14 Ağustos 2024

Dinginliğin Gücü

 Ettore Aldo Del Vigo, 1952 | Surrealist painter | Surrealismo, Arte  surreale, Max ernst

DÜŞÜNEN ZiHNiN ÖTESi

İnsanın durumu: Düşüncede kaybolmuşluk.

Çoğu insan tüm yaşamını kendi düşüncelerinin sınırları içinde hapsolarak geçirir. Onlar geçmiş tarafından koşullandırılmış, dar, zihin-ürünü, kişiselleştirilmiş bir benlik duygusunu asla aşamazlar.

İçinizde, her bir insanın içinde olduğu gibi, düşünceden çok daha derin bir bilinç boyutu vardır. O sizin ta özünüzdür. Biz ona mevcudiyet, farkındalık, koşullanmamış bilinç diyebiliriz. Kadim öğretilerde, o içinizdeki Mesih'tir, ya da sizin Buda doğanızdır. O boyutu bulmanız sizi ve dünyayı -bildiğiniz tüm şey zihin-ürünü "küçük ben" olduğunda ve o yaşamınızı yönettiğinde- kendi kendinize ve başkalarına verdiğiniz ıstıraptan kurtarır.

Sevgi, mutluluk, yaratıcı genişleme ve kalıcı iç huzuru yaşamınıza ancak o koşullanmamış bilinç boyutuyla gelebilir. Eğer, ara sıra bile olsa, zihninizden geçen düşünceleri sadece düşünceler olarak görebilirseniz, eğer kendi zihinsel-duygusal tepkisel kalıplarınızın ortaya çıkışlarına tanık olabilirseniz, o zaman o boyut içinizde, düşüncelerin ve duyguların meydana geldiği farkındalık olarak -yaşamınızın içeriğinin gözler önüne serildiği ebedi içsel alan olarak- zaten ortaya çıkmaktadır. Düşünce akışı sizi kolayca sürükleyip götürebilecek muazzam bir devingenliğe sahiptir. 

Her düşünce çok önemliymiş gibi davranır. O dikkatinizi tamamen kendisine çekmek ister. İşte sizin için yeni bir ruhsal uygulama: Düşüncelerinizi çok ciddiye almayın. İnsanların kavramsal hapishanelerine hapsolmaları çok kolaydır. İnsan zihni, bilme, anlama ve kontrol etme arzusuyla, kendi fikirlerini ve görüş noktalarını gerçek ile karıştırır. O, "Bu böyledir" der. "Kendi yaşamınızı" ya da bir başkasının yaşamını veya davranışını her nasıl yorumlarsanız yorumlayın, herhangi bir durumu her nasıl yargılarsanız yargılayın, onun bir görüş-noktasından başka bir şey olmadığını, birçok olası perspektiften biri olduğunu idrak etmeniz için, sizin düşünceden daha büyük olmanız gerekir. O bir düşünce yığınından başka bir şey değildir. Ama, realite her şeyin iç içe örülü olduğu, hiçbir şeyin kendi başına var olmadığı bir birleşik bütündür. Düşünmek realiteyi parçalara ayırır; o, realiteyi kavramsal parçalara ayırır.

Düşünen zihin yararlı ve güçlü bir alettir, ama yaşamınızı tümüyle o yönettiğinde, onun siz olan bilincin sadece küçük bir veçhesi olduğunu idrak etmediğinizde, zihin çok sınırlayıcı da olabilir. Bilgelik düşüncenin bir ürünü değildir. Bilgelik olan derin biliş birisine ya da bir şeye tüm dikkatinizi verdiğinizde, bu basit eylemle ortaya çıkar.

Dikkat başlangıçtan beri var olan zekâdır, bilincin ta kendisidir. O, kavramsal düşünce tarafından yaratılmış bariyerleri ortadan kaldırır, ve bununla birlikte hiçbir şeyin kendi başına var olmadığı farkındalığı gelir. O algılayanı ve algılananı birleştirici bir farkındalık alanı içinde birleştirir. O, ayrılığı ortadan kaldıran şifacıdır. 

Her ne zaman zorlayıcı bir biçimde düşünmeye dalarsanız, olan'dan kaçınıyor olursunuz. Bulunduğunuz yerde olmak istemiyorsunuzdur. Yani, Şimdi, Burada olmak istemiyorsunuzdur. Dini, siyasi, bilimsel tüm dogmalar (akıl yürütmeksizin doğruluğunun benimsenmesi belllenen inançlar) düşüncenin realiteyi ya da gerçeği kapsayabileceği yanlış inancından kaynaklanırlar. Dogmalar ortak kavramsal hapishanelerdir. Ve garip olan şey şu ki insanlar içinde bulundukları hapishaneyi severler, çünkü o onlara bir güvenlik duygusu ve sahte bir "Biliyorum" duygusu verir. Hiçbir şey insanlığa kendi dogmalarından daha fazla ıstırap vermemiştir. Her dogmanın er ya da geç çöktüğü doğrudur, çünkü realite eninde sonunda onun yanlış olduğunu ortaya çıkaracaktır; ancak, onun temel yanılgısı olduğu gibi görülmedikçe, onun yerini başka dogmalar alacaktır. Bu temel yanılgı nedir? Düşünceyle özdeşleşmek.

Ruhsal uyanış düşünce rüyasından uyanıştır. Bilinç âlemi düşüncenin "kavrayabileceğinden çok daha engindir. Siz artık düşündüğünüz her şeye inanmadığınızda, düşüncenin dışına çıkar ve düşünenin siz olmadığınızı berrak bir biçimde görürsünüz. Zihin bir "yeter'sizlik" hali içinde bulunur ve bu yüzden daima daha fazlasını ister. Siz zihinle özdeşleştiğinizde, çok kolayca sıkılır ve huzursuz olursunuz. Can sıkıntısı zihnin daha fazla uyarımın, daha fazla düşünce besininin açlığını çektiğini, ve açlığının doyurulmadığını gösterir. Can sıkıntısı hissettiğinizde, zihnin açlığını bir dergi okuyarak, bir telefon konuşması yaparak, TV izleyerek, internette gezinerek, alışverişe çıkarak doyurabilirsiniz, ya da -ve bu yaygin bir şeydir zihinsel yoksunluk duygusunu ve onun daha fazlasına duyduğu ihtiyacı bedene aktararak ve daha fazla yemek yiyerek geçici bir doyum sağlayabilirsiniz. Ya da canı sıkılmış ve huzursuz olarak kalabilir ve böyle olmanın nasıl bir his verdiğini gözlemleyebilirsiniz.

Bu hisse farkındalık getirdiğinizde, birden o hissi adeta bir alan ve dinginlik kuşatır. Bu başlangıçta azdır, ama içsel alan duygusu büyürken, can sıkıntısı hissinin yoğunluğu ve önemi azalmaya başlayacaktır. Böylece, can sıkıntısı bile size kim olduğunuzu ve olmadığınızı öğretebilir. Siz "canı sıkılmış kişi" nin siz olmadığınızı keşfedersiniz. Can sıkıntısı sadece içinizdeki koşullanmış bir enerji devinimidir. Siz öfkeli, üzgün, ya da korkan kişi de değilsinizdir.

Can sıkıntısı, öfke, üzüntü ya da korku "sizin" değildir, onlar kişisel değildir. Onlar insan zihninin koşullarıdır. Onlar gelir ve giderler. Gelip giden hiçbir şey siz değildir. "Ben sıkılıyorum." Bunu kim bilmektedir? "Ben öfkeliyim, üzgünüm, korkuyorum." Bunu kim bilmektedir? Siz bilinen koşul değilsiniz, siz bilişsiniz.

Her türlü önyargı sizin düşünen zihinle özdeşleştiğinizi gösterir. Bu artık o insanı görmediğiniz, sadece o insanla ilgili kendi kavramınızı gördüğünüz anlamına gelir. Bir başka insanın canlılığını bir kavrama indirgemek acımasız bir şiddet biçimidir.

Farkındalık temeline dayanmayan düşünme kişinin kendi çıkarlarına hizmet edici ve işlevsiz hale gelir. Bilgelikten yoksun kurnazlık son derece tehlikeli ve yıkıcıdır. Halen insanlığın çoğunun hali budur.

Düşüncenin bilim ve teknoloji olarak büyüyüp genişlemesi de, esasen iyi ya da kötü olmamasına karşın, yıkıcı hale gelmiştir, çünkü onun kaynaklandığı düşünüş, çoğunlukla, farkındalık temeline dayanmaz.

İnsan tekâmülündeki bir sonraki aşama düşünceyi aşmaktır. Bu şimdi bizim acil görevimizdir. Bu artık düşünmemek anlamına gelmez; bu, düşünceyle tamamen özdeşleşmemek, onun hâkimiyeti altına girmemek anlamına gelir.

İçsel bedeninizin enerjisini hissedin. Hemen zihinsel gürültü yavaşlar ya da sona erer. O enerjiyi ellerinizde, ayaklarınızda, karnınızda, göğsünüzde hissedin. Siz olan yaşamı, bedene can veren yaşamı hissedin. Beden o zaman, değişken duyguların altındaki ve düşünüşünüzün altındaki daha derin bir canlılık duygusuna bir giriş kapısı haline gelir. Sizde sadece başınızda değil, tüm Varlığınızla hissedebileceğiniz bir canlılık vardır, içinde düşünmeniz gerekmeyen o mevcudiyette her hücre canlıdır. Bununla birlikte, o hal içindeyken, eğer pratik bir amaç için düşünce gerekirse, o oradadır. Zihin hâlâ iş görebilir, ve siz olan daha büyük zekâ onu kullandığında ve kendisini onun vasıtasıyla ifade ettiğinde, o güzel bir biçimde iş görür.

Yaşamınızda doğal ve spontane bir biçimde meydana gelen,"düşünce olmadan bilinçli" olduğunuz o kısa süreleri gözden kaçırmış olabilirsiniz. O sırada elle yapılan bir faaliyetle meşgul oluyor, ya da odanın bir ucundan öbür ucuna yürüyor, veya havaalanında gişede bekliyor, ve o anda orada öylesine tam olarak bulunuyor olabilirsiniz ki, olağan zihinsel parazit yatışır ve onun yerini farkında bir mevcudiyet alır. Ya da kendinizi gökyüzüne bakıyor veya birisini hiçbir zihinsel yorumda bulunmadan dinliyor bulabilirsiniz. O sırada algılarınız çok berrak hale gelir, düşünce tarafından karartılmaz. zihin için bu hiç önemli değildir, çünkü onun hakkımda düşüneceği "daha önemli" şeyler vardır. O ayrıca hatırlanmaya değmez, ve işte bu yüzden onun zaten meydana geldiğini gözden kaçırmış olabilirsiniz.

Gerçek şu ki o sizin başınıza gelebilecek en önemli şeydir. O düşünmekten farkında mevcudiyete geçişin başlangıcıdır. "Bilmeme" hali içinde rahat olun. Bu sizi zihnin ötesine götürür, çünkü zihin daima bir sonuç çıkarmaya ve yorumlamaya çalışır. O bilmemekten korkar. Bu yüzden, siz bilmeme konusunda rahat olabildiğinizde, zihnin ötesine zaten geçmişsinizdir. Sonra o hal içinde kavramsal-olmayan daha derin bir biliş ortaya çıkar.

Sanatsal yaratım, sporlar, dans, öğretmenlik, danışmanlık -herhangi bir uğraş alanında ustalık ve hâkimiyet, düşünen zihnin ya işin içine hiç karışmadığını ya da en azından ikinci plânda kaldığını gösterir. Sizden daha büyük, ancak özünde sizinle bir olan bir güç ve zekâ yönetimi ele alır. Artık bir karar-verme süreci yoktur; spontane bir biçimde doğru eylem meydana gelir, ve onu "siz" yapmazsınız.

Yaşam ustalığı ve hâkimiyeti kontrolün zıddıdır. Siz daha büyük bilince uyumlanırsınız. O hareket eder, konuşur, işleri yapar. Bir tehlike ânı düşünce akışının geçici olarak kesilmesine neden olabilir ve böylece size mevcut, uyanık, farkında olmanın ne anlama geldiğini tattırır. Gerçek, zihin kavrayabileceğinden çok daha her şeyi kapsayıcıdır. Hiçbir düşünce Gerçeği kapsayamaz. Olsa olsa, o Gerçeği işaret edebilir.

Örneğin, o "Her şey aslında bir'dir" diyebilir. Bu bir açıklama değil, bir işaret ediştir. Bu sözcükleri anlamak, onların işaret ettikleri gerçeği içinizin derinliklerinde hissetmeniz anlamına gelir.

 

Her Zaman Rüzgâr Eserdi Thorn Ülkesinde

Yarattığım ülkeye Thorn adını vermiştim. Haritalarını falan çizmiştim, ama oturup bu ülkeyle ilgili öyküler kaleme almamıştım. Onun yerine bitki örtüsünü, hayvanlarını, yeryüzü yapısını ve kentlerini betimlemiş; nasıl geçindiklerini, ekonomisini, yönetim tarzını ve tarihinin taslağını çıkarmıştım.

On iki yaşımdayken bir krallık olarak başladı; ama on beş – on altı yaşıma bastığımda bir tür özgürlükçü sosyalist yönetim biçimine dönüşmüştü; ben de kolları sıvayıp mutlakiyetten sosyalizme nasıl geçtiklerini, öteki uluslarla ilişkilerinin tarihini çıkarmıştım. Rusya, Çin ya da Amerika Birleşik Devletleri ile pek dostane ilişkileri yoktu. Aslında sadece İsviçre, İsveç ve San Marino Cumhuriyeti ile ticaret yapıyorlardı. Thorn, Güney Atlantik’teki bir ada üzerine kurulmuş çok küçük bir ülkeydi; bir ucundan ötekine yalnızca yüz kilometre uzunluğunda ve her yerden alabildiğine uzaktı.

Her zaman rüzgâr eserdi Thorn ülkesinde. Kıyıları sarp ve kayalıktı. Gemiler pek nadir yanaşabilirdi bu kıyılara; Eski Yunanlılar ya da Fenikeliler eskiden bu ülkeyi keşfetmiş ve Atlantis efsanesinin doğmasına neden olmuşlar; ama, 1810 yılına dek yeniden keşfedilmeden kalmıştı. Hâlâ, kasıtlı olarak, büyük gemilerin yanaşacağı bir liman ya da uçakların inebileceği bir pist inşa etmemişlerdi. Bereket versin ki, epeyce ufak ve yoksul bir ülkeydi; Büyük Güçler daha kendi nüfuzlarını buraya taşıyıp bir roket üssüne dönüştürmeye tenezzül etmemişlerdi. Kendi haline bırakmışlardı. Dört yıl boyunca vaktimin çoğunu Thorn’la geçirmiştim. Ama bir yıldan uzun bir süredir geri dönemedim; bütün bunlar çok eskide kalmış çocukluklar gibi geliyordu. Yine de orayı düşündüğüm zaman, denizin üzerindeki sarp uçurumları, o geniş otlakların üzerinde esen rüzgârı, güney sahilinde granit ve sedirden yapılarıyla uğultulu tepelerden Antartik Okyanusu ile Güney Kutbuna bakan o en sevdiğim kenti, Barren kentini görebiliyorum.

Ursula K. Le Guin

Aylaklar

“Yaşamaktan soğumamak için tek çare, daha güzel bir dünya düşünmektir. O dünyayı özlemek ve o dünya için savaşmaktır”

 Meşrutiyet'ten sonraki toplumsal dönüşümlerin her bir devresini ustaca sentezleyen Melih Cevdet Anday, Abdülhamid'in eczacıbaşısı Şükrü Paşa'dan kalma bir konağa yerleştirdiği roman kahramanları üzerinden cumhuriyet Türkiye'si toplumunun tahlilini yapıyor.
Aylaklar, Türkçe edebiyatın en derli toplu romanlarından biri. Olağanüstü bir başarıyla oluşturulan karakterler ve izlekteki kendinden emin duruş, bu romanı edebiyatımızdaki en iyi kurmaca metinlerden biri kılıyor.
... Batıyormuşuz da birimizin haberi olmamış. Hadi Nesime ile Şükrü'yü bir yana bırakalım, onlar aileden değil; ya bana, anneanneme, dedeme ne demeli? Ekmeğin nerden geldiğini birimiz bile düşünmemişiz. Dün gece sofrada bunu söyleyecek oldum, Dündar Bey 'Osmanlı İmparatorluğu da böyle battı,} dedi. 'Biz aylıklarımızın köylüden alınan vergi ile ödendiğini bilmezdik, devletin bir köşede bir parası var, ondan veriyor sanırdık. Birinci Dünya Savaşana neden girdiğimizi Talat Paşa bilmiyor, Cemal Paşa bilmiyor, Enver Paşa bilmiyor. Peki kim biliyor? Bilen yok...}    

Aylaklar

Eduardo Galeano - Hikaye Avcısı

 

Eduardo Galeano, dünya denen cangıla bu kez ömrünün son dalışını gerçekleştirip hepimizi derinden sarsan küçük hikayeler avlıyor...

Eşitsizliğin, şiddetin ve adaletsizliğin gemi azıya aldığı geçtiğimiz o uzun yüzyılın dökümünü, sevgi ve mizah yüklü sözcüklerle aktarırken, direnişin ve düş gücünün de yaygınlaştığını, insanlıktan her şeye rağmen umut kesmememiz gerektiğini bir kez daha vurguluyor.

Bütün kıtalardan ve bütün zamanlardan ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların sesinin yorulmak bilmez taşıyıcısı, yazar, tarihçi, şair, anlatıcı, hatırlatıcı ya da John Berger'ın o güzel tanımıyla "dünyanın vicdanı" Galeano, üzerinde titizlikle çalıştığı, vasiyet niteliği taşıyan bu kitabında da sömürücülerle diktatörlerin leşçiliğine ve ahlaksızlığına karşı halkların insanlık ve haysiyet adına mücadelesini efsaneler, anekdotlar, gerçek hayat hikayeleri ve olaylarla anlatmaya, dünya halklarının direniş belleği olmaya devam ediyor..