12 Temmuz 2021

Desiderius­ Erasmus - Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş

Hümanistlerin prensi Erasmus, barışçıl perspektifler uluslararası hukukun görüş alanına girmeden önce modern savaş eleştirisinin temellerini attı. Kuzey Avrupa Rönesans’ının bu büyük ustası, savaşı yalnızca dinsel nedenlerle değil aynı zamanda rasyonel karşısavlarla da belirgin şekilde kınadı. Modern düşünce tarihinde barış elçisi olarak anılabilecek biri varsa, bu şeref öncelikle Erasmus’a aittir.

Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş, modern Avrupa’nın savaş karşıtı ilk metnidir. 1515 tarihli bu deneme, savaşa aşina olmayanları ve bu uğurda her türlü riski almaya hazır olanları uyarır. Cicero’dan bu yana tartışılagelen adil savaş fikrini reddeden ve devletlerarası anlaşmazlıklarda tarafsız yargılayan bir merci bulmanın mümkün olmadığını belirten Erasmus, barışı her şeyden önce varoluşsal bir zorunluluk olarak ortaya koyar...Çevirmen : Şebnem Sunar

 *

Literatürde çokça  övülen,  son  derece  seçkin  bir  özdeyiştir glykys  apeiro  polemos,  yani:  Savaş, onu yaşamayanlara tatlı gelir. Vegetius savaş sanatı hakkındaki  eserinin  III.  kitap,  XIV.  bölümünde şöyle der: “Acemi erin savaş istemesine pek itibar etmeyin; çünkü savaş, onu yaşamamış olanlara tatlı gelir.” Pindaros’tan alıntılayacak olursak: “Glyky de polemos apeiroisin, empeiron de tis tarbei prosion-ta nin kardia perissos”, yani: Onu yaşamamış olanlar için savaş tatlıdır; ama onu yaşayan birini, dü-şüncesi bile fazlasıyla ürpertir. Bizzat tecrübe etmeden ne derece tehlike ve felaket getireceğini hayal bile edemeyeceğiniz ba­zı insan ilişkileri vardır.

Tecrübesiz  biri  için  nüfuz  sahibi  bir  dostun lütfu tatlıdır; tecrübeli kişi bundan sakınır.

Sarayda seçkinler arasında boy göstermek, hükümdarın işlerine aşina olmak, hoş ve harika bir şey gibi görünür; ama tecrübeleriyle konuya fazlasıyla  aşina  olan  yaşlılar,  bu  mutluluktan  seve seve kaçınırlar. Genç bir kızı sevip âşık olmak hoş gelir ama yalnızca aşkın ne kadar acı barındırdığını henüz hissetmemiş olanlara. Bu, genç ve meseleye yabancı olmasa kimsenin bulaşmayacağı, tehlike ve talihsizlikle bağıntılı bütün girişimlere ay­nı  şekilde  uygulanabilir.  Hatta  Aristoteles Reto­rik’te bunu gençlerin daha cesur, yaşlılarınsa daha korkak  olmalarının  nedeni  olarak  ortaya  koyar; çünkü birinde tecrübesizlik cüret yaratır, öbürün-deyse yaşanan birçok talihsizliğin tecrübesi endişe ve tereddüde neden olur. İnsani meselelerde daha da tereddütlü davranmanın uygun olacağı, hatta her bakımdan kaçınılması, lanetlenmesi ve yasaklanması gereken bir şey varsa o da kesinlikle savaş­tır; zira bundan daha ahlaksız, daha uğursuz, daha geniş kapsamda zarar verici, inadına daha çözüm-süz, daha iğrenç ve Hıristiyanlar için demeyelim ama  genel  olarak  insanlar  için  daha  onur  kırıcı başka hiçbir şey yoktur. Günümüzde herhangi bir nedenle her yerde ve rahatlıkla savaş çıkarılabilmesi,  yalnızca  paganlar  tarafından  değil  Hıristiyanlar tarafından da, sırf dünyevi insanlar tarafından  değil  rahipler  ve  piskoposlar  tarafından  da, bir  tek  gençler  ve  tecrübesizler  tarafından  değil yaşlı ve bir o kadar da tecrübe sahibi olanlar tarafından da, yalnızca halk ve doğaları gereği kolayca tahrik edilebilir yığınlar tarafından değil görevleri bu  bayağı  yığınların  ayaklanmalarını  bilgelik  ve akılla yatıştırmak olması gereken prensler tarafından da acımasızca ve barbarca savaşa girilmesi yeterince şaşırtıcıdır. Böyle menfur olayların korunu karıştırıp  ateşi  canlandıran  ve  deyiş  yerindeyse üzerine soğuk su püskürten hukuk uzmanları ile din adamları da yok değildir. Böylece savaşın ge-nelde kabul edilebilir bir şey olarak görüldüğü ve savaş sevmeyen insanlar olmasının şaşırtıcı bulunduğu bir noktaya gelinmiştir. Bu en cani ve aşağı-lık meseleyi kınamanın bayağı ve –hani neredeyse diyeceğim ki– sapkın sayıldığı ölçüde savaşa izin verilmiştir. Oysa birbirini karşılıklı imha edebilsin diye böyle vahşice bir çılgınlıkla, böyle delice bir kargaşa içinde canavarlığa varıncaya değin koşturmayı doğanın barış ve iyilik için yarattığı insanın, her şeyin selameti için meydana getirdiği bu nazik canlının aklına önce hangi kötücül dehanın, hangi vebanın, hangi deliliğin, hangi intikam tanrıçasının sokmuş olabileceğini merak etmek, daha adil bir şey olurdu. Bu, şeylerin özünü ve doğasını bizzat  kavramak  için  zihnini  yaygın  genel  kanıdan uzaklaştıran  ve  ayrı  ayrı  hem  insanın  portresine  hem de savaşın tablosuna bir süre felsefi gözle bakan herkes için daha da şaşırtıcı olacaktır.

Öyleyse insan bedeninin görünüşüne ve şekline  bakıldığında  doğanın,  daha  doğrusu Tanrı’nın böyle bir varlığı savaş için değil dostluk için, felaket için değil selamet için, şiddet eylemi için değil, hayır için yarattığı fark edilmiyor mu? Zira ne de olsa  doğa,  diğer  canlıların  her  birini  kendilerine özgü silahlarla donatmıştır: boğaların saldırma ar-zusunu boynuzla, aslanların öfkesini pençeyle kuşatmıştır. Yabandomuzuna öldürücü dişler vermiş-tir.  Filler  derilerinin  ve  iri  gövdelerinin  dışında hortumla da güvenceye alınmıştır. Doğa, timsahı plakaya  benzer  bir  kabukla  güçlendirmiştir.  Yunuslara  saldırı  silahı  yerine  yüzgeç  bahşetmiştir. Kirpiyi dikenle, vatozu kuyrukla takviye etmiştir. Horozlara mahmuz eklemiştir. Bir kısım hayvanı kabukla korurken diğerlerini kürkle ya da pullarla korumuştur.  Bazılarının,  sözgelimi  güvercinlerin zarar görmemesini hız aracılığıyla sağlamıştır. Yine bazı  başkalarına  silah  olarak  zehir  pay  etmiştir; doğa onlara ayrıca çirkin ve korkunç bir görünüş vermiş,  tehditkâr  bakışlar,  tıslama  sesleri  bahşetmiştir. Deyiş yerindeyse onları doğal bir düşmanlıkla aşılayarak bağışık kılmıştır. Doğa yumuşak et ve  pütürsüz  deriyle  yalnızca  insanı  çıplak,  zayıf, narin  ve  savunmasız  yaratmıştır.  İnsanın  uzuvlarında kavga ya da bir saldırı esnasında kullanabile-ceği hiçbir şey yoktur. Bütün bunlarla beraber di-ğer canlıların çoğunlukla –doğar doğmaz– kendilerini hayatta tutmaya muktedir oldukları söylenebilir; yalnızca insan, uzun süre büsbütün dış yardıma bağımlı kalacak şekilde dünyaya gelir. Ne konuşabilir  ne  yürüyebilir  ne  de  besine  ulaşabilir, yalnızca ağlayıp sızlayarak yardım isteyebilir: Böylece  buradan  insanın  tümüyle  dostluk  için,  esas olarak da karşılıklı hizmetle gerçekleşen ve varlığı-nı  sürdüren  dostluk  için  doğan  tek  canlı  olduğu sonucuna  varılabilir.  Buna  göre  doğa,  hayatın  armağanını  insanın  kendinden  ziyade  iyiliğe  bırak-masını ister; böylece iyilik ve sıkı bağlılık için tayin edildiğini anlayabilecektir. Bunun sonucunda doğa ona diğerleri gibi çirkin ve vahşi bir görünüş değil, sevginin ve iyiliğin ayırt edici özelliği olarak yu-muşak  ve  hoş  bir  görünüş  vermiştir.  Ona  ruhun aynası olan dost canlısı bakışlar bahşetmiştir. Sarı-labilsin diye bükülen, esnek kollar sağlamıştır. Ruh­ların birbirine dokunduğu ve bir bütün haline gel-diği öpücük hissini vermiştir. Neşenin ifadesi olan gülmeyi,  merhametin  ve  uysallığın  simgesi  olan gözyaşlarını yalnızca ona pay etmiştir. Hatta ona hayvanlarınki gibi tehditkâr ve korkutucu değil de hoş ve etkileyici bir ses de vermemiş midir?

Bununla da yetinmemiş, doğa sözün ve aklın kullanımını yalnızca insana armağan etmiştir; kuş­kusuz, iyilik görmek için de teşvik etmek için de özellikle uygun bir şeydir bu, öyle ki insanlar arasındaki hiçbir şey şiddet yoluyla giderilemez. Do­ğa, insanın içine yalnızlığa karşı bir antipati duygusu ve toplum oluşturma arzusunu ekmiştir. İnsanın içine derinlerde bir yere iyilik tohumlarını gömmüştür.  En  yararlı  şeyi  en  güzel  şey  olacak şekilde düzenlemiştir: Bir dosttan daha sevilesi ne olabilir?  Ve  öte  yandan  bir  o  kadar  da  gerekli olan? Bu nedenle, insanın birbiriyle ilişki kurmadan rahat bir hayat sürmesi mümkün olsaydı bile, birliktelik olmadan hiçbir şey güzel görünmezdi –  insan  olmaktan  büsbütün  sıyrılıp  hayvana  dönüşmek istenmediği sürece. Buna bilimsel eğitim ve araştırma arzusunu da ekleyin; bu, dostluk kurmanın mükemmel bir yolu olduğu gibi insan ruhunu  da  kabalıktan  en  fazla  uzaklaştıran  şeydir. Ruhları, saygın incelemelerde söz edilen birliktelikten daha güçlü ya da daha kalıcı dostluk bağlarıyla  gerçekte  ne  hamilelik  ne  de  kan  akrabalığı bağlar.  Dahası,  zihinsel  ve  bedensel  yetenekler, insanlar arasında gerçekten takdire şayan bir çeşitlilikle dağıtılmıştır; hiç kuşkusuz, herkes bir diğerinde mükemmelliğinden ötürü sevebileceği ya da hayran olabileceği ya da yararlı ve gerekli diye övebileceği bir şey bulabilir. Nihayetinde insanın içine tanrısal ruhun küçük bir kıvılcımı yerleştirilmiştir, gerçek şu ki insan görünürde bir ödül olmadan da herkese yararlı olmaktan mutluluk duyar. İhsan ederek herkesin yardımına koşmak, son kertede Tanrı’ya uyan ve yakışan bir şeydir. Yoksa birini kurtardığımızı fark ettiğimizde niçin ruhumuzda alışılmadık bir sevinç duyalım ki? Kaldı ki bir insan için yardımseverliğiyle bağlandığı insan özellikle değer taşır. Tanrı o nedenle insanı deyiş yerindeyse dünyevi bir tanrısal varlık gibi herkesin selametini sağlayacak bu dünyadaki sureti olarak tayin etmiştir. Akla sahip olmayan hayvanlar bile bunu hisseder; çünkü yalnızca insana alışkın olan hayvanları değil panter, aslan ve daha da vahşi  yırtıcıların  büyük  tehlike  durumunda  insanın koruması altına kaçtığını görürüz. İnsan herkesin sığınacağı  son  yurt,  dünyadaki  en  kutsal  sunak, herkesin kutsal çapasıdır.

İnsanın  portresini  ana  hatlarıyla  çizdik.  Öte yandan, madem seviliyor, o zaman şimdi de bir savaş tasviri sunalım. Sert çehreleri ve dehşetli sesleriyle  bir  barbarlar  kohortunu gözünüzün önüne getirin, her iki taraftaki zırhlı birlikleri, çıkan korkunç  sesi  ve  parlayan  silahları,  bu  derece  büyük bir kalabalığın rahatsız edici gürültüsünü, tehditkâr bakışları,  gürleyen  savaş  borularını,  trompetlerin dehşet  uyandıran  tınısını,  korkutuculuğuyla  gerçek gök gürültüsünü aratmayan ama daha büyük zarara yol açan top patlamalarını, çılgın savaş çığlıklarını,  zincirinden  boşanmış  hücumları,  insan etinin muazzam derecede parçalara ayrılışını, düşenler ile katledilenlerin acımasızca yer değiştirişini, öldürülenlerin oluşturduğu yığınları, kanla yıkanan savaş meydanlarını, insan kanıyla boyanan nehirleri. Bazen kardeşin kardeşle, kuzenin kuzenle,  arkadaşın  arkadaşla  karşılaştığı  ve  bir  sözüyle bile onu incitmemiş olan o kişinin karnına delice bir öfkeyle kılıç sapladığı da görülür.

Bu trajedi genelde o kadar acı getirir ki insa-nın yüreği bundan bahsetmeye elvermiyor. Nispeten küçük, olağan musibetleri anlatmak zorunda kalmasaydım  keşke:  dört  bir  yanda  ezip  geçilen ekili tarlaları, yanan çiftlikleri, yakılan köyleri, tecavüze  uğrayan  kızları,  esarete  sürüklenen  ihtiyarları, yağmalanan kutsal emanetleri, her yerde girişilen soygunları, talanları, şiddeti ve kargaşayı. Ve keşke en başarılı, en adil savaşları bile izleyen felaketleri gizleyebilseydim: yağmalanan halk, aşı­rı  baskı  altındaki  soylular,  çocuklarının  öldürülmesiyle daha da mutsuzlaşarak yıkılan ve, kılıçtan geçirilmekten  de  beteri,  yalnız  kalan  onca  yaşlı insan, geride bırakılan onca yaşlı kadın, dul kalan onca eş, yetim kalan onca çocuk, onca matem evi, sefalete düşen onca varlıklı insan. Peki herkes ha-yattaki tüm vebanın savaşla patlak verdiğini bilir-ken ahlakın çöküşüne ne demeli? Dindarlığı hiçe saymak,  yasaları  göz  ardı  etmek,  her  türlü  suçu işlemeye hevesli olmak hep buradan kaynaklanır. Bu kaynaktan yoğun bir korsan, soyguncu, tapınak hırsızı ve katil seli fışkırır. En önemlisi de, bu uğursuz vebanın kapsamı sınırlandırılamaz, aksi-ne kıyıda köşede oluşup yalnızca komşu bölgelere salgın  misali  ulaşmakla  kalmaz,  aynı  zamanda uzak bölgeleri dahi, ticaretle olsun, bir evlilik ya da bir antlaşmayla olsun, genel çatışmanın ve zamane koşullarının içine çeker. Hatta savaş, savaşı doğurur;  apaçık  bir  savaş  sahte  bir  savaştan,  en şiddetli savaş küçücük bir savaştan doğar ve Lerna Canavarı efsanesinin aktardığı şey, savaş söz konusu olduğunda, hiç de nadiren başa gelmez.

Şeylerin özünü ve doğasını azami sezgiyle gören ve son derece yerinde alegorilerle tasvir eden antik  şairler,  savaşın  Ölüler  Ülkesi’nden,  üstelik de erinys’lerin yardım ve yataklığıyla yollandığını,  ayrıca  gelişi güzel  bir  intikam  tanrıçasının  bu görevi yerine getirmeye uygun olmadığını, bin adı zarar getiren bin sanatı olan en tahripkârının seçildiğini, öyle sanıyorum ki, bu nedenle söylemişlerdir. Sayısız yılanla donanarak Tartaros’un borusunu öttüren odur. Pan her şeyi anlamsız bir patırtıya boğar. Bellona öfkeli kırbacını sallar. Menfur savaş çılgınlığı birleş-miş bir grubun bütün bağlarını koparıp atan, kana 


Pablo Neruda Seçme Şiirler

 

 
 Matilde'ye Sone
Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.
Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.
Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.

Seviyorum Suskunluğunu
Seviyorum suskunluğunu, sanki sen
yokmuşçasına burada
duyarsın beni uzaktan, dokunmaz sana sesim.
Uçup gitmiş gibi gözlerin
ve ağzın bir öpüşle mühürlenmiş.
Seviyorum suskunluğunu, çok uzakta
görünüyorsun
Sanki yas tutuyorsun, kumrular gibi cilveleşen
kelebek benzeri.
Uzaklardan duyuyorsun beni, ulaşmıyor sana sesim.
Bırak da varayım dinginliğine sessizliğinde.
Ve konuşayım sessizliğinle
bir lamba gibi parlak, bir yüzük gibi yalın.
Gece gibisin, suskunluğun ve takım yıldızlarınla
Yıldızlarınki gibidir sessizliğin, öyle uzak, önyargısız.
Seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada
uzakta ve hüzün dolu, sanki ölmüşsün gibi.
İşte o zaman bir sözcük yeter
Uçarım, uçarım sevinciyle yaşadığının.

Nazım'a Bir Güz Çelengi
Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız
şimdi
Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek
miyiz bir daha?
Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne yapacağız?
Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun birleştiği
Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu?
Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın
bana
Denizden esen acı rüzgâr katsaydı önüne onları
Bulutlar gibi yaprak gibi uçarlar
Düşerlerdi orada, uzakta,
Yaşarken kendine seçtiğin
Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa
Sana Şili'nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum
Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üstünde parıldayan
Halkların kavgasını ve kavgamı benim
Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan...
Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım
sensiz
Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden
yoksun
Dostluğumuzdan, bana ekmek olan,
Rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan.
Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle
Kuyu gibi kapkara zindanlardan
Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları
Ellerinde izi vardı eziyetlerin
Hınç oklarını aradım gözlerinde
Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin
Yaralar ve ışıklar içinde
Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlar
Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya.
Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın,
Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun?
Teşekkürler, böyle olduğun için! Teşekkürler o ateş için
Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca.

Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Şöyle diyebilirim : 'Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler'
Gökte gece yelinin söylediği türküler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler
Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler
Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler
Sevgim onu alakoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler
Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Bakışlar sanki onu bana getirecekler
Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler
Sesim ara rüzgarı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler
Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler
Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hala sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer
Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler
Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler

Güzde Unutulmuş
Saat yedi buçuğuydu güzün
Ve ben bekliyordum
Kimi beklediğim önemli değil.
Günler, saatler, dakikalar
Bıktılar benle olmaktan
Çekip gittiler azar azar
Kaldım ortada, tek başıma
Kala kala kumla kaldım
Günlerin kumuyla, suyla
Bir haftanın artıklarıyla kaldım
Vurulmuş ve hüzünlü
Ne var, dediler bana Paris'in yaprakları
Kimi bekliyorsun?
Kaç kez burun kıvırdılar bana
Önce ışık, çekip giden
Sonra kediler, köpekler, jandarmalar
Kalakaldım tek başıma
Yalnız bir at gibi
Otların üstünde ne gece, ne gündüz
Sadece kışın tuzu
Öyle kimsesiz kaldım ki
Öyle bomboş
Yapraklar ağladılar bana
Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi
Düştüler son yapraklar
Ne önceleri, ne de sonra
Hiç böyle yalnız kalmamıştım
Bu kadar
Ve kimi beklerken olmuştu
Hiç mi hiç hatırlamam.
Saçma ama bu böyle
Bir çırpıda oldu bunlar
Apansız bir yalnızlık
Belirip yolda kaybolan
Ve ansızın kendi gölgesi gibi
Sonsuz bayrağına doğru koşan.
Çekip gittim, durmadım
Bu çılgın sokağın kıyısından
Usul usul, basarak ayak uçlarıma
Sanki geceden kaçıyor gibiydim
Ya da karanlık, kükreyen taşlardan
Bu anlattıklarım hiç bir şey değil
Ama başıma geldi bütün bunlar
Birini beklerken bilmediğim
Bir zamanlar.

Yüz Aşk Şiiri -54
Görkemli us, ışıklı iblisi salt salkımın,
dik öğlenin, şükür burdayız artık, biz bize,
kurtulduk yalnızlıktan, artık uzağız
kentin o vahşi çılgınlığından.
Saf çizgi dişi güvercini sardığı zaman
ve ateş süslediğinde tözünün barışını
ikimiz yaratıyoruz bu göksel sonucu.
Evimizde oturuyor çıplak us, çıplak sevi.
Öfkeli düşler, acı değişmezliğin ırmakları
bir çekiç düşünden daha sert kararlar, siz,
düşüyorsunuz aşıkların çifte başına.
Terazinin üstünde aşk ve us,
bu ikiz çifte kanatlar doğruluncaya dek.
Böyle kuruluyor saydamlık.

Bizler Susuyorduk
Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizlğin çuvalı

Son
Bu sözcükleri kanımla yarattım,
Evet, acılarımla yarattım bu sözcükleri!
Anlıyorum sizi dostlar, her şeyi anlıyorum.
Benim olmayan sözcükler girdi araya,
Anlıyorum sizi dostlar!
Havalanmak istiyormuşum gibi
Kuşların kanatları, bütün kanatlar
İmdadıma yetişti,
İşte benim olmayan bu sözcükler
Ruhumun bu karanlık esrikliğini kurtarmaya geldi.
Şafak,
Sıkıntı düğümlerini boğazımda hiç
Bu kadar sıkmadı sanki.
Yine de
Kanımla yarattım, evet, acılarımla
Bu sözcükleri. Yarattım onları!
Neşe için sözcükler yarattım
Alev alev bir taçken yüreğim;
Çivileyen acının sözcüklerini,
Sizi kemiren içgüdüleri,
Tehdit eden atılımları,
Sonsuz istekleri,
Açı kaygıları,
Ak şemsiye çiçekleriyle dolu kırmızı bir toprak gibi
Çiçeklenen ömrümü örten aşk sözcüklerini.
İçimden taşıyorlardı. Hep taşmışlardır.
Çocuk, acım çığlıktır
Ve sevincimdir sessizliğim.
Daha sonra unuttular gözler
Herkesin yüreğinin rüzgarıyla
Süpürülen gözyaşlarını.
Şimdi söyleyin bana dostlar
Nereye saklandığını
Hıçkırıkların bu buruk öfkesinin.
Dostlar, nereye saklandığını sessizliğin,
Hiçbir kulak, hiçbir bakış
Kendisini suçüstü yakalamasın diye.
Sözcükler geldi ve bir şafak gibi
Bastırılamaz yüreğim parçalandı onlar arasında,
Asılarak uçuşlarına,
Sürüklenip, çekilip kahramanca kaçışlarında,
Terkedilmiş ve çılgın ve onlar altında unutulmuş yüreğim
Ölü bir kuş gibi, kanatlarının gölgesinde.

Asma Çubuğu ve Rüzgar
Bir şarkıcıyım ben,
Avrupa’nın bağlarında dolaştım;
Gezindim rüzgarlar altında.
Asya’nın rüzgarı altında.
Yaşamlar içinde en iyisi
Yaşam bile,
Dünyanın tadı;
Ak pak barış bile;
Avareydi
Devşirdim
Evet devşirdim.
Başka toprakların
En iyisi
Yüceltti şarkısını dudağımda;
Bağların ortasında
Barışın ve rüzgarın özgürlüğü!
İnsanlar nefret ediyor gibiydiler
Birbirleriyle.
Yine de aynı gece
Birbirlerinin üzerlerini
Örtüyorlardı.
Bizi uyandıran
Tek ışık
Dünyanın ışığıydı bu!
Evlerine girdim,
Yemek yiyorlardı masalarında;
Fabrikadan çıkmıştılar,
Gülüşüp ya da ağlaşıyorlardı.
Ve de
Hepsi birbirine benziyordu.
Ve hepsi de
Gözlerini ışığa çeviriyorlardı
Yollarını arıyordu hepsi de.
Hepsinin bir ağzı vardı
Türkü çağırıyorlardı,
Türkü çağırıyorlardı
İlkbahara dönük!
Hepsi.
İşte rüzgarda
Bağ çubuklarının arasında
En iyi insanları devşirdim
Şimdiyse dinlemeniz gerek beni

Julius Fuçik'le Konuşma
(Seçme)
1
Sokak Dostum

Prag sokaklarında kıştı
Julius Fuçik’in buyur edildiği
Taş duvarlı evi arşınlıyordum her gün.
Ev hiçbir şey anlatmadı bana
Ne demir çubuklar,
Ne sağır pencereli buz gibi ev
Yani hiçbir şey.
Her gün buradan geçiyordum ama,
Duvarları elliyor bakıyordum
Bir yankı arıyordum,
Koçyiğit savaşçının sesinden ve sözünden!

Günlerden bir gün
Alnı gözüktü duvarlardan,
Başka bir akşam elleri;
Sonra kendisi çıktı ortaya:
Can dostum eşlik etti bana!
Venceslas alanında
Ve Havelska’nın eski çarşısında
Pragın kül rengi bir gül gibi yüceldiği
Strahov bahçelerinde!

Ağıt
Nehirler gibi,
Ağlamak istiyorum,
Garip bir başıma ben;
Kaygılar almalı beni,
Dalıp gitmeliyim,
Eski maden gecelerin gibi.
Neden,
Pırıl pırıl anahtarlar,
Neden harami elinde?
Kalksana Oello ana,
Aç sırrını,
Bu bitmez gecenin
Yorgunluğuna;
Akıl ver damarlarına,
Senin olsun,
Yupanqui’ler güneşi
Uyku hali konuşurum
Seninle,
Toprak toprağa.
Sıradağların;
Döl yatağı;
Sen ey Perulu ana,
Nasıl oldu nasıl oldu da
Saplandı,
Bu hançerler çığı,
Senin gebe kumluğuna?
Ellerin içindeyim,
KıpırdamaDuyuyorum:
Madenler yayılıyorlar,
Yeraltı boğazlarına.
Köklerinden olmuşum,
Ben, senin;
Bilmem neden,
Toprak vermez bilgeliğini
Bana.
Geceden gayrı,
Gördüğüm yok;
Yıldızlı topraklar,
Altında.
Bu uyduruk,
Bu cinli hayal da ne?
Sürünür gider,
Ta kızıl bir çizgiye?
Yasın gözleri,
Bitki, kapkara.
Nasıl vardın,
Bu acı rüzgara;
Nasıl oldu, nasıl oldu da,
Öfke taşları arasından,
Kopak;
Kaldırmadı kil tacını,
O gözler kamaştıran?
Yanayım kara bahtıma,
Çadırlar altında, bırak!
Kararmış ölü bir kök gibi,
Ko batıp gideyim!
Bu bitmez zalim gecede,
Yerin dibine ineceğim, ben;
Bir altın ağza kadar.
Gecenin taşına uzanmalıyım.
Burada ölmeliyim, derdimle.

Maruri Bir Sokağındaki Pansiyon  

Maruri bir sokak
Karşı karşıya değildi evler, sevmezlerdi birbirlerini,
yine de yan yanaydılar.
duvar duvara, fakat
pencereleri
bakmazdı sokağa, konuşmazdı,
öyle sessizdiler.

Bir kâğıt uçuruyor havalanır gibi ağaçtan
kışın kirli bir yaprak.

Akşam ortalığı tutuşturuyor, kaygı içinde
yok oluveren bir ateş boşaltıyor gök.

Kara sis balkonları örtüyor.

Açıyorum kitabımı. Yazıyorum
bir maden ocağının
çukurunda sanıp kendimi,
bir ıslak,
bırakılmış dehlizde.
Biliyorum kimse yok şimdi
evde, sokakta, acı kentte.
Bir mahkûmum açık kapısının önünde,
açık dünyanın önünde,
akşam alacasında şaşkın, gamlı bir öğrenciyim,
çıkıyorum işte o zaman şehriye çorbasına,
iniyorum ardından yatağa ve yarına.

Henry David Thoreau - Doğa


Ey Doğa! Hevesim değildir
Olmak senin destenin zirvesinde, —
Olmak bir meteor gökyüzünde,
Ya da bir yıldız mevzilenebilen yükseklerde;
Yalnızca bir meltem olabilsem
Nehrin kıyısındaki sazlıklarda esen;
Ver bana en mahrem yerini
Sürdürmem için düşsel neslimi

Soyutlanmış, kapalı bir çayırda
Soluklanayım bir sazlıkta
Ya da yaprak sesleriyle kaplı bir ormanda,
Akşam sakinliğini fısılda:
Oturgan bir iş ver bana yapayım,
— Tek isteğim — sana yakın olayım!

Öyle ya, yeğlerim evladın
Ve öğrencin olmayı, vahşi ormanlarında,
Olmaktansa başka bir yerde insanlığın kralı,
Ve hizmetin en hakimane kölesi:
Yaşamak senin şafağında bir an
Olmaktansa bir şehirde yıllarca perişan

 Çeviri: Aykut Kutucu