08 Ağustos 2021

Edip Cansever - Kirli Ağustos & Su

Kirli Ağustos 

O da var olanın ağır ağır yokluğu
Şurda bir gündüz kımıldamakta
Dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
Gibi bir gündüz
Kalın kabuklarını kaldırır doğa.
Düşer bir balıkçının tersi olan şey
Kirli ağustos! beni ordan oraya götüren eşya
Aklımda üç beş otel ya kalır
Ya kalmaz üç beş otel aklımda
O da değil bir otelin kendisi
Yalnızlığın kahverengi organı: düş birikintisi
Bir de kahverengi alevlerden yapılma.
Başka değil, yokluğu görmek için
Kirli ağustos! gözkapaklarımı da yaktım sonunda.

SU

Bir gün, bir uzun gün hep denize baktık
Miller ve ağırlıklar bitti
Gelip geçmeler bitti, gemilerin
Beyaz ve kocaman gövdeleri
Gözün kahverengi suyuna geldik.
Palamutlar yaktık, çalılar her zamanki gibi
Süsledi bizi bu ufak değişiklik
Çok ağır bir şeydi gün dörtgenleri üstümüze düşen
Aydınlıktan kopan aydınlıktan kesilen
Ağır mı ağır
Kaldık ne kadar kaldıksa böyle
Sonra gün diye bildiğimiz ne varsa akıtıldı
Duvarlar, sarmaşıklar, evler akıtıldı
Güneşler, hızarlar, kıymıktaneleri
Vinç sesleri, çekiç sesleri bir bir.
Sokağın bitiminde dönüp arkama baktım
Her şey nasıldı diye
Sundurma hazin
Çarşı kararsız
Düzlerde yarlarda tepelerde
Kurtlar, tavşanlar, yılanlar erimekte
Herkes dünyayı bir yanından onarıyor sanki
Meltem belli belirsiz bir şeyleri kıpırdatıyor
Gözümü kapatıp baktığımda
Sudur gün.
Ah sudur, ne yandan baksam sudur
Suyun imgesi sudur
Trenlerin kalktığı her yerde
Bavullar sudur
Bir gün Erzurum çalkantısı
Öbür gün bir Konya pası
Manisadan görünen İstanbul kıyıları
Çantası açık duran bir kadının anısı ve
Dudak boyası
Ardahanlı bir kartal
Kızılcahamamlı bir pirinç
Tülbentler, yazmalar, krepler
Hep sudur
Askerin son defa memleketine baktığı
Yüzünü çevirince bir bardak gibi düşüp kırılan memleket
Ve gemilerin ağır ağır limanlardan çıktığı
Ah sudur.
Bir gün, bir uzun gün bir aynanın önündeyim
Kirpikler ve saçlar bitti
Gövdem duvara sürte sürte inceltilmiş bir nesne gibi
Dalgın ve uzun
Uzun ve sisli
Ben ki gövdemle tattım gövdemi, iyi bilirim
Bir hurma, bir başdönmesi
Kokusu başdönmesinin
Güzel kaplar aldım bu yüzden, ne kadar güzel kap varsa aldım
Bilmek için suyumu
Ve hazırlıklı değildim ve bildim
Ben suyun bir dakika durduğu
Durunca boğulduğu bir yerdeyim.
Bir kilimi yere sermek kadar güzel ne var
Sonra püsküllerini düzeltmek kadar
Ya sofraya dilim dilim kesilmiş bir domatesi koymaktı görkem
Kamyon sürmek yükünü bilmeden
Ve ikimiz bir akşamüstü sırasında
Ve akşamüstünün Anadoluya giden bir otobüs gibi kalkması sırasında
Dağlarda, tarlalarda, köprü altlarında
Sazların, taşların yosunların arasından geçerek
Bir akik gibi yansıyaraktan hem de
Kırmızı bir karpuzun doğum sancısına
Su akar ben akarım
Ben akarım su akar
Vakit yok bakışmaya
Günlerden suya.

Orhan Veli Kanık - Garip

Şiir, yani söz söyleme san'atı, geçmiş asırlar içinde bir çok değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan bir hayli farklı olduğunu kabul etmek lâzım. Yani şiir bugünkü hâliyle, tabiî ve alelade konuşmaya nazaran bir ayrılık göstermekte, nisbî bir garabet arz et­ mektedir. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler neticesinde kendini kabul ettirmiş, bir an'anc kurmak suretiyle de mezkûr acaipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün münevverleri tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada idrak ediyor. Şiiri kendine gösterilen şartlar içinde aradığından, bir tabiileşme arzusunun mahsulü olan eserleri hayretle karşılıyor. Garip telâkkisi, öğrendiklerini tabiî kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki izafiliği göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin.

An'ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş. Nazımın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak maksadıyle kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar. Şiirin de menşeinde, diğer san'atlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu iptidaî insan için nazarı itibara alınabilecek bir ehemmiyetteydi. Halbuki in­ san o zamandanberi pek çok tekâmül etti. Bugünkü insan öyle zan vc temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük, yahut da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulunmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici hakikati görmüş olanlar, vezinle kafiyeye «âhenk» denilen yeni bir şiir unsurunun ebeveyni nazariyle bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bu şiirde eğer takdir edilmesi lâzımgelen bir âhenk varsa.onu temin eden şey, ne vezindir, ne de kafiye. O âhenk vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen de mevcuttur. Fakat onu şiirde şuurlu hale getirip anlayışları en kıt insanlara bile bir âhengin mevcut olduğunu haber veren şey vezinle kafiyedir. Bu suretle farkına varılan, yani vezinle, kafiye ile temin edilen bir âhenkten zevk duyabilmek yahut da lâkırdıyı bu basit ölçüler içinde söylemeyi maharet sayabilmek; safdilliklerin herhalde en muhteşemi olmalıdır. Bunun haricinde bir âhenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar lüzumsuz, hattâ ne kadar zararlı olduğunu biraz sonra anlatacağım.

Vezinle kafiyenin her şeye rağmen birer kayıt olduğunu da kabul edelim. Bunlar şairin düşüncesine, hassasiyetine hükmettikleri gibi lisanın şeklinde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki nahiv acaiplikleri vezinle kafiye zaruretinden doğmuş. Bu acaiplikler belki de, ifadeyi genişletmesi itibariyle, şiir için faydalı olmuştur. Hatta on­ ların, nazım endişelerinin dışında dahi baş tacı edilmeleri ihtimali vardır. Fakat bu kuruluş bazılarının kafalarına «şiir dilinin kendine hâs yapısı» diye dar bir telâkki getirmiş. Bu çeşit insanlar bir takım şiirleri reddederken «konuşma diline benzemiş» diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan bu telâkki, hakikî mecrasını arayan şiirde hep aynı İzafî garabeti bulacak, onu kabul etmek istemiyecektir.

Lâfız ve mâna sanalları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder. Bilgisini, terbiyesi­ ni geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha tabiî bir şey yoktur. Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acaip karşılanmaz, kendine hiç gayri tabiîlik isnat edilmez. Halbuki teşbihle istiâreden kaçan, gördüğünü herkesin kul­ landığı kelimelerle anlatan adam bugünün münevveri garip telâkki etmektedir. Hatâsı, muhtelif sapıtmalarla gelişmiş bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu gündenberi yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara bir kaç tane daha ilâve etmekle acaba ede­ biyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalâğa ve bunların bir arada gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.

Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. Böyle değişmelerin pek seyrek vukua geldiğini; üstelik, bu suretle meydana çıkan edebi­ yatlarda da her şeye rağmen değişmiyen, yine devam eden, hepsinde müşterek olan bir taraf bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burju­ vazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmiyen tarafı; müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O in­ sanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, akalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de on­ ların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların âletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yap­ mak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kıl­ maktır.

Yeni bir zevke ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Bir takım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiç bir yeni, hiç bir san'atkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerdenberi zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tayın etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da «şiir yazarken bu kelim elerle düşünmek lâzımdır» diye yaratıcı faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak. Ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği gayri tabiî inhiraftan kurtarmış; safiyetimize, hakikatimize irca etmiş oluruz.

Ben san'atlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her san'atın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı bu vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem san'atın hakikî kıymetlerine hürmetkar olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer ver­ mek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemiyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu san'atlar, öteki san'atların içine girince hakikî değerlerinden de bir çok şeyler kaybediyorlar. Meselâ bir şiirde âhenktar birkaç ke­ limenin yanyana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi, nağmelerindeki tenevvü ve akorlarındaki zenginlikte muazzam bir san’at olan sahici musiki yanında küçümsememeye imkân var mı? Mahreçleri aynı olan harflerin bir araya toplanmasıyle vücuda gelen «âhengi taklidî» de bu kadar basit, bu kadar âdi bir hile. Ben bu gibi hilelerden zevk duymanın, o âhengi şiirde hissetmekten gelen bir memnuniyet, anlaşılmaz sanılan eserin muvaffakiyeti addetmek insa­ nın kendini muharrirle bir tutmak, yani kendi kendini beğenmek arzusundan başka bir şey değil. Bu itibarla halk tarafından sevilen eserler en kolay anlaşılanlar oluyor. Meselâ musiki zevkleri yeni teşekkül etmeye başlamış insanlar Tchaikow sk i' nin; mevzuu N apoléon' un Moskova seferinden alınmış, vak'aları, resim gibi, hikâye gibi tasvir edilmiş olan 1812 uvertiirü'nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlar için Saint-Saens' ın: ölülerin gece saat on ikiden sonra mezarlarından kalkıp raksedişlerini, sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerin tekrar mezarlarına girişini anlatan Danse M a- Cebre'ı ile Borodin'm-, bir kervanın su ve çıngırak sesleri arasında iler­ leyişini anlatan Asya'nın Steplerinde isimli eserleri en büyük musiki eserleridir. Bence, musiki gibi ifade vasıtası fevkalâde geniş bir sanatta tasvirle avlanmak gibi basit bir hileye müracaat, bestekâr için göz yumulamıyacak derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda anlat­ tığım cinsten bir infériorité kompleksine bağlı olan bu hissini, hiç bir büyük san'atkâr istismar etmemeli. San’atkâr, kendini verdiği san'atın hususiyetlerini keşfetmek, hünerini de bu hususiyetler üzerin­ de göstermek mecburiyetindedir. Şiir bütün hususiyeti edasında olan bir söz san'atıdır. Yani tamamiyle mânadan ibarettir. Mâna insanın beş duyusuna değil, kafasına hitabeder. Binaenaleyh doğrudan doğruya insan ruhiyatına hitabeden ve bütün kıymeti mânasında olan hakikî şiir unsurunun musiki gibi, bilmem ne gibi tâlî hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı. Tiyatro için çok daha lüzumlu olan dekora itiraz ediyorlar da, şiirdeki musikiye itiraz etmiyorlar.

Apollinaire, Calligramnıes adlı kitabında, şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim. Faraza bir yağmır şiirinin mısralarını sayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru dizmiş. Yine aynı kitapta bir seyahat şiiri var; harfleriyle kelimelerinin sıralanışı gözümüzün önüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan, yıldızlardan mürekkep bir tablo çiziyor. İtiraf etmek lâzım gelirse, bütün bunların bize bir yağ­ mur havası, bir seyahat havası verdiğini, yani Apollinaire'in başka bir sanata ait birtakım dalaverelerle bizi şiirin havasına soktuğunu söylemek icabeder.

Apollinaire , böyle bir hileye müracaat eden tek adam değildir. Resmi, şekil üzerinde şiire sokanlar çok. Meselâ Japon şairleri, çok kere, mevzularını, kamışlar, göller, mehtaplar, hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş, erik ağaçlarına benzeyen şekillerle anlatırlarmış. Haşim, alev kelimesinin eski harflerle yazılışına sahici alevi hatırla­ tan bir sihir bulurdu. Bu misalleri teker teker zikredişim şiirin musikiden olduğu gibi resimden de istifade edebileceğini anlatmak içindir.

Musikiden istifadeyi kabul eden şair neden resimden, hattâ daha ileri gidilirse, heykelden yahut mimariden de istifadeyi düşünmesin? Oysaki heykelden istifade resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık hicivleştirmeye kalkışmış olan Picasso , bugün her halde bu hatasını anlamıştır. Yalnız dikkat edilirse görülür ki, verdiğim misaller bizi şi­ ire sokulan resmin sadece şekle ait tarafı üzerinde durmakta. Böyle bir şiir henüz mes'ele yapılacak kadar ehemmiyet ve taraftar kazanmamış. Halbuki, bir de resmi şiire mâna halinde sokan şairler, bu şairleri tu­ tan büyük de kalabalıklar var. Onlar bütün meziyetleri tasvir olmak­ tan ibaret yazıları şiir addetmekte güçlük çekmiyorlar. Halbuki o yazıların şiirliğini kabul etmemek lâzım. Bu noktai nazarı müdafaa edenler, fazla ileriye gitmedikleri zaman, fikirleri akla yakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermek isteriz. Zannederiz ki, tasvir şiirin şartlarındandır, her şiir de az çok tasvirdir. Bu yanlış düşünce şiirin ifade vasıtasının lisan oluşundan ileri geliyor. Lisanın cüzü'leri olan kelimeler ya doğrudan doğruya eşyanın, yahut da fikirlerimizin ifadeleridir. Mücerret fikirler tekemmül etmiş kafalara harici âleme r alâkasızmış gibi görünür. Halbuki, insan denilen mahlûkun, en mücerret fikirleri bile bir müşahhasla beraber düşünmek yani onu daima maddeye, daima eşyaya irca etmek temayülü vardır. Böyle olunca kilometrelerin yanyana gelmesile meydana çıkacak sanatın günümüzün önüne tabiattan bir çok şeyler getireceğini de tabiî karşılamalı. Fakat bu tabiî karşılama hiçbir zaman şiirin bütün serve­ tinin bu kelimelerle hatırlanan bir dünyadan, bütün kıymetinin de bu dünyanın güzelliğinden ibaret olacağı neticesine varmamalı. Şiirde tasvir bulunabilir. Ama tasvir-hattâ san’atkârın tamamen kendine hâs görüş adesesinden dahi geçmiş olsa- şiirde esas unsur olmamalı. Şiiri şiir yapan, sadece, edasındaki hususiyettir; o da mânaya aittir. 

Fransız şairi Paul Eluardın dediği gibi «bir gün gelecek, o; sadece kafa ile okunacak, edebiyat da böyle yeni bir hayata kavuşacak.»

Edebiyat tarihinde her yeni cereyan şiire yeni bir hudut getirdi. Bu hududu âzami derecede genişletmek, daha doğrusu, şiiri huduttan kur­ tarmak bize nasiboldu.

Oktay Rifat, bir mektubunda, bu fikri mektep mefhumu üzerinde izaha çalışıyor. Diyor ki: «mektep fikri; zaman içinde bir fasılayı, bir duruşu temsil ediyor. Sür’at ve harekete mugayir. Hayatın akışına uyan, dialectiqe zihniyete aykırı düşmiyen cereyan sadece mektepsizlik cereyanı.»

Fakat hudutsuzluk yahut mektepsizlik vasfı şiirde tek başına, ayrı bir şekilde bulunabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu vasfın insana bir çok yeni sahalar keşfettireceğini, şiiri bir çok ganimetlerle zenginleştire­ ceğini tabiî addetmeli. Bizim, kendi hesabımıza, bu hudut genişletme işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında saflıkla basit­ lik var. Şiirlik güzeli bunlardan çıkarma arzusu, bizi şiirin en büyük hâzinesi olan, insanı hayatının bütün safhalarında kurcalıyan bir âlemde yakından temasa sevkediyor. Bu âlem de tahteşşuur. Tabiat, zekânın müdahelesi ile değiştirilmiş halde, ancak burada bulunabili­ yor. Keza insan ruhu burada bütün giriftliği, bütün kompleksleriyle, fakat ham ve iptidaî halde yaşıyor. İptidaîlikle basitliğin bir husüsiyeti de bu giriftlik olsa gerek. Hislerin, yahut heyecanların, tecrit edilmişlerine ancak ruhiyat kitaplarında rasgeliriz. Bunun için faraza bir şevhet şiiri yazmaya çalışan şair, bir hasislik hissini anlat­ mak için sayfalar dolduran muharrir bizi hayatın olsun, şeniyetlerin olsun, dışına sürüklüyorlar. Safiyetle basitliği çocukluk hâtıralarımızda aynı zenginlik, aynı giriftlik ve tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz. Allahın sakallı bir ihtiyar, cinlerin kır­ mızı cüceler, perilerin beyaz entarili kızlar şeklinde tasavvuru, bozul­ mamış çocuk kafasının mücerret fikre tahammülü olmadığını gösteri­ yor.

«Şiiri en saf, en basit halde bulmak için yapılan insan tahteşşuu­ runu karıştırma ameliyesi»nin sym boliste' lerin kabul ettiği gibi içimizdeki bir takım gizli tellere dokunma, yahut Valéry' nin, yaratıcı faaliyeti izah eden, «gayri şuurda olma» nazariyeleriyle karşılaştırıl­ masını isterim. Bu hususta bizim arzumuza en çok yaklaşan san'at cereyanı surréalisme cereyanidir. Ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin ve sanat anlayışının çıkış noktası yapan bu insanlar vezni ve kafiyeyi atmak mecburiyetinde kaldılar. Ruhî otomatizmle zekâ hokkabazlığı­ nın gayri kabili telif şeyler olduğunu gören insan için bu zaruret de aşikârdır. İkisinden birini tercih etmek lüzumu vâzih şekilde ortaya koyan ve «bütün kıymeti mânasında olan şiir» için bu küçük hokkabazlıkları fedadan çekinmiyen surréaliste' 1er elbette takdire lâyik görülmeli*. 

Kısmen haklı bulduğumuz otomatizm fikri bizim memlekette, bu mektebin tam bir izahı diye kabul edilmiş. Halbuki bu, sadece bir çıkış noktası. Burada, bizim tarafımızdan olduğu gibi onlar tarafından da şiirin esas işçiliği diye kabul edilen «tahteşşuuru boşaltma» ameliyesinin daima bir cezbe haliyle müterafık olmadığını ilâve etme­ liyim. Eğer böyle olsaydı herkes san'atkâr olurdu. Halbuki san'atkâr, elde edilmiş bir melekeyi rüya ve saire cinsinden haller dışında da kul­ lanabilen adamdır. Kıymeti olsun, büyüklüğü olsun bu melekeyi kazanış ve kullanışındaki maharetle ölçülür. Mümareselerle elde edilmiş bir şuurun insana, tahteşşuur dediğimiz kuyuyu kazabilecek kudreti getirdiğini Freııd' u çok iyi bilen bir doktor ve sanatı fikirleriy­ le başabaş bir şair olan Breton bundan senelerce evvel söylemiş.

Bu kudret acaba nedir? Ruhî hayatın yazılaşmış faaliyetlerinde şuu­ run kontrolü -az olsun, çok olsun- her zaman mevcuttur. Yani tabiî şartlar içinde tahteşşuuru yazı haline getirmemiz imkânsızdır. O halde imkânsız olan bu hâli melekleştirmeye kalkmak büsbütün lüzumsuz bir gayret sayılmaz mı? Muhakkak ki, bu meleke tahteşşuuru boşalt­ mak melekesi değidir. Olsa olsa tahteşşuuru taklit etme melekesidir. Tahteşşuurda bulunan şeyler nasıl şeyler? Onu bir san'atkâr bir âlim­ den çok daha iyi, çok daha derin hisseder. Eseri de bu hissedişin takli- tinden başka bir şey değildir. Sanatkâr mükemmel bir taklitçidir.

Usta san'atkâr, taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği şey orijinaldir. XIX uncu asırda yaşamış realist muharririn anlattığı tabiat orijinal değildir; zekâ tarafından taklit edilmiştir. Onun için eser kopyenin kopyesidir. Basitlikle iptidailik, ikisi de, san'at eserine hakiki güzelliği getirirler. İyi bir san'atkâr onları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama «basit adam, iptidaî adam» dememek lâzımdır. San'atın senelerce çilesini çekmiş, nâmütenahi merhalelerden geçmiş bir şairi günün birinde acemi bir eda ile karşınıza çıkmış görürseniz birdenbire menfi hükümler vermeyiniz. Böyle bir şair «acemiliği tak- lit»de güzellik bulmuş olabilir. Bu takdirde o, acemiliğin ustası ol­ muş demektir.

Bütün bunlar gösteriyor ki san'at pek de öyle otomatizm işi falan değil, bir cehit, bir hüner işiymiş. Halbuki biraz evvel surréaliste şair­ lerden bahsederken «ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlar vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar» demiştim. Madem ki insan böyle bir otomatizme inanmiyor ve mademki bütün cehdin bir taklitten ibaret olduğunu meydana çıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabul etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlanmış olsaydı bu düşünce belki doğru olabilirdi. Halbuki vezinle kafiyeyi mühimseme- yişti başka sebepler de var. O sebepleri şimdilik mevzuun dışında sayıyorum.

«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlanış olsaydı bu bağlanışın yersiz olduğu anla­ şılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki mevkini alması icabederdi» dedim. Halbuki etmezdi. Çünkü surréaliste şairler şiire taklit yolu ile soka­ cakları tahteşşuuru hakikatmiş gibi göstermek isteyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyi kullanmamak mecburiyetinde idiler. Çünkü onlar taklit edilecek şeyi bilmenin kâfi olmadığını, taklitte de usta olmak lâzım geldiğini idrâk etmiş insanlardı. Eğer böyle olmasaydı biz onların samimiyelerine inanmayacaktık. San'atkâr bizi, söyledik­ lerinin samimi olduğuna da inandırmalı. 

Şirde hücum edilmesi lâzım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir. Bir şiirde bir tek berceste mısraın kifayeti­ ne itikat şeklinde tezahür eden ve ilk bakışta insana basit görünen bu zihniyeti, şiirin kötü bir hususiyetine bağlanışın gizli bir ifadesi olduğu için mühim buluyorum. Şiirde bir «bütün»ün lüzumuna inananlar bile mısralar arasında bir takım aralıklar kabul eder, bu araIıkları birbirine rapteden mâna yakınlıklarını şiirdeki örülüşün m ükem m eliyeti için kâfi sayarlar. Bu telâkki belki de hücum edilmeğe değecek kadar sakat bir telâkki değildir. Fakat insanı şimdi bahsedeceğim hususiyete ve o hususiyetten zevk alma tehlikesine götürdüğü için buna da meydan vermemek lâzımdır. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz.

Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göre­ meyiz. Bina tamamiyetini ancak bu harçla temin ettiği zamandır ki, onu teşkil eden tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz.

Mısracı zihniyet, bize, mısraların olduğu gibi, onun parçaları olan kelimelerin de tetkiki, tahlili imkânını verir. Kelime üzerinde düşün­ mek, onun, güzelliğini, yahut çirkinliğini tesbite çalışmak; şiire, ke­ lime halinde, mücerret bir «şiir unsuru» telâkkisi getirmiştir. Yüz ke­ limelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile tek bir güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir. Buna mukabil agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina yapılabileceğini farzedelim. Eğer bu bina, maddelerin taşıdığı güzellik dışında bir güzelliğe malik değilse san’at eseri sayılmaz. Görülüyor ki haddizatında güzel olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir kazanç değil. Eğer söyleniş tarzlarını, kullanılış şekillerini de beraber getirmiş olmasalardı, bu kelimelerin şiire bir zararı da olmazdı. Fakat ne yazık ki o kelimeler ancak muayyen şekillerde söylenebiliyor. Yani, kendi edalarını kendileri tayin ediyorlar. İşte eski şiirin yukarıda bahsettiğim hususiyeti bu edadır, ismi de «şairane»dir.

Bu edaya bizi kelim eler getirmiş. Fakat şiir zevkini, şiir telâkkisini bugünkü cemiyetten alan insan çok kere aksi cihetten hareket etmekte, yani o kelimelerden evvel şairaneyi tanımaktadır. Bu edayı getirebillecek kelimelerden müteşekkil lügat; yazarken şairane \ olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafasında zaruri ) olarak meydana gelir. O lügatin çerçevesinden kurtulmadıkça şairane- den kurtulmaya da imkân yok. Şiire yeni bir dil getirme cehdi işte böyle bir kurtulma arzusundan doğuyor. «Nasır» ve «Süleyman Efendi» kelimelerinin şiire sokulmasını haz.medemiyenlcrsc şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlar­ dır.

Halbuki «eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazım.»

Orhan Veli Kanık (1914-1950) 

GARİP 1941 

Nesir Yazıları (Makale ve Hikâyeleri), Varlık Yayınevi, İs­tanbul 1953. İlk kez 1941 yılında Garip'e yazılan önsöz olarak çıkmıştır. 

TIK

 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı

 Prof. Dr. H üseyin Salihoğlu


Carl Gustav Jung - İnsan Ruhuna Yöneliş

Çağdaş psikolojinin üç büyük devinden biri ve analitik psikolojinin kurucusu, psikiyatr ve dünyamızın ender Filozof-bilimadamlarından biri olan C. G. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş’te psikolojinin en temel ve özgün kavramlarını sunuyor: Kompleksler, düşler ve bireysel anlamları, çağrışım deneyleri, yansıtmalar, arketipler, bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışının işlevleri... Çağdaş psikolojinin üç büyük devinin sonuncusu, çağdaş insanın günlük yaşamında ve “öte yaşamında”; düşlerinde, bilinçli ve özellikle de bilinçsiz yaşamında kendini duyuran başlıca ruhsal sorunlarına, sıkıntılarına uzun yıllar öncesinden ışık tutmaya, yol göstermeye devam ediyor. Jung, öte yandan bir kâhin gibi davranıyor; insanlığı bekleyen en büyük tehlikenin “ruhsal tehlike” olduğunu, bunun da insanın bilinçaltından geleceğini savunuyor. Bu bağlamda İnsan Ruhuna Yöneliş, ilk basımından bu yana geçen yaklaşık 60 yıla karşın değerinden ve savlarından hiçbir şey yitirmemiş durumda. Çünkü Dünya gezegeni, giderek bilincini bir yana bırakıp, bilinçaltı birikimleriyle varlığını ve ilişkilerini sürdürmeye çalışan bir insan tipinin egemenliğine giriyor...


Descartes'in Üç Rüyası

 I-  Birinci  Rüya  Ya  Da  Geçmişin  Yıkılması: Kuşku  ilkesi  "Gizli  nedenleri  arayan  bilim  bir  din    olur"

Kuşku!  kuşkulanmak,  günümüze  değin  düşüncenin  ayrılmaz  bir  parçası  olmuştur.  Kuşkunun  bu  anlamda temel  görevi  dogmatik  diye  anılan  ve  nasıl  elde edilmiş  olursa ol­sun,  belirli  yargıların  asla tartışılmayacağını  deyimleyen  görüşe  karşı  düşünce  tarihi  bo­yunca  büyük  savaş  vermiştir.  Düşüncenin  serüvenini  bu  açıdan,  yani  dogma  ile  kuşku­nun  savaşı  olarak  da  görmek  olasıdır.  Ancak  Kuşku  Descartes'ta oldukça  farklı  bir  anlam  taşır  ve  belki  de  onu  diğerlerinden  ayıran  en  özgün  yanını  oluşturur.  Descartes  kuşkuyu:  "Bilimlerde  sağlam  bir  şey  kurmak  için  insanın  hayatında  bir  defa  eski  kanaatleri­ni  bırakması  gerektir"

"Yalnız  eskiden  doğru  olduğuna  inandığı  kanaatlerden  sıyrılmak  kararı,  herkesin  güdebileceği  bir  örnek  değildir;"

"Gerçeği  arayanın  yaşamında  bir  kez  tüm  nesnelerden  gücü  yettiği  ölçüde  kuşku  duyması  gerekir"

İfadeleriyle  tüm  önemli  yapıtlarında  dile  getirmiş  ve  merkezi  bir  yer   vermiştir.   Aslında  bunun  nedenini  anlamak  zor  değildir,  değinildiği  gibi  Ortaçağ'ın  skolastiğinden  nefret  eden  ve  Renaissance'ın  hümanizmine  güvenmeyen  Descartes için  yeni  bir  düşünce  sistemi  kurmaktan  başka  çare  yoktu;  ve  yeni  şeyler  kurmak  isteyen herkes  de  eskiyi  yık­mak  zorunda olduğundan  o  da  merkeze  kuşkuyu  yerleştirdi.  Çünkü  yerleşik  kanaatleri  en  kolay  ortadan  kaldırma  yolu  onları  kuşkulu  duruma  sokmak,  güvenilirliklerini   yık­maktır.

Filozof  7.  îtirazlar'a  verdiği  Cevaplarda  bunu  çok  açık  ve  basit  bir  örnekle   deyimliyor.  Eğer  bir  sepet  elmanız  varsa  ve  bunların  bir  kısmının  çürümüş  olabileceğini  düşünüyorsanız,  tümünü  boşaltıp,  çürükleri  ayırdıktan  sonra sağlam  olanları  yeniden   se­pete doldurursunuz.  O  burada tüm  sepeti  boşaltarak  o  ana  kadar edindiğimiz  tüm  kanı­larımızı  ve  bilgilerimizi  sorgulatıyor.  Bunun  sonunda acımasız  bir  eleme  de  vardır.  Filo­zofun  en  küçük  bir  yanılgıya  dahi tahammülü  yoktur:

"Bu  nedenle kendilerinden  kuşkulanılan  tüm  nesnelere yanlış  gözüyle  bakmak  da  yararlı  olur."

Bununla  birlikte  o  hiç  bir  zaman Pyrronizm  anlamında  gerçek'  bir  kuşkucu  ol­mamıştır.  Kuşku  bir  erek  değildir,  yalnızca  onu  "başkalarının  yaptıklarını  onaran  küçük  bir  sanatkar  olmaktan  kurtaracak  bir  araçtır.  Bu  kuşku  yoktan  bir  sistem  kurmaya  ve  var  olan  ön  yargılan  yıkmaya  yarar.

Gibson'un  ilginç benzetmesine göre:"...bir  şehir planlamacısı  ile bombalı  bir  anar­şist  arasında  fark  vardır.  Çünkü  planlamacı  yeniden  yapma  amacıyla  hareket  eder".  Gerçekten  de  Descartes'ın  ileri  sürdüğü  evrensel  kuşku  ilkesi de  omnibus  dubitandum-yalnızca  akıl  yürütme  amaçlarına  uyarlanmış  bir  tavırdır,  bilgi  karşısında  bir  tutum  al­madır.  Bu  nedenle de  abartılı  (hiperbolik)  olarak  nitelendirilmektedir.

Ayrıca  o  burada bir  kez  daha Aristocu  skolastiğe  karşı  olduğunu  ortaya koymak­tadır.  Aquinas:"principium  nostrae cognitionis  est  a  sensu", yani  'bilginin  başlangıcı  du­yumdadır'  diyordu.   Oysa  Descartes  Düşünceler'de: "Bu  prensipler,  yalancı   oldukları için  kendilerine  güvenilmeyen  duyulardır"  deyimiyle  açıkça  Doctor  Angelicus'a  karşıt­lığını  dile   getiriyordu.  

Bu   anarşist'  yanının  dışında  kuşkunun   teknik  bir  kullanımı  daha  vardır.  Bu  an­lamda  analizi  tamamlayıcı  bir  rol  oynar.  Kuşku,  şeylerin  tanımına  karşılık  gelen  özünü  belirleme  tekniğidir;  bir  varlığı  tanımlarken  kullandığımız  özelliğe  sahip  olup  olmadı­ğından  kuşkulanabiliyorsak,  bu  özellik  o  'şey için  özsel  olmayabilir.  Yani  Eğer  bir  özel­liğin  belirli  bir  şeyin  özünün  bir  parçasını  oluşturup  oluşturmadığını  araştırmak   istiyor­sak,   yapılacak   olan,   o   şeyin   varlığından   kuşkulanmaksızın   özelliğin   varlığından   kuşkulanmaktır.  Örneğin  Tanrıyı  her  şeye  gücü  yeten  ve  zamanla  sınırlı  olmayan  var­lık  olarak  tanımlarsak,  eğer  'her  şeye  gücü  yetme'  özelliğinin  özsel  olup  olmadışım   me­rak  ediyorsak,  Tanrının  varlığından  kuşkulanmadan  'her  şeye  gücü  yetme'  özelliğinin  varlığından  kuşkulanabiliriz.

Descartes'ın  kuşku  yönteminin  bu  anlamdaki  işlevi:  ilksel  tanımların  saydamlaştırılması  ya  da  daha kesin  bir  duruma getirilmesini  sağlayarak,  karmaşık  şeylerin  basitlere  bağımlığını  tanımlamaktır.  Bu  çerçevede  filozof  skolastiğin  ve  Renaissance'ın  pek  çok  elmasını  düşünce  tarihinin  sepetinden  çıkaracak  ancak  pek  azını  geri  koyacaktır.  Buna  rağmen  onun özenli  elemesinden  de  kaçmayı  başaran  birkaç  çürük  elma daha  uzun  yıllar  sepette  kalacaktır.

II.  ikinci  Rüya  Ya  Da  Her  Tür  Bilgi  Otoritesinin  Reddi: Cogito  Ve   Tanrı   "Si  fallor,  sum"  " Eğer  yanılabiliyorsam,    ben'im'  Agustinus.

Descartes'ın  kendisini  tanımayanlarca  da  bilinen  ünlü  deyimi  dilimize  genelde  "Düşünüyorum,  o  halde varım"  olarak çevriliyor  (Cogito ergo  sum  ya  da  Je  pense, Done Je  suis). Ancak  tam  bir  çevirisi  "Düşünüyorum,  o halde benim"  dir.  Acaba Descartes  bu  deyime  varmadan  önce  bir  ben'i,  bir  kendi  olduğunu  bilmiyor  muydu?  Ya  da  açık  seçik  bilgilere  ulaşmak  için  çıktığı  yolda  kuşkusu  ve  analizi  sonucu  en  büyük  buluş  'kendi' mi oldu? Tümüyle  olmasa  da  bu  sorulara  bir  ölçüde  olumlu  yanıt  vermek  olasıdır.  Çünkü  o,  gereksindiği  temizlik  için  Birinci  Düşünce'de  kuşku  yöntemiyle  bütün  her  şeyden  hatta  cebirin  '3+2=5'  ya  da  geometrinin  bir  karenin  dört  dik  açısı  vardır  gibi  kesinliklerinden  dahi  kuşkulanıyor.  Bunun  nedeni  de  yanıltıcı  şeytan  (kötü  cin-Malin  Genie)'dir.  An­cak  bu  şeytanın  bile  elinin  kolunun  bağlandığı  bir  alan  var  ki,  o  da  Cogito'dur.

Cogito'yu  saptayabilmek  içinse  öncelikle  Metafizik   Düşüncelerden  ilkine  bak­mak  gerekir.  Birinci  Düşünce'nin  sınırsız  kuşkusuna  şöyle  bir  baktığımızda,  ilk soru  her şeyin  bir  rüya  olup olmadığıdır?  Gerçekten  yaşıyor  muyum?  Yoksa rüyamda  yaşadığımı,  yürüdüğümü,  konuştuğumu  mu  görüyorum?  Bunu  aşma  yolu  ise  belirtildiği  gibi  Cogito'dur. Çünkü  eğer  ben  rüyamda  koştuğumu  görüyorsam  gerçekte  (örneğin  yatakta  uzan­maktayım)  koşmuyorumdur.  Oysa rüyamda  bir  geometri  problemine çözüm  bulduysam,  bunun rüya  olması  fark  etmez onu   uygulayabilirim.

Yani  eğer  rüyamda  düşündüğümü  görüyorsam  gerçekten  (uyku  içinde  bile  olsa)  düşünüyorumdur.  Dahası,  herşeyden  kuşkulanabilirim;  varlığımdan,  bedenimden,  tüm  zihnimdekilerden  ancak  kuşkumdan  kuşkulanmam  diğerlerinden  farklıdır.  Çünkü,  tıpkı  rüya  örneğindeki  gibi,  yürüdüğümden  kuşkulanıyorsam,  zorunlulukla  yürüyor  olmam  gerekmez  ancak  salt kuşkumdan  kuşkulandığımda;  kuşkulanmak  bir  düşünce  tarzı  (modu)  olduğundan  bu:  Düşünüp  düşünmediğimi  düşünüyorum  anlamına  gelir.  Bu  durumda  ise  her  şeyden  önce  (fizik  dünyadan,  toplumdan  ya  da  bedenimden  önce)  bulunması   ge­reken, düşünüp  düşünmediğimi  düşünen  bir  benin  varlığıdır.  İşte  "Düşünüyorum,  o  hal­de  ben  im  ya  da  vanm'ın"  anlamı  budur.

Bu  deyim  yani  cogito,  artık  Descartes  sisteminin  temel  direği  olacaktır.  Ancak  eksiktir.  Çünkü  onunla yalnızca  rüya  ve  duyumlanabilen  her  şeyin  bir  yanılsama  olması  engelini  aştık,  yani  yanılsama  olmayan  bir  'ben'   var  elimizde.  Henüz,  tüm  fizik  dünya  ile  cebir  ve  geometrinin  kesinlikleri   bu  kuşkudan  kurtulmuş  değil.  Bunlardan  kuşkuyu  kaldırmak  için  yeni  bir  akıl  yürütmeye  gereksinim  var.  Öncelikle  Cogito'ya  nasıl  var­dım  ya  da  onun bir  bilgi  olarak  özelliği  ne?  Cogito'yu  açık  seçik  ve  doğrudan  biliyorum.  O  zaman  aynı  dolayımsızlıkla  ve  kesinlikle,  bildiğim  başka  bir  şey  de  doğru  olacaktır.  Öyleyse  düşünen  bir  'ben'  olarak, bana dışarıdan  gelmiş  -yani  benden sonra  ortaya  çıkan  zihnimdeki  tüm  fikirleri  ayraca alıyorum  (bir  tür  fenomenolojik  indirgeme).  Bana  dı­şardan  gelmeyen  yani  'bene  öngelen  bir  fikir  var  mı?  Yanıt  olumludur.  Dış  dünyadan  edinmediğim  ya  da  kendi  imgelemimin  ürünü  olmayan  bir  tane var:  Her  şeye  gücü  ye­ten,  başsız,  sonsuz, sınırsız  bir  varlık.

Böyle  bir  varlığı  ne  dış  dünyadan  almış  olabilirim  ne  de  kendi  imgelemimin  bir  tasarımı  olabilir.  Öyleyse  bu   fikri  nereden edindim? Bir  nedeni  olması  gerekir,  ben  kendi  varlığımın  nedeni  olmadığım  için  bu  fikrin  de  nedeni olamam.  Yoktan  hiçbir  şey  çık­madığı  için  (ex  nihilo, nihil)  bunun  nedeni  yokluk  olamaz. Dahası  bu  nedenin  sonucuyla  yani,  zihnimdeki  salt sıfatlara  sahip varlık  fikriyle  uyum  içinde  de  olması  gerekir.  Aynca  neden sonucuyla  aynı  anda var  olmalıdır  da.

Yani  sonucuyla  var  olup  onu  gerçekleştirmelidir.  Bu  anlamda  Benim  bu  anki  var­lığımın  nedeni,  bir  an  önceki  varlığım  değildir.  Böylece,  varılacak  sonuç:  Zihnımdeki  Tanrı  fikrinin  içeriğindeki  gibi  bir  şeyin  hali  hazır  da  var  olması  ve  zihnimdeki  bu  fikrin  nedeni  olmasıdır.  Bu  sonuç  Descartes'ın  Tanrının  varlığına  ilişkin  ileri  sürdüğü  neden­sel  kanıttır'.  Bu  kanıt  kendi  içinde  iki biçimde  düşünülür:  İlk  önce  Tanrı  fikrinin  gerçekte  Tann'ca  oraya yerleştirilmiş  olması  (çünkü  az  yetkin  olan  ben  çok  yetkin  olan  bir  varlı­ğın  nedeni olamam  -ex  nihilo, nihil  ardından,  'benin  kendi  nedeni olmaması  dolayısıy­la  onu  yaratacak  bir  şeyin  yani Tanrı  nın  var  olması.

Dahası  Tanrı  yalnızca  var  değildir.  Benim  zihnimdeki  niteliklerine   de  sahiptir.  Ancak  Tanrının  varlığının  kanıtlan  bunlarla  sınırlı  olamaz.  Kaldığımız  yerden  devam  edelim;  şimdi  zihnimdeki  bu  varlığın  sıfatlarından  çıkan  sonuç  O  nun  yetkin  bir  varlık  oluşudur.  Öyleyse  bu  yetkin  kavramının  içeriğinden  var  olma  özelliğini  çekersek,  yet­kinlik,  tamlık  bozulmuş  olacaktır.  Yani  O  şey  artık  yetkin  olamaz,  çünkü  eksilmiştir  -varlık  özelliğinden  yoksundur.  O  zaman zorunlulukla  yetkin  şey  var  olmalıdır da.  Descartes burada  'ontolojik  kanıtı'  kullanarak  Aosta'lı  Anselmus'un  (1033-1109)  kulaklarını  çınlatmaktadır.

Gelinen  noktayı  özetleyecek  olursak,  şimdi  elde bir  'ben'  bir  de  Tanrı  vardır.  Açık  ve  seçik  biçimde,  doğrudan  içimize  bakarak;  zihnimizin  analizi  ile  elde ettiğimiz  bu iki nokta  Descartes'a göre  tüm  bilgimizin  temeli  olacak kuşkulan  aşacaktır.

Ancak  düşünülmesi  gereken  son  bir  olasılık  daha  var.  Ya  bizzat Tann  bizi  bilgile­rimiz  konusunda  aldatıyorsa  ne  yapabiliriz?  Bunun  yanıtı  basittir. Zihinmizi  incelediği­mizde  içimize  bu  bakışla  elde ettiğimiz  kesin  bilgi:  Belirli  salt sıfatlan  olan  ve  'ben'i  ya­ratan  bir  Tann'nın  varlığıdır.  Dahası  'ben'  doğru  ya  da  yanlış  dış  dünya  ve  kendime  iliş­kin  pek  çok  fikre  sahibim.  Bu  koşullarda  Tann'nın  beni  bir  şeyler  bilme  yetisi  ile  donat­tığı  ve  bu  bilginin  en  üst  noktasına  da  kendi  varlığının  ve  özelliklerinin  bilgisini  yerleş­tirdiği  söylenebilir.  Eğer  'ben'i  bir  şeyler  bilme  yetisiyle donatmışsa;  aldatması  ya  da  bil­giyle   ilgili  yanlış  ve  eksiklerimi   düzeltemeyecek  biçimde  yaratması  açık  bir  çelişme  olurdu.  Descartes  başlangıçtan  bu  yana  kuşkulanılması  anlamsız  ya  da  çelişik  deyimler  aramaktadır.   Bunlar:   İnsanın   kendiyle  çelişmeden   varolmadığını   söyleyemeyeceği   Cogito,  ile Tanrının  hem  var  olması  hem  de  aldatıcı  olmamasıdir,  çünkü  bilme  yetisiy­le  donatıp  sonra aldatması  saçmadır.  

Sonuçta  I. Düşüncenin  getirdiği  tüm  kuşkulardan  kurtulmuş  oluyoruz.  Neden?  Ciinkii  diisiimivorıım  ve  hıı  nedenle  kendimle, çelişmeden  voklueumu  savlavamam.  cünkü  açık  seçik  bildiğim  her  şey  vardır  ve  Tanrı'yı  da  bu  biçimde  bildiğim  için  Tanrı   da   vardır  ve  aldananmam çünkü  O  aldatıcı  değildir.

Bu  düşünce  zinciriyle  ilgili  eleştirilere  gelince,  tam  bu  noktada  Descartes  çağın­dan  günümüze  değin  pek  çok  eleştiriye  uğramıştır.  Bunun  nedeni  yukarıdaki  paragrafta  açıkça  görülen:  Tanrı'yı  bilmemizin  temelinin  açık  seçik  dolayımsız  bilgilerin  kesin  doğ­ruluğu,  ve  bilgilerimizin  doğruluğunun  güvencesinin  Tanrı'nın  varlığı  ve  erdemli  olması­dır  (Tann  yardımı  kuramı);  bu  döngüsel  açıklama  "kartezyen  daire"  olarak  anılır  ve  ilk  kez,  daha Descartes'ın  kandi döneminde  Amauld  ve  Mersenne'ce dile  getirilmiştir.

Aynca  nedensel  kanıt'  düşünsel  dünyada  varılan  sonuçları  fizik  dünyaya  yüzde  yüz  uygulamakla eleştirilmiştir;  Reenin  ilginç  örneğine  göre:  Hayalet  gördüğünü  savlayan  kişilerin  kalp  krizi  geçirmesi  durumunda,  kalp krizinin  gerçek  olması  hayaletin  de  gerçekliğini  gerektirmez.  Dahası  Marx  'ontolojik  kanıt'  için:"ontolojik  kanıt  yalnızca  benim hayal ettiğim,  benim  için  gerçek  olan bir hayal gücüdür"  demiştir.

Genel  bir eleştiri  olarak  da  Ayer bilginin  bu  tip  kurulumunun  rasyonel  değil  daha  çok  duygusal  olduğunu  savlamaktadır  Hobbes  da  yetkinlik  fikrinin  salt  ve  bu  dünya­dan  bağımsız  olarak  ortaya  çıkmadığını,  iyi  ve  daha iyi  gibi  oransal  kavramlardan  akıl  yürütme  ile  varılan  bir  sonuç  olduğunu  söylemektedir.  Kant  da  'ontolojik  kanıt'ı  yoksa-maktadır.  Çünkü  'varlık';  uzunluk, enlilik  gibi  ele  alınacak  bir  özellik  değildir  o,  herhan­gi  bir özelliğe  ön gelmeli,  her  özellikten  önce  olmalıdır.

Tanrının  varlığı  ile  ilgili  bu  eleştirilerin  dışında,  Cogito'nun  kendisi  de  eleştirilmiştir.  Öncelikle  Gassendi  onun  bir  totoloji  olduğu  itirazını  ileri  sürmüştür;  Descartes'ın  buna  yanıtı  Cogito'nun  bir  akıl  yürütme  süreciyle  değil,  sezgisel  bir  biçimde  doğrudan  kavrandığıdır.  Başka  bir  itiraz  da  onun  yalnızca  'cogitatur ergo aliquid  est'  yani  'bir  dü­şünce  yer  alır,  o  halde bir  şeydir1  anlamına  geldiğidir.  Bugün  gündemde  olan  bir  itiraz  da  Wittgenstein ın  'özel  dil  savı  -privat  language argument' dır.  Buna göre  herhangi  bir  dilde  bir  terimin  anlamı  olması  için,  onun  doğru  uygulanımını  belirleyen  ortak  bir  ölçüt  olmalıdır;  Wittgenstein  bizim  kavram  anlayışımızın  zorunlulukla  ortak,  sosyal  ve  dola-yımh  olduğunu  ileri  sürmüştür.  Yani  bizim  dilimizin özgün  mantıksal  bağlantıları  dış  dünyanın  içeriğini  belirlemez.  Bu  ise  Cogito'nun  önceliğine  ve  bireyselliğine  vurulmuş  büyük  bir  darbedir  çünkü,  benim  'düşünce'  ve   varlık'  gibi  kavramlar  için  önceden  bir topluma  ve  bunun  ortak  kabulüne  gereksinimim  varsa  Cogito  ilk olamaz.  O  zaman  da  Descartes düşüncesinin  özenli  biçimde  gözden  geçirilmelidir.

Doğal  olarak  Tanrının  varlığı  ya  da  Cogito  ile  ilgili  getirilen  eleştiriler  bunlarla  sınırlı  değildir  ancak, bizim  için  bu  kadarı  yeterli.  Daha önemli  bir  nokta  olarak  Cogitoya  geri  dönelim  ve  başlangıçta  sorduğumuz  sorunun  yanıtını  gözden  geçirelim.  Descar­tes'ın  bulduğu  bilgi  temeli  neyi  deyimliyor?

Cogito  insanın  kendi  özsel  yanını,  ruhunu deyimler.  Bu  düşünce  'ben'  yani  ego­dur.  Ancak  bu  Fichte'nin  aşkın'  egosu  değil,  empirik  bir egodur.  Benim  bilinçli  dene­yimlere  sahip olan; özü, bilinçlilıği  olan bir  varlık  olduğumu  ortaya koyar.

Cogito  böylece  başlangıcı  bilince  getirmiştir56.  Gerçi  belirtildiği  gibi  filozof   so­lipsizme  gitmemek  için  ardından  Tanrı  nın  varlığını  kanıtlamaya  girişmiştir  ancak, yine de  temel  'ben'  dir.  Descartes'ın  bu  alçak  gönüllü  buluşunda  kendisinden  önceki  gelişme­lerin  de  payı  olduğu  açıktır.  Ancak  Hegel'in  sözünü  ettiği  büyük  adamlar gibi  Descartes  çağının  ruhunu  öyle  güzel  özümseyip  formüle  etmişti  ki; böylece  kendinde  sonrası  için  sağlam  bir  düşünsel  temel  de  hazırlamıştır.  Filozofun   bu  buluşunun   değerlendirilmesi   için  onun  yalnızca  bir  bilinç  olarak  saptadığı  varlığın,  tarihsel,  sosyal  ve  siyasal  gelişim­deki  yerinin  de  kısaca  saptanması  gereklidir.

III.  Üçüncü  Rüya  Ya  Da  Özgün  Bir  Düşüncenin  Kurulması:  Birey  ve  Onun   Sorunları
1- Birey'in  Doğuşu  

Descartes'ın   bu  buluşunun  bilgi  teorisindeki  sonuçlan   tartışmalı   ise   de,   diğer   alanlarda çok  önemli  gelişmelere  yol  açtığı  kesindir.  İlk  olarak  Descartes yeni  bir  kavra­mı,  insan  ruhuna  ya  da  bilincine  sahip  kişilikli  insanı  ortaya  çıkarmıştır.  Bu  ona  kadar  gelen  eski  kişi  anlayışlarından  oldukça  farklıdır.  Örneğin  Homer'in  kişisinin  bu  anlamda  ruhu  ya  da  bireyselliği  yoktu.  Yine  eski  toplumlarda  maskeler kişinin  mit  ve  tanrılarla  bağlantılı  biçimde  ailesindeki  yerini  gösterirdi.  Yani  kişi  doğrudan  kendisinden  kay­naklanan  özel  bir  kimliğe  ya  da  değere  sahip değildi. O,  büyük  bir  yapının  belirli  bir par­çası  olarak  anlamlıydı:  (A)  ailesinin,  (B)  klanının  bir  savaşçısı  ya  da  bir  tanrının  özel  hizmetkarıydı.

Eski  Yunan da  ise  bir  birey  kavramı  vardır.. Ancak,  bu  kavram  da  günümüzdeki  anlamından  oldukça  uzaktır.  Eski  Yunanlı  kaprisli  tannlarca  yönetilen  bir  dünyada  rol-görevini  yerine  getirmeye  çalışırdı.  Bu  anlayıştan  oldukça  ileri  bir  düzeni  simgeleyen Eski  Yunan da  ise  bir  birey  kavramı  vardır.. Ancak,  bu  kavram  da  günümüzdeki  anlamından  oldukça  uzaktır.  Eski  Yunanlı  kaprisli  tannlarca  yönetilen  bir  dünyada  rol-görevini  yerine  getirmeye  çalışırdı.  Bu  anlayıştan  oldukça  ileri  bir  düzeni  simgeleyen son  dönem  Stoa'sının  evrensel  bireyi  bile  yalnızca  görevler  ve  bunları  yerine  getirmek  için  sahip olunan  haklardan  oluşuyordu.

Ortaçağ  insanın  durumu  ise,  bireysel  bir  öz  olarak  ruha sahip olmakla  birlikte "ilk günah"  m  yol  açtığı  düşmüşlük  nedeniyle  pek  de  parlak  değildi.  Tanrı'dan  gelen  kişisel,  yüksek  ve  biricik  olan  yanı,  ruhu,  gerçek  yaşam  ve  özgürlüğüne  ancak  "Tann'nın  İkinci  Krallığın"  da  kavuşacaktı.  Bu  "insan"  Bruckhardt'ın  deyimiyle:"kendinin  sadece bir  ır­kın,  topluluğun,  partinin,  ailenin  ya  da  ortakçılığın  bir  üyesi  olarak  -sadece genel  bir  ka­tegori  yoluyla-   bilincindeydi.

Ortaçağı  izleyen dönemde  birbiri  ardına  gerçekleşen  önemli  gelişmeler  doğal  ola­rak  yalnızca  birey  kavramı  üzerinde  etkili  olmamış;  Descartes'ın  da  içinde  yer  aldığı  17.   yüzyılı  da  meydana  getirmiştir.  Burada  bunlara  ayrıntıları  ile  değinilecek  değildir.  An­cak  Descartes'ın  getirdiği  yeniliğin  değerinin  tam  olarak  saptanabilmesi  için  bunların  kı­saca gözden  geçirilmesi  gerekir.  

Öncelikle  coğrafi  keşiflere  ve  ortaçağ  ekonomik  sisteminin  çökmesi  ile  gelişen  burjuvaziye  dayalı  ekonomik  devrim  yalnızca  insanların  coğrafi  anlamda  ufuklarını   ge­nişletmekle  kalmamış;  yerleşik  geleneklere  bağlı,  yaşamaya  yetecek  kadar  çalışmanın  yerine,  maddi  kazanç  düşüncesini  destekleyerek  kişisel  yarar kavramını  ön  plana  çıkarmıştır.

Bunun  ardından  Renaissance'ın  'Hümanist  ieri  doğada  kendilerinden  daha  fazla  yalnız  olan  ve  dolayısıyla  kendi  başının  çaresine  bakmak  zorunda kalan ilk çağ  insanı  ile  Avrupa'yı  tanıştırdılar.

Matbaanın  ortaya  çıkışı  azınlığın  ayrıcalığı  olan  bilgi  edinmeyi, çoğunluğun  ola­nağı  durumuna getirdi.  Böylece  belirli  bir  grubun  üyesi  olmayan kişilere  de  bilgi  edinme  yolu  açıldı.

Bu  yeni  buluşun  ilk  yapıtı  'Kutsal  Kitaptı.  Bundan  böyle  dileyen  herkes  Kutsal  Ki tab'ı  satın  alıp,  Onu   okuma  olanağına  sahip  oldu.  Ancak  bunun  gerçekleşmesi   için   Martin  Luther  (1483-1546)  ve  John  Calvin  (1509-1564)  gibi  iki gözü  pek  insana gerek­sinim  vardı.  Burada dikkati  çeken  nokta  Refonnasyon  gibi  bir  hareketin  ancak  teknolo­jik  bir  gelişmenin  ardından  ortaya çıkabilmesidir.  Luther  1517'de  Wittenberg  kilisesinin  kapısına  astığı  bildiriyle  bireysel  özgürlüğı  n doğruluğun  üzerinde;  ve  'kurtuluş'  için  inancın  temel  olduğunu  ilan  ediyordu  ve  "Tanrı  sözünün  yorumunda  nakü  ya  da  ayini"  yadsıyordu.  Bu  durum  Vernon  Louis'nin  değimıyle  "tüm  insanların  rahipliği"  yani  her­kesin  kendi  yorumunu  yapabilmesiydi.  Calvin  de  "nakli  yoksa^ıp  Kutsal  Kitaba  doğ­rudan  erişimi"  istiyor  ancak,  Luther'in  tersine  "doğruluğun  sevgiden  daha  önemli"  olduğunu  ve  Eski  Ahit  anlamında  'yasayı'  savunuyordu.  Bu  yaklaşımıyla  Calvin,  Luther'e  göre  bireyselliğe  çok  az  yer  bırakıyordu.  Bununla  birlikte  her  ikisinin  de  arzusu  Kutsal  Kitab'ı  okuyacak  ve  kendi  için  yorumlayacak  daha  önce  var  olmayan  'kişilerin'  yaratıl­masıydı.

Bireyle  ilgili  ağırlığı  olan  diğer  bir  dinsel  grup  da  Ignacıo  de  Loyola   tarafınfan   kurulan  ve  Descarles'ı  da  yetiştiren   Cizvıtlerdi  (Jesuit).  En  çok  eğitim  konusunda  etki  gösteren  bu  tarikat  ilahi  hukukun  üstünlüğü  savunmak  amacıyla  var  olan devlet  ve  huku­kun  insan  yapısı  olduğunu,  insanın  üzerinde  özel  bir  değere  sahip olmadığını  ileri  sürü­yordu.

Ekonomi,  kültür-edebiyat,  düşünce  ve  dinin  birleştiği  yapıtı  tamamalayacak  olan  son  öge  de  bilimdi.  O  da  üzerine  düşen  görevi  fazlasıyla  yaptı.  Öncelikle  Kopernik  De  Revolutionıbus  Orbiumda  Güneş  merkezli  (Helıosentrik)  görüşünü  açıkladı.  Bu  Gali-le'nin  'Siderus Nuntius'u  (Yıldız  Habercisi) yani  teleskopu  kadar yaygınlaşamadı.  Bunla­rın  ardından  olan gelişmelerse  insanların  zihinlerini  iyiden  iyiye  bulandırdı.

Artık  Aristo'nun  dediği  gibi,  Ay  ya  da  diğer  gezegenler  bu  Dünyadaki   karmaşa­dan  uzak  meleklerin  ve  tanrıların  ikametgahları  değildi.  Dahası  Kutsal  Kitab  ın  dediği  gibi  evrende  Yer'in  merkezi  bir  rolü  de  yoktu,  yalnızca  sıradan  bir  gezegendi. Bu  bulgu­ların  psikolojik  etkisi  büyük  oldu  ve  insan doğada  yine  yalnız  kaldı.  Ama  onu  bu  yal­nızlık  olgunlaştıracak  ve  kendi  ayaklan  üzerinde  durmasını  da  sağlayacaktı.

Sonuçta  yapayalnız  kalan  insan, kendinden,  bu  duruma  olan  bilinçliliğinden  baş­ka  elle tutulur bir  şey  bulamıyordu.

Yukarıda  özetlenen  tüm  bu  gelişmeler  birey  kavramına  geçişte  önemli  rol  oynadı.  Ancak  bu  birey'in  portresini  henüz  hiç  kimse  görmemişti.  Bunu  dünyaya  göstermek  için  Cizvitler'in  yetiştirdiği  ama  onlar'ı  aşan,  çok  daha büyük  amaçlar  ardında  koşan  bir  ada­ma  gereksinim  vardı.  Böylece  Descartes sosyal, dinsel  ya  da  siyasal  yaşamı  ile  belirlen­meyen,  doğrudan  doğruya  Tann'ya  sorumlu  (hatta Ona  bile  sorumlu  olmayan!)  bilinçli  madde  dışı  bir  öze  sahip  varlık  olarak dünyayı  ilk  kez  "birey"  ile  tanıştırdı.  Belki  o,  sağ­lam  bilgiler  kurmak  için  başlattığı  çabanın,  sağlam  görünen  tüm  bir  sosyal  ve  siyasal  dü­zeni  sarsacağını;  dini,  sosyal  ve  siyasal bir  hareket başlatacağını  tahmin  bile etmedi.

İşte  bu  doğada  yegane  benlik  sahibi  varlığın,  yani  insanın  önünde  eşitliği,  özgür­lüğü  ve  yaşamda  ne  yapması,  hangi  değere  göre  davranması  gibi  pek  çok  önemli  sorun  vardır ki, bunlar  da  aşağıdaki  bölümde  incelenecektir.  

2-  Eşitlik,  Özgürlük  ve  Ahlak

"Onların   özgür  olmadığı   açıktır.   Çünkü   (iradeleri   olmadığından)    kendi  kendini   belirle­menin olumlu gücünden     yoksundurlar".

Kendi  varlığından  emin  olan  Descartes'ın  insanının  dış  dünya  ile  bağlantısını   da   Tanrı  sağlıyordu.  Ancak  bu  insanın  henüz  niteliklerini  bilmiyoruz.  Doğadaki  yeri,  hem­cinsleriyle  ilişkisi  konularında  bir  bilgimiz  yok.  Doğuştan  iyi mi  yoksa kötü  mü  olduğu­nu,  toplumsallığını  saptamış  değiliz.  Yani  acaba  Descartes'ın  insanı,  Hobbes'unki  gibi  türdeşleri  için  bir  tehlikle  kaynağı  mı?  Yoksa  ileride  Locke'un  sunacağı  gibi  yalnıca  en  temel  haklarına  bir  tecavüz  durumunda mı  tehlikeli  oluyor?  

Tek  kusuru  ölçübilmezliği,  nerede duracağını  saptayamaması  mı?  Yoksa Rousse-au'nun  dediği  gibi  tek  başınayken  bir  melek  de;  toplumun  ortaya çıkardığı  gereksinimle­ri,  bir  bölümünü  köle  diğerlerini  efendi  mi  yapıyor?  Son  olarak  doğuştan  eşit  ya  da  öz­gür mü?  Yoksa  o,  bu  iki kavramı  elde etmek  için,  gerek  bireysel  gerekse toplumsal  çaba  mı  göstermeli?

Yukarıdaki  sorulara  sondan  başa  doğru  yaklaşmaya  çalışalım.  Aslında  Descar­tes'ın  eşitliğe  ilişkin  görüşlerini  saptamaya  uğraşmak  yüreklilik  isteyen  bir  iştir.  Çünkü  o,  ileride  kendisini  gösterecek  bir  takım  tarihsel  kişilikler  gibi  bu  konuda  olumlu  ya  da  olumsuz  bir  vurguya  sahip değildir.  Yaşamından  konuyla  ilgili  bir  şeyler  çıkarmaya  ça­lıştığımızda,  iki karşıt  tavırla  yüzyüze  geliriz.  Öncelikle  Descartes'ın  çevresine  yaklaşımı  pek  de  eşitlikçi  değildir.  Dostları  özenle  seçilmiş,  sayıca  az  ve  toplumun  üst  düzeyindeki  kişilerdir.  Buna  karşın  yapıtlarında  ulusal  ve  elden  geldiğince  basit  bir  dil  kullanarak  yalnızca  belirli  bir zümreye  değil, anlamayı  arzulayan herkese ulaşmaya  çalışmıştır.

Konu  ile  ilgili  düşüncelerine  baktığımızda  ise  öncelikle  gözümüze  çarpan  Konuş­manın  ilk  bölümüdür:

"Sağduyu  dünyada  en  iyi paylaşılmış  şeydir:  zira  her  insan kendi  payının  o  kadar  iyi  olduğunu  sanmaktadır,  ki başka  her  şeyde  en  güç  memnun  edilenler bile,  kendilerin­de  bulunan  sağduyudan  daha fazlasını  arzu  etmezler.  Hepsinin  bunda aldanması  ihtimali  yoktur;  fakat  bu,  daha çok,  asıl   sağduyu  veya akıl  denilen iyi hüküm  vermek  ve  doğruyu  yalnıştan  ayırdetmek  gücünün  bütün  insanlarda  yaradılıştan  eşit  olduğunu   gösterir;"      Descantes'ın  bu  deyimlemesinin  ciddiyeti  tartışmalıdır.

Ayrıca,  benzer bir  sav  önceleri  de  ileri  sürülmüştür.  Örneğin  Montaigne:  "Kendi  aklımı  beğenmekle  her  insanın  her  gün  yaptığım  yapmış  oluyorum.  Kim  kendini  akılsız sayabilir?  ... Oyle bir sakatlık  ki bu onu kendinde gören,  kendinde görmüyor demektir"  diyordu.

Yine  Descartes'ın  çağdaşı  ve  karşıtı  Hobbes,  Leviathan'da:"Hiç  kimse deneyim­den  ve  zekadan  yana  eksik  olduğunu  düşünmez;  ...zihinsel yetenekler  konusunda in­sanlar  arasında,  kuvvet bakımından  olduğundan  daha  büyük  bir eşitlik"  bularak  ona  katılıyordu.  Ancak  Descartes'tan  farklı  biçimde  Hobbes  bu anlayışın  siyasal  sonuçlarını  da  göz önüne  almış  ve,  bu  eşit  insanların  doğal  yasalar  gereğince  eşit  haklara  sahip  olduğu,  bu  nedenle  de  aralarında  onlardan  üstün  bir varlık  yaratmaları  gerektiğini  dü­şünmüştü.

Descartes bu konuda  Hobbes  gibi  karamsar  değildir.  İlke  edindiği  geçici  ahlakın­dan  dolayı  yine  konuyu  siyasal  sonuçlarına  değinmeksizin  belirtmektedir. Ancak bu noktada  yukarıdaki  ciddiyet sorununa  geri dönmek  gerekir. Çünkü  çıkardığı  sonuçlar  iti­bariye Descartes bu konuda oldukça  ciddi  görünmektedir.  Dahası  kendisinin sağduyu  ya  da  akla  verdiği  önem  düşünüldüğünde,  eşitliği  sistemine  temel aldığı  söylenebilir.  Çün­kü  akıl  (us) bizi diğer  canlılardan  ayıran,  insan  yapan  en temel özelliğimizdir.  Ayrıca biz tüm  bilgimizi,  özgürlüğümüzü  ve  mutluluğumuzu  sonsal  bir çözümlemede  akılla  elde  ederiz. Bunun nedeni, tüm verileri  değerlendirecek  ve  son  karan  verecek  olanın  akıl ol­masıdır.

Şimdi  böyle  yaşamsal  bir aracın  tüm insanlarda eşit  olduğunu  söylemekle  Descar­tes  aslında  Cogito'dan  sonra  yerleşik  düzene  en  büyük  darbeyi vurmaktadır.  Çünkü  bu­nun  doğal  sonucu doğuştan  eşit  yeteneğe  sahip  insanların,  toplumda, siyasal düzende  eşit  yerler  ve haklar istemesidir. Herkes, doğru  düşünme  yollarını  izlediği  takdirde doğru  so­nuca  varacaktır.  Bu konuda bir kralla  bir dilenci  arasında  ayırım  yoktur. Feodal  düzenin  kalıntıları  ve mutlak monarşiler  için  Descartes'ın  bu düşüncesinin  tehlikesi açıktır.

Ancak  bunun  ardından  hemen  belirtilmesi   gereken  nokta,  Descartes'ın  insanlar  arasında  salt  bir eşitlik  de  öngörmediğidir.  Bazen  aşağı  ya  da  basit  ruhlar'  ve  'yüksek  ruhlardan sözetmektedir.  Fakat  bu ayırım  daha çok irade ile ilgilidir.  Yani  hangi konu­da  olursa  olsun -bilgide,  özgürlükte,  ahlakta, siyasette-  acele etmeden  ve bulanık  verilere  dayanmadan  belirli  bir karar  verip,  bunu sürdüren  insanlar  kesinlikle  başarıya  ulaşacakşardır.

Özgürlük  konusuna  gelince, Descartes'ın  buna  eşitlikten  çok daha büyük  bir ağrılık  verdiği  söylenebilir.  Öncelikle  bir çıkış  noktası  olarak  belirtilmesi  gereken,  Cogito'nun Tanrıya  olan  önceliğidir.  Filozof  önce  kendi varlığını  ardından  Tanrı'nınkini  ka­nıtlamaktadır.  İkinci  bir nokta, pek belirtilmemekle  birlikte  Descartes'ın  eşitlik  anlayışıyla özgürlük  anlayışının  arasındaki  içsel  bağlantıdır.  Bunu şöyle  deyimleyebiliriz.   Yukarı­da  belirtildiği  gibi  aklı  (sağduyuyu)  tanrı  bize  eşit  olarak  vermiştir.  Ancak  bizi  bu  aracı  kullanırken  eşitsiz  kılan  istencimiz  -irademiz-bir  bakıma  ruhumuzdur. Çünkü  bu  aklı  çe­şitli  nedenlerle yanlış  kullanınca  başarısız  oluyoruz.

Yeterli  sebatı  göstermediğimiz  için,  eşit  araca sahip olmamıza  rağmen,  irademizdeki eksiklikten  bu  eşitliği  bozuyoruz.

"Tanrı'  nın  bana oldukça  geniş  ve  mükemmel  bir  irade  veya muhtar hürriyet  ver­mediğinden  de  şikayet  edemem,  çünkü  irademin  pek  geniş  ve  yaygın  olduğunu,  ve  hiç  bir  sınırla kapalı  bulunmadığını,  gerçekte  kendim, tecrübe  ediyorum".

"Bende,  (mevcut  olan  melekeler  arasında),  kendisinden  daha geniş  ve  daha  yay­gın  bir  meleke  fikrini  tasavvur  edemiyeceğim  derecede,  büyük  olan  yegane  melekemin  irade olduğunu  tecrübemle  biliyorum".

Görüldüğü  gibi  irade, bizim  en  sınırsız  ve  Tanrı  ile  özdeşleştiğimiz  gücümüzdür.  Ancak  bu  noktada karşımıza  azımsanmayacak bir  sorun çıkmaktadır:  Bizi  tüm  bilgimiz­den  emin  kılan,  sonsuz sıfatların  sahibi  Tanrı.  Şimdi  bu  sorunun  nasıl  ortaya çıktığı  kısa­ca  gözden  geçirilmelidir.  Mektuplarda  Descartes:

"Tanrının  varlığını  ve  onun  insanların  iradesine bağlı  olmayan  şeylerin  ilk  ve  de­ğişmez  sebebi  olduğunu  ispat  eden  kanıtların,  bence,  aynı  şekilde  irademize  bağlı  olan  bütün  şeylerin  sebebi olduğunu,           (ve  eğer)  dünyada  tamamıyle  ondan  gelmeyen  bir  şey  olsaydı,  son  derece  tam  olamayacağını"  belirtmektedir.  İnsan  dua  ettiğinde   bile   Tanrının  arzulamadığı  bir  şeyi  elde  etmeye  uğraşmıyor:"fakat  yalnız  (O'nun)  ezelden  beri  dualarımızla  elde edilmesini  istediğini  elde etmek için"  uğraşıyor.  Burada  sorula­cak  soru, yukarıda  belirtilen  sınırsız  insan  iradesiyle, Tanrının  bu  sonsuz bilgi  ve  belirle­me  gücünün  birlikte  nasıl  var  olacağıdır.  Filozofun   kendisi  de  bu  sorunun  farkındadır.  Yine  mektuplar'da: "Tanrı  insanları  iradelerinin  işleri  kendi  (Tanrının)  iradesine bağlı  olmayacak  bir  tabiatta yaratmıştır"  ifadesinde  bir çelişki  olduğunu  belirtiyor.  Ancak   Descartes'a göre  bu  bir  sorun  niteliğinde  değildir:

"Tanrının  varlığının  bilgisinin,  bizi  hür  irademizden  emin  olmaktan  menetmesi  gerekmediği  gibi, çünkü  onu  kendimizde tecrübe  ediyoruz  ve  hissediyoruz,  hür  irademi­zin  varlığının  bilgisi  de  bizi Tanrının  varlığından  şüphe  ettirmemelidir".  

Ancak  bu  bildirimine  Descartes'ın  gösterdiği  kanıtların  değeri  tartışmalıdır:  Bu  kanıtlar  özgürlüğün  doğrudan  yaşanması,  bunun  insan  için  en  büyük  olgunluk  kaynağı  olup,  onu  övülür  ve  yerilir kılması  ve  kendine -iradesine- göre  davranmasıdır.

Burada  Filozofun  dile  getirdiği  kendi  yapısına,  aslına  uyma anlamında  kendi  ken­dini  belirleme  (self-determination,  Liberty  of  Spontaneity) özgürlüğüdür.  Bu  özgürlük  Descartes'ın  eşitlik  anlayışında  olduğu  gibi  doğal  bir  özgürlüktür  ve  irademizin  kavrayı­şımızdan  gelen  verileri  acele etmeden, özenle  değerlendirmesi  anlamına  gelir.

Ancak  bu  açıklama  salt  bilme  ve  kararlamaya  sahip Tanrı  ile  insanın  özgürlüğü  arasındaki  sorunu çözmede  pek  de  yeterli  görünmemektedir.  Yakın  dostu  Prenses Eliza­beth  de  bu  açıklamayı  yeterli  bulmadığı  için  Dcscartes'tan konuyla  ilgili  ek  bilgi  istemiş­tir.  Bu  isteğin  sonucunda Descartes'ın  vereceği  örnek  oldukça  önemlidir:  ve   ileride  Ludovico  Molina  tarafından  geliştirilip  kullanılacak  ve   Molina  Doktirini  adını  alacaktır:  Bu  örneğe  göre  ülkesinde  düelloyu  yasaklayan  bir  Kral  ayrı  kentlerde yaşayan  ve  birbir­lerine  düşmanlıklarıyla  ünlü  iki  soyluyu,  aralarındaki  düşmanlığı   ve   karşılaştıklarında   kesinlikle  kavga  edeceklerini  bilerek;  ikisini  başka  başka  işler  için  aynı  kente  gönderir; "bunlann  birbirleriyle  karşılaşarak  dövüşmekten,  dolayısıyla  da  yasağına  karşı  gel­mekten  geri  kalmayacaklarını  kesin  olarak  bilir,  fakat  bundan  dolayı  onları  düelloya  zor­lamış  da  değildir;"  yani  hareketleri  başka  bir  nedenle  karşılaştıkları  zamanki  kadar  özgürdür.  Bu  örneğe  göre  Tanrının  önceden  herşeyı  bilme  ve  kararlamadaki  salt  gücü  ile  insanın  irade özgürlüğü  bağdaşmaktadır.  Çünkü  Tanrı,  insan özgür  hareketini  gerçek­leştirmek  üzere  olduğu  için  insanın  hareketini  önceden  bilir  yoksa Tanrı  o  hareketi  önceden  bildiği  için  insan  onu  gerçekleştirecek  değildir.

Buraya  kadar  anlatılanları  özetleyecek  olursak  özgürlüğün  Kartezyen  düşüncede  tek  noktada  birleşen  iki görünümü  vardır.

—  Hareket  edilecek  konuyla ilgili  kesin bir bilgi  elde  etmek  için  kararlı  biçimde  yeterli  çaba  göstermek,  bu anlamda  özgürlük  ancak  bilgi  ile olasıdır.

—  Ardından  insanın  yabancı  etkileri  süzerek  kendi özüne  (düşünce)  uygun,  iradi  bir  karara  varabilmesi de  Özgürlüktür.  
Ruhun  özü düşünmektir,  bu  nedenle  o düşünürken  özüne  uygun hareket  etmekte­dir.

Böylece  Descartes'a  iradi  hareket  özgürlükle  aynı  anlama  gelmektedir. Ancak bu iradi  hareketin  ne olduğunu  da  saptamak  gerekir. Descartes bunu aksiyon-pasyon  kura­mıyla  açıklamaktadır.  Buna  göre  yukarıda  belirtilen  iradi  hareket  aksiyon,  etkinliktir.  Bundan  başka dış dünyadan  ve bedenden  gelen  tüm algı  ve bilgiler  pasyonlardır,  "çünkü  onları  meydana  getiren ruhumuz değildir.  Burada biz özgürlüğü,  dıştan  gelen  bu etkile­ri süzerek  karara  varmak diye  tanımlayabiliriz.

Bu  anlayışta  özgür  hareket:  Önceden  belirlenmemiş,  sınırlanmamış  ya  da  denet­lenmemiş  hareket  değildir;  aksine  özü ya da doğası  düşünen,  ussal  bir varlık  olan  insanın  bu  yönünce  tam  olarak  denetlenen  hareket  biçiminde  tanımlanabilir.  Burada söz konusu olan  bir denetimsizlik özgürlüğü,  'serbest düşme'  ya  da  'serbest  pazar'  gibi  bir  özgürlük  değildir.

Özgürlük  bu biçimde  tanımlanınca  ahlak  da  bu doğrultuda  belirlenecektir. Onu  da  iki  ilkede  belirtebiliriz.  

—  Kötülük  tıpkı  özgürlüğün  olmayışı,  kölelik  gibi  bilgisizlikten  doğar.  "Omnis  peccansest ignorans"  yani günah  (kötülük)  daima yanlış  yargının,  doğruyu  bilememenin  sonucudur.  Bu nedenle  Kartezyen düşüncede  yetkin  bir ahlak  için  bilimlerde son  ger­çeklere  ulaşmak  gerekir.  Ünlü  ağaç  benzetmesinde  Descartes ahlak  için:"diğer  bilimlerin  tam  bilgisini  gerektiren ve bilgeliğin  en  son aşamasını  oluşturan  en yüksek  ve tam  ahlak"  ifadesini  kullanmaktadır.

—  Pasyonların  kölesi  olmamak. Yalnız  burada  dikkat edilmesi gereken  pasyonların  kendiliklerinden  kötü  olmadıklarıdır.  Düzensiz  ve  aşırı  olmadıkça  onlar  zararsızdır.  Fakat  burada  iradenin iki yönlü  bir işlevi  vardır.  Pasyonları  düzenlemek  ve kendini onla­ra karşı  olabildiğince  güçlü  kılmak.

Ancak   filozofun   ahlaklı  bireyi  Epikuros'unkı  gibi  yalnız  değildir.  Descartes  çıkış  noktasındaki  bireyciliğine  rağmen  özgürlük  anlayışında  olduğu  gibi  ahlakta  da  bireyini  evrenin  bir parçası  olarak  kabul  ederek  ona  diğer  parçalarla  uyum  içinde  olmayı  önermektedir.

"...her  ne  kadar  her  birimiz  başkalanndan  ayrı  bir şahsiyet  olsak,  dolayısıyla  da,  menfaatlerimiz  başkalarının  menfaatinden  ayrı  bulunsa  da,  bununla  beraber yalnız  yaşa­yamayacağımızı  ve  gerçekte  bu  evrenin  bölümlerinden  biri,  ayrıca  da  yeryüzünün  bö­lümlerinden  biri,  bu  devletin,  şu  cemiyetin  o  ailenin  bölümlerinden   biri   olduğumuzu,   sonra onlara  evimiz,  sözümüz  ve doğuşumuzla  bağlı  bulunduğumuzu  düşünmeliyiz".

HalikarnasBalıkçısı - İlhan Berk

Uzanmış duruyor uzun boylu
Uzanmış uzun bir sokak gibi.

'Al sana Cevat. İşte Arşipel!’
Halikarnas Balıkçısı kırk beş yıl önce bir sürgün olarak Bodrum ya­rımadasını görünce, böyle bir çığlık koyuverir. Enginin, maviliklerin, göğün:
— ‘Nerdeydin?’ sorusuna yanıtı da hazırdır:
— ‘Sorma! Sorma! Karakollar, koğuşlar mı dersin, tâ buraya gelinceye kadar karaları anlata anlata dilim kurudu. Geldim. Ver mavini serinleye­yim biraz, al canımı.’
Dünyayla olan serüveni böyle başlar. Böylece, yaşamdan aldığım yine yaşama vermeye hazırlanacaktır. Bunun için buraların sahurluğuyla özdeş­leşmeyecek midir: ‘Sahurluk vardır, güneşin ateş yağdırdığı iklimlerde biter. Anasının memesini tutup emen yavru gibi, topraklan kavrayan köklerinden, uçları süngülü dik yapraklannı salar. Cehennemde yanan ifrit gibi, on yıl alev­lerde yavaş yavaş büyür ve güneşte parlayan bitkisel bir amt olur. On yıllarca aldığı ışıkla sıcaklığın -bir kıymığını bile alıkoymadan- bir kıyafetinde yine yaratılışa verir. Böylelikle, en yalın tarifiyle iyi insana benzer. Hayattan aldığını fazlasıyla gene hayata verir.’t Artık durmadan sorular soran engini, mavi göğü anlatmaya geçecektir.


Burası, engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur. Işık burada yalnız karanlığı aydın­latmakla kalmaz, aydınlattığı maddeyi değiştirir ve görülene bir şair rüyası ha­li verir. Başka yerde ölüp nur içinde yatılacağma burada nur içinde yaşa­nır.’ Öyle de olacak, kendini bin göz bin dudak halinde yaşamaya bırakacak­tır. Cennetin de, cehennemin de yeryüzü olduğunu ilan ediverecektir. Ay­lığı yirmi beş kuruş olan evi kiralayıp, denize açılan evin arka kapısının kol demirini kaldırıp, denizle, gökle ilk kez karşılaşıyormuş gibi de o dünyay­la kucaklaşmak isteyen ‘Merhaba!’sini salıverecektir. Böylece de kuşların, kurtların, böceklerin, otların, çiçeklerin, dağların, kayaların, denizlerin, balıkların, insanların, yıldızların, hayvanların, suların, ırmakların ölümsüz ulusuyla yaşamaya başlayacaktır. Yaşamak sözcüğü, birden sözlüklerdeki yerinden oynayacak, onun kılığına girecek, sokakları, yolları, denizleri, dağları, tepeleri arşınlayacaktır. Bu iki dükkânlı, bir fırınlı, kilitsiz, anahtarsız yer, koca bir dünyadır sanki, o da bu dünyanın içinde bir çocuk gibi mutludur. Değil mi ki Babıâli yokuşunun boyunduruğunu atmıştır, ve birden sıradan insanların, o sadeliğine bürünmüştür. Böylesine yalm bir sevinçtir işte ilk anda içini dolduran. Sanki bir kalebent, bir sürgün değil de, bir yeryüzü vatandaşıdır. Dünyamızın, bu yeryüzü denen dünyamızın taşlarının, sularımn, kuşlarının, göğünün, deni­zinin, karalarının haritasını çıkarıyordun Eline kalemi bunun için alır, bunun için su yolları, kanallar açar, ağaçlar diker, balıkların, denizlerin di­lini öğrenir, doğanın büyük kitabına başlar. Değil mi ki yaşadıkları kendini aşmaya başlamıştır, o halde yazacaktır. Hem dünyanm dört bucağından getirttiği tohumlar yeşermiş, insanlarla, doğayla alışverişi sürgünlerini vermiştir. Artık sürgünün sabanı toprakları kabartmalı, ocakları tüttürmelidir. Bundan böyle sürgünün karanlık tarihi, maviye dönmelidir. Dönerde. 

Üç yıllık sürgünlüğü bir buçuk yıla indirilince, kurtulur, soluğu İstanbul’da ahr ama, yüreği Bodrum’dadır yine de. İstanbul’da çevirilerden, kitaplar­dan kazandığıyla tarım kitapları, balıkçı gereçleri ahr. Sonra bir gün yeniden ver elini Bodrum diyecektir. Bu kez kendi kendini sürgün edecektir. İstan­bul’dan tohumlar, fidanlar, tarım kitapları, balıkçı gereçleriyle gelmiştir. İlk iş olarak kayınvalidesinin bahçesini seçer. Orasını çapalar, eker. Kendine yeni bir ev yapma işine geçer sonra. Bunun için betonarme kitapları getir­tir, ilk kez Bodrum’da betonarmeyi uygular. Her işi hemen hemen kendi yapar, taşı kumu kendi çeker, duvarı kendi çıkar, sıva, badana, boya hep onun elinden çıkar. Artık uzaktan baktığı, bir buçuk yıl da gitmek için can attığı engini yanı başında duymaya başlamıştır. Balık takımlarını yanma alıp ilk kez özgürlüğün ne olduğunu tatar. Sonraları balık takımlarını kendi yapar artık. Bir gün de, on beş orfoz takımıyla balıkçıların kahvesine dalar, hepsinin eline birer takım verip orfoz avına çıkarlar. Balıkçılık birden en sevdiği işler arasına girer. Ama tuttuğu balıkları satacağı yerde dağıtır.

Denizle böyle haşır neşir olduktan sonra, karaya döner. Getirdiği tarım kitaplarını açar, ilk kez narenciye yetiştirmek için halkı seferber eder. Ordan ağaçlara geçer, ilk kez adlarını duyduğumuz ağaçlar onunla Bodrum’a so­kulur. Yalniz ağaçlar mı? Türlü çiçekler, türlü otlar da onunla ekilir, biçi­lir, yetiştirilir olur. Korkunç mutludur. Kentin dört bir yamna ünlü Mer­habası!’sini haykıra haykıra dağıtarak dolaşır. Artık Cevat Şakir adı, bir sürgün, bir kalebent adı olan bu ad, Halikarnas Balıkçısı’yla yer değiştirir. Kitaplar da birbirini izlemeye başlar: Merhaba Akdeniz, Aganta Burina Burinata, Ötelerin Çocuğu, Mavi Sürgün, Uluç Reis, Turgut Reis, Deniz Gurbetçileri, Anadolunun Sesi, Hey Koca Yurt vb- Böylece bir kentin elinden tutmuş, kentle birlikte de büyümesini bil­mişlerdir.

Bugün onun ‘iki dükkânı, bir fırını olan yer’ dediği (eskiden çünkü herkes evinde yapıyordu ekmeğini) Bodrum’un ağaçlarını (o da bazılarını) kimi evlerini, sokaklarım, yollarını, bahçelerini, kimi insanlarım, kaleyi, kimi hayvanlarını, böceklerini, kimi kuşlarım, otlarım bir yana bırakırsak, o Bodrum’dan hiçbir şey kalmamıştır. Turizm denen canavar onu hallaç pamuğu gibi atmış, yersarsıntısma uğratmıştır. Artık Belediye alanındaki ‘ağaçtan ziyade kat kat ormana benzeyen ne ulu çınar, ne milyarlık ağustos-böceği, ne onları kovalamak için kilisenin çanı, ne kilisenin (güzelim kili­senin) kendisi, ne güzelim küçük sokakları, ne o iyi insanlar, ne o tepeler, körfezler, balıklar, kuşlar, bükler, ayazmalar, türküler, hayıtlar, bella sombralar, süsenler, ladinler, sığırcıklar, tarlakuşları, bıldırcınlar, ne de o çılgın kargalar, lahoslar, orfozlar, ahtapotlar, İstakozlar, dalgıçlar, deniz diplerini dolduran süngerler kalmıştır. Gök de o gök değildir artık- Halikamas Balıkçısı sanki gerisinde hiçbir şey bırakmak istememiş gibi, kendisiyle birlikte, bütün o güzellikleri yüklenip gitmiştir. Gerisinde salt bir beyazlık kalmıştır, karanlık gecelerde takımyıldızlar gibi bazı bazı parlayan.


Şimdi seninle yürürlüğe giriyor
Apansız bir beyaz Halikarnassos’da.
Bir mavi senin yazdığın
Simgesi dirimin.
Arı, duru bir gök
Nazım’dan iki satır gibi.
Sen ki demircisiydin yağmurun
Ve coğrafyanın.
Ölüm,
Yazamaz yazısını.

Bugün onun yapıtlarına baktığımız zaman bütün büyük yazarların ter­sine, Halikarnas Balıkçısı bu dünyaya yazmak için değil de, yaşamak için gelmiş gibidir. Yapıtını değil, yaşamasını bir yapıta çevirmek istemiş gibi­dir. Yazmak, bu dünyada bir ad bırakmak, sanki onun aklından geçmemiş­tir. Yaşama, bir ona bakmak, bir onunla yetinmek ereğidir sanki. Yazmak, bu yüzden ona ikinci bir iş gibi gelmiştir. Yazdıklarına bu gözle bakıldığı zaman, onların daha da bir anlam kazanacağını sanıyorum. Yapıtlarından çok, yaşamıyla bir ozandır o! Yaşamın bir denizkurdu, bir doğakurdudur. Sanki Bodruma sürülmese, sürgünlüğü böylesine onu büyütmese, elinden tutmasa, yazmayacaktır. Yaşamın kendisini bu denli yücelttiği için olacak, yapıtları yaşamın kendisi gibi salt bir türküdür sanki. Yazdıklarının konuşma diline yakınlığı, yazmayı ayrı bir dil olarak almayışı, dile yaslanmayışı, an­latıyı önemsememesi hep yaşama ters düşmek istemeyişinden gelir sanki.

Aleksandr Puşkin - Çingeneler

 Цыганской страны нет. Каждый цыган сам для себя определяет страну, которую  считает родиной. Н.СличенкоРепродукция картины "Цыганка танцует" Константина Маковского 

Çingenenin birine çıkışmışlar; ‘Ne biçim yürüyorsun?’ diye ‘Yürümüyorum ki,’ demiş ‘dans ediyorum.’ ‘Müziksiz dans mı olur?’ ‘Beynin varsa, olur… 

 
Puşkin - Çingeneler
 
Çingene kampı yavaş ve gürültülü
Besarabya'ya taşındı.
Onlar nehir kenarında, eski yolun yanında
Yoksullar çarmıha gerildi.
Özgürlük hayalleri parlak
Ve rüya gibi gökyüzünün altında sakin ol.
Zırhın altında yarı kapalı
Ateş tekerleklerin yanında
Parıltı. .. Öğle yemeği her yerde hazırlanıyor,
Düz bir tarlada atlar otlar,
Çadırın arkasında kasesinin üzerinde
"Bağımsız ayı huzur içinde uyukluyor.
Bütün bozkır canlılık dolu:
Barışçıl halefler iş yapıyor
Yakındaki bozkırlara yeni bir yolculuk öncesi;
Şarkılar, çocuklar, çığlıklar duyulur,
Ve yol cıvatalarının örslerinden.
"Ama karşı koyamayacak
Gece kızağının dinginliğini kamp edin;
Şimdi sadece bozkıra ulaşıyor
Bir at homurdandığında, bir köpek yol aldığında.
Sönmüş yangınlar, her şey sakin,
Sadece mavi gökyüzünün yüksekliğinden
Ay ışığıyla esiyor
Ve sessiz kamp aydınlanır.
Eski bir halının altında yaşlı bir adam
Kömürlerin önünde hâlâ uyanık;
Son boyunduruğun ateşiyle ısınır,
Ve bakışları bozkırda kaçar
Gece buharına sarılmış.
“Genç kızı gitti;
Vahşi doğaya ve özgürlüğe alışkın
Issız bozkırda tek başına yürüyor...
Evet, gelecek... Ama gece hazırlanıyor
Ve yakında ay genç olacak
Bulutlardan solgun çıkıyor ...
Zemfire hayır... rüzgar soğur
Zavallı yaşlı adamın öğle yemeği gri.
"Ama o burada. saman tarafından gizlenmiş
Genç bir adam onun peşinden koştu
"Babası tarafından tamamen bilinmiyor.
"İşte buradayım baba" dedi.
'Misafir getiriyorum, yalnız değilim;
Bozkırda bir gezgin beni karşıladı
 
  Onu gece için bize davet ettim;
Göçebe olmak istiyor.
Kanun onu tehdit ediyor. onunla olacağım,
O'na iyi bak.
Aleko, babasının adı
Ve her yerde beni takip etmeye hazır.
YAŞLI ADAM
Katılıyorum. Halıların sana vermesine izin ver
Sabaha kadar barınak: orada taahhüt,
Ya da bizimle daha uzun yaşa;
Ne istersen, yabancı, yap.
Çatıyı ve ekmeği seninle paylaşacağım.
Kaderimizle ilgilidir;
Gezip dolaşarak, özgürlükte sefaletle,
Ve yarın beyaz yoldan gideceğiz
Kırmızı olur olmaz birlikte gidin.
Ne istersen yaparsın;
Demir döv ya da şarkıcı ol,
Ya da ayı ile köylere gidin. . .
ALEKO
Kalıyorum.
ZEMFIRA
Ah benimki olacak;
Onu benden kimse kovalamıyor.
Ama tarlalar zaten karanlıkta;
Şimdi ay gitmiş olacak,
Ve istemeden rüya beni cezbediyor ...
Bir gün oldu. Halının sonunda yaşlı adam sinirlenir
Luta, kızı ve misafiri:
“Zemfira, kalk, sabah cevheri!
Bırakın yabancılar, hayallerinizi!
Yatak odasından kalkman gerek,
"Sadece o zaman dikkatimize geldi.
"İnsanlar her taraftan koşuşturuyor;
Halılar bükülüyor, her yerde görülebilirler,
Her şey gitmeye hazır,
Ve aniden başladı:
Eşekler çocuklarla sepet taşır,
Kocalar, erkek kardeşler, eşler, kızlar,
Hem yaşlı hem de genç yolda basılır
 
  Çingene şarkıları, gürültü, bip,
Zincirlerin sesi ve hayvanların kükremesi
“Zincirin sallanması konusunda sabırsız;
Rengarenk perdeler ve perdeler,
Yaşlı adamlar ve çocuklar çıplak,
Uluyan ve havlayan köpekler,
Bir gayda ile bir arabayı gıcırdatmak -
Hepsi sefil, vahşi, çirkin,
“Ama her şey canlı, asla üzgün değil,
Bir başkasının uyuşukluğu bizim uyuşukluğumuza,
Başkasının hayatı boş
Monoton bir köle şarkısı gibi.
Terk edilmiş gökkuşağı ovaları
Hüzünlü bir bakışla genç adam buluştu.
Ve kederinin gizli nedeni
Kendine söylemeye cesaret edemedi.
Onunla kara gözlü Zemfira,
O artık özgür, huzur var,
Neşeli güneş yolunu ölçer
Ve güney dağının güzelliğinde,
Peki hala kalbi ne atıyor,
Ve ne tür bir bakım onu ​​rahatsız ediyor?
Mavi bir kasanın altında bir kuş
“Endişelenmeyi bilmiyor, nasıl çalışacağını bilmiyor;
Özgürlüğün dostudur,
Her yere yuva yapar.
Bütün gece dalda rüya gördü,
Saat geldiğinde,
Gökten gelen çağrıyı duyar,
Yerini değiştirir ve bir ses çıkarır.
Tüm güzelliğiyle bahar
O zaman yaz gününü değiştir,
Geç sonbahar yıpranır
Sis, variller, kar tozu.
O zaman insanlar daha da kötüye gidiyor;
O anda küçük bir kuş
Mavi denize gidiş,
Başka, sıcak bir son arayın.
Yıldızların uçuşunda bir kuş gibi,
O, sonsuza dek dolaşan sürgün,
Alışkanlık yok, yuva yok,
"Asla bizim yolumuz değil.
Her yerde bir yolu ve bir dairesi vardı
Ve her alanda uyku için huzur;
Ve her sabah yeni bir gün
Allah'ın iradesine bırakılmış
 
  Uzak zaferin ışığı sıklıkla
İçinde arzuları uyandırdı;
Genellikle lüks ve neşedirler
Bu hayatta bir yer buldular.
Korkunç bir çarpma ile gök gürültüsü olmasına rağmen
Bu kafayı kırdı,
Uykusu korkudan işkence görmedi,
“İplik yıldırımdan korktu,
Ve tüm zahmeti yapamadılar
Ve mücadele ile hayat her zaman yenidir
Bu kalpte yok etmek
Huzur saf ve kötülük olmadan.
"Hiçbir zaman iktidara teslim olmadı"
Her şeyi yok eden kör kaderler,
Ama korkunç tutkular hüküm sürdü
Bu çalkantılı, karanlık ruhta!
Ne kadar çılgınca çarmıha gerdiler
O işkence görmüş, zavallı göğüsler!
Uzun süre durdular mı?
Uyanacak - sabırlı olun.
ZEMFIRA
Söyle Aleko, pişman değil misin?
Geçmişin seni neyle bağdaştırıyor?
ALEKO
Ve bu nedir?
ZEMFIRA
Ah, şaka yapıyorsun;
Şehirler, bölgenizdeki insanlar.
ALEKO
Neye pişman olabilirim? bilseydi
Ah bir hayal edebilseydin
Ne çok kötülük var;
Orada özgür olmamalıyız;
İnsanlar sonsuza kadar içeride;
Boğucu şehir onları sürekli sıkıştırıyor;
“Sabahın tazeliğini bilmiyorlar,
Bahar onlar için taze değil,
İradeyi takas ederler, düşünceler uzaklaşır,
 
  Gerçekten sevdiklerinde utanırlar,
Putlardan önce başlar eğilir,
Para ve zincir için yalvarıyorlar.
Ne bıraktım? - Garip girdap
Aldatma, deniz, önyargı,
Whirlpool şehir pervasız
Ve her yerde parlak bir utanç.
ZEMFIRA
Ama gürültülü bir sevinç var,
Evler güzel, sırlarla dolu,
İçlerinde renkli kilimler,
Ve kadın takıları harika.
ALEKO
Bunların hepsi sadece boş şeyler;
Aşk olmadan mutluluk olmaz.
Ve kadınlar ... onlardan daha çekici
Pahalı hazırlıklar olmadan bile,
Parlayan mücevher yok.
Hep aynı kal!
sana böyle sahip olmak istiyorum
Ve şimdi istediğim tek şey:
Aşk, aldığım sürgün,
Ve hayatımı seninle paylaşmak için.
YAŞLI ADAM
Bizi seviyorsun, kimse olmasa da
Senin türünden olmayan zengin bir adam.
Ama hoş bir özgürlük değil
Lükse alışkın olan.
Geleneği bir tutuyoruz:
Bize sürgün edildi kim bilir ne zaman
Güney'in sakini, perişan olacak ...
önceden biliyordum ama şimdi bilmiyorum
Adı dikkat çekicidir.
O yaşlıydı,
Ama hala ruhunda genç ve güçlü;
Imo je peşme divan dar
Ve çöktüğünde su gibi bir ses.
Uysal öfkesine aşık olduk;
Tuna'nın sonu uzun bir gün
Masum, şiddetli geçirdi,
 
  Bir başkasının şarkısıyla büyülüyor.
Utangaç, zayıf ve yumuşak bir çocuk gibi,
Ve yaşama alışkın değildi;
Göçebeler bir asırdır onunla
Onu teselli etmek için balık tuttular,
Ve kasırga sesini yükselttiğinde
Ve nehir üzerinde buz sıkıştı,
Yumuşak deri giydiler
Kutsal yaşlı adamın zayıf boyu.
Ama hiç alışamadı
O hayatın zorlukları üzerine;
Herkes kadar solgun ve zayıftı,
dedi ki: ben tanrım
Günahlarımı cezalandırıyor.
Kurtuluş sürekli bekliyordu,
Tuna'yı hüzünle dolaştı,
Orada kederini yas,
Ve uzun süre gözyaşı döktü
Memleketini düşünerek.
Ölene vasiyet etti
Onu eve götürmek için,
Güneylerinde dinlenmek için,
Sonunda barış içinde ve postanede,
Bu yabancı toprak tarafından işkence
Onun zalim, hüzünlü kalıntıları.
ALEKO
Ah, Roma, işte senin çocukların!
Ve sen, şehir, kutsal bir kafasın!
İhale tutkusunun şarkıcısına,
İlahi şarkıcılar - zafer nedir?
Mezar seni yok ettiğinde övün,
Bir oğulun babasından aldığı sesin,
Ya da sefil bir çadırın gölgesinde,
Duman dolu bir çingene hikayesi mi?
İki yeni yıl geçti;
Çingeneler hala hareket ediyor
Ve misafirperverlik, barış ve hayaller
İstedikleri yerde bulurlar.
Şehrin prangalarından uzakta,
Kimler her zaman özgürdür,
Endişelenme, pişmanlık yok, Aleko
Yeni, başıboş bir hayat yol açar.
O aynı, onunla aynı insanlar,
Bu toplumda onun için çok fazla
 
  Geçmişi hatırlatmıyor.
Herkes çingene hayatının içinde,
Ve onun lojmanlarını seviyor,
Tembellik ve ses dili şiddetlidir.
Dolaşan onunla doğmuş bir ayı,
“Çadırı sık sık misafir oluyor.
Bozkır yolu üzerindeki köylerde
Onunla Moldova'da buluşacaksın
Mırıldandığı ve oynadığı yerde,
Ya da evin yanında bir alıç zinciri.
Seyahat çubuğunu yumruğuyla sıkmak
Yaşlı adam bazen davul çalıyor,
Aleko canavarı bir şarkıyla yönetiyor,
Zemfira köyde para satın alır,
Bir şey her zaman evet bazen.
Gece çöker ve sonra üçü de
Tahılları hasat etmeden kaynatın.
Yaşlı adamdan sonra sakinleşirler;
Kuyrukta sessiz ve uykulu.
Bahar güneşi yaşlı adamı ısıtır
Zaten biraz donmuş kan;
Beşiğin üstünde Zemfira şarkı söylüyor,
Aleko sesi dinler ve soluklaşır.
ZEMFIRA
yaşlı bir kocam var,
Beni kesebilir;
ondan korkmuyorum
Ateşle yandığında bile değil.
küçümsüyorum ve nefret ediyorum
Ve onun adı,
başka birini seviyorum,
onun için ölüyorum.
ALEKO
Beni sıktın. Biraz sus.
Vahşi şarkılarınızı sevmiyorum.
ZEMFIRA
Sevmezsin? Umrumda mı?
Zevk için kendi şarkımı söylüyorum.
Yaşlı, kötü koca,
beni kesebilirsin
 
  Kim olduğunu bilemeyeceksin,
sözler söylemeyeceğim.
Vesna'dan daha genç,
Yazdan daha korkunç,
Ve beni daha çok seviyor
Dünyanın her tarafından.
onu sevdim
Gece çiyinde ben,
Onunla güldü
Gri saçların!
ALEKO
Zemfira, bu kadar yeter, kapa çeneni!
ZEMFIRA
Şimdi başka bir şey hayal ettiğimi anlıyorsun!
ALEKO
Zemfira!
ZEMFIRA
Kızmaktan çekinmeyin!
O şarkıyı sana söylüyorum.
(Gidip şarkı söyler: Yaşlı bir kocam var vs.)
YAŞLI ADAM
İyi hatırlıyorum: şarkı orada
Uzak uçtaki dünyayı seslendirdi;
Uzun zamandır duyuluyor;
Ve insanlar onunla eğlenir. . .
Cahul'un vahşi bozkırlarında
Bazen çadırın karanlığındadır
Mariula'm şarkı söyledi
Kızımı ateşin yanında uyutmak.
Hayallerin gölgeleri gibi aklımda
Geçmiş günlerim daha karanlık oluyor
Ama bu şarkı sonuna kadar sürecek
Var olduğu bilincimde.
Sessizlik. Bu gece. Uzaktan
Gökyüzü ay ile süslendiğinde Moody
 
  Zemfira yaşlı adamı sessizce uyandırır:
"Korkuyorum baba, Alec'ten!
Onu dinleyin, korkunç rüyalar görüyor:
Hıçkırıyor, iç çekiyor ve sesleniyor."
YAŞLI ADAM
Ona dokunma, sakin ol.
insanların dediğini duydum
Evet şimdi, bu karanlık saatte
Uyurken korkunç bir deniz taşıyor
Ev ruhu. Ama o şafaktan önce
Bir yere git. Benimle otur.
ZEMFIRA
O, baba, fısıldıyor: Zemfira!
YAŞLI ADAM
Evet ve bir rüyada seni istiyor;
Sensiz, huzuru yok.
ZEMFIRA
Bu tutku artık beni mutlu etmiyor,
Özgürlük istiyorum, onunla olmayacağım. . .
Ve ben zaten öyleyim. .. Duyuyor musun? daha sessiz, daha sessiz!
Başka bir isim telaffuz ediyor.
YAŞLI ADAM
Ve kimin?
ZEMFIRA
Duyuyor musun? Şimdi daha fazla
Solungaçlar, ağlar. . . Korkunç rüyalar.
onu uyandıracağım.
YAŞLI ADAM
Hayır, arama. Gece ruhunu kovalama: şeytan
Sam gider; çaba boşunadır. . .
 
  ZEMFIRA
Kalkıyor, arıyor. .. o şimdi uyandı!
ben ona gidiyorum - Uyku. Merhaba.
ALEKO
Neredeydin?
ZEMFIRA
Babasıyla.
senin içinde bir ruh vardı
Ve sana işkence ettim. korkuyorum
Ve beni çok korkuttun. . .
Uykunda ağladın Aleko,
Ve aradı...
ALEKO
hayal kurmaya devam ettim
Sanki aramızda biri var. . .
Bu vizyon korkunçtu.
ZEMFIRA
Kayıtlara inanmayın; bunlar gatak.
ALEKO
Hayır, gördüğüm, duyduğum hiçbir şey yok.
Rüya değil, yalan değil tatlı sözler,
Kalbine bile güvenmiyorum.
YAŞLI ADAM
Söyle bana neden bu kadar çok iç çekiyorsun?
İşte güzel gökyüzü, bozkırlar,
Ve hiç kimse hiçbir şey tarafından kısıtlanmaz;
Özgür erkekler, güzel kadınlar.
Üzülme. Acıtıyor. Neresi acıyor?
ALEKO
Ah, baba; o beni sevmiyor!
 
  YAŞLI ADAM
Üzülme, o hala bir çocuk.
Buna değmez. Biraz bozulmuş:
Acı çekerek, çokça hüzünle seviyorsun,
Ve bir kadının kalbi şaka gibi.
Bak, o uzak kasada
Cennetin İmparatoriçesi sevinir;
Yürüyüşündeki doğası
Parlaklığını paylaşıyor.
Buluta baktı,
Ve ona muhteşem bir ışık gönderir,
Ve şimdi diğerinin önünde duruyordu
Ve yakında devam edecek.
Kim ona bir iskele bulabilir,
Sanki onu zina etmekten alıkoymak için,
isteyen genç bir kalbe:
Değişme ve sadık olma?
Üzülme.
ALEKO
Daha önce nasıl biriydi!
Ne kadar nazikçe üstümde
Rüya gibi bir gecenin vahşi huzurunda
Genellikle her zaman uyanık,
Ve benimle sık sık konuştu
II 'tatlılık dolu öpücüklerle,
Çocuk gibi huzur dolu,
Ölümcül yetkililerden kurtardı
Hüzün dolu kasvetli düşünceler.
Ve şimdi korkunç denizle barıştım:
Benim için tutku yok!
YAŞLI ADAM
Şimdi beni dinle, sana söyleyeceğim
0 hayat hikayem doğru;
Bu duyacağın şey,
Uzun zaman önce, Tuna'nın
Moskova henüz tehdit etmedi ...
(Ruhum geçmişte acıyla yüzer..)
Sonra sultandan korktuk,
Ve Bužakom bir paşa hükümetidir
Ackerman'ın yüksek kulelerinden
 
  gençtim ve kalbim gençti
Neşenin dışında güçlü bir bahar;
Ve saçlarım bir kargaydı,
Koltuk yoktu.
nice güzellikler tanıdım;
Ama en güzeli şuydu,
Güneş beni gölgelediğinde,
Ve sonunda ona kendim dedim.
gençliğim çabuk geçti
Yıldızlar kısa yanarken,
Ama aşk benim neşem
Geri dönmeden daha da hızlı geçti;
Bir yıl Mariula
Hayatımda mutsuzdu.
Bir zamanlar Kağal sularına yakınız
Onlar da kampla tanıştı. haber duyuldu
Göçebelerin seni istediğini
Yanımızda, ormanda uykuya dalmak için.
Halılar çarmıha gerildi
Ve ikimiz geceyi geçirdik,
Böylece orayı terk ettiler.
Ve kızı memeden bırakarak,
Mariula da onlarla birlikte kaybolur.
huzur içinde dinleniyorum; zora rudi...
uyandım ama yanımda
Karım çoktan gitti;
arayıp soruyorum. . . hayır, ses yok. . .
Zemfira ağladı
Ve ben bittim ... O saatten itibaren
Kadınlardan nefret ediyorum, huzurum yok,
Ve yüzüne benzer bir yüz
Bakışlarım bir daha karşılaşmadı,
Ve yalnız eğlence
Kimseyle paylaşmak istemedim.
ALEKO
Ve o anda yapmadığın şey
Verdiği peşinde
Hem bir yırtıcı hem de fakir bir kadın
Hançerinle mi kestin?
YAŞLI ADAM
 
  Bir kuş gibi gençlik özgürdür.
Aşkı başka kim tutabilir?
Sevinç sırayla her birine verilir,
Hiçbir şey iki kez olmaz.
ALEKO
Ben öyle değilim. sevgili vasiyet
Ben haklarımdan vazgeçmem.
İntikam al, bu daha iyi.
düşmanı uyuyor
Denizde bizim olsaydım,
kötü adamımı sallardım
Korunmasız olanları uzaklaştırdı. . .
Ve korkuyla uyandı
onu gülerek uğurlardım
Ve uzun bir süre bana tatlı gelirdi
O düşüşün sesi ve o ses,
Bir yankı duyulacaktı!
---
GENÇ Çingene
Öp beni.
ZEMFIRA
Hayır, artık yapamam!
Zamanı geldi! Kocası kızgın ve kötü...
GENÇ Çingene
Sana henüz veda etmedim. . .
ZEMFIRA
O gelene kadar git. .. Daha sessiz!
GENÇ Çingene
Buluşma ne zaman?
ZEMFIRA
Bu gece.
 
  Höyüğün arkasında, orada, bilirsiniz, mezarın önünde.
GENÇ Çingene
Beni aldatıyorsun, gelmeyeceksin!
ZEMFIRA
İşte, koş! Seninle olacağım!
Aleko uyuyor. Sert göğüs
İnsanın bastığı müthiş sahne.
Karanlıkta bir çığlıkla uyanır.
Kıskançlık hala devam ediyor,
Aleko elini karanlığa doğru uzatır. . .
Ama Zemfira çok uzakta.
Soğuk battaniye hemen orada.
Ve ruhu taşlaşmıştı;
Titredi, yükseldi, dinledi,
Ama artık duyacağı bir şey yok.
Sessizlik. .. Nem korkudan çoktan çıkmıştır.
Donuyor, yanıyor, sayısız kez,
Halıdan nefes nefese çıkıyor,
Sessiz arabanın sonu korkunç bir şekilde dolaşıyor.
Sessizlik her yerde hüküm sürer; ve alanlar sessiz;
Gökyüzünde sessiz sis sürmek,
Olağandışı ve karanlık hava,
Aldatıcı bir şekilde parıldayan yıldızlar koşuyor,
Ve sadece çiyde harika bir iz
Hangi uzak bir yere gider.
Aleko nemo oraya gidiyor
Uğursuz stajın onu nereye götürdüğü.
Yolun sonunda nihayet gördü:
Beyaz mezar karanlıkta onun önünde.
Bacakları diz çöküyor, zar zor yürüyor,
Dizler titriyor, gelinin dudakları,
Önsezi çok çekici.
Gidiyor ... aniden - rüya mı görüyor?
Önünde iki gölge görür.
Ve oldukça yakınında bir fısıltı duyar
Kutsal mezarın üstünde.
VE SES
Zamanı geldi. . .
 
  II SES
Dayan . . .
VE SES
Yapmak zorundayım sevgilim. . .
II SES
Hayır, hayır, biraz daha, en azından şafağa kadar!
VE SES
Hayır, uzun zamandır buradayız.
II SES
Beni öptüğünde nefesim kesiliyor. . .
VE SES
Beni mahvediyorsun. . . koca tuhaf.
II SES
Başka bir an. . .
VE SES
Şimdi karısı olmadan uyanırsa?
ALEKO
Ben zaten uyanığım. Acele etmeyin!
Ben olmadan nerede?
Orada iyi olacaksın, mezarın yanında!
ZEMFIRA
Koş!
ALEKO
O uzağa gitmeyecek;
 
  Bekle! O zaman nereye gidiyorsun? Yatmak!
(Onu bıçaklar.)
GENÇ Çingene
Ölüyorum . ..
ZEMFIRA
Aleko!
Hayır, onu öldüreceksin! Bununla değil!
Bak, hepiniz kan içindesiniz!
Ne yapıyorsun?
ALEKO
Ben ilk değilim:
Şimdi onunla olabildiğince eğlen.
ZEMFIRA
Hayır, yeter artık korkmuyorum!
Ve sana hiçbir şey sormayacağım:
Suçun üzerine yemin ederim!
ALEKO
Ölmek! (Onu öldürür.)
ZEMFIRA
ölüyorum ve seviyorum.
Danica'nın şafak vakti parladı.
Aleko bir mezarın üzerinde
Yıkamadığı kanda,
Bıçakla oturuyordu. Uzak değil
Önünde cesetler vardı.
Yüzü korkunçtu;
Katil ile çingene kampı
Endişeli zaten oldu.
Bir mezar kazıldı,
Ve kadınlar hala, cenazeden önce
Ölüleri gözlerinden öptüler. . .
Başkalarından bağımsız olarak,
 
  Tek kelime etmeden, kederden taşlaşmış,
Yaşlı adam kurbanı izledi.
Genç bir çift büyüttüler ve birlikte
Yer kanadına koydu:
Cesedi cesede gömdüler
Ve bu Alec'ten önceydi. . .
Ve o zaman biri indiğinde
Soğuk mezara atmak için,
"Biz eğilmedik, Aleko
Ve levhadan çimleri devirdi ...
Sonra yaşlı adam geldi ve dedi ki:
“Gururlu adam, şimdi git!
Bizde senin kanunun yok,
Hiç kimse bundan acı çekmez,
Senin kanına ve üzüntülerine ne için ihtiyacımız var?
İnsanları ölümle cezalandırmıyoruz.
Ama katilin yanında kim var?
Bizim talihsizliğimiz size yakışmıyor,
Sadece kendin için özgürlük istiyorsun,
Sesiniz tüylerinizi diken diken ediyor;
Hepimiz uysalız, iyi insanlarız,
Sen zalim ve kötüsün. Çalıştırmak!
Güle güle. Ve barış seninle olsun."
Bunu söyledi - ve kamp ortadan kayboldu
Bozkırda, o yerden uzakta
Yeniden özgürlüğe giden yolu seçmiş olmak...
Ve şimdi arabanın kendisi bir
Fakir bir bezle, sefil bir halıyla,
Hala ölümcül alanda duruyordu.
Yani kış gelmeden,
Bazen kasvetli sabahlarda,
Bir haykırışla sahadan kalktığında
Crane'in geç sürüsü acele etti
Ve aşk yerlerine gider -
Ölümcül ölümcül bir kurşunla vuruldu,
Siyah zeminde bir tane kaldı
Kanatların gücü olmadan rahatlamak.
Gece geldi: karanlık bir çadırın altında
Ateşe kimse bakmadı;
Bu utanç verici sıranın altında kimse yok
Sabaha kadar gözlerini indirmedi.
SONSÖZ
Ses uyumunun büyülü gücü
 
  Anılarımın sisinde
Sahne arkasında hayat buluyor
Bir sevinç ve keder gününden.
Barışın giderek ender hale geldiği bir bölgede,
Ve savaş daha sıktı,
Orada, sınırların olduğu yerde erişilmez
Ruslar İstanbul'u işaretledi,
İki başlı yaşlı bir kartal nerede
Son zafer ormanının üstünde bile,
Bozkırdan geçerken tanıştım,
Kadim orduların sınırlarının üstünde
Çingene huzurlu kampı gururlu -
Mütevazı özgürlükler çocukları kör eder.
Tembel karavanının arkasında
Sık sık çölde dolaştım;
Basit yemeğine doymuş,
Ateşlerinin yanında bir yer buldum.
Yol boyunca birbirimizi duyduğuma sevindim
Neşeli kafiyesinin şarkıları,
Uzun zamandır Maria'ya değer veriyorum.
Adını kendi kendine tekrarladı.
Ama orada da biraz şans var,
Doğa çocukları, aranızda;
Ve orada, sefil çadırların altında
Deniz var, utancın acısı,
Şiddetli sığınaklarınız bile değil
Vahşilik sefaleti kurtarmadı;
Ölümcül tutkular her yerde acı çeker, 

 www.ocasopress.com/images/Gypsies_view.jpg