08 Şubat 2020

Köy Enstitüleri - Mehmet Ömer Dedeoğlu

Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasından üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygun bir zevkten çok, yaşanılan hayatta başarılı olmayı sağlayan, geçerli ve uygulanabilir bir donanım ve güç durumuna getirmektir...M.Kemal Atatürk

Ulu önder o pırıl pırıl ve içinde palavra barındırmayan zeka ve mantığıyla, eğitim ve öğretimin ne doğrultuda kullanılması gerektiğini yukarıdaki sözleriyle belirtmişti. Birincil hedef tam bağımsızlıktı. Bunu sağlayacak nesillerin ise aydın, hür fikirli ve sorgulayıcı olmaları gerekliydi. Böyle nesiller yetiştirmek ise ikincil hedefti. Kurtuluş savaşı bittiğinde Osmanlı'dan 2345 ilkokul ve görevli 3061 öğretmen devralınmıştı. 3. Selim ile başlayan Osmanlı aydınlanma sürecinin sonunda meşrutiyetten cumhuriyete eğitim bilimsel düşünce, kurum ve model ve eğitimci kadro konusunda hatırı sayılır bir birikim kalmıştı. Arap harflerinin zorluğu yüzünden halkın sadece yüzde 10'u okuyabiliyordu. Yazma oranı daha da düşüktü. 40 bin okulsuz köy vardı.

Türk devrimi, herkesi "eşit insan" olarak kabul eden bir hareketti. "Ulusal egemenlik" cumhuriyetin en temel olgusuydu. Cumhuriyet kendisini, Osmanlı sarayının müsrif ve vurdumduymaz davranışlarının ceremesini çeken ve tüm giderlerini ödeyen ve bitmek bilmez savaşlarda kanını, canını veren köylüye büyük bir borç içinde görüyordu. Ulu önder 15 temmuz 1921'de toplanan Eğitim Kurultayına cepheden gelerek katılmış ve konuşmuştur. Halkın eğitimini çok önemsiyordu. Ancak aydınlanmış ve kendi ayakları üzerinde durabilen bireylerden oluşan bir toplum gelecek yüzyıla muvaffak girebilirdi. "Köy kökenli bir aydın kuşağı" yaratılmalıydı  Evet, Osmanlıdan gelen bir birikim vardı ama gümüş tepsi içinde bir cennet yoktu ortada. Yaşam kaynakları yıkılmış bir köy toplumu vardı. Ulu önder Meclis'e bu konuyu getirmişti: "Türkiye'nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun yanıtını hemen birlikte verelim: Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok gönenç, mutluluk ve varlığa hak kazanmış, buna öncelikle yaraşık olan köylüdür. Bundan dolayı TBMM Hükümetinin ekonomi politikası bu yüce amacı elde etmeye yönelecektir. Diyebilirim ki bugünkü kıyım ve yoksulluğun tek nedeni bu gerçeğin aymazı bulunmuş olmamızdır. Gerçekten yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bir yanına sürdüğümüz, kanlarını akıttığımız, kemiklerini yaban topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini elinden alıp har vurup harman savurduğumuz ve buna karşılık hep hor görerek, aşağılayarak karşılık verdiğimiz; bunca özveri ve bağışlarına karşılık, nankörlük, utanmazlık, küstahlık ve zorbalıkla uşak kertesine indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde bugün, bütün bir utanç ve saygı ile durumumuzu alalım."(1 Mart 1922) Atatürk savaşlar boyunca omuz omuza çarpıştığı halkı çok iyi tanıyordu. Devrimler halk içindi. Bağrından çıktığı topraklara ve halka meftundu ve borçlu hissediyordu. Halkın emeğine ve potansiyeline sonsuz saygısı ve inancı vardı. Amacı, Anadolu'nun "en ücra köşesinde bile kendi kendine açıp solan çiçek" bırakmamaktı. Halk, bağımsızlığı için savaşmış, başarılı olmuş, emperyalizm altında ezilen diğer toplumlara örnek ve umut olmuştu. İnsanlık adına, bu gariban halkın eğitilip beşeri ve medeni hayatta layık olduğu yere gelmesini sağlamak devrim önderlerinin en önemli göreviydi.

Halkevleri açılmaya başlamıştı, Türk Dil ve Tarih Kurumları kurulmuştu. Harf devrimi yapılmış ve dilimiz yapısına uygun bir alfabe getirilmişti. Adım adım planlanan devrimler hayata geçirilmeye başlanmıştı. Ulu önder çevresini köylerin eğitim atılımı için sıkıştırıyordu. 1933'e gelindiğinde CHP "Köy Meseleleri Komisyonu" nu hayata geçirdi. Komisyon hazırladığı raporda şu kararı alır: "Öyle bir öğretmen tipi yaratmalıyız ki, o yalnız köylünün inanışlarını işlemek, toplumsal tutum ve davranışlarını etkilemek ve yönlendirmekle kalmasın; köyün fiziksel yüzünü, tutumsal varlığını ve yaşantısını da geliştirsin." Bu karara göre öğretmenlere toplumun temel direği olma görevi uygun görülmüştü. Süreç gelişti, olgunlaştı. 1926'da Denizli ve Kayseri'de birer öğretmen okulu kurulmuştu. Bir bocalama ve sürünceme devresinden sonra İsmet İnönü himayesinde, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel sorumluluğunda ve İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un icrasıyla; 1940'ta enstitüler açılmaya başladı. İlk üç senede sayıları 20'ye ulaştı. Hasan Ali Yücel'in 1946'da Bakanlıktan ayrılışına kadar toplam 21 adet Köy Enstitüsü açıldı. İlk üç senede kız ve erkek olmak üzere toplam 16400 öğrenciye ulaşıldı ve bu üç senenin sonunda 2000'i mezun oldu. 1942 yılında Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek için Hasanoğlan'da bir Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Buraya enstitü mezunlarından 130 öğrenci alındı. 1947'de kapatılana kadar 209 mezun verdi.

Köy enstitülerinden mezun olan ilk 1941 öğretmen, 1944 yılından 1944 yılında köy ilk okullarında göreve başladı. Kapadıldıkları yıla kadar 1398'i bayan ve 15943'erkek olmak üzere toplam 17341 köy öğretmeni diploma aldı. 1936-47 arasında faaliyet gösteren eğitmen kurslarından ise 8675 eğitmen, sağlık bölümlerinden de 1248 sağlık memuru yetişti. Enstitülerde toplam 15 bin dönüm toprak işlenip ekildi. 25 bin fidan dikildi. 9 bin baş hayvan bulunmaktaydı. Öğrenciler, çalıştıkları işliklerde, yapıcılık, demircilik ve ziraat işleriyle ilgili her türlü işi yapabilecek hale getirildi. Bu işlikler saye-sinde civar köylerin ihtiyaçları da karşılanmaya başlandı. Son derece verimli, kolektif bir atılımdı. 1944 yılında İnönü yaptığı bir konuşmada "Türkiye de ilköğretim meselesinin halledilmiş olacağını açık ve net bir şekilde görebiliyoruz" demişti. 1946 yılında Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan ayrılmasından sonra enstitüler Köy Öğretmen Okullarına dönüştü. 1954 yılında da Demokrat Parti zamanında kapatıldı.

Genel bir tanım gerekirse: "Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan köylerde, maarif vekaletince köy enstitüleri açılır." denebilir. Türk devrimi vatandaşların refahını ve istikbalini öncelik edinmiş ve köy halkına "hayatın içinde" bir hayat eğitimi vermeyi amaçlamıştır. Enstitüler kapatılmasaydı, kendi kendini örgütleyecek, genişleyecek, meslek ve ilmi dallarını genişleterek, beşeri hayatın her kademesinde ihtiyaç duyulan iş ve meslek erbabını kısa sürede yetiştiren, memleket geneline yayılmış bir aydınlanma ağına dönüşecekti. Enstitülerde; pedagoji, felsefe, tarih, coğrafya, Türkçe, hayat bilgisi gibi dersler okutuluyordu. Özgür düşünce öne çıkarılıyor ve mezun olan öğretmenlere 50'ye yakın eser hediye ediliyordu. Enstitülerin genel felsefesi "Üretmeden tüketmek en büyük ahlâksızlıktır" olarak özetlenebilir. Bu aydınlanmış ve bilinçli toplum ile çoğulcu demokrasiye adım atılacaktı. Verilen eğitim sayesinde; hayatı sorgulayan, farkında, haberdar,ahlaki değerlere sahip, sorumluluk sahibi ve demokratik değerleri okurken öğrenen bir nesil yetişiyordu.

Mustafa Kemal Atatürk devrimi köylerden başlatmak istiyor ve bu insan gücü ile beslemek ve devrimin temeli yapmak için çalışıyordu.

Bu uyanışı fark eden toprak sahipleri öncülüğünde, iki ana başlıkta eleştiriler ve karalamalar başladı. Bunlardan ilki; karma eğitim hedef gösterilerek, kız ve erkeklerin uygunsuz davranışlarda bulunduğu ve toplumun ahlâki yapısını bozduğuydu. Bu pek fazla etkili olmadı ve zemin bulamadı. Fakat ikinci iddia başlığı olan komünizm yuvası oldukları, kara propaganda ile başarıya ulaştı ve maalesef kapatılmaya giden süreç başlamış oldu. 1950'ye gelindiğinde yapılan seçimlerde, ironik bir şekilde, Türkiye'de toprak reformuna tepki olarak büyük toprak sahipleri tarafından kurulan Demokrat Parti, topraksız ve yoksul köylünün oyları ile iktidara geldi. Köy Enstitüleri daha halkı tam aydınlatamadan karşı devrim süreci başlamıştı. Toprak reformunu ağzına alan komünistlik damgası yedi. Halkevleri kapatıldı. Kütüphaneleri çöpe atıldı. Son olarak da 1954'te Köy enstitüleri kapatıldı. Kapatıldığında 30 binin üzerinde çocuk eğitim görmekteydi. Laik okullara gidebilme yolu kapatılan köy çocukları, gerici ve anti laik eğitim öğretim kurumlarına, imam hatip kurumlarına yönlendirildi. Karşı devrim altında bugün cumhuriyetimiz; hamaset ustası liderler, kalemini satan gazeteciler, vatan haini aydın ve akademisyenler, tarikat tuzağına düşmüş askerler, ahlâk ve görgü tanımaz nesiller ve en acısı, ne amaca hizmet ettiğinden haberi olmayan vatandaşlar topluluğu haline geldi.

Halkımızı cahil bırakmak, hakim sınıfın işine gelmiştir. Bu makale için çok faydalandığım ADD Bulancak şubesinin bastırdığı  "Kuruluşlarının 60. yılında Köy Enstitüleri" isimli kitaba katkıda bulunan Sayın Mehmet Cihangir durumu çok net ve kısa özetlemiş: "Amaç, köy çocuğu okumasın, köylü uyanmasın, köy köyünde uyusun, seçimden seçime gidip oyunu isteyelim, oyunu bize versin (biz dini duygularını, milli duygularını sömürelim), yine uykusuna devam etsin. Bu uygulama belirli bir süre için tuttu.Ancak, çok sonraları o ‘köyde uyusun’ dedikleri köylü, köyleri boşalttı, geldi büyük şehir varoşlarını gecekondu yığınları ile doldurdu. Sen şehrin planını, düzenini, temizlik, eğitim ve sağlık olanaklarını köye götürmezsen; köylü köyün plansızlığını, düzensizliğini, eğitim ve sağlık karmaşasını şehre taşır, senin şehrini de köyleştirir." Bu memleketin kurucu gücü olan, her türlü fedakârlığı yapan, savaşlarda hala kanını canını vermeye devam eden köylümüze, halkımıza en büyük kötülüğü ona cahil diyerek bizler yapıyoruz. Ulu Önder'in ne kadar büyük bir hümanist olduğu ileride daha da iyi anlaşılacak. İşin en acı kısmı ise Türkiye'yi 70 yıldır kendisini muhafazakâr diye tanımlayan iktidarlar yönetmekte. Biz daha kendi insanımızı muhafaza etmekten aciziz. İnsan bir ülkenin ve toplumun en önemli kaynağıdır. Biz en başta bu kadar yalan söyleyerek, çalarak, çırparak ve israf içinde yaşayarak önce kendi insanımıza sonrada ağzımızdan düşürmediğimiz dinimize ihanet ediyoruz...  

www.butundunya.com ›

Adele Bloch-Bauer I, 1907 - Gustav Klimt




Şeriat Ve Kadın - İlhan Arsel

İlk baskısı 1987 yıllarında yapılan bu kitab, esas itibariyle iki amaca yönelik olmak üzere hazırlanmıştır.

Birincisi, Şeriât'ın kadını gerçekten aşağı ve hâkir gören, ve özgürlükten  yoksun eden emirlerini ve yönlerini, ve Muhammed’in eylemlerini eleştirmek ve tenkid süzgecinden geçirmek, ve böylece kadınlarımızın, insan şahsiyetinin haysiyeti bilinci içerisinde saVaşım gücünü pekiştirmek;

İkincisi de Islâmi verilerin "lâyuhti" (hatasız, kusursuz) nitelikte şeyler olmayıp, akıl süzgecinden geçmeğe muhtaç nitelikte bulunduğunu belirtmek ve böylece bunları "Tabu" olmaktan çıkarıp herkesin tartışabileceği ortama oturtma gereğini yeniden sergilemektir.

Şeriâtçı kesim, akılcılığa yabancı, ve köhne bir değer ölçüsüne saplı bulunduğu içindir ki, kitab'da izlenen usulleri ve varılan yargılamaları "Dinsizlik" ya da "Dine ve Peygambere hakâret", ya da "Din duygularını incitici", ya da en azından "bilimsel tarafsızlığa aykırı" nitelikte bulmağa müheyyadır. Oysa ki, çağdaş düşünce insanı bakımından, din kitaplarını ve peygamber diye bilinen kimselerin yaşamlarını AKILCI değer ölçüsüne vurmak ve yargılamak kadar doğal ve gerekli bir şey yortur.

Nitekim- kitabım hakkında Ordinaryüs Profesör Hıfzı Velded Velidedeoğlu gibi Türkiye'nin en büyük hukuk otoriteleri, eski Kültür Bakanı Talât Halman gibi bilim, din ve sanat alanının üstadları, eski müftü Turan Dursun gibi en yetkili Islâm âlimleri, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek, Ilhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Haluk Şahin, Niyazi Doğru, Fatma Yazıcı, Hürriyet Karadeniz gibi en parıltılı gazete yazarları ve diğerleri, son derece olumlu görüşler belli etmişler, ve kitabın bilimsel yönünü ve kadın haklan davasına katkısını dile getirmişlerdir.

Fakat bütün bunlarla birlikte beni mutluluğa sürükleyen ve Karamsarlığımı gideren bir olay daha vardır ki, o da okuyucularımda tanık olduğum bilinçlenmedir. Bunun en güzel kanıtı olmak üzere bir hanım okuyucumun şu ilginç şatolarını, nakletmekten kendimi alamıyorum:

" Uzun yıllardır... kafamda soru işaretleri bırakan (Şeriât) konusunda beni aydınlattığınız için DEĞİL ve fakat bir SENTEZ’e (varmak) hususunda YÜREKLENDİRDİĞİNİZ için teşekkürler ederim... Çünkü küçük yaşlarda okumaya başladığım ve her dalda... kırıntı bilgiler edindiğim halde... o yasak bölgeye ne yaklaştım, ne de bilinmeze karşı duyulan merakı yaşadım. Bir takım hazır bilgileri  depoladım... ve zamanı gelince de kendimden emin olarak kullandım. Bana öyle geliyor ki, en büyük neden, aldığım çok ılımlı terbiyesidir. Aşırı baskı, ya da tam tersi bir ilgisizlik dürtüsü ile isyana ya da araştırmaya yöneltmeyen bir ılımlılık....Korktuğum ve sindiğim zamanlarda ve isyan edip haykırdığım anlarda da, o sınırını çizip koruduğum bölgedeki kültürüm (!) bana yeterli oldu. Ve hayrettir, karakterimin en belirgin özelliği olan ' Her türlü haksızlığa isyan', 'Eşitlik mücadelesi', ve toplumda özellikle kadın için konuşulması dahi tabu sayılan konulardaki inanç ve farklı görüşlerim, böylesi bir konuda dumura uğramış ve beni çok derin bir suskunluk ve karanlık içinde bırakabilmiş!

Utanıyorum... Övündüğüm mantığımın, (ve) orta halli de olsa eğitilmiş aklımın ve mesleğim(in)...en belirli niteliği olan hayal gücümün suskunluğu için utanıyorum. Doğrusunu isterseniz ŞERİAT VE KADIN (adlı) kitabınızı okuduğumda en çok hissettiğim duygu buydu... Kısacası sizden öğrendiğim (şey) UYANIŞ oldu, araştırmaya yöneliş oldu... Siz beni doğrulamasına: 'Akıl mantık sahibisin, (körü körüne) inanma, yaratan sebeb-i hikmeti olan... akıl ve vicdanını birleştir, araştır diyorsunuz... Yazılanların doğru olduğu konusunda şüpheye düşmek de, inanmak ölçüsünde bir alternatif olduğu halde, eserin yayınlanmasını engellemek ve hattâ daha . da ileri giderek Katli câizdi diye yazarları susturmağa (yönelmek), örtbas edilmek istenen gerçeklerin var olduğu hususundaki şüpheyi körükleyici bir davranış. Aklen dûn olan yaratıklara yaraşır bir davranış! BANA KADIN OLMA Yİ SEVDİRDİĞİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM'.

Adı ve adresi bende mahfuz bu okuyucuma, güzel satırları için asıl ben teşekkür etmeliyim: Kitabımın amaca ulaşmakta olduğunu bana müjdelediği için.

Ancak ne var ki, kısa bir süre içerisinde aydın çevrelerce, ve özellikle haysiyet duygusuna sahip kadınlarımız tarafından ilgiyle karşılanan ŞERİAT VE KADIN, daha ilk yayınlandığı andan itibaren şeriâtçılarımızı telaşlandırır olmuştum Çünkü KADIN'ın "Aklen ve dînen dûn" olduğunu, ya da "iki kadının tanıklığının bir erkeğin tanıklığına bedel" bulunduğunu, ya da"Namaz kat'eden şeyler eşek, kara köpek ve kadın" olup "Cehennemlerin çoğunluğunu kadınların oluşturduğu" gibi ya da buna benzer daha nice şeriât hükümlerini, bizlerin farkına varamayacağımız usullerle halka belletirlerken, şimdi birden bire bu hükümlerin eleştiri konusu yapılıp sergilenmesinin insanlarımızı uyandıracağını, ve bunun kendi saltanatları bakımından büyük bir tehlike yaratacağını anlamışlardır.

Bu nedenle cahil yığınları kışkırtmağa ve 31 Mart ortamını oluşturmağa çalışmışlardır. Örneğin geçen yıl sayın Talât Halman'ın kitap lehindeki bir yazısı üzerine Diyânet işleri Başkanlığı, sanki söz konusu şeriât hükümlerini yayınlayan Başkanlık değilmiş gibi: "Dine saldırı var", ya da "Yeni bir din mi aranıyor?" yaygaralariyle halkı yersiz bir telâşa sokmuştur.

Daha sonra Atatürk düşmarnı bir din adamı, ortaçağ temsilcisi Humeyni'ye özenip Don Kişot Vari çalımlarla ölüm fetvaları çıkarmıştır.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi bir de iktidar hükümetinin Adalet Bakanlığı, muhtemelen gerici çevrelerin baskısına yanıt vermek ihtiyadyle, ŞERİAT VE KADIN'ın toplattırılması ve yazarının cezalandırılması için dava açmıştır. Açarken de Türkiye’yi Uygar dünya önünde bir kez daha kınanmaya maruz bırakmıştır.

Çünkü bu kitap, insan varlığına ve genellikle KADIN şahsiyetine karşı hakâret niteliğindeki şeriât hükümlerini sergilemektedir ve bu hükümler T.C. Devletinin Anayasal bir kuruluşu olan Diyânet İşleri Başkanlığının resmî yayınlarında yer alan din adamları maarifetiyle memleket çapında uygulanan şeylerdir. Bunları ben, Başkanlığın adamlarından aynen almak suretiyle gözler önüne serdim. Sermek suç değil, fakat benimsemek ve işleme getirmek suç sayılacağına göre dava'nın Başkanlık aleyhine açılması ve insan haysiyetiyle bağdaşmaz bu hükümlerin ortadan kaldırılması gerekirdi.

Fakat öyle anlaşılıyor ki, Türkiye, bugün artık bilimsel kitapları ve bilim adamlarını sanık sandalyesine oturtabilecek noktaya gelmiştir. Fikir gelişmesi tarihine aşina olanlarımız, bu vesileyle Hypathia’nın, hani gerçekleri din verilerinde değil fakat akıl rehberliğinde aramak isteyen müspet bilim temsilcisinin, 1700 yıl önce din adamları tarafından sokaklarda sürüklenerek parçalatılması ve böylece karanlık çağ’ın başlatılması olayının, Türkşeriâtçısıriın elinde XXI'inci yüzyıl sahnesine konmakta olduğunu görüyor olmalıdırlar.

Bilindiği gibi Batı'da din adamı, sırtını Devlet'e dayamış olarak, o tarihten itibaren nice bilgin ve düşününü "dinsizlik ve bilgisizlikle" damgalayabilmiş, "Dine ve Peygambere hakâret" ya da "Din duygularını rencide ediyor" bahanesiyle susturabilmiştir. Batı dünyâsı ancak 18'ind yüzyılda AKILCILIĞI hâkim kılmakla ve dih verilerini AKIL kıstasına vurmakla ve insanlarını buna alıştırmakla "düşünce ve bilim” uygarlığına kavuşmuştur.

Şunu artık öğrenmiş olmamız şarttır ki AYDIN kişilerin görevi, akla ve müspet ahlâka ters düşen emirleri ve eylemleri (velev ki bunlar Kutsal bilinen Kitab’lardan ya da Peygamber sayılan kişilerden sadır olsun) mazur ve meşru göstermeğe çalışmak değil fakat aksine eleştirmek, yermek ve elemektir. Batı dünyâsı "din duygularını rencide etme" endişesini yenebildiği; ve dini ve peygamberleri eleştirip yerebildiği içindir ki AKIL ÇAG'ına yönelmiş, ve Islâm dünyası bunu yapamadığı içindir ki geriliklere, ilkelliklere gömülmüştür. Eğer "Şeriât sorunları eleştirilemez" der ve din duygularını incitme endişesi uğruna akılcı değer ölçülerimizi fedâ edersek, bu taktirde insan varlığını gerilikler ve haysiyetsizlikler içerisinde tutan emirlere, insan beynini işlemez hale getiren düzene katlanmak ve ikinci sınıf milletler seviyesinde kalmak, ve asıl açıklısı bunun yüz kızartıcı sonuçlarına katlanmak gerekecektir.

Bu kitapta bazı tekrarlar yer almıştır ki okuyucularımdan bir kısmı tarafından muhtemelen tenkid konusu yapılacaktır. Fakat hemen belirtmeliyim ki bu tekrarların belli bir amacı vardır ve o da her şeyden önce Şeriât'ın iç yüzünü ve akla ve mantığa aykırı düşen hükümlerini vurgulamak ve böylece bu hükümlerin varlığından ya da gerçek anlamından pek haberdar bulunmayan ve eleştirisine de alışık olmayan okuyucunun dikkatini devamlı şekilde uyanık tutmaktır.

Şunu da eklemeyim ki bazı şeriât hükümlerini farklı olaylar, ya da bazı olayları farklı hükümler
vesilesiyle ele almak gereği yüzünden tekrarlama usulü, söz konuşu amac'ı pekiştirmeğe yaramıştır. 

GİRİŞ:

Bu satırları okumaya başlarken, elinizdeki kitabın ön kapağına lütfen bir kez daha göz atınız. Yağmur duâ'sına çıkmış insanlarımızın bu feza çağında hâlâ döğa üstü güçlerden medet uman ve teknolojinin nimetlerinden kendi gayretleriyle yararlanacak yerde, her şeyi göklerden yalvaran hâli sîzleri düşündürencek ve kuşkusuz üzecektir. Fakat bu resmin sizi asıl rahatsız edecek olan yönü,  Türk kadınının kara çarşafa tıkılmış ve umacı giysilerle erkeklerin gerisine atılmış, insanlık haysiyetinden yalınmış zavallı ve acıklı duruşudur. Bir zamanlar erkeğin yanında, ona eş durumda ve saygınlığa sahip ve hükümet etmeye lâyik kılınan Türk kadınının, Atatürk devıimlerine rağmen, bugün yine Şeriâtçının pençesine düşmüş olarak bu hazin duruma itilmişliği, muhakkak ki utanç vericidir.

Fakat hemen hatırlatmak gerekir ki, kadınımızı özgürlükten köleliğe ve yücelikten haysiyetsizliğe indiren bu geriye yöneliş, Şeriâtın o çağdışılıkianna isyan etmeyen, "HAYIR" diyemeyen biz aydınların ihanetimizden doğmuştur. Büyük suçun ve sorumluluğun özellikle biz erkeklere ait bulunduğunda hiç birimizin kuşkusu olmamalıdır. KADIN’ı erkeğin sömürüsüne ve hizmetine terk ve şehvetine araç eden Şeriât zihniyetini baştacı yapmak biz erkeklerin afedilmez çılgınlığımızdır. Tiksinti yaratıcı bu bencillik içerisinde bizler, en cahilimizden en okumuşumuza kadar, sırt rahatımız ve çıkarlarımız adına Şeriât’ın kadınlarla ilgili küçültücü hükümlerini, ve örneğin: " Tann'nm kimini, kimine üstün kılmasından ötürü... erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler", ya da " Kadınlar ; sizin (erkeklerin) elinizde ' özgürlüklerini yitirmişlerdir ", ya da " Kadınlarla iyi geçinmek ve akıllarının noksan olduğunu düşünüp onlara acıyarak eziyetlerine katlanmaktır ya da " Kadınlar dinen ve aklen dûn yaratıklardır ", ya da " İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir" ; ya da " Kadınlara danışın fakat yaptıklarının aksini yapın", ya da "Nikâh kadınlar için köleliktir" şeklindeki ve bunlara eklenebilecek nice "Tanrı" ve "Peygamber" emirlerini ciddiye almış ve daha doğrusu bunları, Tanrı'dan gelme şeyler sanmışızdır.

Yüzyıllar boyunca sırtımızı bu hükümlere dayayıp kendimizi "Seyyid", "Efendi", ya da "Metbû” mevkiinde görmüş, kadıncağızlarımızı da "Tâbi", "Köle", "Cariye" diye tanımlamışızdır. Daha başka bir deyimle kadın sınıfını aşağılatan bir düzeni kutsal bilmiş ve çok büyük bir kurnazlıkla kadınlara da o şekilde kabul ettirmiş ve böylece saltanatımızı sağiamtşızdır. Aslında suç olmak gereken budavranışımızın bizi, aydın ya da "insan varlığı" olarak, rahatsız eden bir yönü olmamıştır. Kadını küçülten ve erkeğin sömürüsüne terkeden bu düzeni eleştirmek, yermek ve değiştirmek gereğini hiç bir zaman aklımızdan geçirmemişizdir. Kadını ezik ve haysiyet dışı kerteye indiren Şeriâta karşı başkaldırmak ve savaşmak gibi asıl bir davranışa asla özenmemişizdir. Yapabildiğimiz tek şey Islâm'ın özünün kadın haklarına saygılı olduğunu ve kadının durumundaki kötülüğün Islâm'ın yanlış uygulanmasından doğduğunu ve eğer Islâm'ın özüne dönülecek olursa her şeyin düzelmiş bulunacağını öne sürmek olmuştur. Geçen yüzyılın sonlarına doğru kadın sorunlarına ilk kez eğilen aydınlarımızın, örneğin Namık Kemal, Şemşeddin Sami, Ahmed Rıza gibi Tanzimat ve Meşrutiyet ünlülerinin yaptıkları budur. Ziya Gökalp gibi ilericilerimiz dahi kadının kötü durumunu yakınma konusu yaparlarken bunun nedenlerinin Şeriât’dan gelmediğini ve çünkü Kuriân'ın KADIN’ı yücelttiğini ve eğer Islâm ülkelerinde kadın zavallı kılınmış ise bunun, mutlaka Kuriân’ın yanlış yorumlanmış olmasından neş'et ettiğini iddia etmişlerdir.

Atatürk’ün akılcı ve Şeriât'a sırt çeviren reformları hariç, o tarihten bu yana değişen birşey yoktur. 
 
Bugün dahi aydın saydığımız kişilerin ortaklaşa savundukları tema şudur: "İslâmiyet kadın haklarına saygılıdır ve bu hakları çağımızın dahi erişemediği mükemmeliyet içerisinde yerleştirmiş bir Din'dir. Islâmdan önce kadın parayla alınıp satılan bir mal iken ve kız çocukları kurban edilirken, kadının hak ve özgürlüğü diye bir şey söz konusu değilken, Islâmiyetle birlikte her şey değişmiş ve kadın hak süjesi durumuna girmiş ve yüceliğe erişmiştir. Fakat zamanla ve daha doğrusu Islâm’ın yanlış bir uygulamaya sokulmasıyla, kadının durumu kötüye gitmiştir."

Yazarlarımız arasında Islâm'ın erkeklere üstünlük tanıdığını ve sosyal ve ekonomik alanlarda kadın'ı erkeğe bağımlı bıraktığını ve böylece "ataerkil” aile sistemine olanak tanıdığını belirtenler dahi, bütün bu durumların Islâm öncesi "cahiliyyet” dönemine nazaran bir aşama olduğunu söylemekten geri kalmazlar.

Hemen hatırlatalım ki kısaca değindiğimiz bu görüşler, Arap yazarların ne zaman vardır ki ele aldıkları ve kadın hakları konusunda İslâm dinini temize çıkarmak ve çoğu kez tüm sorumluluğu Türklerin omuzuna yüklemek amacıyla sarıldıkları şeylerdir. Her ne kadar bu yazarlar, Arap kadıriı'nın Islâm öncesi ve sonrası durumu itibarıyla zıt görüşlere sahip olmakla beraber (örneğin kimisi cahiliye'de Arap kadınının durumunun iyi olduğunu, kimisi ise aksini savunur olmakla beraber) hemen hepsi Muhâmmed’in kadına değer verdiğini, kadın haklarının şampiyonu olduğunu ve Islâm dininin kadını ulaşılmaz yüceliklere eriştirdiğini söylemekte birleşirler. Birleşir oldukları diğer bir husus, kadının durumunun giderek kötüleşmesinde Islâm’ın yanlış uygulanması kadar Arap ülkelerinin Türkler tarafından işgâl edilmiş olmasının rol oynadığıdır.

Oysa ki bütün bu iddiâ'tar yalandan ibarettir; çünkü Islâm dünyasında kadının zavallı hâle sokulmasının, özgürlükten yoksun kalmasının ve erkeğin kölesi durumunda bırakılmasının gerçek nedeni, ilerdeki bölümlerde sergileyeceğimiz gibi, ne Islâm dininin yanlış uygulanmasıdır ve ne de Türklerin kabahatidir; sadece ve sadece Şeriat'ın kapsadığı dinsel esaslardır. Ve daha açık konuşmak gerekirse asıl sorumluluk ; bu dinin kurucusundadır.

Ve işte biz aydınların en büyük günahımız, en büyük ihânetimiz, bu gerçeği ortaya vurmamış olmamızdır. Bir zamanlar, yani daha henüz Islâm’a girmeden önceki dönemlerde, KADIN'ı başına taç yapan, devlet ve hükümet başkanlıklarına çıkaran, erkeğinin yanında ve ona eş haklara iâyik kılan bir milletin bugüne erişmiş kuşakları olmamıza rağmen, Türk kadınını yücelikten. köleliğe, özgürlükten "tâbiliğe" indiren bir düzene karşı susmuşluğumuz ve üstelik bu düzenin lehimize sağladığı intiyazlardan yararlanmamız, suçumuzu daha da ağırlaştırmıştı.

Fakat bununla beraber, kadınlarımızın da bu suçlulukta büyük payı bulunduğunu yadsımak mümkün değildir. Biz erkekleri kadına üstün imtiyazlarla donatan Şeriât düzenine karşı mutlak bir teslimiyetle boyun eğen ve hattâ bu düzeni kutsal bilip yücelten kadınlarımıza, Batılı kadının özgürlük savaşından
örnekler verme zamanı çoktan gelmiştir. Bu örnekler arasında kadın hakları ve haysiyeti uğruna canmı dişine takıp hapisleri ve hattâ ölümü göze alan ve kadını küçültücü din esaslarına meydan okuyan ve din kuruluşlarına karşı cesaretle savaşan ve sarsılmaz bir inançla: " Hiç bir insarun Tanrı'yı görmüş olduğuna ya da O’nunla konuştuğuna inanmıyorum; Tanrının Musa'ya vahiyler yolladığına ve bu vahiylerle kadın hak ve özgürlüklerini kısıtladığına da inanmıyorum. Yer yüzündeki dinlerin tümü kadını aşağılatmakda... Eğer kadınlar, bu dinlerin kendilerine revâ gördüğü haksızlıklara HAYIR demeyecek olurlarsa onlar için hiç bir zaman kurtuluş yolu açılmaz " şeklinde konuşan nice ibret vericileri vardır.

Fakat bırakınız Batı dünyasını, kendi mensup bulunduğumuz Müslüman ülkelerde bile, kadın hakları davasında en az savaşanlar, en az cesaret davranışında bulunanlar, ne yazık ki bizim kendi kadınlarımız ve hem de "aydın" diye tanımladıkianmızdır.

"Kadın ve Şeriât” konusundaki bu kitabıma başlarken, başka bir vesile ile yayınladığım ve insan varlığının uygarlaşmasında kadının rolü sorunlarına dokunduğum bazı satırları buraya aktarmaktan kendimi alamayacağım.

Hukuk Fakültesinde otuzvyıla yaklaşık hocalık hayatımın en kazançlı yönü, kız öğrencilerim sayesinde, Türk kadınının fikren ve ahlaken üstünlüğünü yakinen izlemek ve eğer imkân yaratılmış olsa, daha da üstün durumlara erişeceğine inanmak olmuştur. Gerek sınıftaki tartışmalar ve gerek imtihanlar sırasında kız öğrencinin, erkek öğrenöye oranla çalışkanlığı, görüşlerini açıklamadaki başarısı, düşün gücüne sahip olmak bakımından yeterliliği, çeşitli konulara yaklaşımdaki bilimsel düsütlüğü ve özgürlüğü, sorunlara çözüm bulmadaki titizliği ve hele tutuculuktan uzak kalma özelliği ve genel olarak sağlam nitelikteki karakteri, beni daima şaşırtmış, çoğu kez hayran bırakmış ve saplı bulunduğum önyargılarla çatışmaya zorlamıştır.

"Saplı bulunduğum önyargılar" diyorum, çünkü itiraf etmek isterim ki nispeten ilerlemiş denecek bir yaşıma gelene dek ben, çevrili bulunduğum ortamın kafama yerleştirdiği bilinç altı veriler ve değerler nedeniyle, kadın denilen varlığı, uygar ölçülere göre ele almamış ve onu 'seks objesi' dışında bir değerlemeye oturtmamıştım. Her ne kadar üniversite eğitimimin son kısmını Batı'da yapmış olmama rağmen, kendimi bu önyargılardan uzun yıllar kurtaramamıştım: ta ki kültürümü geliştirene ve Üniversitede ders vermeye başlayana kadar.

Diyebilirim ki Şeriât'ın kadını aşağılatan hükümlerini keşfettikçe ve örneğin "Kadınlar aklen ve dinen dûn yaratıklardır", ya da "Kadınlarla iyi geçinmek, akıllarının noksan olduğunu düşünüp onlara acıyarak eziyetlerine katlanmaktır"

 Elizabeth Cady Stanton, The VVomen's Bible, (Arno Press, New York, 1972,
sh. 12). Kitabın ilk baskısı 1895 tarihini taşır.

Çağdaş bir Yahudi kadın yazar, Yahudilerin Kutsal bildikleri kitaplarda (Tevrat ve Talmud gibi) yer alan kadını küçültücü hükümler vesilesiyle " Bu hükümlere tiksinti ile bakmamak mümkün değildirler. Gerçekten de bu kitaplarda KADIN'ın şahitlik yapamayacağına, hâkim olamayacağına dair hususlar yanında erkeğin iki köpek, ya da iki domuz ya da iki kadın arasında ya da iki erkek arasnda bu yaratıkların yürüyemeyeceğine dair olanları vardır.

"Nikâh kadınlar için köleliktir", ya da "Tanrı erkekleri kadınlara üstün kılmıştır", "Kadınlara tâbi ve erkeklere de seyyid adını vermiştir" ya da "kadınların faziletlisi olmaz, kadınlar arasında Saliha kadın, yüz tane siyah karga arasında alaca bir karga gibidir" şeklindeki ya da buna benzer daha nice Şeriât emrini öğrenir oldukça, bunların nasıl bir yalan sisteminden doğar olduğunu ve nasıl erkek sınıfının çıkarlarını sağlama amacıyla uydurulduğunu ben ancak kız öğrencilerimde Türk kadınını tanır oldukça anlamaya başlamışımdır.

Hocalık yıllarımın kız öğrenciler sayesinde, bana kazandırdığı diğer bir gerçek de, ERKEĞİN fikirsel ve ahlâksal gelişmesinin ancak KADIN’ın etkisiyle oluşabileceği inancıdır.

Biliyorum ki Batı dünyasının büyük düşünürleri, kadın konusundaki dinsel önyargılara karşı savaşmışlar ve kadın cinsi’nin "kötülük kaynağı" olmak şöyle dursun, fakat aksine "İyilik kaynağı" olduğu ve bir çok bakımlardan erkekten üstün bulunduğu fikrini işlemişler ve üstelik erkek cinsinin fikirsel ve ahlâksal gelişmesinin ancak kadının etkisiyle sağlanabileceğini savunmuşlar ve kadını aşağı ve küçük gören zihniyete son vermeden uygarlık aşaması yapılamayacağını haykırmışlardır.

Bertrand Russel, ki hiç kuşkusuz çağımızın en büyük düşünürlerinin başında gelir, erkeğin zekâ ve karakter gelişmesi üzerinde kadının oynadığı rolü, kendi yaşam tecrübeleriyle ortaya vururken şöyle der:  Erkeklerin çoğu kadının etkisi aitında kalmaktan korkarlar; oysa ki kendi şahsî tecrübelerimin ışığı altında söyleyebilirim ki bu pek budalaca bir korkudur. Bana öyle geliyor ki fizikî bakımdan olduğu kadar fikirse bakımdan da erkek kadına ve kadiri erkeğe muhtaçtır. Ben kendi yaşamlarım açısından, sevdiğim kadınlara çok şeyimi borçluyumdur ve şunu itiraf edebilirim ki onlar olmasaydı, son derece dar görüşlü bir insan olabilirdim.

Geçen yüzylın dehalarından sayılan «bir başka yazar, insanlık tarihini konuştururcasına şöyle der: "Biraz olsun tarihten haberi olan herkesin bildiği o'dur ki hiç bir büyük sosyal değişiklik, kadın mayası olmadan oluşamaz. Sosyal gelişmenin varlığı güzel cinsin (çirkinler de dahil olmak üzere) toplumdaki yerine ve değerine bağlıdır.”

Yine geçen yüzyılın ünlülerinden Lecky, her ne kadar inteilektüel alanlarda erkeğin başarılarını sergilemekle beraber, işlek zeka açısından kadınların erkeklere takaddüm ettiklerini ve hele ahlâkilikte çok daha ileri bir kerteye eriştiklerini belirtmekten usanmamıştır.

Bu yukardaki görüşleri yansıtan sözlerin ve benzerlerinin beni bu konuda fazlasıyla etkilediğini söylemek isterim. Fakat itiraf etmeliyim ki hiç bir şey bana, kız öğrencilerim sayesinde edindiğim inancı sağlayamamıştır.

Ders verdiğim Ankara Hukuk Fakültesi, sayıları pek fazla olmayan Kentli öğrencilerden ziyade genellikle Orta Anadolu Liselerinden gelme gençlerle doluydu. Bu gençler, daha pek küçük yaşlardan itibaren kız erkek ayırımına alışık olduklarından ve kadının örtünmesi ve erkekten ayrı durması inançlarıyla yoğurulmuş bulunduklarından Fakültenin ilk sınıfına başladıklarında, kendilerini birdenbire kızlarla bir arada ve yan yana oturma huzursuzluğunda bulurlardı. Ders yılının ilk gönlerinde kız öğrecilerin (ve özellikle Kentte yetişmişlerin) sade fakat temiz giyinişleri, nezâket ve incelikleri, soru sorma ve tartışmaya katılma hususundaki gayretleri yanında erkek Öğrencinin yabaniliği, üstüne başına pek itina etmeyen hali ve kendine önem ve değer vermezliği, lâubaliliği ve hele tartışmalara karşı ilgisizliği dikkatimi çekerdi. Fakat aradan az zaman geçmekle bu aynı erkek öğrencinin, kendine çeki düzen verir ve itina eder olduğunu, kızlar arasına karışıp onlarla şakalaştığını, asıl önemlisi, derslere muntazaman devam eder olduğunu, tartışmalara katıldığını ve kız arkadaşlarının dikkatini celbedebilmek kurnazlığıyla soru sorar olduğunu görürdüm. Soru sorabilmek için bir şeyler okumak ve hazırlanmak zorunluğunda kaldığını düşünerek sevinç duyardım. Erkek öğrencinin bu gayretlerinin ders yılı boyunca geliştiğini ve geliştikçe onu başarıya eriştirdiğini izler buldukça mutluluğum artardı.

Hemen eklemeliyim ki erkek öğrencinin, dört yıllık öğrenim süresince kız öğrencinin hayırlı etkisi sayesinde fikren olduğu kadar karakter bakımından da bambaşka bir insan kılığına girdiğine tanık olmak bana sonsuz bir umut sağlardı. Ve işte erkeğin gelişmesinde kadının tılsımlı gücünü izlemekle kendimi tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi bir de bu alanda Şeriât sisteminin kararlı düşmanı saymışımdır. Sadece Şeriât sistemine karşı değil fakat bu sisteme karşı savaşmayan herkese karşı aynı duyguya saplanmışı mdır. Şeriât dininin, erkek sınıfına avantajlar sağlamak üzere kadını arka plana atan ve onu erkeğin hizmetinde ve sömürüsünde tutan hükümlerine karşı erkek neslinin ses çıkarmamasını belki olağan sayanlar çıkabilir. Her ne kadar bu davranış müspet ahlâk açısından utanç verici bir şey olmakla beraber, kişisel çıkarlar nedeniyle bu yola yönelen erkeğin tutumunda pek şaşılacak bir şey olmayabilir.

Fakat kendisini sömürülmeye, sövülmeye ve dövülmeye lâyik bir yaratık durumuna sokan Şeriât esaslarına karşı KADIN'ın susması ve hattâ susmak bir yana fakat alkış tutması, gerçekten acıdır. Bundan dolayıdır ki Üniversitedeki bayan meslektaşlarımın bu tür davarınşalarına tanık olduğum her defasında kendimi büyük bir üzüntü içerisinde hissetmiş ye onların suratına Suriyeli Arap şairi Nizar KâbbânPnin sözlerini haykırmak istemişimdir.

Bu şairin adı ülkemizde pek bilinmez. Oysa ki şu son otuz yıl boyunca Arap kadınının şeriat boyunduruğu altındaki zavallı durumu vesilesiyle, sesini yükseltenler arasında Nizar Kabbanî'nin özel bir yeri vardır. Çok genç yaşlarından itibaren yazdığı şiirlerinde hep Arap kadının yanında yer almış, onu köle kertesine indiren ve sömüren erkek sınıfına ve buna olanak tanıyan topluma çatmıştır. Ilgmç olan şudur ki şiirlerinin çoğunda erkeğin hodgâmlıklarına, çıkarcılıklarına ve kadına karşı son bulmaz insafsızlıklarına ve yalancılıklarına karşı beslediği tiksintisini kadınların ağzıyla dile getirmiş ve bu arada kadını aşağılatan dinsel kuruluşları (örneğin çok karılı evliliği) yermiştir. 1960 yılında yayınladığı Yeymiyyat Imre'e Lâ-Mubaliya adlı kitabında Arap kadınının Şeriât'tan gelme haksızlıklara isyan edemeyişini kınamış ve kalemini kadın ağzıyla konuşturarak erkeklere şu şekilde çatmıştır:

"Bu kitap , cahil ve budala Orta Doğu' nur. (Şeriât dünyasının) daha ağzını açma fırsatını vermeden suçladığı ve mahkûm kıldığı her kadının- kitabıdır. Bundan dolayıdır ki Orta Doğu (Şeriât ülkeleri), benim gibi kendisini kadın kılığına sokup, kadın bileziklerini takıp, kadın kirpiklerini ariyet alıp, kadın hakkında konuşabilecek birine muhtaçtın Kaderin ne acı tecellisidir ki KADIN, kendi öz sesi ile konuşma olanağından yoksun kalırken, ben (onun adına) kadın sesiyle haykırayım. Biz erkekler, her fırsatta uygar olduğumuzu iddia ederiz, oysa ki Sibirya'daki sırtlanlardan da daha yabani (ve vahşiyizdır): Avrupa Üniversitelerine ğk derek öğrenim görmüşüzdür ama, döndüğümüzde Mau Mau'lardan da daha ilkelizdir. Sevgililerimize çiçekler takdim ederiz ama, birisiyle seviştiğini gördüğümüz kız kardeşimizin kekesini uçurmayı marifet biliriz. Benim kadınlar bakımından dilediğim bir özgürlük vardır ki o da sevme Özgürlüğüdür-; (daha başka bir deyimle) bir kadının, bir erkeğe -seni seviyorum- diyebilmesi ve derken de kafasının kesilip çöp tenekesine atılmayacağını bilmesidir. Bizim ihtiyacının duyduğumuz şey, seks konularındaki bâtıl itikatlanmızı yıkmak ve kadın sorununu uygar  ve bilimsel açıdan ele almaktır. Sizleri ben -insan varlığı- kertesine yükselmeye  (erişmeye) çağırıyorum . "

Nizar Kabbanfnin bu güzel satırları, kız öğrencilerine ithaf ettiği yukardaki kitabından alınmıştır Kadının yüzünde Tanrıyı gördüğünü söyleyecek kadar çoşabilen bu şair, kadın haklan davası yüzünden çevresinin hışımına uğramış, din adamlarının ve Şeriâtçılarm saldırılarına mâruz kalmış ve nihâyet babası tarafından evlatlıktan çıkarılmıştır.

Çeşitli yayınlarım ve özellikle bu kitabım vesilesiyle aynı âkıbet'e (son şık istisnasıyla) uğrayacağım ihtimallerinden uzak kalmadığımı belirtmek isterim. Fakat hemen eklemeliyim ki beni ürküten şey bu değildir; beni ürküten ve daima ürkütmüş olan şey, kadını küçültücü Şeriât esaslarını kadını yüceltirmiş gibi gösterme kurnazlığında usta olan Şeriât'çının meydanı boş bulmasıdır.
* Nizâr Kabbani, Yevmiyyat Imre'a Lâ-Mubaliyya, (Beyrut 1969)

TAMAMI

Full text of "İlhan Arsel - Şeriat Ve Kadın" - Internet Archive

 

Ütopya - Thomas More


Thomas More, 7 Şubat 1478’de Londra’da doğan, eğitimini Oxford Üniversitesinde tamamlayan, İngiliz yazar ve devlet adamıdır. En yakın arkadaşı tarafından Deliliğe Övgü adlı eseri kendine ithaf edilen, yaşadığı dönemde ‘Şövalye’ unvanı alan ve en önemli konularından “hiçbir yer” anlamına gelen Ütopya eserini yaşadığı dönemdeki toplumu, yasaları, yönetimleri, kralları ve din adamlarını açıkça eleştirme edimini kendinde bulan ve bunu yazarken Platon’un kusursuz devlet anlayışından yola çıkarak bu kusursuzluğu tüm toplum yaşamına uygulamaya çalışan bir yazardır. Bu eseri yazdıktan sonra yayınlayıp yayınlamama konusunda eksikliklerinin olup olmaması fikri ile kendini ileri bir adım attıracağına inandığı kişilere göstermekten de çekinmeyen bir kişidir Thomas More.

Thomas More Ütopya eserini 1516 yılında iki kitap şeklinde yazmıştır. Ve çevirisinde More’un Peter Gillers’e yazdığı mektubu ve Gillers’in Busleiden’e yazdığı mektupları da yer almaktadır. Dergah yayınlarından Ayfer B. Canbier’in çevirisi ile de okuyucularına sunulmuş batı düşüncesinin köşe taşlarından olan bir eserdir. Amacımız ise More’un en önemli eserlerinden sayılan Ütopya’sından bahsederek olayın derinlerine bir nebze girip, günümüz olaylarından su yüzüne çıkan noktaları görmeye, gözlemlemeye çalışmak olacaktır.

Ütopyalar, More’un değimince “yaşadığı zamanı sorgulayan, düşünce üreten İnsan için her zaman var olmuştur.” (s.12) Fakat ‘hiçbir yer’ anlamına gelen Ütopya için ‘her şeyi’ titizlikle yapmaya çalışması somut olarak anlamsız gözükse de, anlamı yaşadığı dönemi ele alarak bakıldığında, yapmak istediklerini Ütopya adlı eserinde anlatmaya çalışması onu anlamlı hale getirmiştir. Ütopya sözlük anlamı olarak da “aslı olmayan, fakat tasarlanmış ideal toplum şekli” anlamını taşımaktadır. Rönesans, reform ve hümanizma hareketlerinin olduğu bir dönemde Ütopya, o çağın Avrupa’sına var olan bir sistemden bambaşka bir sisteme geçişi önermekteydi.

Thomas More katı bir Katolik olarak gözükmektedir. Katı kurallardan sıkılan, güç ve zenginliklerini kendi yararına kullanmaya başlayan zümrelerden dolayı Martin Luther ve onun yolunda ilerleyen insanlara ise katılmamakla kendini bize tanıtan bir kişidir. Aynı zamanda kendi dininde kalmaya devam ederek düşüncelerini bu doğrultuda ilerletmiştir. Protestanlık dininin yolunu açan ve reform hareketlerini başlatan Martin Luther ve onun gibi düşünenlere katılmayarak kendi dininde, yaşadığı toplumu, kendi din adamlarını, zenginleri, güç sahibi olan ve sınıf ayrılıklarını oluşturan çoğu faktöre Ütopya adlı eser ile açık bir şekilde eleştiride bulunmuştur.

Thomas More’un Ütopyasından bahsedecek olursak yakın ve çok sağlam dostluk kurduğu Peter Gillers’e niyetinden bahsetmişti : “Benim ideallerime göre yönetilen bir ülke ve bu idealleri gerçekleştiren insanlar hakkında bir kitap yazmak istiyorum...” diyerek isteğini açıklamış ve yazısına yaşlı bir denizci ile tanıştığını, bu adamı bütün dünyayı dolaşmış bir gezgin ve bizim varlığından bile habersiz olduğumuz nice yerleri görmüş biri olarak tanıtacağından bahsediyordu. Ziyaret ettiği adalar ve memleketlerin Avrupa’da ki yaşam biçimi ile karşılaştırıldığında bambaşka bir dünyaya aitmiş gibi gözükmesinden ve böyle bir anlatım ile olayın dışında kalmasının yaşadığı dönem bakımından doğru olacağına, eleştiri bakımından da düşüncelerini açıkça belirtmenin en iyi yolu olduğuna inanmasından ileri geliyordu.

Ütopya’sı ise öyle bir yerdir ki içindeki insanlar şan, şeref, lüks için yaşayan insanlardan oluşmamaktadır; mutlu olmak için uğraştıkları insanlardan oluşan bir adadır. Paranın para etmediği, özel mülkiyetin olmadığı, ferah ve arzu edilen bir ortamın Platon’dan da yola çıkarak toplumda mutlak koşulların, hakların dağıtımı ile olmasına inanılmasıdır. Çünkü insanların türlü yollardan kazandıkları kadar kazanmalarına izin verildiğinde mal ve mülkün küçük bir azınlığa geçip, kalanının yoksullaşacağına inanılmasından ileri geliyor. Ada ise çok güvenlidir ve üstünde elli dört tane büyük şehir vardır. Bütün şehirler aynı plan üzerine kurulmuştur ve bölge özelliklerine göre kısmen birbirinin aynısıdır. “Amaurot” adındaki yer merkezi konumundan dolayı başkent olarak kabul edilir(her bölgeden ulaşmak daha kolay olduğu için). Ütopya’da her insan üreticidir ve üretime katılmayan yoktur. Kâr elde etmek için değil, ihtiyaca göre üretim yapılır. Onun ülkesinde kimse mülk kavramını bilmez. Gruplar halinde tarlalarda çalışılır ve gruplar halinde ortak yemekhanelerde yemek yenir. Çalışma saatleri gün içerisinde toplam altı saattir. Kalan vakitlerinde ise yararlı sosyal faaliyetlerde bulunurlar. Evleri ise insanlar on yılda bir dönüşümlü olarak kullanırlar. Ve bunlar kur’a ile belirlenir. Her üç günde bir ya da gerekli ise daha sık her bölgeden atanan en yaşlı ve bilge başkanlarla toplanıp memleket işlerini konuşurlar. Konsey diyebileceğimiz bu topluluğun bir kuralı vardır ki o da; bir öneri ilk ortaya atıldığı gün üstüne tartışılmaz. Tüm tartışmalar gelecek toplantıya ertelenir. Aksi takdirde ilk akla gelenin toplum için en doğru olduğuna inanılabilme ihtimalindendir. Onların moda adında bir canavarları da yoktur. Herkes bir örnek giyinir ve farklılıklar çok azdır. Renkler genellikle sade ve rahattır. Ve de hepsi ev yapımıdır.

Ütopya da çekirdeğin özü ise ailedir. Yani ev halkıdır. Her şehirde altı bin aile vardır ve nüfusu sabit tutmak için bir yasa yapmışlardır. Aileyi ise en yaşlı erkek yönetir. Para, altın toplumsal hayatlarında o kadar arka sıralardadır ki altını kölelerin prangalarında, zincirlerinde kullanırlar. More’un değimince Ütopyalılar bakmak için gökyüzündeki onca yıldız, güneş, ay varken bir insanın, bir parçanın sönük pırıltısıyla(altın, gümüş, para gibi) nasıl büyülendiğini asla anlayamazlardı.” Nasıl oluyordu da akıl kapasitesi bir teneke parçası ya da bir kereste parçası kadar olan, mutlak budalalığı, ahlaksızlığıyla başa baş giden bir adam, yalnızca bir altın yığınına sahip oldu diye, bir sürü akıllı insanı emrine amade kılabiliyordu.” İşte bunları Ütopyalılar anlayamayacaktı da. Bunun yanısıra astronomide uzmandırlar. Onlar her ruhun ölümsüz olduğuna ve “müşfik bir tanrı” tarafından yaratıldığına inanırlar. Yalnızca iyi ve dürüst zevkler mutluluk verir. Yani her türlü zevki mutluluk olarak da tanımazlar. Sosyal ilişkiler ise daima arkadaşçadır. Her düşünceye saygı vardır. Kimse yaptığı, düşündüğü ve inandığı şeylerden dolayı kötü bir durum ya da anlayış ile karşılaşmaz.

Ütopya bunlardan yola çıkarak zenginlerin fakirleri sömürmediği, para denen illetin insanların hayatlarını dikey şekilde değiştirmediği bir dünyadır. Ancak şuan ki dünyamızda ise savaşların ve ölümlerin Ütopyalıların kıymet vermediği ve en değersiz gördüğü para, altın gibi unsurlar en kıymet verilen unsurların başında gelmektedir demek yanlış olmayacaktır. Ve kapitalizmin ilerleyişini ve yükselişini sağlayan bu faktörleri insan canından daha önemli olmadığı inancı o katı zihinlerde olmadığı sürece savaşlar, ölümler, katliamlar devam edecektir. Ne yazıkki Ütopya “ümit edilen bir toplum modeli” olarak gözükse de insan zihnine yerleşmiş para ve hırs gibi mikropların, zihinlerden arındırılmadığı sürece Ütopyadan ileri gitmeyeceğide bir gerçek gibi gözler önünde duracaktır.
 
Kaynak
More Thomas,2003,Ütopya, Dergah Yayınları, İstanbul
Aydın Mustafa,2011,Güncel Kültürde Temel Kavramlar, Açılım Kitap, İstanbul
Marshall Gordon,2009,Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara

Bir Noel Şarkısı - Charles Dickens


Şu dünyanın ikiyüzlülüğüne bak! 
Hiçbir şey yoksulluk kadar ezici olamaz. 
Hiçbir şey de servet peşinde koşmak kadar aşağılanmamıştır.