09 Nisan 2021

Meral Okay yazdığı şarkılarla, hayatın öbür kıyısından elimizi tutmaya devam edecek. ♡♥ İşte o şarkılardan bazıları ♡♥

https://cdn1.ntv.com.tr/gorsel/NMB13jgHLUu3eVRyqTztqA.jpg?width=952&height=540&mode=both&scale=both

Masum Değiliz: Şarkı sözü yazarı olarak Meral Okay'ın ismiyle karşılaştığımız ilk şarkı. Sezen Aksu, Meral Okay'a çok sevdiği eşi Yaman Okay'ın ardından hayata tutunması için bu şarkının yer aldığı Deli Kızın Türküsü albümünde birlikte çalışmayı teklif eder. Böylece Meral Okay'ın şarkı sözü yazma macerası başlar. Birlikte yazdıkları Masum Değiliz, kalbini bir mektup gibi buruşturup fırlatılmış hissedenlere içindeki çocuğa sarılmalarını söylerken, çığlık çığlığa hiç kimsenin masum olmadığını da dile getirdi. Şarkının bestecilerinden Uzay Heparı da, bu şarkının yazılmasından bir süre sonra aramızdan ayrıldı ne yazık ki.   

YouTube


Masal: Meral Okay'ın Sezen Aksu ile birlikte yazdığı Masal, Sertab Erener'in sesinden L'âl albümünde hayat buldu. Bu şarkı "Bir varmış bir yokmuş, dünya masalmış..." diye hayatı özetler kısaca. Bütün hırslarımıza, öfkelerimize, çabalarımıza karşılık, hayatta herkesin payına düşen elmayı almaktan öteye gidemediğini ve her yolcudan geriye sadece hoş bir seda kaldığını hatırlatır usulca. 

YouTube


Adı Menekşe: Levent Yüksel'in seslendirdiği Adı Menekşe, Meral Okay ve Sezen Aksu'nun birlikte ürettiği en özel şarkılardan biri. Aksu bu şarkıyı kendi albümünde de okuyarak, dostuna bir sürpriz yapmıştı. "Bu şehrin meydanlarında, garında, rıhtımında sensizlik bir türlü yakamı bırakmıyor..." sözleriyle büyük bir yalnızlığı anlatan şarkı, Meral Okay'ın, yokluğuna bir türlü alışamadığı eşine seslenişi gibi. 

YouTube


Valiz: Sezen Aksu'nun yıllar önce keşfettiği Yeşim'in aynı adlı albümünün çıkış şarkısı olan Valiz, Sezen Aksu-Meral Okay imzalı çok özel şarkılardan biri. İzmir'den İstanbul'a göç edişi anlatır. Valizini toplayıp, kaderinin koluna girenlerin şarkısıdır. 

YouTube


Son İstanbul'da: Levent Yüksel'in bazı kişilerin başucu olmuş şarkısıdır. Meral Okay, "Bu ev, bu avlu, terk edilmiş bu bahçe neydi, ne hale geldi?" derken, Yaman Okay'ın ardından uzun bir süre gidemediği Türkbükü'ndeki evlerini anlatır belki... Minik Serçe ise o sırada, Kanlıca camlarından batan günü seyreder. Hasrete alışmış bu iki kadın, "Dokunma, 40'lı yaşlarımdayım son İstanbul'da..." diyerek, yalnızlıklarıyla baş başa kalmayı tercih ederler. 

YouTube


Ruhun Duymaz: Hayat sadece acıdan ibaret değildir elbette. Sezen Aksu ve Meral Okay'ın gözyaşları kadar, kahkaları da vardır; hayatı ciddiye aldıkları kadar, ti ye almasını da bilirler. Dolap çevirenleri, hiçbir şey yapmadan komşuda pişenin kendilerine düşmesini bekleyenleri anlattıkları Ruhun Duymaz, keyifli bir Emel Müftüoğlu şarkısı olarak yerini alır. 

YouTube


Var Git Turnam: Sezen Aksu'nun Işık Doğudan Yükselir albümünde yer alan bu şarkı, Meral Okay'ın dediği gibi aşk ve mutluluk yerine, ayrılık ve acının kutsandığı toprakların türküsüdür. Okay ve Aksu yerinden, yurdundan ayrı olanları selamlamış, gidişlere anlam veremedikleri için "Bu ayrılık kanun mudur?" sorusunu hayatın yüzüne fırlatmışlardır. 

YouTube


Gül: Meral Okay ve Sezen Aksu, Goran Bregoviç'in müziği üzerine yazdılar Gül'ü. Bir kadın sevdiği erkeği, başka bir kadın yüzünden kaybettiğinde, zamansız koparılmış bir gül gibi solar. 

YouTube


Adı Bende Saklı: Türk Pop Müziği'nin en sevilen şarkılarından biri olduğu kadar, uykuları geçmişle bölünenlerin içini en çok acıtan şarkı sözlerindendir. Meral Okay ve Sezen Aksu'nun 15 dakikada yazdığı bu şarkı, aradan 15 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen hâlâ dinleyenleri ağlatabilecek kadar etkilidir. Özellikle "Uzak diyarlarda evli barklı, mutluluk en çok onun hakkı..." kısmıyla derinden sarsan şarkının kırık dökük hikayesi de, Okay ve Aksu'da saklı... 

YouTube


Şimal Yıldızı: Önce Yaman Okay'ı, ardından Onno Tunç'u uğurladılar birlikte. Yol arkadaşını kaybetmiş bu iki kadının, yürek yüreğe verip yaralarını sardıkları şarkılardan biridir Şimal Yıldızı. Kalplerinin zarif efendilerine "Şimal yıldızım neredesin?" diye sorarlar. Onlar hasar almadan havalanırken bu tufandan, kendilerinin nasıl yaralandıklarını anlatırlar. 

YouTube


Yine Mi Çiçek?: Meral Okay, Çiçek Bar'ın işletmecisi Arif Keskiner'in Yine Mi Çiçek? sözünden yola çıkarak yazar bu şarkıyı. Müzeyyen Abla'nın eşliğinde, dostlarla geçirilecek güzel bir gece için Madam Despina'dan masayı kurmasını ister. Ne biten topik dert edilir bu sofrada, ne de başka bir şey. Yeter ki canlar sağolsun, yeter ki çiçek gibi güzel olunsun. Ara Dinkjian'ın insanın içini titreten müziği, Cihan Okan'ın yürek burkan yorumu ve Sezen Aksu'nun eşsiz vokaliyle çoğumuzun sofrasına konuk olan bu şarkı, Fatih Okan'ın ödüllü filmi Duvara Karşı'nın da unutulmaz sahnelerinden birine imzasını attı.

YouTube

Yeni Atlantis - Francis Bacon

 https://cdn.asaha.com/assets/thumbs/b47/b47c7bde64645abc7c6564b0e52e5660.jpg

 Francis Bacon’ın Yeni Atlantis metni büyük olasılıkla 1624 yılında kaleme alınmıştı. Bu tarihten üç yıl sonra Dr. William Rawley’in editörlüğünde Bacon’ın denemelerinin toplandığı Sylva Sylvarum adlı kitabın son bölümünde yayınlandı. 

Bir hukukçu, devlet adamı, filozof ve yazar olan Bacon, Rönesans’tan yeniçağa, öteki adıyla moderniteye geçiş döneminin en önemli simalarından biridir. Bacon tıpkı iki suratlı Roma Tanrısı Janus gibi, yüzünün biriyle geçmişe ötekisiyle geleceğe bakar. Bu şekilde, bilimin desteğiyle ele geçirileceğini ve nihayetinde enikonu hâkim olunabileceğini düşündüğü toplumsal dünyayı ve doğayı yazılarında tasarımların nesnesi yapabilmiştir. Bacon’ın modern yeniçağa, dolayısıyla aydınlanmaya dönük bilimsel çabalarını tanımlamak istersek, İngiliz bilim tarihçisi E. A. Burtt’ün şu düşüncelerine atıf yapabiliriz: “Bacon’ın doğa bilimlerini, en üst düzlemde uyum sağlamış, işbirliğine dayalı bir girişim olarak görmesi; elle tutulur, gözle görülür deneylerin zorunlu ve reddedilmezliğini ampirisit bir anlayışla vurgulaması; hipotezlere (varsayımlara) güvenmemesi ve tümdengelimci yönteme ilişkin kapsamlı analizi; –bütün bunlar 17. yüzyılın ortasında henüz bilimi özümsemeyen insanların zihinlerine yerleşmiş anlayış ve görüşlerdi.”

 Yeni Atlantis, Bacon külliyatı içinde bir fragment özelliği taşır; bölük pörçük, tasarımsal düşünceler içeren bir metindir bu. Ne var ki bu kitapçık, niceliksel boyutuyla çok orantısız bir etki yapmış, Bacon’ın eserleri arasında çok özel bir yer tutarak günümüze kadar gündemde kalmıştır. Bacon’ın bilim programı ve onun mümkün olan bir gelecek dünyasına ilişkin tasarımı, onun başka hiçbir metninde Yeni Atlantis’te olduğu kadar elle tutulur, gözle görülür bir biçimde sunulmamıştır. 

Yeni Atlantis metin türü olarak ele alındığında, metin teorilerinin diliyle söyleyecek olursak, kurmaca metin ile kullanmalık metin; bir başka deyişle, edebiyat ile bilim arasında bir yerde durmaktadır. En azından onu, yayınevimizde çıkan, Thomas More’un Ütopya’sıyla karşılaştırdığımızda, metin kurmacaya daha yakın bir metin olarak bir romanın kimi özelliklerini paylaşmaktadır. Bacon’ın Yeni Atlantis’ini More’un Ütopya’sıyla karşılaştırıp anlamaya, daha doğrusu, bu metnin ütopik niteliğini belirlemeye çalırsak, Yeni Atlantis’in bir ‘bilim-toplumu’ modeli (ütopyası) sunmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Bu bilimsel toplum modeli, bir yandan da Bacon’ın ilgi alanlarının ve geleceğe ilişkin düşüncelerin çok çeşitliliğini yansıtır. Bacon insanın kolektif yaşamıyla ilgili, örneğin aile, devlet gibi alanlar hakkında, sosyal öbek, ekonomi ve sosyal ilişkiler konusunda More kadar kapsamlı olmasa da bazı görüşler ortaya atar. 

Çeviren: Cenk Saraçoğlu  

Charles Baudelaire

  "Yaşlı Hokkabaz"
 
Tatile çıkmış kalabalık dört bir yana açılıp yayılıyor, bol bol eğleniyordu. Cambazların, hokkabazların, hayvan oynatıcıların, gezgin satıcıların bel bağladıkları şenliklerden, yılın kötü günlerinin acısını çıkaracak şenliklerden biriydi. Halk böyle günlerde acıyı, işi, her şeyi unutur gibi gelir bana; tıpkı çocuklara benzer böyle günlerde. Küçükler için bir tatil günüdür bu, okul korkusunun yirmi dört saatliğine ertelenmesidir. Büyükler içinse, yaşamın kötü güçleriyle yapılan savaşta bir ateşkes, evrensel yorgunluk ve evrensel çarpışmada bir soluklanmadır. 

Seçkin çevrenin insanları bile, düşünceyle ilgili çalışmalarla uğraşanlar bile bu kitle şenliğinin etkisinden güç sıyrılır. Bu kaygısızlık havasından kendilerine düşen payı onlar da içlerine çeker ister istemez. Bana gelince, gerçek bir Parisli olarak, böyle görkemli günlerde hindiler gibi kabaran tüm o barakaları gözden geçirmeyi hiç kaçırmam. 

Zorlu bir yarışmaya girişmişlerdi gerçekten: bağırıyor, böğürüyor, uluyorlardı. Bir bağırtı, bakır şangırtısı, hava fişeği patlaması karışımıdır gidiyordu. Külahları kırmızı kurdeleli maskaralar, palyaçolar, yelden, yağmurdan, güneşten sertleşmiş yüzlerini buruşturuyorlardı; etkilerinden kuşku duymayan oyuncuların güveniyle parlak sözler söylüyor, şakalar savuruyorlardı. Molière’in nükteleri ve şakalarındaki gibi yüklü ve sağlam bir güldürgenlik vardı şakalarında. Kol ve bacaklarının kocamanlığıyla mağrur, orangutanlar gibi alınsız ve kafasız Herkül’ler, bugün için dünden yıkanmış kispetlerinin içinde kurum satıyorlardı. Periler, prensesler gibi güzel oyuncu kızlar, eteklerini kıvılcımlarla dolduran fenerlerin ışığı altında zıplıyor, taklalar atıyorlardı. 

Işık, toz, sevinç, gürültüydü her şey; kimileri harcıyor, kimileri kazanıyordu, harcayan da, kazanan da aynı ölçüde sevinçliydi. Çocuklar bir çubuk şeker koparabilmek için annelerinin eteğine asılıyor ya da Tanrı gibi göz kamaştırıcı bir hokkabazı daha iyi görebilmek için babalarının omuzlarına çıkıyorlardı. Dört bir yanda bir kızartma kokusu dolaşıyor, tüm kokuları gölgede bırakıyordu; şenliğin buhuru gibiydi. 

Baraka dizisinin ucunda, en ucunda, sanki utanmış da kendini tüm bu tantanadan sürgün etmiş gibi duran, zavallı bir hokkabaz gördüm; kambur, bitkin, kocamıştı, bir insan yıkıntısıydı, kulübesinin direklerinden birine belini vermişti; kulübesiyse hayvanlığa en yakın yabanılın kulübesinden de düşkündü, akıp tüten iki mumu yoksunluğunu daha bir iyi aydınlatıyordu. 

Her yanda sevinç, kazanç, eğlence; her yanda ertesi gün de bir ekmek yeme güveni; her yanda canlılığın taşkın patlayışı. Burada salt yoksunluk, dehşet tam olsun diye de karşıtlığı sanattan çok yoksulluktan kaynaklanan, gülünç paçavralarla gülünç bir kılığa girmiş yoksunluk. Gülmüyordu düşkün adam! Ağlamıyordu, oynamıyor, el kol sallamıyor, bağırmıyor, yalvarmıyordu, sevinçli ya da acılı hiçbir şarkı söylemiyordu. Dilsiz ve kımıltısızdı. Her şeyden el çekmiş, her şeyden vazgeçmişti. Yazgısını tamamlamıştı. 
 
Ama oynak dalgaları soğuk yoksunluğunun birkaç adım ötesinde duran kalabalığa, ışığa, ne derin, ne unutulmaz bir bakışla bakmaktaydı! İsterinin korkunç elinin gırtlağımı sıktığını duydum, bu düşmek istemeyen, bu söz dinlemez gözyaşları gözlerimi kamaştırır gibi oldu. 
 
Ne yapmalıydı? Bu pis kokulu karanlıkların içinde, yırtık pırtık perdesinin ardında hangi tuhaflığı, hangi harikayı göstereceğini talihsizden sormak neye yarardı? Aslına bakarsanız, göze de alamıyordum bunu; çekingenliğimin nedeni belki sizi güldürür, ama ben gene de söyleyeyim; gururunu incitmekten korkuyordum. En sonunda, düşüncemi sezeceğini umarak, geçerken tahtalarından birinin üzerine birkaç kuruş bırakmaya karar vermiştim. Ama bu sırada, kim bilir hangi kargaşalığın yol açtığı bir insan dalgası beni uzaklara sürükledi.
 
Dönüşte bir türlü aklımdan çıkaramıyordum bu görüntüyü, beklenmedik üzüntümü çözümlemeye çalıştım, sonra şöyle dedim kendi kendime: Bir zamanlar kahkahadan kırıp geçirdiği bir kuşaktan artakalmış yaşlı yazın adamının görüntüsünü gördüm ben; yoksunluk yüzünden, halkın nankörlüğü yüzünden böylesine düşmüş, barakası unutkan kalabalıklarca hor görülmeye başlanmış yaşlı ozanın; dostsuz, ailesiz, çocuksuz yaşlı ozanın görüntüsünü gördüm. 
 
 "Paris Sıkıntısı"