Atatürk! Her geçen gün, bir alfabesine bakmak, ona olan hayranlığını arttırıyor. Bir mucize gelmiş bize. Bizi aydınlatmış, bizi ısıtmış, ışıtmış.
Atatürk! Her geçen gün, bir alfabesine bakmak, ona olan hayranlığını arttırıyor. Bir mucize gelmiş bize. Bizi aydınlatmış, bizi ısıtmış, ışıtmış.
İçine kanatlandığı günün ertesinde Nilgün'le Kağan'a gidecektim. Nilgün, Kağan diye yazıyor. Çok yalnızdım ve başka yalnızlar gibi, başka yalnızlarla birlikte sık sık Kızıltoprak'taki eve gidiyordum ben de. O yalnızların başında elbette Ece Ayhan gelir. Cemal Süreya gelir, birbirinden iki yalnız gelir. İlhan Berk, Tomris Uyar, Tevfik Akdağ'ı da görmüşümdür orada. Sonra Nilgün'ün arkadaşları gelir, öyleyse şimdi onlara 'Nilgün yalnızları' ya da 'Nilgün'ün yalnız bıraktıkları' demek gerekir: Gülseli İnal, Ahmet Soysal, Lale Müldür, Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, ben, bazen Akif Kurtuluş, Mustafa Irgat, Boğaziçi'nden Cemal. Şimdi edebiyat yapıp Boğaziçi Üniversitesi'nde Nilgün'ün oturduğu Umutsuzlar Merdiveni'nden mülhem Yalnızlar Merdiveni'ne sıralanırdık demek mümkün, ama yeri değil, hem de öyle değil.
Bazı insanların aramıza bıraktığı bir 'anı'dan fazla bir şeydir, başka bir şeydir. Hem 'olma'yı hem de 'olmama'yı seçmiş, demek ki aslında 'olmayacak' şeyi seçmiş insanların 'anı'sı bir yolculuğa dönüşür. Böylece bir anı olarak zamanla küllenecek o şey, ara sıra karıştırılarak bir yaşantılar avlusunun kapısını yeniden aralar, aramızda olmayanı uzun bir yolculuğa çıkarır. O yolculukta gözü olsa da/kalsa da, o yolu, o yolculuğu, belki de o yolcuyu göze alamayanlara mahsus bir yolculuktur onunkisi. Henüz buradayken, dünyadayken başlamış, ilk adımlarını atmış, yolculuğu hecelemeye durmuştur aslında.
Sylvia Plath çalışıyordu, şiirlerini çalışıyordu, ölümünü çalışıyordu, ölümüne çalışıyordu: 'Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratır?' diye soruyordu. Bazıları ölüme daha çok yaşayarak çalışır, bazıları ise daha çok yazarak çalışır ölüme. İlkinin yaşaması, ikincinin yolculuğu uzun sürer. Ölüme çalışmanın başka biçimleri de vardır elbet ve yazarak çalışanlar onlardan da beslenir. Ne kadar kalabalık olursan yaşarken, ölüme de onca yalnız gidersin, ölüme giderken yalnızlığını çoğaltırsın belki böylece.
Eylemi 'aradaki' gerçekleştirir. 'Arada' sonsuza kadar kalınamaz çünkü, 'arada' olmanın/kalmanın böyle bir durum olmadığını en iyi 'aradaki' bilir. 'Aradakinin Bilinci' ya da 'Ara Bilinç' diye bir şey olmalı bu. Daha doğrusu başkalarına 'arada' görünen şeyin kesinliği, çarpıcılığı, sertliği diyelim buna:
"Hep yürüyen biri olmak istenmez, yürümek sürekli izlenimdir, duraklamak ve düşünceyi beklemektir yolun varlık kanıtı. Dural bir yol isterim, öyle bir yol ki hem yürüyüş duyumunu yaşatacak hem de duruk" diye yazmış 21 yaşında.
23 yaşında "Borçluyuz daha çok yaşamaya!" demiş,
24'ünde ise 'arada' olmaya isyan etmiştir: "...Burada daha ne kadar öleceğim? Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğimiz yerde? Ben size alışamam."
Onu sokakta da, meyhanede de, evinde de görenlerden Cemal Süreya'nın farklılığına yakıştırdığı adıyla 'Zelda', yine onun sözleriyle "Bu dünyayı, bir başka dünyanın bekleme odası olarak görüyordu."
Adını ilk kez Ece Ayhan'ın günlüklerinde, muhtemelen Yeni Defterler'de okumuştum, Gümüşlük'te Kağan'la Sysyphos Pansiyonu işletiyorlardı ve Ece Ayhan da orada kalıyordu. Sonra İlhan Berk'in "Littera Amor" şiiirleri yayımlanmaya başlandı, İlhan Berk'in deyimiyle bu şiirler 'Büyük Nilgün' içindi. Ece Ayhan İstanbul'a gelip Büyükada'da Sena ve Doğan Kemancı'nın evinde kalmaya başladığında hafta sonları Nilgün'le, başka arkadaşlarla Ece'yi ziyarete giderdik. Sonra Ece, Nilgün'le Kağan'ın Kızıltoprak'taki evlerine yerleşti. Ve onunla birlikte ev cumadan pazar akşamına kadar yeni bir toprak, yeni bir ada oldu.
Şimdi herkesin, o dönemde o eve giden herkesin Nilgün'e 'aşık' olduğu söyleniyor, yazılıyor. Efsanenin can alıcı bölümü burası elbette. Ben daha inanılmazını okudum internette, efsaneyi vıcık vıcık bir hale sokmak için 'komplo teorisi'nin nasıl kurgulanabileceğine o anda inandım. Nilgün'ü kendisi gibi bir 'müntehir' olan şair Kaan İnce'yle birbirlerine sevgili yapmışlar ve ikisinin de ölüm nedenlerini birbirine bağlamışlar ve daha... Birisine herkes 'aşık' olunca aslında hiçkimse 'aşık' sayılmaz. Ve herkesin aşkı 'açık' olduğu için de, bu durumda, ancak 'edebi' bir aşk sayılır bu. Bence.
Nilgün'ün günlüklerinden derlenen Kırmızı Kahverengi Defter'de bir 'kadın'lar sıralar:
"Rüzgarla / Yanan kadın / Mahzun köpeğe sırtını dönen kadın / Şiir yazan, canına kıyan kadın / Kürekçi erosun kayığındaki kadın / Çiçek kadın / Seyyah kadın / Bahçe kadını / Masa kadını / Pencere kadını / Çoğul kadın / Çocukluk kucağında kadın / Martı tüyü kadın / Çöl zambağı kadın / Kontrat imgesi kadın / Köpük kadın / Şafak kadın / Durgun Hayat Kadını".
En çok hangisiydi Nilgün, belki de hepsi birdendi ve o hepsinden de fazla olduğu için eksilmek istiyordu. Şiir yazdığını bile fazlalık sayıyor ve kimseye söylemiyordu. Sonlara doğru paylaşmaya başladı. Beyaz'da yayımladı, sonra biz Şiir Atı'nda yayımladık. Hepsi bu. Gidişinden bir yıl sonra yayımladığımız Daktiloya Çekilmiş Şiirler'i bana 13 Ekim 1987'den bir ay önce getirmişti.
Mahcup kadını eklemek isterim yukardaki sıfatlara yalnızca. Ve neredeyse utana sıkıla elindeki daktilo edilmiş sayfaları açarak, bunların 10 yıldır yazdığı şiirler olduğunu ve okumamı, beğenirsek Şiir Atı Yayınlarından basıp basamayacağımızı sordu. O sayfalar hala bendedir. Hemen okudum ve birkaç gün sonra telefon ederek yayımlayacağımızı söyledim. Çok sevindi, sanki üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladığını söyledi. Ben de sevindim. Hem çok şaşırtıcı şiirler vardı dosyada, hem de çok iyi bir şairi haber veriyordu.
O günlerde hayatımın ilk büyük ve uzun yalnızlığını yaşıyordum, ben askerliğimi yapmak üzere bir adaya, Kıbrıs'a, sevgilim eğitimi için uzak bir adaya, İngiltere'ye gitmişti, ben 1,5 yıl sonra dönmüştüm, sevgilim, hala 'sevgilim' diyordum, neredeyse dört yıldır dönmemişti. Nilgün ve Kağan'la konuştuk, 'gel bize' dediler, 14 Ekim akşamı onlara gidecektim, doğumgünü bahane, içki içecektik. Nilgün 13 Ekim akşamı içine kanatlanıp hepimizin kabuğunu biraz daha inceltmeseydi eğer!
"o, ruhunu dışarıda bırakmayan çıt-kanat / yoktu ki şehirde konacak yeri, duydum / kanatlandı içine, başkasının gövdesine / sığınan bir ruh gibi kırıldı, duydum: /.../ meğer ateşli bir hastalıkmış hayat!"
13 Şubat 1958 - 13 Ekim 1987: O şimdi herkesin 'efsane'si, bizimse yalnızca arkadaşımızdı. Doğum günün kutlu olsun benim güzel arkadaşım.
Haydar Ergülen
Artful Living, 13 Ekim 2017
Öyle sarmaş dolaş olduk,
O kadar geçtik ki kendimizden
Lambayı söndürmeyi unutmuşuz,
Perdeleri çekmeyi de.
Meğersem sabah olmuş;
Gün pencereden bizi gözetler.
Cânım geceye veda etmek lazım;
Günün gösterdiği yoldan gitmek lazım,
Affet bizi lamba,
Seni buralara kadar sürükledikse,
Geceki sarhoşluğumuza bağışla.
Vakit varken dönsen memleketine;
Tutsak biz de her günkü yolumuzu.
Haydi uğurlar olsun;
Gecemiz sana emanet.
Mehmed Uzun, yaşamını, yazarlık serüvenini ve ölümle mücadelesini Sanat Dergisi'nde yayımlanan "Bir yaşam öyküsü: Ölüm
meleğinden kaçmayacağım da, onu beklemeyeceğim de" başlığı altında
kaleme aldı.
Kendini "Mecbur bir yazardım ben, mecburiyetten yazan bir yazar" diye tanımlayan Uzun hastalığını da anlatıyordu:
"Yeni durumu olduğu gibi kabul etmekten başka bir yol yoktu, ölüm çok
aniden gelmişti ve içimde bir canavar olarak her tarafımı işgal
ediyordu. Bu durumda, esas karar vermem gereken bir başka konu da vardı;
hızla yanıma sokulan ölüm meleğiyle çekip gidecek miydim yoksa
direnecek miydim? Bu kararın öyküsü oldukça uzun, umarım bir gün onu da
yazarım, ancak sonunda kararımı verdim; ölüm meleğiyle randevumu
ertelemeye çalışarak direnecektim."
Yaşamı boyunca direnmiş, yazarlığa hayata tutunabilmek için başlamış biri olarak mücadeleyi seçtiğini anlatıyordu:
"Kendime ve hep yanımda, başucumda olan eşime (dost ve akrabalara da) ölümle ilgili konuşmayı, düşünmey
sükunetle onunla gidecektim,
mümkünse yüzümde bir tebessümle."
12 Ekim 2007 Sema Aslan
Koca köye pes dedirdim;
Buzağılar bile benden korkardı
Bir sevdiğim kız vardı
Öldü gitti
Bir uçak geçer
İnip duruverecek sanırız
“Kaçar kile buğdayınız var?” diye
Soruverecek sanırız
Benim gök bir keçim var Akçaköy’de
Bilmiyorsunuz beni çok sever
Özledim al horozumu
Akçaköy’ümü çok özledim
Gönen’de Akçaköy’ümü çok özledim
Yoksul anam
Ağlama…
Başına geçer yazamam
Adı batası şiiri
Baykurt yazamaz ağlarsın
Ağlar da yüreğin dağlarsın
Fesleğen kokulum seni düşümde:
Bizim mahalleden geçer görürüm
Bahçemizden derip kaçar görürüm
Adı üstünde
Tadı üstünde
Köy Enstitüsü
Burda kazma kürek sesi, çekiç sesi
örs sesi
Daha yaşamın nesi varsa hepsi
Sis Dağı’nın başına yağan yağmur kar olsun
Türkiye’nin köylerine
Enstitüler yâr olsun
Mustafa Ağabey
Kardeşler anadan geldiği gibi
Yaşamdan, kitaplardan da gelir
Sen de benim kardeşimsin
İbrahim Kozak
Beş yıl okuduk aynı sınıfta
O benden çalışkan fizikte
Ben ondan acarım şiirde
Acı haberini Kavacık’ta aldım
Sağ yanım yıkıldı sol yanım çöktü
İnsanın kendi suçu sanırdım yoksulluğu
Bilemezdim zorbalık düzenlerini
“Kağnı” ile “Ses”i okudum ayıldım
Kavacık öğretmenlik yaptığım köy
Toprağı taşlık, unu erken biter
Bir tepesi var dünya görünür
Köy öğretmenisin üç beş kitapla
O kadarcığına düşman karakol
Neler çekiyoruz biz öğretmenler
Yola gitmeye kaldığı yerden
İstek uyandırır insanda
Tonguç Baba
Arpamızı buğdayımızı
Almayacaklar
Elimizden
Oyumuzu alacaklar
Bizim köyden Koca Osman’ın oğlu
Uzun boylu Hasan Kaya
Kore’ye asker seçildi
Fidel’in güzel adasında dostlar
Yıkıldı haramiler saltanatı
Gayrik yeter onlar ağa biz ırgat
Yeter bu aşağılık saltanat
Çenesinde az bir sakal Ho Chi Minh’in
Yaralanmış kayalıklarda kartallar gibi
İçerdeyim Kızılcahamam cezaevinde
Kestiler ellerini Viktor Jara’nın Şili’de
“Otuz altı yaşında genç ölü ben
Türkiye’nin yetim çocuğu İlhan Erdost
Süleyman Ege Ankara’da kapı kapı
Süleyman Ege Ankara’da ak saçlı
Kapı kapı adalet arıyor
Ren boyunda emek şehri Duisburg’ta
İlk dersime başlarken okşadım karatahtayı
Açık denizlerde ıssız adalarda değil
Milyonluk şehirlerde Avrupa’da
Binlerce Robenson hızlı hızlı yürüyor
Ne ay görünür ne yıldızlar
Ne Marks ne Engels
Kapatmış işçilerin gözlerini
Sarı sendikalar
Torunum tuttu sakalımdan
-Dede, gene gidiyorsun, çağrı aldın uzaklardan
Kırk yıl sürdü dulluğu anamın
Yatar şimdi toprağın altında
Sağlığındaki gibi üşür ayacıkları
Grevdesiniz Netaş işçileri
Çatal yürekli kardeşlerim
Gönüllerdesiniz
Niçin sorgulara çekiyorsun bizi harıl harıl
Ne çıkarın var senin savaştan
Barış değil mi her işin başı
O yoksa ne var başka?
Şiirin hası sevgilim
Çelik iradesi halkların
Yediğim ekmekten korkuyorum çok severdim
Gece gündüz soluduğum havadan korkuyorum
Esen yeller ne getirecek bilmiyorum
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Duisburg’ta
Teşekkürler az gelir sana dedim
Çok acılar çektin, yoruldun yüreğim
Düşündüm daha sana neler diyeyim
Köylü Kadını
Horoz Döğüşü
Anadolu Kadınları
Çatanalar
Şişedeki
Şişede durduğu gibi durmaz ki kâfir
Tutar insana yaşamayı sevdirir
gece buluşması
sen İstinye'de bekle ben buradayım
içimde köpek gibi havlayan yalnızlığım
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git
çünkü ben buradayım Karanlıktayım
çünkü elimi kestim beni kan tutuyor
şarabım bütün ekşi suyum soğuk
yanımda olmadınmı seni seviyorum
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git
yüzünü ıslatmadan ağlıyabilir misin
gece yarıları telefon ettin mi hiç
karanlık adamlar hüviyetini sordu mu
ben senin olmadığını arıyorum
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git
yabancı gibisin miyop gözlerin kısık
bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor
sana ait ne varsa hiçbiri benim değil
belki ölmek hakkımı kullanıyorum
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git
ağustos çıkmazı
beni koyup koyup gitme
ne olursun
durduğun yerde dur
kendini martılarla bir tutma
senin kanatların yok
düşersin yorulursun
beni koyup koyup gitme
ne olursun
bir deniz kıyısında otur
gemiler sensiz gitsin bırak
herkes gibi yaşasana sen
işine gücüne baksana
evlenirsin çocuğun olur
sonun kötüye varacak
beni koyup koyup gitme
ne olursun
elimi tutuyorlar ayağımı
yetişemiyorum ardından
hevesim olsa param olmuyor
param olsa hevesim
yaptıklarını affettim
seninle gelemeyeceğim attilâ ilhan
beni koyup koyup gitme
ne olursun
Pia
ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
mahur beste
şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
o mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
o mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
gittiler akşam olmadan ortalık karardı
bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
geceler uzar hazırlık sonbahara
sen beyaz bir kadınsın
asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
ben ki tek damla şarap içmedim
ekmeğin beyaz zeytinin siyah
olduğunu biliyorum
asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
benim kusturucu sarhoşluğum
yoksulluğum
yüzüme bakmasan da
yağmura düşürsen de gözlerini
gözlerime bakmasan da ne kadar
o kadar aydınlığın gökyüzüme uzanıyor
uykularımda nefesinin sıcaklığı
o kadar
hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi
gözbebeklerimde duran
umutsuzlandığım her akşam
senin rüzgârın almıyor mu
uğultulu yorgunluğumu
yoksulluğun eşiğinde kapaklandığım zaman
ellerimden sımsıkı tutmuyor mu senin
iyimserliğin
ben bu tezgâhı kurdumsa senin için kurdum
senin için dokuduğum basma ve pazen
denizin yeşilinden süzdüğüm balık
göğün mavisinden çaldığım kuş
senin için
felsefe okudumsa
iktisat okudumsa gece yarıları
boğazım kurumuş içim bir kalabalık
sıcacık mısralar okudumsa yunus'dan
senin için okudum
geceyarıları
sen beyaz bir kadınsın
uzaktaki
gözlerin aklımdan çıkmıyor
sen beyaz bir kadınsın
karanlıkları dinleyen
uzaktaki
sarmaşıkları duyuyor musun rüzgârda
yorgun başını
üşümüş yastığına koyuyor musun
uyuyor musun
Arşiv Odası’nda Türkiye'de sosyalist hareketin öncü ve en önemli isimlerinden, akademisyen Behice Boran var. 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olan, 1965 seçimlerinde Urfa’dan milletvekili seçilen ve 1970 yılında Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı olan Behice Boran, 1980 askerî darbesinin ardından yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Avrupa’da yaşadığı sürgün hayatı sırasında da siyasetten kopmayan Boran, ölümünden sadece üç gün önce, 7 Eylül 1987’de, Türkiye İşçi Partisi ile Türkiye Komünist Partisi’nin birleşme kararı aldığını açıkladı. 1983 yılında, Almanya’da BBC Türkçe’den Nuri Çolakoğlu’na bir mülakat veren Boran, Türkiye’de siyaseti, 1982 Anayasası’nı ve demokrasiye geçiş sürecini değerlendiriyor.
Gazetede yazdığımı unuttum: Yusuf Abi dediğim Yusuf Atılgan kim mi? Modern Türk edebiyatının dünya düzeyinde en büyük, en has, en gerçek ve en reklamsız birkaç romancısından biri; "Aylak Adam" ve "Anayurt Oteli"nin yazarı...
İzmir’de yedeksubaylığımı yapıyordum. Yıl 1962 ve 1963. Yusuf Abi, Manisa’nın Hacırahmanlı’sından gelir, hafta sonu maçlara giderdik. Bir Beşiktaş maçında, Alsancak Stadyumu’nda, Entelektüel İhsan ile tanıştırdı.
KAFKA OKURDU
Ben zaten biliyordum İhsan’ı. Konak-Alsancak hattında çalışan dolmuşuna çok binmiştim. Yolcu beklerden Kafka, Faulkner gibi yazarları okur, teypte klasik müzik çalardı.
Tam anlamıyla bir bilgi ve öğrenme delisiydi. Bildiğini öyle yalapşap bilmezdi, köküne kadar giderdi. Roman delisiydi, müzik delisiydi, sinema delisiydi. Yusuf Atılgan delisiydi!
Anımsadığım kadarıyla sanat okulunda ya da ticaret lisesinde okumuştu, ama bitirdiğini sanmıyorum. Durmadan kendi kendine film senaryoları yazıyor, bu senaryoları gerçekleştirecek kadar para kazanmak istiyordu.
Yusuf Ağabey’in hoş bir huyu vardı: Sevdiklerini, yakınlarını birbirine düşürmeye, kavga ettirmeye bayılırdı. Bu nedenle beni ve İhsan’ı durmadan kışkırtırdı.
O sıralar Filiz ile Oğuz Onaran da Yusuf Abi’nin çok yakınıydılar. Oğuz Onaran, günümüzün Prof. Dr. Oğuz Onaran’dan başkası değil. Onlarla da tokuştururdu bizi. Muzır!..
Madem ki İzmir dönemimden söz ediyoruz, İhsan’ın eşi Ayten’den söz etmemek olmaz. Ayten, İzmir’in evlere giden en ünlü terzisi idi. İyi para kazanırdı. Bu sayede bir kitapçı ve tuhafiyeci dükkánı açtılar.
ROMAN ÖDÜLÜ
Anımsıyorum: İhsan okumak istediği kitapların çevrilip yayınlanması için kendi cebinden para vermeye hazırdı. Ülker onun istediği bir kitabı çevirse, kitap yayınlanmasa da olurdu. Sadece o okusun yeterdi. Sadece bu nedenle para ödemeye hazırdı.
"Entelektüel Şoför" İhsan Bayram olmasaydı Yusuf Abi büyük romancı Yusuf Atılgan olabilir miydi? Yusuf Abi "Aylak Adam"ın daktilo yazmasının bir kopyasını İhsanlara bırakmış. İhsan okumuş yazmayı ve Yusuf Abi’ye haber vermeden Cumhuriyet Gazetesi Roman Ödülü’ne göndermiş. Roman Ödülü kazanmasaydı Yusuf Abi’yi kimse Hacırahmanlı’daki ininden dışarı çıkartamazdı.
Ben İzmir’e askerliğimi yapmaya geldiğimde bunlar olup-bitmişti: Yusuf Abi, Yusuf Atılgan olmuş; Serpil Gence adında bir genç kız "Aylak Adam"ı okumuş ve ona áşık olmuştu...
YEDİ TAŞLI YÜZÜK
İhsan Bayram "Yedi Taşlı Yüzük"te (Şenocak Yayınları), benim anlattıklarımı değil, kendi dünyasını anlatıyor. "Yedi Taşlı Yüzük" İhsan Bayram’ın yayınlanan ilk romanı. Bohçada başkaları da var, biliyorum. Roman sanatını ve yazmayı öğrenmek için "yatırılmış" bir ömrün ürünü. Yusuf Atılgan ekürisinden, 40 yıl hiç yarışmamış bir safkan şimdi hipodromda!..
Özdemir İnce 2009
“Fidel neden çift Rolex takıyordu? Eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin, yolsuzluk soruşturmasında gözaltına alınıp çıktıktan sonra yaptığı açıklamalarından çok, bürosunda asılı Fidel Castro fotoğrafı konuşuldu. Fotoğrafta “Comandante Fidel” sol kolunda çift Rolex takılı halde görünüyordu. Sarkozy gibi sevimsiz ve çöpe atılmış bir politik figürden çok insanlar “Fidel neden çift saat takıyor” sorusunu sordular. Latin Amerika’daki devrimci askeri liderlerin Rolex taktığı bir sır değildir. Eski Halk Orduları komutanları bugün Nikaragua devlet başkanı Sandinist lider Ortega, El Salvador Devlet Başkanı FMLN lideri Ceren hatta Bolivya Devlet Başkanı Moıales, Ekvador Devlet Başkanı Correa (ve sağlığında Comandante Chavez) aynı saati kullanır.
2010 Eylülünde Kolombiya’da FARC’m Halk Ordusu askeri şefi “El Mono Jojoy” bir ABD bombardımanında öldürüldüğünde kolunda bulunan Rolex aynı şekilde konu edilmişti. Bu geleneğin başlangıcı 2 Aralık 1956’da Granma teknesiyle 82 öncünün Küba’ya yaptığı çıkarmaya dayanır. Fidel teknede içlerinde Che’nin de olduğu komutanlara Rolex dağıtmıştı. Arazi koşullarına dayanıklı çelikten üretilen bu saat Sierra Maestra dağlarında en çok ihtiyaçları olacak şeydi. Birçok fotoğrafta Che ve Fidel çift saatle görülür. Fidel bunun nedenini yaptığı bir konuşmada şöyle açıklıyor: “Devrimin başlangıcında, savaş sırasında, hep çift saat kullanıyorduk; çünkü tecrübemiz göstermiştir ki tek saat durur. Askeri tipteki operasyonlarda ise dakiklik hayati önemdedir. Üstelik bir saat bozulduğunda tamire gidip gelmesi haftaları alabilir. Bu nedenle hep çift saat kullandık. Sonra da çift saat kullanmaya alıştım” (7 Haziran ORI Söylevi, Parque Central, Regional Tunas).
Fidel’in eşi ve silah arkadaşı Celia da onu tam bir “saat bozma ve camını kırma uzmanı” olarak tanımlıyor. Che de Bolivya Harekatı sırasında infaz edildiğinde kolunda Fidel’in verdiği çift Rolex vardı. Bu saatlerin biri operasyon sırasında Bolivya’da bulunan CIA ajanı Felix Rodriguez tarafından alınmıştı. Kübalı karşı devrimci 2005’te Miami (ABD)’de açtığı “Domuzlar Körfezi Müzesi’nde saati sergiliyor. Diğerine ise Bolivyalı faşist yarbay Andres Selich tarafından el konulmuştu. Yarbay Selich, Che’nin cesedinin sergilenmesi sırasında onun naşına tüküren komutan olarak ün yapmıştı. Ne gariptir ki kendisi de 1973’teki darbe sırasında linç edilerek öldürüldü. Galiba zafer kazanan devrimci liderler kullandıkları saatin markasından çok dayanıklılığına önem veriyor. Bir de devrimin saatini halkın saatine denk düşürmeye…”