Şiir, yani söz söyleme san'atı, geçmiş asırlar içinde bir çok
değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu
noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan bir hayli farklı olduğunu
kabul etmek lâzım. Yani şiir bugünkü hâliyle, tabiî ve alelade
konuşmaya nazaran bir ayrılık göstermekte, nisbî bir garabet arz et
mektedir. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler neticesinde
kendini kabul ettirmiş, bir an'anc kurmak suretiyle de mezkûr
acaipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün münevverleri
tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada
idrak ediyor. Şiiri kendine gösterilen şartlar içinde aradığından, bir
tabiileşme arzusunun mahsulü olan eserleri hayretle karşılıyor. Garip
telâkkisi, öğrendiklerini tabiî kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki
izafiliği göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin.
An'ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş.
Nazımın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar
ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya
yardımcı olmak maksadıyle kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir
güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan vezinle
birlikte kullanmayı bir maharet saydılar. Şiirin de menşeinde, diğer
san'atlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu iptidaî
insan için nazarı itibara alınabilecek bir ehemmiyetteydi. Halbuki in
san o zamandanberi pek çok tekâmül etti. Bugünkü insan öyle zan vc
temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete
düşüren bir güçlük, yahut da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik
bulunmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici hakikati görmüş olanlar,
vezinle kafiyeye «âhenk» denilen yeni bir şiir unsurunun ebeveyni
nazariyle bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bu şiirde
eğer takdir edilmesi lâzımgelen bir âhenk varsa.onu temin eden şey,
ne vezindir, ne de kafiye. O âhenk vezinle kafiyenin dışında da,
vezinle kafiyeye rağmen de mevcuttur. Fakat onu şiirde şuurlu hale
getirip anlayışları en kıt insanlara bile bir âhengin mevcut olduğunu
haber veren şey vezinle kafiyedir. Bu suretle farkına varılan, yani
vezinle, kafiye ile temin edilen bir âhenkten zevk duyabilmek yahut
da lâkırdıyı bu basit ölçüler içinde söylemeyi maharet sayabilmek;
safdilliklerin herhalde en muhteşemi olmalıdır. Bunun haricinde bir
âhenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar lüzumsuz, hattâ ne kadar
zararlı olduğunu biraz sonra anlatacağım.
Vezinle kafiyenin her şeye rağmen birer kayıt olduğunu da kabul
edelim. Bunlar şairin düşüncesine, hassasiyetine hükmettikleri gibi
lisanın şeklinde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki nahiv
acaiplikleri vezinle kafiye zaruretinden doğmuş. Bu acaiplikler belki
de, ifadeyi genişletmesi itibariyle, şiir için faydalı olmuştur. Hatta on
ların, nazım endişelerinin dışında dahi baş tacı edilmeleri ihtimali
vardır. Fakat bu kuruluş bazılarının kafalarına «şiir dilinin kendine
hâs yapısı» diye dar bir telâkki getirmiş. Bu çeşit insanlar bir takım
şiirleri reddederken «konuşma diline benzemiş» diyorlar. Köklerini
vezinle kafiyeden alan bu telâkki, hakikî mecrasını arayan şiirde hep
aynı İzafî garabeti bulacak, onu kabul etmek istemiyecektir.
Lâfız ve mâna sanalları çok kere zekânın tabiat üzerindeki
değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder. Bilgisini, terbiyesi
ni geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha tabiî bir şey
yoktur. Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu
yapan insan acaip karşılanmaz, kendine hiç gayri tabiîlik isnat
edilmez. Halbuki teşbihle istiâreden kaçan, gördüğünü herkesin kul
landığı kelimelerle anlatan adam bugünün münevveri
garip
telâkki
etmektedir. Hatâsı, muhtelif sapıtmalarla gelişmiş bir şiir anlayışını
kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu gündenberi
yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran
olduğumuz insanlar bunlara bir kaç tane daha ilâve etmekle acaba ede
biyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalâğa ve bunların bir
arada gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim
ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil,
her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir.
Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. Böyle değişmelerin
pek seyrek vukua geldiğini; üstelik, bu suretle meydana çıkan edebi
yatlarda da her şeye rağmen değişmiyen, yine devam eden, hepsinde
müşterek olan bir taraf bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burju
vazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel
de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe
yaramamış olan şiirde, bu değişmiyen tarafı;
müreffeh sınıfların
zevkine hitap etmiş olmak
şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları
yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O in
sanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir
lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama
yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, akalliyeti teşkil eden o sınıfın
zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını
mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de on
ların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis
kitlenin istediklerini eski edebiyatların âletleriyle anlatmaya çalışmak
demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yap
mak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kıl
maktır.
Yeni bir zevke ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Bir
takım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta
hiç bir yeni, hiç bir san'atkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden
değiştirmelidir. Biz senelerdenberi zevkimize, irademize hükmetmiş,
onları tayın etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o
bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş
olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da «şiir
yazarken bu kelim elerle düşünmek lâzımdır» diye yaratıcı
faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak. Ancak bu suretledir ki,
kendimizi alışkanlıkların sürüklediği gayri tabiî inhiraftan kurtarmış;
safiyetimize, hakikatimize irca etmiş oluruz.
Ben san'atlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim,
musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her san'atın kendine ait
hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı bu vasıtalarla
anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem san'atın hakikî
kıymetlerine hürmetkar olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer ver
mek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu
olmalı. Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü
yenemiyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil.
Ayrıca bu san'atlar, öteki san'atların içine girince hakikî değerlerinden
de bir çok şeyler kaybediyorlar. Meselâ bir şiirde âhenktar birkaç ke
limenin yanyana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi,
nağmelerindeki tenevvü ve akorlarındaki zenginlikte muazzam bir
san’at olan sahici musiki yanında küçümsememeye imkân var mı?
Mahreçleri aynı olan harflerin bir araya toplanmasıyle vücuda gelen
«âhengi taklidî» de bu kadar basit, bu kadar âdi bir hile. Ben bu gibi
hilelerden zevk duymanın, o âhengi şiirde hissetmekten gelen bir
memnuniyet, anlaşılmaz sanılan eserin muvaffakiyeti addetmek insa
nın kendini muharrirle bir tutmak, yani kendi kendini beğenmek
arzusundan başka bir şey değil. Bu itibarla halk tarafından sevilen
eserler en kolay anlaşılanlar oluyor. Meselâ musiki zevkleri yeni
teşekkül etmeye başlamış insanlar
Tchaikow sk i'
nin; mevzuu
N apoléon'
un Moskova seferinden alınmış, vak'aları, resim gibi,
hikâye gibi tasvir edilmiş olan
1812 uvertiirü'nü
hayranlıkla dinlerler.
Yine onlar için
Saint-Saens'
ın: ölülerin gece saat on ikiden sonra
mezarlarından kalkıp raksedişlerini, sabahın oluşunu, horozların
ötüşünü, iskeletlerin tekrar mezarlarına girişini anlatan
Danse M a-
Cebre'ı
ile
Borodin'm-,
bir kervanın su ve çıngırak sesleri arasında iler
leyişini anlatan
Asya'nın Steplerinde
isimli eserleri en büyük musiki
eserleridir. Bence, musiki gibi ifade vasıtası fevkalâde geniş bir
sanatta tasvirle avlanmak gibi basit bir hileye müracaat, bestekâr için
göz yumulamıyacak derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda anlat
tığım cinsten bir infériorité kompleksine bağlı olan bu hissini, hiç
bir büyük san'atkâr istismar etmemeli. San’atkâr, kendini verdiği
san'atın hususiyetlerini keşfetmek, hünerini de bu hususiyetler üzerin
de göstermek mecburiyetindedir. Şiir bütün hususiyeti edasında olan
bir söz san'atıdır. Yani tamamiyle mânadan ibarettir. Mâna insanın
beş duyusuna değil, kafasına hitabeder. Binaenaleyh doğrudan doğruya
insan ruhiyatına hitabeden ve bütün kıymeti mânasında olan hakikî
şiir unsurunun musiki gibi, bilmem ne gibi tâlî hokkabazlıklar
yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı. Tiyatro
için çok daha lüzumlu olan dekora itiraz ediyorlar da, şiirdeki
musikiye itiraz etmiyorlar.
Apollinaire, Calligramnıes
adlı kitabında, şiire bir başka sanat
daha sokuyor: resim. Faraza bir yağmır şiirinin mısralarını sayfanın
yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru dizmiş. Yine aynı kitapta bir
seyahat şiiri var; harfleriyle kelimelerinin sıralanışı gözümüzün önüne
vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan, yıldızlardan mürekkep bir
tablo çiziyor. İtiraf etmek lâzım gelirse, bütün bunların bize bir yağ
mur havası, bir seyahat havası verdiğini, yani
Apollinaire'in
başka bir
sanata ait birtakım dalaverelerle bizi şiirin havasına soktuğunu
söylemek icabeder.
Apollinaire
, böyle bir hileye müracaat eden tek adam değildir.
Resmi, şekil üzerinde şiire sokanlar çok. Meselâ Japon şairleri, çok
kere, mevzularını, kamışlar, göller, mehtaplar, hasır yelkenli kayıklar
ve çiçeklenmiş, erik ağaçlarına benzeyen şekillerle anlatırlarmış.
Haşim, alev kelimesinin eski harflerle yazılışına sahici alevi hatırla
tan bir sihir bulurdu. Bu misalleri teker teker zikredişim şiirin
musikiden olduğu gibi resimden de istifade edebileceğini anlatmak
içindir.
Musikiden istifadeyi kabul eden şair neden resimden, hattâ daha
ileri gidilirse, heykelden yahut mimariden de istifadeyi düşünmesin?
Oysaki heykelden istifade resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık
hicivleştirmeye kalkışmış olan
Picasso
, bugün her halde bu hatasını
anlamıştır. Yalnız dikkat edilirse görülür ki, verdiğim misaller bizi şi
ire sokulan resmin sadece şekle ait tarafı üzerinde durmakta. Böyle bir
şiir henüz mes'ele yapılacak kadar ehemmiyet ve taraftar kazanmamış.
Halbuki, bir de resmi şiire mâna halinde sokan şairler, bu şairleri tu
tan büyük de kalabalıklar var. Onlar bütün meziyetleri tasvir olmak
tan ibaret yazıları şiir addetmekte güçlük çekmiyorlar. Halbuki o
yazıların şiirliğini kabul etmemek lâzım. Bu noktai nazarı müdafaa
edenler, fazla ileriye gitmedikleri zaman, fikirleri akla yakınmış gibi
görünür. Kendilerine hak vermek isteriz. Zannederiz ki, tasvir şiirin
şartlarındandır, her şiir de az çok tasvirdir. Bu yanlış düşünce şiirin
ifade vasıtasının lisan oluşundan ileri geliyor. Lisanın cüzü'leri olan
kelimeler ya doğrudan doğruya eşyanın, yahut da fikirlerimizin
ifadeleridir. Mücerret fikirler tekemmül etmiş kafalara harici âleme
r
alâkasızmış gibi görünür. Halbuki, insan denilen mahlûkun, en
mücerret fikirleri bile bir müşahhasla beraber düşünmek yani onu
daima maddeye, daima eşyaya irca etmek temayülü vardır.
Böyle olunca kilometrelerin yanyana gelmesile meydana çıkacak
sanatın günümüzün önüne tabiattan bir çok şeyler getireceğini de tabiî
karşılamalı. Fakat bu tabiî karşılama hiçbir zaman şiirin bütün serve
tinin bu kelimelerle hatırlanan bir dünyadan, bütün kıymetinin de bu
dünyanın güzelliğinden ibaret olacağı neticesine varmamalı. Şiirde
tasvir bulunabilir. Ama tasvir-hattâ san’atkârın tamamen kendine hâs
görüş adesesinden dahi geçmiş olsa- şiirde esas unsur olmamalı. Şiiri
şiir yapan, sadece, edasındaki hususiyettir; o da mânaya aittir.
Fransız şairi
Paul Eluardın
dediği gibi «bir gün gelecek, o; sadece
kafa ile okunacak, edebiyat da böyle yeni bir hayata kavuşacak.»
Edebiyat tarihinde her yeni cereyan şiire yeni bir hudut getirdi. Bu
hududu âzami derecede genişletmek, daha doğrusu, şiiri huduttan kur
tarmak bize nasiboldu.
Oktay Rifat, bir mektubunda, bu fikri mektep mefhumu üzerinde
izaha çalışıyor. Diyor ki: «mektep fikri; zaman içinde bir fasılayı, bir
duruşu temsil ediyor. Sür’at ve harekete mugayir. Hayatın akışına
uyan,
dialectiqe
zihniyete aykırı düşmiyen cereyan sadece mektepsizlik
cereyanı.»
Fakat hudutsuzluk yahut mektepsizlik vasfı şiirde tek başına, ayrı
bir şekilde bulunabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu vasfın insana bir çok
yeni sahalar keşfettireceğini, şiiri bir çok ganimetlerle zenginleştire
ceğini tabiî addetmeli. Bizim, kendi hesabımıza, bu hudut genişletme
işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında saflıkla basit
lik var. Şiirlik güzeli bunlardan çıkarma arzusu, bizi şiirin en büyük
hâzinesi olan, insanı hayatının bütün safhalarında kurcalıyan bir
âlemde yakından temasa sevkediyor. Bu âlem de tahteşşuur. Tabiat,
zekânın müdahelesi ile değiştirilmiş halde, ancak burada bulunabili
yor. Keza insan ruhu burada bütün giriftliği, bütün kompleksleriyle,
fakat ham ve iptidaî halde yaşıyor. İptidaîlikle basitliğin bir
husüsiyeti de bu giriftlik olsa gerek. Hislerin, yahut heyecanların,
tecrit edilmişlerine ancak ruhiyat kitaplarında rasgeliriz. Bunun için
faraza bir şevhet şiiri yazmaya çalışan şair, bir hasislik hissini anlat
mak için sayfalar dolduran muharrir bizi hayatın olsun, şeniyetlerin
olsun, dışına sürüklüyorlar. Safiyetle basitliği çocukluk
hâtıralarımızda aynı zenginlik, aynı giriftlik ve tecride karşı duyulan
aynı düşmanlıkla buluyoruz. Allahın sakallı bir ihtiyar, cinlerin kır
mızı cüceler, perilerin beyaz entarili kızlar şeklinde tasavvuru, bozul
mamış çocuk kafasının mücerret fikre tahammülü olmadığını gösteri
yor.
«Şiiri en saf, en basit halde bulmak için yapılan insan tahteşşuu
runu karıştırma ameliyesi»nin
sym boliste'
lerin kabul ettiği gibi
içimizdeki bir takım gizli tellere dokunma, yahut
Valéry'
nin, yaratıcı
faaliyeti izah eden, «gayri şuurda olma» nazariyeleriyle karşılaştırıl
masını isterim. Bu hususta bizim arzumuza en çok yaklaşan san'at
cereyanı surréalisme cereyanidir. Ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin
ve sanat anlayışının çıkış noktası yapan bu insanlar vezni ve kafiyeyi
atmak mecburiyetinde kaldılar. Ruhî otomatizmle zekâ hokkabazlığı
nın gayri kabili telif şeyler olduğunu gören insan için bu zaruret de
aşikârdır. İkisinden birini tercih etmek lüzumu vâzih şekilde ortaya
koyan ve
«bütün kıymeti mânasında olan şiir»
için bu küçük
hokkabazlıkları fedadan çekinmiyen
surréaliste'
1er elbette takdire lâyik
görülmeli*.
Kısmen haklı bulduğumuz otomatizm fikri bizim memlekette, bu
mektebin tam bir izahı diye kabul edilmiş. Halbuki bu, sadece bir
çıkış noktası. Burada, bizim tarafımızdan olduğu gibi onlar tarafından
da şiirin esas işçiliği diye kabul edilen «tahteşşuuru boşaltma»
ameliyesinin daima bir cezbe haliyle müterafık olmadığını ilâve etme
liyim. Eğer böyle olsaydı herkes san'atkâr olurdu. Halbuki san'atkâr,
elde edilmiş bir melekeyi rüya ve saire cinsinden haller dışında da kul
lanabilen adamdır. Kıymeti olsun, büyüklüğü olsun bu melekeyi
kazanış ve kullanışındaki maharetle ölçülür. Mümareselerle elde
edilmiş bir şuurun insana, tahteşşuur dediğimiz kuyuyu kazabilecek
kudreti getirdiğini
Freııd'
u çok iyi bilen bir doktor ve sanatı fikirleriy
le başabaş bir şair olan
Breton
bundan senelerce evvel söylemiş.
Bu kudret acaba nedir? Ruhî hayatın yazılaşmış faaliyetlerinde şuu
run kontrolü -az olsun, çok olsun- her zaman mevcuttur. Yani tabiî
şartlar içinde tahteşşuuru yazı haline getirmemiz imkânsızdır. O halde
imkânsız olan bu hâli melekleştirmeye kalkmak büsbütün lüzumsuz
bir gayret sayılmaz mı? Muhakkak ki, bu meleke tahteşşuuru boşalt
mak melekesi değidir. Olsa olsa tahteşşuuru taklit etme melekesidir.
Tahteşşuurda bulunan şeyler nasıl şeyler? Onu bir san'atkâr bir âlim
den çok daha iyi, çok daha derin hisseder. Eseri de bu hissedişin takli-
tinden başka bir şey değildir. Sanatkâr mükemmel bir taklitçidir.
Usta san'atkâr, taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği
şey orijinaldir. XIX uncu asırda yaşamış realist muharririn anlattığı
tabiat orijinal değildir; zekâ tarafından taklit edilmiştir. Onun için eser
kopyenin kopyesidir. Basitlikle iptidailik, ikisi de, san'at eserine
hakiki güzelliği getirirler. İyi bir san'atkâr onları çok güzel taklit eder.
Bu işi yapan adama «basit adam, iptidaî adam» dememek lâzımdır.
San'atın senelerce çilesini çekmiş, nâmütenahi merhalelerden geçmiş
bir şairi günün birinde acemi bir eda ile karşınıza çıkmış görürseniz
birdenbire menfi hükümler vermeyiniz. Böyle bir şair «acemiliği tak-
lit»de güzellik bulmuş olabilir. Bu takdirde o, acemiliğin ustası ol
muş demektir.
Bütün bunlar gösteriyor ki san'at pek de öyle otomatizm işi falan
değil, bir cehit, bir hüner işiymiş. Halbuki biraz evvel
surréaliste
şair
lerden bahsederken «ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin çıkış noktası
yapan bu adamlar vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar» demiştim.
Madem ki insan böyle bir otomatizme inanmiyor ve mademki bütün
cehdin bir taklitten ibaret olduğunu meydana çıkartabiliyor, o halde
vezinle kafiyeyi de kabul etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına
sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlanmış olsaydı bu
düşünce belki doğru olabilirdi. Halbuki vezinle kafiyeyi mühimseme-
yişti başka sebepler de var. O sebepleri şimdilik mevzuun dışında
sayıyorum.
«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece
otomatizm fikrine bağlanış olsaydı bu bağlanışın yersiz olduğu anla
şılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki mevkini alması icabederdi» dedim.
Halbuki etmezdi. Çünkü
surréaliste
şairler şiire taklit yolu ile soka
cakları tahteşşuuru hakikatmiş gibi göstermek isteyeceklerdi. İşte bu
yüzden vezinle kafiyeyi kullanmamak mecburiyetinde idiler. Çünkü
onlar taklit edilecek şeyi bilmenin kâfi olmadığını, taklitte de usta
olmak lâzım geldiğini idrâk etmiş insanlardı. Eğer böyle olmasaydı
biz onların samimiyelerine inanmayacaktık. San'atkâr bizi, söyledik
lerinin samimi olduğuna da inandırmalı.
Şirde hücum edilmesi lâzım geldiğine inandığım zihniyetlerden
biri de mısracı zihniyettir. Bir şiirde bir tek berceste mısraın kifayeti
ne itikat şeklinde tezahür eden ve ilk bakışta insana basit görünen bu
zihniyeti, şiirin kötü bir hususiyetine bağlanışın gizli bir ifadesi
olduğu için mühim buluyorum. Şiirde bir «bütün»ün lüzumuna
inananlar bile mısralar arasında bir takım aralıklar kabul eder, bu araIıkları birbirine rapteden mâna yakınlıklarını şiirdeki örülüşün
m ükem m eliyeti için kâfi sayarlar. Bu telâkki belki de hücum
edilmeğe değecek kadar sakat bir telâkki değildir. Fakat insanı şimdi
bahsedeceğim hususiyete ve o hususiyetten zevk alma tehlikesine
götürdüğü için buna da meydan vermemek lâzımdır. Şiir öyle bir
bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz.
Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göre
meyiz. Bina tamamiyetini ancak bu harçla temin ettiği zamandır ki,
onu teşkil eden tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde
düşünmek fırsatını elde ederiz.
Mısracı zihniyet, bize, mısraların olduğu gibi, onun parçaları olan
kelimelerin de tetkiki, tahlili imkânını verir. Kelime üzerinde düşün
mek, onun, güzelliğini, yahut çirkinliğini tesbite çalışmak; şiire, ke
lime halinde, mücerret bir «şiir unsuru» telâkkisi getirmiştir. Yüz ke
limelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin
kelimelik bir şiir bile tek bir güzellik için yazılır. Tuğla güzel
değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir.
Buna mukabil agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina
yapılabileceğini farzedelim. Eğer bu bina, maddelerin taşıdığı güzellik
dışında bir güzelliğe malik değilse san’at eseri sayılmaz. Görülüyor ki
haddizatında güzel olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir
kazanç değil. Eğer söyleniş tarzlarını, kullanılış şekillerini de beraber
getirmiş olmasalardı, bu kelimelerin şiire bir zararı da olmazdı. Fakat
ne yazık ki o kelimeler ancak muayyen şekillerde söylenebiliyor.
Yani, kendi edalarını kendileri tayin ediyorlar. İşte eski şiirin yukarıda
bahsettiğim hususiyeti bu edadır, ismi de «şairane»dir.
Bu edaya bizi kelim eler getirmiş. Fakat şiir zevkini, şiir
telâkkisini bugünkü cemiyetten alan insan çok kere aksi cihetten
hareket etmekte, yani o kelimelerden evvel şairaneyi tanımaktadır. Bu
edayı getirebillecek kelimelerden müteşekkil lügat; yazarken şairane \
olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafasında zaruri )
olarak meydana gelir. O lügatin çerçevesinden kurtulmadıkça şairane-
den kurtulmaya da imkân yok. Şiire yeni bir dil getirme cehdi işte
böyle bir kurtulma arzusundan doğuyor. «Nasır» ve «Süleyman
Efendi» kelimelerinin şiire sokulmasını haz.medemiyenlcrsc şairaneye
tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlar
dır.
Halbuki «eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin
aleyhinde bulunmak lazım.»
Orhan Veli Kanık
(1914-1950)
GARİP
1941
Nesir Yazıları (Makale ve Hikâyeleri), Varlık Yayınevi, İstanbul 1953. İlk kez 1941 yılında
Garip'e yazılan önsöz
olarak çıkmıştır.
TIK
20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı
Prof. Dr. H üseyin Salihoğlu