acıda bir mutluluk saklıdır. Bunu görebilmek önemlidir.

Kendimizi tanır ve yaşamın bize sunduğu olanakları değerlendirirsek her savaştan utkuyla dönebiliriz. Yaşamını, başkaldırmasını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak, fazla yaşamaktır.
Camus, her insanın içindeki uyumsuzu ortaya çıkarır. Kitap bitince bütün düşüncelerimiz değişir. Bıkkınlığın yerini yeni alışkanlıklar, yabansılığın yerini ise uyum alır.

İnsan yüreğinde öyle umutlar gizlidir ki görmesini bilene. Yaşam bedenini sıkmaya başlayınca, yeni arayışlara girer birey. Varoluş ve hiçlik arasında gider gelir. Yaşamın bir nedeni, bir anlamı olmalı. İşte ‘Sisifos Söyleni’, Camus'ün aynı yılda roman türünde çıkardığı ''Yabancı'' adlı yapıtıyla birbirini tamamlar nitelikte oluşuyla, daha komplike bir başyapıt durumuna geliyor. Bir bakıma Camus'ün ‘Sisifos Söyleni'nde kurguladığı felsefeyi, ''Yabancı'' romanında gerçeğe dönüştürdüğü yorumunu yapabiliriz. bunu bulanlar, savaşı kazanmanın mutluluğuyla yollarına devam eder.

Kitap dört bölümden ve toplam on alt başlıktan oluşur:

A) Uyumsuz Uslamlama
Uyumsuz ve İntihar başlıklı birinci makalede insanın düşünmeye başlaması ve yüreğini kurtların yiyip, yaşamın değerini anlamaya çalışmasıyla yaşamı felsefi bir sorgulamaya yatırdığını görüyoruz. Hayatı, yaşamın anlamını, yaşamdaki anlamsızlığı ve saçmalığı irdeleyerek, “bu hayatın bir anlamı var mı?” sorusunu soran Camus, bu şekilde kendisine de bir çıkar yol bulmaya çalışmıştır. Yanıt “hayır”sa intihar düşlemi devreye girer, “evet” ise umut etmelidir. Camus, tüm büyük beyinlerin, yaşamında bir kez de olsa intihar etmeyi düşündüklerini söyler. İnsanın iki seçeneği olduğundan yani ‘intihar ve umut’tan söz eder.

B) Uyumsuz İnsan
“Uyumsuz insan, sonrasızlığı yadsımayan onun için hiçbir şey yapmayan; sınırlı özgürlüğünden, ölümlü bilincinden kuşku duymayınca yaşamı süresince serüvenini sürdürür. Tanrı’dan ayrılmayan buyurucu ahlak görüşünü benimser. Ama kendisi, bu Tanrı’nın dışında yaşar.”
Uyumsuz insanı bu tür tanımlamalarla betimleyen Camus, bu bölümü de üç başlık altında incelemiştir.
‘Don Juanlık’ adını verdiği bu makalede Camus, Don Juan efsanesini ele alarak birtakım sonuçlar çıkarmıştır. Kendisini askeri kafayla bir fatih olarak gören Juan, hazlarının peşinden koşmuş, arzuladığı kişiyi elde etmiş ve ulaşmayı istediği fethi başarıyla tamamlamıştır. Sonra hazzın da kişinin de hiçbir şey ifade etmediğini anlamıştır. Dolayısıyla geriye koca bir hiçliğin kaldığını görmüştür. Ona göre aşk, hem kendisini hem de dünyanın tüm yüzlerini beraberinde getiren, yön veren kurtarıcı türündedir. Don Juan, bu safhada doygunluğu önermiştir. Güzel bir kadının her zaman arzulandığını söylemiş, bir kadını bırakırsa sevmediği için değil, başka birisini sevdiği için bırakacağını anlatmaya çalışmıştır. Camus bundan şu sonucu çıkarmıştır: İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır.
‘Oyun’ isimli bölümde de Albert Camus, günlük hayatta bir programa sahip olan insanın oyalanmayı sevmediği; birçok kaderin acısını çekmeyip yalnızca şiirini alması yönüyle tiyatrodan ve gösteriden hoşlandığını belirterek bir giriş yapmıştır. Oyuncu için tanınmamışlığı oynamamak olarak görmüş; oyuncunun oynamamasını ise canlandıracağı tüm varlıklarla yüz kez ölmek şeklinde belirtmiştir. Bu bölümde Camus uyumsuz insan ile oyuncu arasındaki ilişkiden şöyle bahsetmiştir: Oyuncu, uyumsuz gibi bir şeyi tüketir, durmadan dolaşır. Zamanın yolcusudur. Nasıl ki ölüm, uyumsuz insan için düzeltilemez bir şeydir. Aynı durum oyuncu için de geçerlidir. Ne olursa olsun ölmek söz konusudur.
‘Fetih’de de yazar, insanın niteliklerinden, usunu kullanışından hareketle birkaç çıkarımda bulunmuştur. Mesela, bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır. O sahip olduğu aklıyla ya gözlemi ya da eylemi seçer. O yüzden insan olmak derler bunun adına. İnsan hiçbir şey yapamaz ama yine de her şeyi yapabilir. Camus, dünyanın küçülttüğü insanı kendisinin kurtardığını söyler. İnsan sınırlı durumunun bilinciyle karşısında bulunan yazgısını kışkırtır.

C) Uyumsuz Yaratım
Felsefe ve Roman başlığı altında, sanattan hareketle bir yaratımdan ve onun felsefesinden bahsetmiştir. Yaratım büyük bir oyundur, nitekim sanat da bir yaratımdır. Sanat yapıtı bir deneyimin ölümünü, bununla birlikte çoğalımını belirtir. Sanat ve felsefe dalının her biri de kendine özgü bir iklime sahiptir. Öğretisinin içine kapanmış felsefeciyle, yapıtının karşısında yer almış sanatçı arasında bir çelişki vardır. Sanat yapıtı da bir çelişkiden ibarettir. Onun bu anlık kusursuzluğunu ancak önyargı doğrulayabilir. Sanatçı da aynı düşünür gibi kendisine bir yol seçer; bu onun özgünlüğünü gösterir. Burada da estetik sorunlar ortaya çıkar. Gerçek sanat yapıtı insanı aşan bir ürün değildir; onun ölçüsü düzeyindedir. Büyük sanatçı da büyük bir yaşayıcıdır. Yaşadıklarını ve hayallerini sanatına aktarır. Çünkü dünya yalnızca görünenden ibaret olsaydı o zaman sanat olmazdı. Sanatın, bir yerde desteğini aldığı soyut düşünce artık tenle buluşur. Yazar öyküler anlatmaz, kendi evrenini oluşturur. Bu yorumlara ek olarak büyük romancılar, filozof romancılardır diyen Camus, diğer bölümde Dostoyevski’nin gözde bir yapıtını inceler.

Bize seslenen uyumsuz bir romancı değil, varlıkçı bir romancıdır. Burada sanata büyüklüğünü veren sıçrama, duygulandırıcı konumundadır. Söz konusu uyumsuz da bir yapıt olarak değil, bir sorun olarak karşımıza çıkar.

Sanata en çok katkı sağlayabilecek olan şey, olumsuz düşüncedir. Bulanık bir biçimle gelişen davranışlar, büyük bir yapıtın anlaşılması için çok gereklidir. Yaratıcı tutum, uyumsuz yaşamayı tamamlayabilecek tutumlardan biridir. İki işi bir arada yürütmek, bir yandan alçaltıp bir yandan göklere çıkarmak uyumsuz yaratıcının önünde açılan yoldur, boşluğa renklerini vermelidir, diyen Camus bu bölümde de umut vadetmeyen, yarınsız, uyumsuz yaratıcının özelliklerini aktarır.

D) Sisifos Söyleni
Başlangıçta izah etmeye çalıştığımız bu bölümle Camus, Yunan Mitolojisi’ndeki Sisifos karakteri üzerinden bir anlatı yaparak içindeki sorunları konsantre halinde sunduğu kitaba son verir. 

‘Sisifos Söyleni’nden aforizmaları şöyle özetleyebiliriz:
 
‘’Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. 
Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.
Hiç kimsenin varlık bilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. 
Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek, yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı güneşin çevresinde döner, güneş mi dünyanın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun.
Tüm temel sorunlar üzerinde-kişiyi başkalarına öldürtmeye yönelten ya da onun yaşama tutkusunu on katına çıkaran sorunları söylemek istiyorum.
İntihar şimdiye kadar yalnızca toplumsal bir olay olarak ele alınmıştır. Buradaysa tam tersine, bireysel düşünceyle intihar arasındaki ilişki söz konusu. Böyle bir edim, yüreğin sessizliğinde, tıpkı büyük bir yapıt gibi hazırlanır. İnsan kendi de bilmez bunu. Bir akşam tetiğe basar ya da kendini sulara bırakır.
Ama aklın hangi dakikada, hangi davranışla ölümü seçtiğini saptamak güç olsa bile, eylemin gerektirdiği sonuçları bu eylemin kendisinden çıkarmak o kadar güç değil. Kendini öldürmek bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir.
Yalnızca “çabalamaya değmez” demektir kendini öldürmek.
İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimdenmiş olmasını gerektirir.
Sağlam insanlar arasında bile kendi intiharını düşünmemiş bir kimseye rastlanamayacağına göre, bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla açıklama yapılmadan da benimsenebilir.
İşte bu denemenin konusu, uyumsuz bir intihar arasındaki bu bağıntı, intiharın uyumsuz için tam olarak hangi ölçüde bir çözüm olduğudur.
Bir insanın yaşama bağlanışında dünyanın tüm düşkünlüklerinden daha güçlü bir şey vardır. Bedenin yargısı, aklın yargısından hiç de aşağı değildir, beden de yok oluş karşısında geriler.
Yaşam yaşanmaya değmediği için insan kendisini öldürür, işte bir gerçek, kuşkusuz, ama kısır bir gerçek, çünkü fazlasıyla açık. Ama yaşamaya yöneltilen bu aşağılama, içinde daldırıldığı bu yalanlama, hiç anlamı olmamasından mı geliyor? Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor?
Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman.
Tüm büyük eylemlerin, tüm büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır. Büyük yapıtlar çoğu kez bir sokağın dönemecinde ya da bir lokantanın kapısında doğar. Uyumsuzluk da böyle. Özellikle uyumsuz dünya soyluluğunu bu zavallı doğuştan alır.
Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından da sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Tek başına ele alınınca, bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu sonucunu çıkarmam gerekiyor. Çünkü her şey bilinçle başlar. Her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir.
Her güzelliğin dibinde insan dışı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün bu tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverir, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle.
Gene de herkesin sanki hiç kimse “bilmiyormuş” gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa azdır.
Gerçekte ölüm deneyimi yoktur da ondan. Ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir. Burada, olsa olsa başkalarının ölümüyle ilgili bir deneyimden söz edilebilir.
İsteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli?’’

Çevirmen: Tahsin Yücel
Orjinal Adı: Le Mythe de Sisyphe
Can Yayınları, 2017