21 Aralık 2018

Kar

 
 
 
 
 
 


Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim

 Cari Sagan bir bilim adamıydı, fakat öyle niteliklere sahipti ki ona sanki Tevrat sayfaları arasından çıkıp da gelmiş gözüyle bakıyorum. Karşısına bir duvar dikildiğinde laf kalabalığı duvarı diyelim, hani bilimi mistik havaya bürüyen ve onun hazinelerini bizden esirgeyen duvar ya da ruhumuzun etrafında yükseltilen ve bilimin gizlerine gönül vermemize engel olan duvar böylesi duvarlarla karşılaştığında çağdaş bir Yoşua gibi gizli duvarları yıkmak için sahip olduğu gücün bir kısmını değil tamamını kullanırdı.

Çocukken Brooklyn’de Tevrat’tan İbranice V’Ahavta duasını Havra’daki ayinlerde okurdu: “Ve, efendini, Tanrı’yı tüm kalbinle, tüm ruhunla ve var gücünle seveceksin.” Bu duayı ezbere bilirdi ve belki de bu dua ona esin kaynağı olmuştur, anlamadan sevmek nedir, diye ilk kez sormak için. Ve, İnsan olarak, sormak ve Öğrenmek yeteneğimizden daha büyük bir kudret var mıdır sahip olabileceğimiz?

Cari doğa hakkında daha fazla şey öğrendikçe, evrenin enginliği ve evrende evrimin, insanı hayrete düşürecek geniş zaman dilimlerinde yer aldığını öğrendikçe yüceldiğini daha çok hissediyordu.

Onun, “Eski Ahit’le örtüştüğünü söylememin bir başka nedeni de şu: Laboratuvarda bir dizi bilimsel varsayımlar üzerinde çalışıp Yahudilerin dua günü olan şabat (cumartesi) için bu diziyle çatışan fikirler dizisi besleyecek gibi kompartımanlı düşünce hayatı sürdüremezdi. Tanrı fikrini o denli ciddiye almıştı ki, o fikri kılı kırk yararak elekten geçirdi.

Nasıl olur da, diye şaşkınlık duyuyordu: nasıl olur da İncil’in her şeyi bilen, ebedi, âlimi mutlak dediği Yaratan, Yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrısı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız? İncil’in, Dünya’yı tepsi gibi düz, altı bin yıllık yer olarak niteleyişine aldırmazlık edemedi ve özellikle trajik bulduğu nokta, biz insanların tüm diğer canlılardan ayrı yaratılmış olduğumuz bilgisiydi. Bizim, tüm hayatla ilişkilendirilişimizin keşfi, sayısız özgün ve reddedilemez kanıtlar dizisinden kaynaklanıyor. Cari için, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in derin görüşü sadece Genesis (Yaratılış, Tekvin)’den daha iyi bilim olmakla kalmayıp insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu.

Doğa hakkındaki bilgimizin azlığı Tanrı hakkında daha da az şey biliyoruz anlamına geldiği kanaatindeydi. Evrenin ihtişamı ve onun trilyonlarca eğer sonsuz sayıda değilse dünyanın evrimini yönlendiren nefis kanunlarının ancak bir zerresine vakıf olmayı başardık. Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara ve eskimiş kavramlara düşürmüşe benziyor.

Bu, onun tarafından öne sürülmüş ucuz bir iddia değildi. Dünya dinlerini büyük bir açgözlülükle inceledi, ister mazide kalmış dinler olsun ister günümüz dinleri olsun. Öğrenme açlığını aynen bilim konularında da sürdürdü. Kutsal kitapların şiirsel diline ve tarihsel içeriğine hayranlık duyardı. Din bilginleriyle tartışmaya girdiğinde kutsal metinlerden bölümleri ezbere okumadaki üstünlüğü onları şaşırtırdı. Bu tartışmalardan bazıları, yaşamın iyileştirilmesi hedefine yönelik uzun süreli dostluklara ve ortak çabalara yol açtı. Bununla beraber, gerçek olanı aramanın bir yolu olan bilimi nasıl oluyor da kutsal kabul ettiğimiz şeylerden ayrı tutmak isteyenler var, hiçbir zaman anlayamıyorum diyen biriydi: bunlar sevmek ve hayranlık uyandırmanın esin kaynakları olduklarına göre.

Onun sorunu Tanrı ile değildi, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlardandı. Gerçeği arama sürecinin hiçbir zaman sona ermediğine dair Bilim’in kesintisiz devrime olan inancı, evren sırlarını perde perde açtığından Bilim’e yeterince tevazuyla yaklaşmak, yapılmaya değer bir şey gibi geliyordu ona. Bizlerin, proje kurma, yanlış anlama, kendimizi ve başkalarını aldatma yönündeki kronik eğilimlerimize rağmen Bilim’in, yanlışları düzeltme mekanizmasının bizi dürüstlüğe çeken metodolojisi, ruhsal disiplinin yüce noktası gibi geliyordu ona: şayet kutsal bilgi peşindeysen ve sadece korkularını uzaklaştırmak için palyatif bilgiler peşinde değilsen, o takdirde kendini iyi bir kuşkucu insan kılmak için antrenmanlı olacaksın.

Bilimsel metodu, sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir “Bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların, bilim taraması sınırları dışında tutulmasını ve inançların (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Cari anlıyordu fakat Bernard Russell ile birlikle ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir fakat araştırılıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve, her şeyde, hatta kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996Jda zatürreden hayata gözlerini yumdu Cari inanma taraftarı hiç değildi: O hep bilmek istiyordu.

Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında bir ayırıcı duvar yoktu. O tarihlere kadar ikisi, birbirinden ayrılmayan, yekvücuttular. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar aralarında Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkâr etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.

Bilim bizi evrenin giriş kapısına taşıdı. Buna karşılık yakınımızdaki çevreyi kavrayışımız küçük bir çocuğun görüşü gibi, değerler arasındaki kıyaslamalardan habersizce devam ediyor. Ruhsal olarak ve kültürel olarak felçli gibiyiz. Doğa’nın yapısında merkezi yeri oluşturmayışımızı fark edememiş ve Evren’in enginliğinde gerçek yerimizi kestirmeyi beceremeyişimizden ötürü. Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni sürekli hırpalıyoruz. Bilimi inşa etme uğraşı bile zihin sağlığımızın umut verici bir işaretidir. Bununla beraber yalnızca bu zihinsel açılımları kabul etmek yetmez eğer doğada, kökü olmadığı bir yana, birçok açıdan doğal olanı aşağılayıcı bir ruhsal ideolojiye tutunmuş ve asılı kalmış durumdaysak. Dünyamızdaki yaşamın enfes dokusunu korumaya en büyük umudun, bilimden gelen sır çözümlemelerini içimize sindirmek olduğuna inanıyordu Cari.

Ve o böyle yaptı. “Evren perspektifinde her birimiz çok değerliyizdir,” cümlesi vardır Cosmos adlı kitabında. “Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, size ters düşüyorsa, bırakın o da yaşasın. Yüz milyar galakside bir insan bulamazsınız.” Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’mızın oradan nasıl göründüğünü, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renk bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu. Bizim, gerçek durumumuzun ruhlarımızca anlaşılması noktasına ulaşmamız onun düşlediği bir şeydi. Eski peygamberlerden biri gibi bizleri, kendimizden geçmiş durumda hayat sürmemizden, ait olduğumuz barınağımızı korumak için harekete geçmemizi sağlamak amacıyla bizi uyuşukluğumuzdan dürterek kaldırmak istiyordu.

Cari, bizim, kendimizi, yaptığına pişman bir yaratıcının kilden yavruları olarak görmememizi ve fakat uzak yıldızların ateşli kalplerinde atomlardan örülmüş yıldız malzemesi olarak görmemizi istiyordu. Cari için biz, “Yıldızları düşünen yıldız malzemesiydik, 10 milyarlarca atomun bir araya gelmesiyle organize edilmiş olarak atomun evrimine kafa yoruyorduk, o uzun yolculuğun, en azından burada, bilincin doğmasını sağlayan uzun yolculuğun izi peşindeydik.” Onun için, bilim, kısmen, “bilgili tapma” türüydü. Aydınlanma peşindeki yolda bir tek aşama hiçbir zaman kutsal sayılmamalıydı: sadece araştırmaya devam kutsal süreçti.

Bu buyruktur ki, bizim, bilimin derinliklerine ve değerlerine ulaşmamıza engel olan duvarları alaşağı etmek için Carl’ın mesai arkadaşlarıyla bunca zorlu tartışmalara girişmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Bir diğer korkusu da ulaşmayı sınırlı derecede başardığımız Demokrasi’yi bile koruyamayacağımızdı. Bizim toplumumuz bilime ve yüksek teknoloji temeline dayanmaktadır fakat aramızdaki sadece küçük bir azınlık, bilimin ve yüksek teknolojinin işleyişinin ancak yüzeysel kısmından haberdar bulunmaktadır. Yeni sahip olduğumuz bu güçlerin kullanılmasının kaçınılmaz olarak içerdiği rizikoların bilgili karar mercileri olarak bir demokratik toplumun sorumlu yurttaşlarını oluşturmayı nasıl umut edebiliriz?”

Düşünce şekli bilim yoluna yatkın ve düşünme sorumluluğu yüklenmiş bir toplum vizyonu onu bilim adamlarının genellikle pek gözükmediği birçok yerde konferanslar vermeye zorladı: çocuk parkları, yabancılara yurttaşlık hakkının tanındığı törenlerde, güneydeki 1962’lerin siyahlarla beyazlara ayrı eğitim uygulandığı günlerde yalnız zencilerin bulunduğu okullarda, şiddete karşı düzenlenen gösterilerde, Tonight Show’un. Bunu yaparken hayret verici bir bilimsel verimlilikle, disiplinlerarası cesur çalışmalarla desteklenen bir öncü oldu kariyerinde.

Özellikle Glasgovv Üniversitesinde 1985 yılında Doğal Teoloji üzerine Gifford konferanslarına çağrılması onu müthiş sevindirmişti. Böylece geçmiş yüzyılın en büyük bilim adamları ve filozoflarının yolunu izlemiş olacaktı: James Frazer, Arthur Eddington, Werner Heisenberg, Niels Bohr, Alfred North Whitehead, Albert Schvveitzer ve Hannah Arendt.

Carl bu konferansları, din ve bilim arasındaki ilişkiyi algılayışını ayrıntılı olarak ortaya koymak ve kutsal sözcüğünün içinde saklı anlamın ne olduğunu anlamak için giriştiği inceleme hakkında açıklamada bulunmak için fırsat olarak kabul etti. Bu arada başka vesilelerle yazdığı birçok temaya temas ediyordu; böyle olmakla beraber elinizdeki bu kitapta yazılı olanlar, onun anlatmak ve vurgulamak İçin epey uğraştığı sonsuz derecede cazip konuya ait görüşlerinin nihai beyanıdır.

Gifford konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı. Carl’ın söylediklerinin anlamını değiştirmemeye çok çaba harcadım fakat onu takdim ederlerken söylenen o güzel sözleri metne dahil etmediğim gibi kayıt kasetlerinde, “Gülmeler,” diye geçen yerleri de kesmek zorunda kaldım.

Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’a değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, irticalen yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifade eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Carl, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi.

Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamadıklarından yere iğne düşse gürültü olacak gibi sessizliğin egemenliği de hissedilirdi. Bazı soru cevaplar üzerine uzayan diyaloglar, Carl’la birlikte bir sorun çözmeye çalışmanın ne demek olduğu hakkında fikir veriyordu. Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: ilkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “onu kırarsam” endişesi.

Amerikalı psikolog ve filozof William James Gifford konferanslarını yirminci yüzyılın ilk yıllarında verdi. Sonradan bu konferans metinlerini çok etkileyen bir kitap olarak bastı. Halen satılan bu kitabın adı Dinsel Deneyim Çeşitleri (The Varieties of Religious Expericence)'(S’nt. James’in, dini, “İnsanın, evreni, kendi eviymiş gibi hissetmesidir” tanımlamasını Carl çok beğenirdi. Carl Soluk Mavi Nokta (Pak Blue Dot) adlı kitabında James’in bu tanımlamasına yer vermişti. Carl bu kitabında insanoğlunun uzaydaki geleceğine dair vizyonunu sunuyor. Elinizdeki kitabı James’in kitabının adının bir çeşnisi olarak adlandırmanın taşıdığı amaç, bilimin bize, başka yollardan duhul edemeyeceğimiz bilinçlenme aşamalarının yolunu açışını iletmektir; ve bizde geçerli kültürel dayatmanın tersine, bilimin bize ikram etmek istediği tek ödülün, kendimizi aldatmama ödülü olduğunu vurgulamaktır. Kitaba verdiğim ad, umarım, aynı zamanda Carl Sagan’in birbirinden ayrılmaz bütünlükteki yaşam ve çalışmasının derinliğindeki erişilmesi zor zengin…


Dünyada en değer verilmesi gereken şey, insanın özgür ve keşfeden zihnidir...John Steinbeck

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır. Kimilerini yenilgi yıkar, kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar. Büyüklük hem yenilgiyi hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.

Hiçbir insan diğer insanları gerçekten anlayamaz. Elinden en fazla, onların da kendisi gibi olduğunu varsaymak gelir.

Bir insan kapana kısılmışsa ve seçme şansı yoksa, kapanın içini dekore etmeye girişir.

Güç insanı yozlaştırmaz; korku yozlaştırır. Belki gücünü kaybetme korkusu.





Aziz Nesin - Rıfat bey neden kaşınıyor?

Yağmur Yağdı Böyle Oldu 
Musluğu açtım, su yok... Suyun çok gerekli olduğu bir yerdeyim. 
—Anlamışsınızdır elbet. 
— İçerden, Sular kesik mi? diye bağırdım. Karım dışardan cevap verdi: Yağmur yağmıştı ya, ondan kesilmiştir. Evet, İstanbullular hep biliriz, İstanbul’a yağmur yağdı mı, birkaç saat sular kesilir; su yollarında bir bozukluk, borularda bir tıkanıklık olur. Oysa güneşli bir sabahtı o gün. Ne zaman yağmur yağdı canım? diye yi ne içerden bağırdım. Karım dışardan, Az önce biraz çiselemişti ya... dedi. Yahu ne zaman? Sen helaya girince az bir şey serpiştirdi. Tuh... Biraz su verin!

Kapıyı aralayıp, içme suyu aldım, işimi görüp dışarı çıktım. yağmura söylenip duruyordum. Oğlum, —Yağmur mağmur yağmadı... dedi. Kızım,
—Birazcık yağdı... dedi. Yağdı yağmadı diye bir tartışmadır başladı. Karım, Ayol yağmasaydı, sular hiç kesilir miydi... dedi. Bu kadar kesin bir kanıt bile tartışmacıları susturmadı. Balkona çıkıp karşı komşulardan birine seslendim: Yağmur yağdı mı? Karşı balkondaki pijamalı komşu, Ben farketmedim ama, galiba yağmış... dedi.

Dünyada ne avanaklar vardır, yani, farketmemiş ama galiba yağmış... Biraz sertçe, Farketmediniz de yağmur yağdığını nere den biliyorsunuz? dedim. Radyo parazit yapıyor da ondan anladım, dedi, isterseniz siz de radyonuzu açıp bakın!.. Konuşmamızı duyan başka bir komşumuz, Hayır, yağmur yağmadı... dedi. İçeri girip radyoyu açtım. Gerçekten de İstanbul’a yağmur yağdığı zamanlarda olduğu gibi radyoda parazit çatırdıları vardı. Tam o sırada, yağmurun yağmadığını iddia eden aşağıdaki komşumuz seslendi: Yağmış, yağmış... Nerden biliyorsunuz beyim? diye bağırdım. —Havagazı gelmiyor, ondan belli... dedi.

Bu kadar kanıt karşısında, azıcık da olsa hiç kimse farketmeden «şeytan siğdi» dedikleri cinsten yağmurun çiselemiş olduğu kesindi. Penceresi olmayan sandık odasında bir işim vardı, girip lâmbayı yaktım. Kör sarı bir ışıkla aydınlanır gibi olan lâmba pır pır ediyordu. Hay bu yağmurun gözü kör olsun... Sövüp sayıyordum ki karım, Yine sen dua et ki, az yağmış, yoksa elek trikler kesilirdi... demeye kalmadı, elektrik de ke siliverdi. Yazıhaneyle konuşmak için numarayı çevirip telefonu açtım, hiç tanımadığım boğuk bir ses böğürdü: Allooo!... Yanlış numara çevirdiğimi anlayarak özür diledim. Telefondaki ses, Estağfurullah beyim, dedi, yağmur yağdı ya biraz, işte onun için, telefon hatlarında karışık lık var. Ben demin valdeyle konuşuyorum diye, on dakika genel ev mamasıyla konuşmuşum. Yine sizin talihiniz varmış... Gevrek gevrek güldü. Yarım saat kadar uğraştıktan, bir sürü yabancıyla konuştuktan sonra, yazıhaneyi buldum. Ne var ne yok? dedim. Memur, Felâket!... dedi. Ne oldu?

Burası su içinde, tavan şakır şakır aktı... Odalar göl oldu... Yahu ne diyorsun sen! Bizim üstümüzde daha dört kat var... Tabii... Bize de üst katlardan akıyor ya...

Oraya çok mu yağmur yağdı... Yağmış olacak herhalde... Yağdığını söyli-yenler var ama, ben görmedim. Sinirle telefonu kapadım. Gazeteler hâlâ gelmedi mi? Hizmetçi, Yağmur yağdığı günler gazeteci geç geliyor... dedi. Ne yağmuru be!... Birazcık çiseledi ya... Birazcık yağmur çiseledi diye hiç gazete gecikir miymiş! Çok yağsaydı hiç gelmezdi... İşte o sıkıntıyla sokağa çıktım. Bekle, bekle, otobüs yok... Durakta bekleşen kalabalık söylenmeye başladı: Ayol, ne zaman yağış oldu da otobüs seferleri aksadı böyle... Yağdı biraz... Ben gördüm... Ahmak ıslatan yağdı... Yakıcı güneş altında bekleşiyorduk. En sonunda otobüs geldi, daldık, dolduk içine... Vapur yirmi dakika gecikmeyle kalktı. Vapurda yanımda oturan adam, gazetesini okuyarak, karşısındaki arkadaşına, Amerikan Generali Bırdınger Wald gelmişti ya... Evet?. Bak ne demiş gazetecilere: «Türkiye, her türlü atom taarruzuna karşı korunmuştur.» Karşıdaki adam, pırrt diye acaip bir ses çıkararak güldü. Öbürü sordu:
Neye güldün? Yahu, bize kimse atom bombasını ziyan eder mi? Şu İstanbul şehrinin üstüne iki bardak su serpseler hayat durur yahu...Yurt sorunlarında çok titiz olduğumdan, şu olumsuz adama çatmamak için ordan kalkıp güverteye çıktım. Yazıhaneye geldim. O gün bütün işler karıştı. Her gün onbirde gelen postacı saat 17 de geldi. Daktilo kız hiç gelmedi. Handaki asansör çalışmadı. Kahvecinin ayağı kayıp merdivenlerden düştü. Karım da telefon edip eve erken dönmemi, misafirlerin geleceğini söyledi. Bütün gayretime rağmen, yazıhaneden erken çıkamadım. Çünkü romatizma ağrılarım başlamıştı. Ne zaman yağmur bulutu görünse romatizma ağrılarım başlar. İskeleye çıktım, aaa!.. Bütün iskele donanma bayraklarıyla donanmış, renk renk, biçim biçim... İplere, direklere, her yana bayrak asmışlar. Bayram değil, seyran değil, bu bayraklar ne ola? Beni aldı mı bir merak... İstanbul’un kurtuluş günü değil, Cumhuriyet Bayramı değil, Meclis’in açılışı değil, ikinci cumhuriyetin kuruluşu değil, Zafer Bayramı değil, hiçbir şey değil, basbayağı bir gün işte. Bilet memuruna sordum. Onun dünyadan haberi yok... Bayrak mı asılmış? dedi. Hem de nasıl... Bayraktan iskele görünmez olmuş... Bilmem... acaba ne bayramı? İskele memuruna sordum, o da bilmiyor. Bayrakları görünce şaştı. Acaba bir yabancı büyük konuk mu geldi? Gazeteler yazmıyor... dedim.

O kadar meraklandım ki, öğrenmeden bitür-lü ordan ayrılamıyordum. Eve de geç kalmıştım. İskele başmemuruna sordum, o da bilmiyor. Hay Allah, deli olacağım. Ben orda dört dönüp dururken
çımacı yanıma geldi, Beyim, dedi, siz ne soruşturup duruyorsunuz deminden beri... Bayrakları mı? Onlar bilmez, ben sana söyliyeyim... Aman söyle, meraktan çıldıracağım... dedim çımacıya.
Bayram filân değil, sabahleyin yağmur yağdı ya... Herhalde yağmur bereket getirdi diye bayram yapıyorlar... Eee? Ne olmuş yağmur yağdıysa?... dedim. Yağmur yağınca anbarı su bastı da bayraklar ıslandı; kurusun diye astık, donattık iskeleyi... Meraktan kurtulup eve geldim. Karım, Nerede kaldın, diye çıkıştı, misafirler bekledi bekledi, gitti...

Tamamı

RIFAT BEY NEDEN KAŞINIYOR? AZİZ NESİN

Mehmet Akif Ersoy - Gönülle Başbaşa






Dudakları bir dal ateş, mercan gibi
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titriyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi

Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...


Fikret Otyam Resim Gösterisi


Gaspıralı İsmail - Necip Hablemitoğlu

Hakim bir milletin; mahkûm düşmesi, mahkûm bir milletin yok olması, mektepsizlikten ileri gelir.
*
1878 yılında Bahçesaray Belediye Reisliğine seçilen Gaspıralı İsmail Bey, iyi niyetle çalışmak istemişse de birçok teşebbüsleri diğer belediye idare üyeleri tarafından baltalanmıştır. İşbaşına gelirken programında olduğu üzere, şehir sokaklarına fener koydurmak, hastahane açmak, cahil Türkler için okuma yazma kursları açmak gibi tasarıları, "belediye kasasından para eksilir" düşüncesi ile diğer belediye idare üyeleri tarafından reddedilmiştir. Buna rağmen Gaspıralı İsmail Bey, tasarılarını her fırsatta gerçekleştirmekten de geri kalmamıştır. İsmail Bey; Türk okullarının onarımını yapmak, öğretmenlerinin ücretlerini ödemek ve zeki fakir çocukların yüksek okullarda okumalarını sağlamak için Kırım'ın bütün şehir kasaba ve köylerinde "Cemiyet-i Hayriye"ler kurdurdu. Bunların gelirleri hamiyetli Türkler tarafından bağış yolu ile sağlandı.
*
Gaspıralı İsmail Bey, Türk Milletinin boylarını birbirine bağlayan en önemli unsurun; "DİL" olduğu görüşündeydi. Türk dünyasında konuşulan büyük, küçük birçok lehçelerden öyle bir ortak lehçe seçilmeliydi ki, Tuna boylarında yaşayan bir Türk'le, Doğu Türkistanlı bir Türk rahatlıkla konuşup anlaşabilmeliydi. Bazı Türk lehçeleri vardı ki, (Yakutça ve Çuvaşça) gibi bunlar müstakil bir dile gitmekteydi. Aynı şekilde "DİL BÜTÜNLÜĞÜ" parçalanan milletlerin de akıbeti parçalanmak ve yok olmaktı. Bu gerçeği gören Gaspıralı İsmail Bey, Türk lehçeleri arasında yaratılmaya çalışılan uçurumu kapatmak gayesi ile bütün faaliyet hayatının en önemli kısmını "Dilde Birlik" idesinin tahakkukuna hasretmiştir.
*
Çarlık Rusya'sı Gaspıralı'yı yıkamamıştı.Bolşevizm tufanı da onun, milletinin kalbinde bıraktığı büyük hürmet ve minnet izini silemeyecektir.
*
İlminski'ye göre: Arap alfabesi kullanılırken Türk lehçeleri arasındaki ayrılık göze çarpmıyordu. Bu bakımdan Arap alfa­besi birleştirici bir özelliği sahipti. Halbuki Rus alfabesi fonotik yazıya yakın olduğundan en küçük ayrılıkları dahi göstermek­teydi. Bu noktadan hareketle Türk dili mümkün olduğu kadar küçük lehçelere bölünmeli, bu küçük lehçelere de Rusça keli­me ve dil kuralları sokularak bunların birer bağımsız dil haline gelmeleri sağlanmalıydı. Böylece Rusya'da yaşayan Türkler'in Rus kültürünün potasında kolayca eriyerek, Ruslaşmaları mümkün olabilecekti.

NECİP HABLEMİTOĞLU GASPIRALI