uzun yıllar mı dersin günler mi dersin geçeli ne geçeli? yokuşu çıkıp da bir başına bizim kehremanın, müzik dolabına bir plak koyduğundan bu yana. şimdi başlayalım yazmaya. nereden?
Neresinden tutunacağımızı bilemediğimiz, elimizi her attığımızda düzeltmekten çok bozmaya eğilimli olduğumuz bir yap boz mudur hayat? "Medeni" hayata geçebilmek için iznimiz olmadan atalarımızın kabullendiği kurallara uymak zorunda mı bırakıldık? Yoksa sınırları kesin bir şekilde kara kalemle çizilmiş bir çemberin içinde dönüp dolaşıyoruz da durup durup kendi benliğimize mi çarpıyoruz? Tezer Özlü bu çemberin ortasında sıkışıp kalmıştı. Normları, baskıları, toplum sözleşmelerini değil, kendini seçti. Kara kalemle üzerinden defalarca geçilmiş sınırlardan geçti, kendini kaybetti, kendini buldu. İnsanların onu yitirdiklerini düşündüğü zamanlarda kimdi? Ve ne kadar kendiydi yazdıklarında? Başkalarının belirlediği kuralları bir kenara koyup, kendi dünyasında kitapları, müziği, birkaç kadeh içkisi, dostları, mektupları ve yazılarıyla dolu bir dünya kurmak istedi Özlü. "Kendi duvarlarının gerisine çekildi" ve kendine özgü bir üslup geliştirdi.
"Ben ben miyim? Ben herkes miyim? Ben herşey miyim?"
Bilge Karasu şöyle der; "Kendim olmak başka bir şey değil ki, çünkü onun dışında onun ötesinde bir kendimlik yok ki, kendimlik burada söylediğimde, yazdığımda, yaptığımda." Tezer Özlü de yazılarında kendiydi çoğu zaman. Onun söylediklerinde, yazdıklarında, yaptıklarında kişiliğinin izlerini, yaşamının tüm sevinç ve sanrılarını görmemiz mümkündür. 'Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde kendi çocukluğunun izini sürdü. Yazdıkları, yaptıkları kendiydi. Ancak bazen "kendi zamanının içinde" olmak için kendinden kopması gerekiyordu. Koptu da. 1985 Ocak'ında Zurih'ten, dostu Leyla Erbil'e yazdığı mektupta şöyle ifade ediyor bir kopuş öyküsünü; "Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da uzaklık nedeniyle çocukluğumdan da uzağım. Bu da iyi. İlk kez çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanımın içindeyim." Yaşamı kopuşlar ve yeniden hayata bağlanışlarla doldu. Her yeni düğüm bir öncekinden daha sağlam olsa da; her düğüm gibi yenisi de bir gün çözüldü. Sperber yazma eylemlerinin bir "kopuş" ile gerçek olanın "sarsılmaya başlamasıyla" ortaya çıktıklarını söyler. Belki de bize tüm yabancılığını, yozlaşmış olan ne varsa hepsinden uzaklığını, tabiri caizse 'ayrıksı otu' halini, coşkularını, iç çekişlerini, özlem ve yorgunluklarını bu denli sade ama bir o kadar da yoğun ve içten anlatabilmesinin sırrı; yaşadığı sarsıntılar, kopuşlardı. Foucault kişinin yazarak kendisiyle yoğunlaştığını ve genişlediğini ifade eder. Özlü de yazdıkça kendiyle yoğruldu en çok, daha çok kendi oldu. Yazmadığında yaşadığı sıkıntıyı şöyle iletiyor Ferit Edgü'ye; "Yazmadığımda iç-denge diye adlandırdığım, o kafamda mı, yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum. Bunu da hiç sevmiyorum.
Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor. Belki yazarken kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için." Yani yazar bir bakıma hayatında bir denge sağlayıcı olarak sığınıyor edebiyata. Yazmadığında geliştirdiği kendi ifadesiyle "saldırganlığı" kendine yönlendirmesini sağlıyor yazı. Böylece bir düğüm daha atıyor olağan, sıradan hayata. Ve kendini kaybediyor; kendini buluyor. Ferit Edgü Gergedan Dergisi Tezer Özlü özel sayısında yer alan "Tezer Özlü için" adlı şiirinde onun yazıyla ilişkisini şöyle ifade eder;
"Yazmak için yaşayanlardan değildi,
Yaşamak, yaşayabilmek için yazanlardandı."
Yazma eylemi, hiçbir yere sığamayan, yaşamı boyunca birçok kent dolaşmış Tezer Özlü için Adorno'nun tanımıyla "yaşanacak bir yer" olmuştu. Adorno yazma eylemini tanımladıktan sonra şöyle bitirir. "Sonunda, yazara kendi yazılarında bile yaşanacak yer kalmamıştır." Ne yazık ki Özlü'nün yaşam serüveni uzun sürmemiş ve kendi tabiriyle okuyanın "içini dalgalandıran", onu "huzursuz" eden eserlerinin sayısı sınırlı kalmıştır.
Ankara'dan 1966 Ekiminde Ferit Edgü'ye yazdığı mektupta, Özlü'nün kendi kişiliği içinde yaşadığı ayrıksamaları ve buna bağlı kopuşları görmek mümkün."Burada bir ben var. Belki de bana benzemek isteyen birisi. Kafamın içinde her şey bir arada. Çocukluğum. Taşra. Erkekler. Sıkıntı. Ama kafam bomboş. Hiç bu kadar yalnız ve rahat olmamıştım. Bomboş." Öyle bir bölünmüşlük düşünün ki; kendiniz size yabancı. Size benzemeye çalışan biri var yanınızda. Bir yandan bomboşsunuz, öte yandan tüm anılarınız kol kola girmiş sohbet ediyorlar yüksek sesle. Hangisi kendi idi, hangisi kendine benzemeye çalışan yabancı. Yoksa her ikisi de farklı benlikleri miydi? Zıtlaşan, yabancılaşan, ama bir arada aynı bedende hapsolan?
Yaşamak istediği gibi mi yaşıyordu Tezer Özlü? Bu soruya cevap verebilmek öyle zor ki? Ondan kalan mektuplara ve notlara baktığımızda içinde bulunduğu anın gerektirdiği duyguları en uç noktada yaşadığını görüyoruz. Onun mürekkebi ya kırmızı ya siyah! Ne pembeler gördüm ben okuduklarımda, ne gri tonlar. Ama kesin olan şu ki içinde bulunduğu toplumun normlarına ayak uydurmak ona göre değildi. Yapılması gerekeni yapsa dahi benliğinin zaman zaman kabullenmediği durumlar ortaya çıkıyordu. Leyla Erbil'e mektubunda şöyle yazar: "Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilik yapan kadınlarız." Hepimiz gibi zaman zaman o da yoruldu, "taşıyamayacağı kadar yaşantı" üstlendi. Kendi ifadesiyle "kitapsız, sanatçısız, tartışmasız bir yaşamın özlemi sardı" benliğini, mutsuz oldu. Kimi zamanda sadece kitapları, müziği, ışığı ve dünyasıyla mutlu oldu.
Tezer Özlü'nün aydın kişiliği ve entelektüel birikimi, belirli dönemlerde farklı ülkelerde yaşayıp kendi topraklarından soyutlansa da düzenin yanlışlarını görmesini ve eleştirmesini engellemez. Romanlarında toplum düzenine karşı başkaldırısını iğne oyası gibi, kesik kesik ve inceden işleyen yazar "Kalanlar" da bu baskıcı düzenin kendisini nasıl etkilediğini açık seçik ifade ediyor; "İktidardaki egemen sınıf ve benim toplumumdaki düzen her gün sayısız kez benim ve benim gibileri vazgeçmeye ve bizi kendisi gibi olmaya zorladı. Ben bir kezinde aklımı yitirdim, ama kendimi yeniden kendi elime geçirdiğimde daha da zor yenilebilir durumdayım." Özlü'nün kaleminden bir kayboluş hikâyesi değil mi bu? Ve "kendimi yeniden kendi elime geçirdim" cümlesi en baştan beri altı çizilen benliğini kaybetme ve bulma hikâyesi değil de ne? Anlatı ve günlük parçalarından çıkarılan bu metnin altında tarih bulunmuyor, ancak bahsi geçen egemen sınıf ve toplum düzeni bu ülke tarihinin her anında geçerli değil mi? Tarihi not düşülmemiş bir yazıda bugünü görmek bize Özlü'nün zamansızlığının en güzel kanıtıdır.
Ferit Edgü'ye 1984 Ekiminde şöyle yazar Özlü "...insanın kendisinden başka karşı karşıya olduğu kim var?" O da çağdaşı Derrida gibi kendine karşı bir savaş vermektedir. Her savaşta olduğu gibi kan vardır, kazanan ve kaybeden vardır. Savaşı kendine karşı verdiğinden olsa gerek bazen yenilgiyi tadar bedeni, bazen de zaferi. Ama kendine yenilgilerden de zafer çıkarmayı bilmiştir hep. Bir mektubunda kendisinin de ifade ettiği gibi; "Sonunda (başında) çıldırdım. Ama şimdi eskisinden daha iyiyim."
Tezer Özlü'nün kısa hayatı boyunca savaşmak zorunda kaldığı ruhsal bozukluklar ve son yıllarında geçirdiği ölümcül hastalık yaşamın kendisine karşı isteğini köreltmeyi başarabilmişse de; dostlarına yine "yazı" yoluyla ulaşmasını engelleyememiştir. Ne de olsa yazdığı tam olarak kendidir. Ancak hastalık başlı başına çekilmez bir şeydir kişi için. Nietzsche, hasta insanın savunma ve korunma içgüdüsünün bozulduğunu söyler. Kişinin hiçbir şeyden "sıyrılamadığını," hiçbir şeyle "baş edemediğini" ve her şeyin yaraladığını anlatır kendi deneyimlerinden yola çıkarak. Ve ünlü cümlesini ekler; "Anı, irin toplayan bir yaradır." Özlü 1984 yılının Temmuz ayında Ferit Edgü'ye en çok mezarlıklarda huzur bulduğunu yazıyor. Ancak sonrasında ekliyor; "Ölmek isteğim yok. Yaşama isteğim olmadığı gibi." Belki de, Özlü bu yıllarda Nietzsche'nin de deneyimlediği gibi hayatla baş etmekte zorluk çekmeye başlamıştır ve bu nedenle mezarlıklar ona huzur verir. Ancak oraya da ait olmadığını hisseder, aynı nefes aldığı dünyaya ait olmadığı gibi. Ayhan Kırdar'ın 'Lo'ya Son Mektup'unda ifade ettiği gibi bir ikilemdir yaşadığı. Şair şöyle der: "Ne bileklerimi kesebilmek cesaretini bulabildim kendimde ne yaşama gücünü." Belki cesaretsizlik değildir Tezer Özlü için uygun kelime, isteksizliktir sadece. Ne fark eder! İrin toplamaya devam eder yaraları... Özlü'nün kendilerine yazdığı mektuplarla anı biriktiren dostları, gidişinin ardından o mektupları bizlerle paylaşırken, her bir mektuptan da işte o irin damlar.
Kısacık yaşamına öyle yoğun duygular sığdırmış ki Tezer Özlü, kendisinden arta kalan mektuplar, günlük yazıları ve de romanlarda O'nu bulma serüveni hiçbir zaman "tam" olamayacaktır. Zaten kendisi de bu beyhudeliğin farkındadır yaşarken; "Hiçbir resimde kendimi göremedim. Ama ben neredeyim, diye sormam. Bilmediğim şeyleri sormayı sevmem." diye bir not iliştirir günlüğüne. Sadece bize bıraktıklarıyla tanıma şansı bulduğumuz Tezer Özlü için, dostu Leyla Erbil'in sözlerine kulak verelim. Şöyle yazıyor Erbil: "Tezer Özlü, kendi olmayı hiç reddetmeden, kendi ruhundaki acılardan taşarak akraba acıların dünyasına ulaşmaktadır."
Cevabını bilmediği soruları kendine sormayan Özlü, aslında sormadığı soruların cevaplarını yazılarında açık eder. Onun ardından roman, öykü, mektup ve günlük parçalarını irdeleyen herkes "Tezer"i yakınlarında hissedecektir. Belki de benliğinin bu denli farklı kıtalarda dolaşması okurlarının her birine benliğinden bir parça vermeyi başarabilmiş olmasındandır.
Ve son söz Tezer'in:
"Gece ilerliyor. Korkularım büyüyorlar. Duruyorum. Kaldırımlara bakıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyorum ardından. İşte burada yüksek bir kapı. Ben gene iki BENLER oluyorlar, bir BEN kaldırımda durmuş, yüksek yapıya bakıyor. İkinci ben tepeden ölümlere uçuyor. Diğer benler nerelerde? Bilemiyorum. Tüm benlerimi toplayıp uçmak..."
Sultan Komut Bakınc