21 Aralık 2020

Atatürk ve Namık Kemal

1888’de Nâmık Kemal öldüğü zaman, Mustafa Kemal henüz yedi yaşındadır. Çökmekte olan devleti kurtarmak için çareler arayan aydınlar, vatan şâiri Nâmık Kemal’in eserlerini okumakta, hatırasını yaşatmaktadırlar. Okullarda öğrencilere Nâmık Kemal sevgisi aşılanmakta, eserleri elden ele dolaşmaktadır.

Türk cemiyetinde rastlanılan Mustafa Âsim, Mustafa Edib, Mustafa Enis, Mustafa Fâzıl, Mustafa Fevzi, Mustafa Fikri, Mustafa Galip, Mustafa Hakkı, Mustafa Hikmet, Mustafa Hilmi, Mustafa İsmet, Mustafa izzet, Mustafa Kâmil vb. gibi yüzlerce binlerce Mustafa’lı adın hiçbirini örnek almayan matematik öğretmeninin, çok sevdiği öğrencisi Mustafa’ya ikinci ad olarak bilhassa “Kemâl” i seçip, hiç rastlanmamış ilk örneği verişinde ve sihirli "Mustafa Kemâl” terkibini yapışında, Türk kaynaklarının ruhlarında sembolleşmiş "Kemâl"in düşünüldüğü muhakkaktır. Millî kahramanların destanlaştıkları yıllarda dünyaya gelen Türk çocuklarına onlara benzesinler dileğiyle, o kahramanların adlarının verilmesi, sık rastlanılan milli gelenektir.

Büyük Kurtarıcı’nın; eserleriyle Nâmık Kemal’i ilk tanıması, Manastır İdâdi (lise)’sinde öğrenci iken, yakın arkadaşı Ömer Naci Bey sayesinde olur. O sıralarda, Ömer Naci; edebiyata meraklı, heyecanlı şiirler yazan, söyleyen ve onun için de Nâmık Kemal’e hayran birisidir. Birgün Mustafa Kemal’den, okumak maksadiyle kitaplar ister. Fakat kendisine hep fen kitapları uzatması üzerine:

"Bunlar, ders kitabı... O hâlde, ben sana vereyim" diyerek, çeşitli şiirler ve tiyatro eserleri getirir. Mustafa Kemal, bunları karıştırırken, sayfaları arasına serpiştirilmiş kâğıtlar gözüne ilişir. Kâğıtlarda, el yazısı ile yazılmış ve Nâmık Kemal İmzalı şu mısralar dikkatini çeker:

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır;
Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten.
Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma;
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.
Muini zâlimin dünyâda erbâb-ı denâ’ettir.
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten,

Bilhassa şu beyitlerin kendisini çok etkilediğini, daha sonra zaman zaman dile getirecektir;

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin;
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,
Yoğ-imiş kurtaracak bahtı kara mâderini.

Merkez-i hâke atsalar da bizi;
Kürre-i arzı patlatır çıkarız..

O yıllarda, Nâmık Kemal’in yasaklanmış eserlerini bulmak, onun vatanseverlik telkin eden şiir ve yazılarının heyecanını tatmak aydınların ortak tutkusu gibidir. Mustafa Kemal'in, Nâmık Kemal’i tanıyıp sevmesini, onun görüşlerinin oluşumunda önemli bir hadise olarak kabul etmek gerekir. Mustafa Kemal’in okul arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy hatıralarında bu konuda şunları der:

"Mustafa Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek, Kemal'in Vatan Kasidesi'nin teksir edilmiş bir nüshasını "Fuad kardeşim bunu ezberleyelim” diye bana verirken, yavaş bir sesle fakat büyük bir heyecanla okuduğu:

‘‘Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten”

mısralarını nasıl unutabilirim."

Anlaşılmaktadır ki Mustafa Kemal, daha lise öğrenciliği günlerinden itibaren Nâmık Kemal'e hayran yani vatansever, hürriyetperver birisi olmaya başlamıştır. Liseden sonra gittiği Harb Okulu'nda da bütün disiplin tedbirlerine rağmen, öğrenciler Nâmık Kemal'in eserlerini okumaktadırlar.

Mustafa Kemal bu konuda "harbiye senelerinde siyaset fikirleri başgösterdi, vaziyet hakkında henüz nafiz bir nazar hâsıl edemiyorduk, Sultan Hamit devri idi... bu gibi vatanperverane eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması, işlerin içinde bir berbatlık olduğunu ihsas ediyordu" demektedir

Cebesoy’un; Nâmık Kemal konusunda, Atatürk'le beraber bir diğer hatırası da, Manastır'da seyrettikleri "Vatan Yahut Silistre" piyesi ile ilgili olanıdır ki, onu da şu satırlarında nakleder:

"Manastır'a döndük. Şehrin methaline girişine geldiğimiz zaman, orada bulunan bir mesirede vakit geç olmasına rağmen, Harp Okulu telebelerinin açık havada büyük vatan şâiri Nâmık Kemal'in Vatan Yahut Silistre adlı eserini oynadıklarını gördük. Atlarımızdan inerek, oyunu büyük heyecanla seyrettik. Talebe efendilerden birinin temsilin son sahnesinde:

Yâre nişandır tenine erlerin!
Mevt ise son rütbesidir askerin!
Altıda bir üstü de birdir yerin.
Arş yiğitler vatan imdâdına.

mısralarını okurken, yanımdaki subaylar, gözyaşlarını tutamamışlardı. Benim de gözlerim yaşarmıştı. Harp Okulu’ndaki talebelik hayatımız gözümün önünde canlanmıştı. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal ile beraber bu şiirleri o zaman okumuş ezberlemiştik. Fakat böyle heyecanla haykıramamıştık."

Atatürk, özel sohbetlerinde yaptığı heyecanlı konuşmalarda veya bunaldığı sıkıldığı zamanlar genellikle Nâmık Kemal'den mısralar, beyitler okumuştur. Öğrencilik yıllarından sonra subay olarak bulunduğu yerlerde de, Nâmık Kemal’in şiirleri onun ruhî dayanakları olmuştur.

Mesela Ş. Tezer tarafından yayıma hazırlanan "Atatürk’ün Hatıra Defteri"nde, Birinci Dünya Harbi sırasında Doğu Anadolu (Bitlis, Silvan gibi) bölgesinde iken 10 Ağustos 1916 Pazar günü defterine şöyle bir kayıt düşmüştür;

"Kemal Bey’in Makalat-ı Siyasiye ve Edebiyyesini okudum, ikinci kitabın sonunda idim, hitam buldum; Kemal Bey’in Tarih-i Osmani’sini takibe başladım"

Nâmık Kemal'in, Atatürk’ün özel kütüphanesinde bulunan eserleri de, Gazi'nin ona gösterdiği ilgi hakkında bir fikir verecek niteliktedir.

Bu eserler:

1 - İmtizac-ı Akvam Ve Vefa-i Ahd.
2 - Eş’ar-ı Kemal 2. Devr-i Edebiyye.

Bu kitap, "Ali Ekrem (Bolayır)'ın 21 Temmuz 1339 (1923) tarihli takdim yazısıyla Gazi Mustafa Kemal’e hediye edilmiştir. İçinde Ali Ekrem’in yazısıyla yedi ilave yaprak, Atatürk’e yazılmış bir mektup ve bir de Ziya Gökalp'ın Atatürk’e yazdığı 4 Ağustos 1339 tarihli bir mektup vardır.

3 - Vaveylâ
4 - Makalat-ı Siyasiyye ve Edebiyye
5 - Renan Müdafaanamesi
6 - Edib-i Azam Merhum Nâmık Kemal Bey’in Rüyası
7 - Sergüzeşt
8 - Osmanlı Tarihi (2. cilt)’dir.
9 - Şark Meselesi, Hürriyet-i Efkâr
10-U sul-i Meşveret Hakkında Mektuplar.

Atatürk'ün Özel Kütüphanesi'nde. Nâmık Kemal hakkında başkaları tarafından yazılmış kitaplar da bulunmaktadır. Bu kitaplar da:

1 — Kemalettin Şükrü. Nâmık Kemal Hayatı Ve Eserleri, İstanbul 1931, 160 s.
2 — Saadettin Nüzhet (Ergun), Nâmık Kemal, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1933, 251 s.
3 — Ali Ekrem (Bolayır), Ruh-ı Kemal, İstanbul 1938, 108 s.'dır.

Millî Mücadele yıllarıdır. Atatürk, 18 Aralık 1919’da Ankara'ya gelmek üzere Sivas’tan yola çıkar. Heyet-i Temsiliye, merkezini Ankara'ya taşımak kararını vermiştir. Şarkışla ve Kayseri'den geçerek 21 aralıkda öğle vakti Kırşehir’e gelir. Halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılaşır; şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Halkla temaslarda bulunur. Kırşehir Gençler Derneği’nde yaptığı konuşmada “kuvayı milliyenin âmil, iradei milliyenin hâkim olması" gerektiğini söyler. Geceleyin şerefine fener alayı tertip eden halka hitaben yaptığı konuşmada da:

”Bu milletin içinden çıkan bir Kemal,

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini"

demiş; gene bu milletin bağrından çıkan bir Kemal de diyor, ki;

"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

demiştir.

Atatürk'ün bu beyiti kendi cevabıyla birlikte ilk defa okuduğu yerin neresi olduğu hakkında değişik görüşler vardır:

M. Şakir Ülkütaşır, Türk Kültürü dergisinde (Kasım 1968. s. 73, s. 59) değişik iki görüşü daha verdikten sonra, Atatürk’ün cevabi beytini ilk defa "Birinci İnönü Zaferi’nden sonra Meclisteki beyanatında" okuduğunu, 17 Ocak 1921 tarihli Ulus Gazetesini kaynak göstererek yazmaktadar. Lord Kınross Atatürk adlı eserinde (1972 s.311) ilk defa Kırşehir'de okuduğunu söylemekte; İslâm Ansiklopedisi'nin "Atatürk" maddesinde de ilk defa Kırşehir’de söylediği yazılmaktadır ki, doğrusu bu olsa gerektir.

Büyük Millet Meclisi Zabıtları (cilt: 7, s.347) na göre Atatürk söz konusu beyitleri Mecliste olmuştur. Fakat ilk okuyuşu değildir. İlk okuyuşu 21 Aralık 1919'da Kırşehir'de olmuştur. Mecliste ise, Birinci İnönü Zaferi'nin kazanılmasından sonra 13 Ocak 1921 (1337) Perşembe günü saat 15.30'da gerçekleşmiştir.

Birçok meb’uslar kürsüye gelerek orduya, onun kahraman kumandanına ve aziz şehitlerine hürmetlerini ifade ediyorlar. Bir ara Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkıyor, şunları söylüyor:

— Arkadaşlar, Muhuddin Bey'in (Baha Pars) gayet kıymetli sözlerinin hâsıl etdiği hissiyâta tercüman olmak üzere bir iki kelime arzedeceğim. Milletimiz bugün bütün mâzisinde olduğundan daha çok ve ecdâdından daha çok ümidvârdır. Bunu ifâde için şunu arzediyorum. Kendilerinin tâbiri veçhile Cennet’den vatanımıza nigehban olan merhum Kemal demişdir ki:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini

İşte ben, bu kürsüden, bu Meclis-i Âli’nin reisi sıfatıyla Hey’et-i âliyyenizi teşkil eden bütün âzânın her biri nâmına ve bütün millet nâmına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.

Atatürk’ün, Nâmık Kemal hakkındaki düşüncelerini yukarıda verdiğimiz örneklerden daha net bir şekilde ortaya koyan bir de telgraf vardır. Nâmık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, İkinci İnönü Zaferi'nin kazanılmasından sonra Atatürk'e bir tebrik telgrafı gönderir. Atatürk de Ali Ekrem'e yazdığı 10 Nisan 1921 tarihli cevabî telgrafında, Nâmık Kemal hakkında şunları söylemektedir:

“Anadolu’nun ruhu bütün feyz-i mukavemetini âbâ-i tarihinden almıştır. Bize bu mukaddes feyzi nefheden ervah-ı ecdat arasında mükerrem babanızın pek büyük mevkii vardır. Mecruh vatanın halâs-ü istiklâli için, ölmek yolunda nesle tâlim-i fedakarı' eden büyük Kemal hakkında tekrir-i tâzimata vesile olan telgrafnamenize, arz-ı şükran-ı mahsuz eylerim efendim” .

Görüldüğü gibi bu telgrafta, vatanın kurtuluşunu sağlayan nesillerin yetişmesinde, Nâmık Kemal'in nasıl önemli etkileri olduğu Atatürk tarafından da söylenmekte ve ayrıca, Atatürk’ün Nâmık Kemal’e nasıl büyük bir saygı duyduğu kendisinin sözleriyle ortaya konmaktadır.

Atatürk de bizden birisi olarak (ailesi, okulu, öğretmenleri ve arkadaşları), okuduğu kitaplar, imparatorluğun çöküşü ve Fransız İhtilali, meşrutiyet kuşaklarını etkileyen fikirler, medeniyet ve ırk sorunu, dünya tarihi ve şark meselesi gibi konulardan etkilenmiştir.

Hiç şüphesiz Atatürk'ün Nâmık Kemal'e olan hayranlığı; sadece sübjektif değerlendirmelere bağlı, hissi bir yaklaşımdan ibaret değildir. Aslında, Vatan Şairi'nin, Büyük Kurtarıcı’ya herşeyden evvel fikirleriyle tesir ettiği muhakkaktır.

Şairimizin; fikirlerini, duygu planında heyecan unsuru ile bütünleştirerek vermiş olmasının, Gâzi üzerindeki direkt etkisi ise, şüphe götürmez bir gerçek hükmündedir. Millî kültür anlayışı çerçevesinde ve Batı medeniyeti doğrultusunda, çağdaş düşünceyi hedef kabul eden Atatürk’ün ilke ve inkılâplarının temelinde, Ziya Gökalp’ın ve Tevfik Fikret’in fikirleri önemli derecede yer tutmakla birlikte; bunlardan önce, -yukarıda işaret ettiğimiz gibi daha lise sıralarından itibaren- Nâmık Kemal'in görüşlerinin de büyük payı vardır. Çünki; Gökalp’ın ve Fikret’in üzerinde hassasiyetle durdukları, Atatürk’ün de çok değer verdiği “ Hürriyet” “ Medeniyet” ve “ Terakki” kavramları etrafında ilk ciddî çalışmaları, Nâmık Kemal yapmıştır.

Nitekim, şâirimiz, “ Medeniyet” makalesinde:

"İnsanın hakkı ve amacı sâdece yaşamak değil; hürriyetle yaşamaktır. Bu kadar medenî milletlere karşı mümkün müdür ki, medenî olmayan milletler hürriyetlerini koruyabilsinler? “Bize şu gerekli; onunla yetinmeliyiz. Ve babalarımızdan bunu gördük, onun dışında ne varsa kötüdür. Dersler, yeni bilgiler kazanma, kitaplar, makineler, ilerlemeler, yeni buluşlar ne işe yarar?" diye diye Hindliler, Cezâyirliler gibi yabancıların kahredici üstünlüğü, eziyeti altında hürriyetini kaybetmek, insanlığın şanına şerefine hiçbir şekilde yakışır şeylerden değildir.

Medeniyetin her sıkıntısı, bir rahatı doğurur; vahşetin, yabaniliğin her rahatı bin eziyeti, sıkıntıyı getirir.

İnsanın ihtiyaçlarının, yalnız dünyanın topraktan yetişen ürünleriyle giderilmesi ihtimâli yoktur; onu olsa olsa medeniyetin toplu hazîneleri, eserleri karşıyabillr. Kısacası; "Medeniyetsiz yaşamak, ecelsiz ölmek gibidir” ,

şeklinde, bu konular etrafındaki görüşlerini anahatları ile ortaya koyarken; büyük kurtarıcının da, aynı çizgideki şu sözlerine şâhit oluyoruz:

"Gözlerimizi kapayıp, mücerred (her tarafla ilişkilerimizi keserek) yaşadığımızı farzedemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilâkis müterakkî (gelişmiş), mütemeddin (medenî) bir millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir mantikî delile dayanmayan birtakım an'anelerin, akidilerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi (ilerleyip, yükselmesi) çok güç olur; belki de hiç olmaz.

Memleket muhakkak asri, medenî ve müreffeh olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır.

Medenî cihan çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dâhil olmak mecburiyetindeyiz. Bütün safsataları bertaraf etmelidir.

Efendiler! "Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmaya maruzdurlar"

Ayrıca, Atatürk’ün üzerinde tam bir dikkat ve titizlikle durduğu "Vatan sevgisi” , "Milliyetçilik" ve "Halkçılık" hareketinin, ilk heyecanlı hamlesi de Nâmık Kemal'dir.

Nitekim, "Vatan" mâkalesinde:

"İnsanlık tarihinin hangi sayfasına bakılsa; her zamanda ve her millette ortaya çıkan yüksek fikirler ve faziletli ahlâk sahiplerinin hepsi, vatan sevgisini dünya işlerinin hepsinden üstün tutmuş ve pekçoğu vatan yolunda canlarını seve seve vermiş görülür.

Bundan dolayıdır ki; her dinde, her millette, her terbiyede, her medeniyette vatan sevgisi; en büyük faziletlerden, en mukaddes vazifelerdendir.

Kanaatimizce, vatanseverliğin en büyük hareket unsurlarından, güç kaynaklarından olan vatan fikrini gönüllerden kaldırmak, hakları korumanın en etkili sebeplerinden, araçlarından olan ateşli silâhı ellerden almaya benzer. Bir millet vatan sevgisinden nefsini ayırırsa, vatanını sevmezse; çok zaman geçmez, elbette vatanını o sevgiyle dolu olanların istilâ bayrakları altında görür.

Biz oturduğumuz yerlerin her taşı için, cevher kıymetinde bir can verdik. Her avuç toprağı gözümüzde, o yola kendini fedâ etmiş bir kahramanın varlığının hâtırasıdır.

Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir. Dâima kendimize ait, yalnız bize ayrılmış biliriz. Dâima kendimizden çok sever, canımızı uğruna feda ederiz” .

Diyen Şâirimiz'in; Atatürk'e, bu konuda da ışık tuttuğu, heyecan verdiği muhakkaktır. Nitekim; Gâzi'nin şu sözleri, kendisindeki Nâmık Kemal tesirinin açık izlerini taşır;

"Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir. Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve izmihlâl (yok olup bitme) vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası, hürriyettir. Milleti vatana hâkim kılmak, hülâsa vatanı kurtarmak için, sizi vazifeye davet ediyorum.”

"Vatan mutlaka selâmet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünki kendi selâmetini, kendi saadetini memleketin, milletin saadeti ve selâmeti için fedâ edebilen vatan evlâtları çoktur."

"Biz, millî hudutlarımız dâhilinde hür ve müstakil yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz."

"Millî hudut dâhilinde vatan bir bütündür.”

"Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir”

diyen Atatürk, Nâmık Kemal'i "Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi” olarak görmektedir.

Atatürk; vatan ve özgürlük kavgalarını yeni kuşaklara aşılayan Nâmık Kemal; Osmanlılık yerine Türklüğü ve Türklük duygusunu dile getiren millî şair Mehmet Emin Yurdakul’u ve her türlü zorluğa karşı direnip, insanlığı yükseltmeye yönelen Tevfik Fikret’i, Ziya Gökalp’i çok okumuştur. Yahya Kemal’den Türk tarihi ve özellikle Fransızca eserler için kitap listesi alıp, Çankaya'daki kütüphanesine maletmiştir. Abdülhak Hamid'i dinlemiş, okumuştur.

Atatürk, bu kitaplarda geçen görüş ve düşüncelerin izleyicisi değil, yorumcusu olmuş, kendine göre bir sonuca varmaya çalışmıştır. Onun düşünce hayatımıza getirdiği yeniliklerden biri, reform ve yenilik alanında “şikâyet” ve "inleyiş” yerine, “olumlu meselelerin özüne ehemmiyet veren” bir anlayışı yerleştirebilmek olmuştur.

Nâmık Kemal, hayatı, sanatı ve fikirleriyle, hem sağlığında hem de ölümünden sonra Türk toplumu ve aydınları üzerinde etkili olmuş bir şâir-yazardır. Zamanının yeni fikirlerini Türk toplumuna, anlayıp sevecekleri bir üslûpla sunmuş, Batılılaşma yolundaki Türkiye'de inkılâpçı bir kuşağın yetişmesinde etkili olmuştur. Onun etkileriyle yetişen Türk aydınları, gerek Osmanlı Devleti dağılırken, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken, ölüm pahasına Türk milletine hizmet etmişlerdir.Nâmık Kemal, inanılan değerler uğruna kendini feda edişin çok güzel bir örneğidir.

Sonuç olarak; nazım ve nesir türündeki eserlerinde vatan, millet, bayrak, din, dil, hürriyet, eşitlik, kültür, medeniyet, hak, hukuk, gibi yüce kavramları; uğrunda seve seve canımızı bile feda edebileceğimiz yüksek idealler olarak gören ve gösteren Nâmık Kemâl'in; bu idealler doğrultusunda hareket ederek, onların gerçekleşmesi için olağanüstü gayretlerle, maddi ve manevî her türlü fedâkârlığı göze alan Büyük Kurtarıcı, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Atatürk; vatan ve milletin istiklâli, birliği, bütünlüğü, ilerleyip yükselmesi ve medenî dünyadaki haklı yerini alması yolunda heyecan yüklü fikirleriyle yakın tarihimizin bütün inkılâpçı aydınları gibi etkileriyle yetişmiştir.

Atatürk; çağdaş kavramları ilk defa Nâmık Kemal’den öğrenmiş, çağdaş bir toplum olabilmenin heyecanını onun yazılarında tatmıştır. Nâmık Kemal tarafından bayraklaştırılan ilke ve kavramlar, aralarında farklılıklar olsa bile, Atatürk tarafından da ömür boyu savunulmuştur. Atatürk, Nâmık Kemal'den etkilenmekle birlikte, onu olduğu gibi alan birisi de değildir. Ondan aldığı etkileri, yeni görüşler, zamanın gerçekleri ve kendi tecrübelerinin ışığında değerlendirip, daha yeni, daha geçerli sentezlere ulaşmıştır.


Hasan Duman
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü

Aziz Nesin - Aslında Bu Denli Güzel Kokmaz

Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil,
Onda seni kokladığımdan bunca güzel.
Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer,
Orda seni öptüğümden bunca güzel.
Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya,
Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.
Aslında bu denli deli değildim sor kime istersen,
Sevince seni delilik bile bak ne güzel.
Aslında sen dünya güzeli değilsin,
Sevdiğim için dünyada tek güzelsin...


Dünya Dayanışma Günü

 

( 20 Aralık)

  

Dayanışma kültürünün geliştirilmesi ve yoksullukla mücadele için  BM Genel Kurulu tarafından 20 Aralık Uluslararası Dayanışma Günü olarak kabul edildi. Bu girişimin amacı uluslararası barış ve güvenliği koruyarak insan hakları ve sosyo-ekonomik gelişmeyi sağlamaktır. Bu bağlamda 2002’de kurulan Dünya Dayanışma Vakfı 2003’de BM Kalkınma Programı olarak yeniden düzenlendi. BMKP’nun öncelikli görevi yoksulluğu ortadan kaldırmak, gelişmekte olan ülkelerde başta en yoksul kesimler olmak üzere insani, toplumsal ve ekonomik gelişmelerini sağlamak olarak belirlendi.

 

Dayanışma kavramı piyasa ve devlet alanları dışında kalan etkinliklerden oluşmaktadır. Dayanışma ekonomileri sol eğilimli Marksçı bir yaklaşım olarak tanımlansa da klasik Marksçı düşünceden farklılıklar göstermekte. Örneğin, kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil, anlık ekonomik sorunlara doğrudan müdahaleyi öngörmek esas alınıyor. Bununla birlikte eylemlerin devrimci bir nitelikten çok dönüşümcü bir nitelik taşıması, yani ani ve köklü bir toplumsal değişim değil, aşamalı bir toplumsal dönüşüm pratiği özelliği taşıması söz konusu.  Büyüklükleri ve etkinliklerinin kapsamı farklılaşabilmekte olan dayanışma ekonomisi yapıları biçimsel ve örgütlü olabilir de olmayabilir de. Dayanışma ekonomisinin amacı yerel girdilerle yerel halkın ekonomik gereksinimlerini karşılamaya çalışmak. Dört temel dayanaktan söz edilebilir: Artık değer sömürüsünün olmadığı işçi hakları odaklı emek dayanışması, çalışma standartları ve adil ücret uygulamalarıyla işyeri demokrasisi, üretim alanında piyasa dışı boyut, bölüşüm açısından da basit takas ilişkileri, zaman bankaları, gereksinim sahiplerine ücret veya sosyal güvenlik ağları.

  Melih Baş

 

Milyarlarca ve Milyarlarca - Carl Sagan


Bacon insanın “doğa üzerinde sahip olduğu hakları” kullanmasından söz ediyordu. Aristoteles “doğanın tüm hayvanları insan için yarattığını” söylüyordu. Immanuel Kant’a göre “insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olur”du. Çok uzak olmayan bir geçmişte doğayı “fethetmek”ten ve uzaya “hâkim olmak”tan söz ediliyordu; sanki doğa ve kozmos, haklarından gelinmesi gereken düşmanlarmış gibi. Din adamları topluluğu da bu konuda önemli bir rol oynadı. Batı dünyasının dinlerine göre, insanlar nasıl Tanrıya boyun eğmek zorundaysa, doğadaki başka her varlık da insana boyun eğmek zorundaydı. Descartes ve Bacon dinden çok etkilenmişlerdi. “Doğaya karşı biz” düşüncesi dinsel geleneklerimizden bize miras kalmıştır. Tekvin’de Tanrı insanlara “her canlı varlık üzerinde egemenlik” tanımış ve “her canavar”ın bizden “korkması” ve karşımızda “huşu duyması” buyrulmuştur. İnsanoğlu doğaya “boyun eğdirmeye” teşvik edilir ve “boyun eğdirme” ifadesi askeri anlamlar ima eden İbranice bir sözcükten çevrilmiştir.

Bugün dünyadaki hiçbir toplumda yaşam hakkı yoktur, geçmişte de olmamıştır (Hindistan'daki Jainler az sayıdaki istinadan biridir.) Kesmek için besi hayvanı yetiştiririz, ormanları yok ederiz; akarsu ve gölleri hiç balık yaşayamayacak kadar kirletiriz; spor olsun diye geyik, kürkü için leopar, gübre yapmak için balina öldürürüz; yunusları dev balık ağları içine hapsedip soluksuz bırakırız; fok yavrularını sopayla öldürürüz ve her gün bir canlı türünün soyunun tükenmesine sebep oluruz. Tüm bu hayvanlar ve bitkiler bizim kadar canlıdır. Sözümona korunan yaşam değil, insan yaşamıdır.

 

Mehmet Akif Ersoy Seçme sözler


Kainât sana tutsak olmuş, bütün varlıklar senin emrine girmiştir. Bu dünya senin koyduğun kurallara uyup egemenliğine boyun eğmektedir., Bu yüceliğin kıymetini bilmeyene Akif şöyle sesleniyor

Kula kulluk etme ! Unutma ki sen de kulsun. Ve kimseye gerektiğinden fazla önem verme ! Yoksa, unutulursun..

Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri için gelirler vecde,
Vaad etmeseydi Allah cenneti, o’na bile etmezlerdi secde.

 "Ey yolda kalan, yolcusu Yelda’yı hayatın! Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın."    Mehmet Akif’e göre, insanı kurtaracak, onun zorlukların üstesinden gelmesini sağlayacak güç yine insanın kendindedir. 


Fikret Otyam'ın Fırçasından

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Necip Hablemitoğlu

 

 Anısına

 


Şeyh Bedreddin " Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar."


Yaşamı

Yaşamı hakkında bilinenler büyük oranda torunu Hafız Halil'in yazdığı Menakıbname'ye dayanır. Şeyh Bedreddin'in atası olan Abdülaziz, Osmanlı beyliğinin Rumeli fethine katılmış ve Dimetoka'da yapılan savaşta hayatını kaybetmiştir. Franz Babinger'e göre II. İzzeddin Keykavus'un kardeşi Abdülaziz'in Musevi asıllı hanımından olan İsrail adındaki oğlu, Dimetoka kalesi Rum Beyi'nin kızı olan Melek Hatun ile evlenmiş ve bu evlilikten Şeyh Bedreddin doğmuştur.Şeyh Bedreddin, Edirne yakınlarında ve Karaağaç ile Dimetoka arasında kalan Samona kalesinde doğduğundan "Samavna kadısıoğlu" diye tanınmış, daha sonradan yakıştırma sonucu yanlışlıkla Kütahya'nın Simav yerleşimiyle ilişkilendirilerek Bedreddin Simavi denilmiştir.

Şeyh Bedreddin eğitim çağına gelince Bursa'ya gelerek ders arkadaşı Bursalı Kadızade Rumi diye bilinen Musa (meşhur matematikçi ve astrolog) ile birlikte onun babası Bursa kadısı Koca Mahmud efendiden, daha sonra da Konya'da Allame Feyzullah'dan ders almıştır. Buradan sonra ilk olarak Suriye'ye, sonrasında Kahire'ye gitmiştir. Burada Mübarekşah Mantıkî'den ilahiyat, felsefe ve mantık okuyarak yüksek eğitimini tamamlamış ve bu arada Kahire'de inziva halinde yaşayan Hüseyin Ahlati'den de tasavvuf okumuştur. Onun emriyle Tebriz'e ve sonrasında Kazvin'e giderek Bâtınî inancını öğrenerek Kahire'ye dönmüştür. Şeyh Bedreddin, Memlûk sultanı Berkuk' un saygı gösterdiği Hüseyin Ahlatî'nin tavsiyesiyle sultanın oğlu Ferenc'in hocalığına tayin edilmiş ve burada bulunduğu sırada fıkıh eserlerini yazmaya başlamış ve 1397'de şeyhinin ölmesi üzerine onun yerine şeyh olduktan bir süre sonra Anadolu'ya dönmüştür. Anadolu'ya geldiği zaman yerleşimleri dolaşarak tasavvufunu yaymaya başlamıştır.

Şeyh Bedreddin önce Karaman ve Germiyan Beyliklerinin topraklarına gider. Gittiği yerlerde tanınmaktadır. Buradan Menderes Vadisi boyunca ilerleyerek Aydın'a gelir. Menakıbname'ye göre yolu üzerindeki Nizar köyünde en önemli müritlerinden Börklüce Mustafa ile tanışır. Daha sonra Tire üzerinden İzmir'e geçer. Menakıbname'de İzmir'den Hıristiyan nüfuslu Ceneviz hakimiyetindeki Sakız Adası'na geçtiği anlatılır. Kütahya ve Domaniç üzerinden Bursa'ya yaptığı yolculuğu sırasında Sürme köyünde diğer önemli müridi Torlak Kemal ile tanışır.

Rumeli'ye geçerek Edirne'ye yerleşen Şeyh Bedreddin burada kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek faaliyetlerini genişletmiştir. Şeyh Bedreddin'in bu faaliyetleri Osmanlı Devleti'nin parçalanıp şehzadelerin birbirleriyle mücadele ettiği döneme denk gelmiştir. İlim ve erdemi etrafta duyulmuş ve Edirne'de hükümdarlığını ilan etmiş olan Musa Çelebi tarafından 1411 yılında kazasker tayin edilmiştir. Çelebi Mehmet, kardeşi Musa Çelebi karşısında galip gelip 1413 yılında hükümdar olunca Şeyh Bedreddin kazaskerlik görevinden alınmış, ilim ve erdemine saygı duyulduğundan maaş bağlanarak İznik'te oturtulmuştur. Şeyh Bedreddin, eski müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'in faaliyetlerini ayrı ayrı yerlerde (Aydın ve Manisa) arttırdıklarını duyunca hacca gitmek bahanesiyle çocuklarını bırakarak önce Kastamonu'ya, oradan da Sinop'a geçmiştir.

1416 yılının yaz aylarında maiyeti ile birlikte Kırım'a geçmek üzere gemiyle Sinop limanından ayrılmış, ancak aynı sıralarda o bölgede Trabzon İmparatorluğu ve Ceneviz donanmaları arasındaki mevcut savaş hali nedeniyle oraya ulaşamamıştır. Bunun üzerine mecburen rotasını Karadeniz'in batı sahillerine çevirmiş ve Eflak voyvodasına sığınmıştır.

Daha sonra Eflak'tan ayrılıp, Osmanlı topraklarına geçmiş ve Silistre, Dobruca taraflarında görüşlerini yayarak çok sayıda taraftar kazandıktan sonra ayaklanmanın merkezi olarak Deliorman'ı seçmiştir. Şeyh Bedreddin üç ayrı yerde birden müritleriyle birlikte ayaklanma başlatmıştır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının bastırılması sonucu Şeyh Bedreddin ve yanındakilerin moralleri bozulmuş ve şeyhin etrafındakilerin bir kısmı dağılmıştır. Küçük bir çarpışmadan sonra ele geçirilen Şeyh Bedreddin, padişahın bulunduğu Serez'e gönderilmiş ve burada yargılanarak 1420 yılında Serez'de idam edilmiştir.
Kemikleri 1961'de Divanyolu'ndaki II. Mahmut Türbesi haziresine defnedilmiştir.


Şeyh Bedreddin İsyanı

Kazaskerliği sırasında kethüda olarak yanına aldığı Börklüce Mustafa, Bedreddin'in sürgüne gitmesiyle beraber Aydın'a döner. Burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri etrafına toplayarak isyan eder. İsyanın merkezi Karaburun Yarımadası'dır. İsyancıların sayısını Bizanslı tarihçi Dukas 6.000, Osmanlı tarihçilerinden Şükrullah bin Şehabettin 4.000, İdris-i Bitlisî ise 10.000 olarak verir. İsyanı bastırmak üzere harekete geçen Saruhan Beyinin ordusu bozguna uğrar. Bunun üzerine Sultan Çelebi Mehmed (I. Mehmed) oğlu Murat ile veziri Beyazıt Paşa'yı bölgeye yollar. İsyan bastırılır, isyancılar Börklüce Mustafa'nın gözü önünde kılıçtan geçirilir. Börklüce Mustafa ise bir deve üzerinde çarmıha gerilerek öldürülür ve şehirde dolaştırılır.

Börklüce isyanıyla muhtemelen aynı zamanlarda, Manisa civarında Torlak Kemal liderliğinde bir isyan daha patlar. Daha küçük olan bu isyan da şiddetle bastırılır ve isyancılar öldürülür.

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının Bedreddin'in onayıyla gerçekleşip gerçekleşmediği belirsizdir. Ancak bu kişilerin Bedreddin'in müritleri olduğu konusunda tüm kaynaklar hemfikirdir.

Bedreddin gizlice Sinop limanından Rumeli'ye kaçar ve Deliorman bölgesinde Alevi Türkmenlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki propaganda faaliyetleri yürütür. Üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri isyanı bastırır ve Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez'e, padişah I. Mehmed'in huzuruna getirilir. I. Mehmed, Şeyh Bedreddin'in idamını infaz etmeden önce ulemaya danışır ve fetva ister. Şeyhülislam ve beraberindekilerin kararı idam olmuştur. Şeyh Bedreddin 1420'de Serez çarşısında idam edilmiştir.


Mutasavvıflığı

İslâm tasavvufu Vahdet-i Vücud okuluna mensup diğer mutasavvıfların etrafındaki tartışmaların bir benzeri Şeyh Bedreddin için de yapılmıştır. Kimileri kendisini bâtıl olarak, kimileri de büyük bir sûfî olarak görmüş, hatta eseri Varidat'a şerhler yazmışlardır. Mutasavvıflardan Sofyalı Bâlî Efendi, Aziz Mahmud Hüdayi Efendi ilk görüşe sahip olanlardır. Ancak mutasavvıf ve şair Niyazi Mısri ve son devrin Melamî şeyhlerinden Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabî ikinciler arasında yer almışlardır.


Yapıtları

Ölümünden sonra eserlerinin birçoğu gizlenmiş veya kaybolmuştur. Menakıbnameye göre 48, başka kaynaklara göre 38 yapıtı vardır. Bazı yapıtlarının adı bilinmekle beraber günümüze ulaşmamıştır. En iyi incelenmiş yapıtı Varidat'tır.

    Varidat
    Camiu’l-fusulin
    Letai'fü’l-işarât
    Teshil
    Meserretü’l-kulûb
    Ukudü’l-cevahir
    Çerağu'l-fütuh
    Nurü'l-kulub

Letâifu'l-İşârât, Camiu'l-Fusuleyn ve et-Teshil adlı eserleri 2012'de Fıkıh Ekolleri Arasındaki Tartışmalı Konuların İncelikleri adı altında Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayınlandı.


Şeyh Bedreddîn hakkında son dönemde yapılan çalışmalar

Şaban Er, Şeyh Bedreddîn hakkında (Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve konuyla ilgili olarak Baba İlyas ve Baba İshak da dâhil) yazılmış en ayrıntılı kitap olan, Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi, Eski Yunanca, Latince 280 kadar kaynaktan, bu kaynakların orijinallerinden ve hattâ Şeyh Bedreddîn’in el yazısıyla tashîh ettiği kendi eserlerinden tıpkıbasımlar yapılarak hazırlanan “Şeyh Bedreddîn Hakkında Son Söz” kitabında Şeyh Bedreddîn’in Ehl-i Sünnet Mezhebi’nde, kâmil ve mükemmil bir mürşid olduğunu, kendisine isnâd edilen isyânla, sosyalist ideolojiyle, Osmanlı düşmanlığıyla alâkasının olmadığını ispatlamış; Kemalpaşazade’nin, Çatalcalı Alî Efendi’nin, Şeyh İbn-i Nüceym-i Mısrî’nin, Seyyid İbn-i Âbidîn Efendi de dâhil onlarca Ehl-i Sünnet âliminin kitaplarına Şeyh Bedreddîn’in hepsi Arapça “Câmi’u’l-Fusûleyn”, “Letâ’ifü’l-İşârât”, “Teshîl” kitaplarından yüzlerce kez alıntı yaptıklarını bildirmiş; Şeyh Bedreddîn’in lehinde ve aleyhinde yazılan bütün orijinal kaynakları tercüme etmiş, bilhâssa en çok tartışma ve itirâz konusu olan “Vâridât” kitâbı hakkında da en kuvvetli kaynakları, senedleri ortaya koymuştur........wikipedia.org

Mevlana’da Aşk Metafiziği

Sevgi, insanda fıtrî bir olay olarak değerlendirilir. Bu olay insan ruhunun dinamik bir gücüdür. Bundan dolayı, insan hayatta pek çok şeyi sevebilir yani insan için birçok sevgi objesi bulunabilir. Aslında sevgi bir tanedir ama objeleri değişiktir. Sevginin aşırı hali olarak tanımlanmaya çalışılan aşk kavramı, aslında insanın bütün benliğiyle tek bir objeye odaklanmasından ibarettir. Bu obje insanın kendisi, ailesi, çevresi, erkek, kadın olabileceği gibi, para, makam, şöhret vs. de olabilir. Hatta madde ötesi sevgi veya aşk objeleri de vardır. Mesela dinî literatürde “ilâhî aşk” olarak tarif edilen yoğun sevgi, bu nevi fizik ötesi bir sevgi objesine duyulan aşktır.

Ünlü Türk-İslâm düşünürü Mevlâna”nın eserlerinin hemen hemen tamamında ele aldığı aşk, ilahi aşk türündendir. Mevlâna”nın bu konudaki fikirleri ve aşk yorumları, diğer Türk-İslâm filozof ve mutasavvıflarının düşünceleriyle, aynı zamanda Batı düşün-cesinin önemli filozoflarının bu konudaki fikirleriyle mukayese yapma imkânı verecek nitelikte bir zenginliğe sahiptir. Mevlâna”nın bu konuda düşünce tarihindeki gerçek yerini ortaya koyabilmek için, bildirimizde onun aşk metafiziği konusundaki görüş ve yorumlarını ele aldık.

Sevgi ve Aşk Üzerine:

Mevlâna”da aşk metafiziğini daha iyi anlayabilmemiz için, aşkın ve ona temel teşkil eden sevginin etimolojik ve kavramsal tanımlarının iyi bilinmesi gerekir. Bilindiği üzere, sevgi kelimesi, Türkçe”mizde sevmek mastarından gelir. Klasik kaynaklarda bu kelimenin karşılığı “hub” sözcüğüdür. Hub, Arapça”da kaynama noktasına gelmiş suyun üstüne çıkmaya başlayan kabarcıkların adı olup, buna habbe ve habâb da denir. Nitekim muhabbet kelimesi de buradan alındığı için, susamışlıktan veya fazla arzudan dolayı kalbin kaynamaya ve habbeler çıkarmaya başlamasıdır. İnsan fıtratında var olan sevgi üzerine pek çok şeyler söylenmiştir. Fıtrî bir özellik olduğundan dolayı insan hayatta pek çok şeyi sevebilir. İnsan kendini, çevresini, ailesini, para, makam, şöhret vs. pek çok şeyi sevgi objesi yapabilir. Hatta madde ötesi varlıkları bile. Mesela “ilahî aşk” veya “Allah sevgisi”tabir edilen sevgiler bu gruptandır. Ancak unutmamak gerekir ki, insan ne kadar çok şey severse sevsin sevgi aslında tektir ancak objeleri farklıdır.

Sevginin ferdî ve sosyal pek çok faydası olduğu, hatta sadece insan değil, bütün varlıkların eğitimine temel teşkil ettiği hepimizce bilinmektedir. Sevgi her şeyden önce bir güven işidir. Güvenin olmadığı noktada sevgi yoktur. İnsan hayatını ve toplumu şekillendiren her değer sevgiye dayanır. Toplum sevgiyle kaynaşır. Sevgisiz insanlar katı ve iki yüzlüdür. Sevgisiz adalet de katıdır. Sevgisiz kurallar ve gelenekler insanı dar görüşlü yapar.

Sevgisiz inanç insanı mutaassıp(fanatik) yapar. Sevgi insanı olumlu yönde motive eden bir güçtür. Nitekim “sevgi, dünyayı sıcak dost ve güzel bir evren yapan, insanların biçimini değiştiren, dinamik bir güçtür” diyen Roche”a ve “sevgi ruhun kudretine teslim olmaktır. Kibiri bırakıp benlik davasından geçmektir” diyen Ülken”e hak vermemek elde değil

Ünlü mutasavvıf düşünürümüz Mevlâna, sevginin kudretini Mesnevî”de şu sözlerle dile getirir:

“Sevgiden acılıklar tatlılaşır,

Sevgiden bakırlar altın kesilir

Sevgiden tortulu, bulanık sular arı duru su haline gelir.

Sevgiden dertler şifa bulur.

Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur”.

Sevginin şiddetli haline “aşk” demişlerdir. Bu kelime Kur”an”da geçmez. Kur”anın tercih ettiği kelime, “şiddetli sevgi”(=hubben şedid) veya “vedud”dur. Bilahare İslam literatüründe köklü bir yeri olacak olan Aşk kelimesi, Arapça “A-ş-k”dan gelir ve bir sarmaşık türünün adıdır. “Aşaka” adı verilen bu sarmaşık, ağaca dolanır ve onu tepeden tırnağa sarar. Yapraklarının altından ağacın gövdesine kökler salar ve ağacın öz suyuyla beslenir. Böylece sarmaşık geliştikçe ağaç solmaya, kurumaya başlar. Tıpkı bunun gibi aşk da âşığın benliğini öyle bir kaplar ki, aşk kendisinde geliştikçe, âşık solmaya, kurumaya ve bedenî varlığını yokluğa vermeye, ruhu da maddi irtibatlardan soyutlanmaya başlar.

Aşk konusunda o kadar söylenmiş söz vardır ki, bunlardan burada bahsetmek imkânsızdır. Biz doğrudan Mevlâna”nın bu kavramı nasıl ele aldığını göreceğiz.

Mevlâna”ya Göre Aşk

Mevlâna”ya göre aşk, söylenmez yaşanır, yani sübjektif bir tecrübedir. Diyor ki:

“Aşk da ocak gibi yakar, yandırır. Fakat bu yanışı görmeyen, o tadı almayan da ocak değildir zati”(Mesnevi, II,1380)

“Birisi âşıklık nedir diye sordu:

dedim ki: Bize dönersen bilirsin”

Aşk, sayıya sığmayan sevgidir. Bu yüzden de gerçekte Tanrı sıfatıdır; kula verilişi, geçici bir şeydir, demişlerdir”( Mesnevi, II, s. 5-6)

“Aşk öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu, Ma”şûk”tan başka her şeyi yakar”diyen Mevlâna”ya göre, aşkın izâhı zordur. Mesela hararetin rengi yoktur. Ancak odun, kömür gibi bir cisimde görününce renklenir. Tıpkı bunun gibi, aşk da renksizdir. Ancak bir âşıkta renk kazanır. Yukarıda da belirtildiği gibi, âşıklık nedir diye sorana “ ben olda bil” anlamında cevap vermesi, onun, kelime ve sözlerle ifadesinin güçlüğünü belirtmek içindir.

Mevlâna, Divan”ında aşka yeni bir lakap takar. Aşka hitaben der ki:

“Ey Aşk! Herkesin yanında birçok adın ve lakabın var. (Fakat ben) dün gece sana yeni bir isim taktım: Devâsız dert” (Divan, I, 4) Yine Divan”ında aşkın izâhının güçlüğünü, ezelden ebede uzanan gövdesiz bir ağaç metaforuyla terennüme çalışır.

“Aşk üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde değildir. Halk dedikoduya düşmüştür ya, o yol âşıkların yolu değildir. Aşk, öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebeddedir. Bu ağaç, ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur… Aklı işten atıp hevesi kovduk… Sen de fanî güzellere iştiyak var, bir özlem var. Bu ise puttur. Sen kendini kendinde bulur ve kendin sevgili olursan, sende özlem kalmaz”(Divan, I, nr.395)

Mevlâna”ya göre aşk, evrenden de öncedir. Çünkü Tanrı”nın adıdır. Aşk, ona göre kişiyi beşerî alemden alıp, ilahî aleme taşır. Nitekim Rubailerinden ve Divan”ından seçtiğimiz bir kaç beyiti şöyledir.

“Biz aşkın âşıkıyız. Çünkü aşk kurtuluştur”.(Rubailer,343)

“Aşk mezhebinde aşkın yolu yoktur”(Rubailer,216)

“Aşkta alçaklık, yükseklik olmaz; ayıklık, sarhoşluk da aranmaz. Hatta hafızlık, şeyhlik, müritlik ne demek? Kalleşlik, düşkünlük, rintlik de sorulmaz”(Rubailer, 505)

“Sadece aşk, sadece aşk, başka da bir işimiz yoktur” (Divan, 1474)

“Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur.

Biz aşkın çocuğuyuz, aşk da bizim annemiz”(Rubailer, 49)

“Ey sevimli can! Aşkın gamından uzak kalma!

Çünkü onun her nefesinde bin oruç ve namaz vardır”(Rubailer, 703)

Düşünce Tarihinde Bir Gezinti

Pek çok kavram insanlık kavramı kadar eskidir, ama aşkın tarihi insanın tarihinden de eskidir. Birçok filozof ve mutasavvıf, sistemlerinde aşka önemli bir yer ayırmışlar ve varlığın sebebini de aşk olarak göstermişlerdir. Nitekim “sebep sonuçtan daima öncedir” ilkesine göre aşk evrenden de eskidir.

Empedokles, dört unsurun(toprak-su-hava-ateş) birleşmesini aşkla açıklar. Ayrılmaları nefretledir. Ona göre, Tabiatta aşk ve nefret çatışma halindedir.

Platon”a göre Aşk, cismanî ve ilahî olarak ikiye ayrılır. Geçici güzelliklere olan aşk cismanî, salt güzelliğe duyulan aşk da ilahîdir. Salt güzellik ve iyilik ise ancak tanrı”dır. Bedenler birbirine benzediğinden tek bir bireye duyulan aşk gittikçe azalır, aşk kendinin asıl kaynağını aramaya koyulur. Böylece asıl aşkı hak eden varlığa yükselir. Aşkı yücelten Platon bu görüşleriyle, kendisinden sonra pek çok filozof ve mutasavvıfa zemin hazırlamıştır. Platonun, aşkın delilik getirdiği yani eski tabirlerle mecnunluk ve meczupluk getirdiğini belirtmesi, düşünce tarihinde çok eleştiri almıştır. Gerçekten ona izafe edilen ve bugün bizim de kullandığımız “platonik aşk” dediğimiz husus, tek taraflı aşkları tanımlamak için ifade edilir. Buna göre platonik aşk kişinin, kendi iç dünyasında, bütün sevgi ve dikkatini tek bir objeye yoğunlaştırarak ideal sevgiyi ve aşkı bulmaya yönelik bir arayışıdır. Platon, aşkı üç aşamada ele alır. Birincisinde kişi bir objenin güzelliğine kapılır, ona âşık olur. İkincisinde bu objenin (diyelim ki insanın) güzelliğinden sıyrılarak güzelliği bütün beşerîyette gören istidadı kazanır ve sevgisi bütün insanlığa yayılır. Üçüncüsünde ise kişi, ruhî derinlikte “ideler alemi”nin “Güzel idesi”ni hatırlamaya başlar. İşte bugün, her ne kadar basite indirgense de gerçek anlamda “platonik aşk” budur.

Aristo “aşk, sevende sevdiğinin kusurlarını algılama yeteneğinin körelmesidir” demektedir. Bu bizim bugün “aşkın gözü kördür” diye ifade ettiğimiz husustur.

Tıp tarihine göz attığımızda bazı tabiplere göre aşk, melankoliyi andıran bir hastalık halidir. Kişinin kendini bir objeye saplantı halinde kaptırması ve sürekli ona ilgi duyması ve onu düşünmesidir. Bu hal zamanla, bünyede kötü bir buharın oluşmasına ve dimağa yükselmesine sebep olur ve böylece bedenî arızalar meydana getirir.

Aşk konusunda müstakil bir risale yazan İbn Sina, aşkın ilahî kaynaklı olduğunu ve Tanrı”ya ulaşma arzusu taşıdığını belirtir. Beşerî aşkı ise araz olarak görür, eğer bu arazlar hayvanî gayelere götürürse, insanı alçaltır. Fakat neslin devamı gibi bir iyiliği de vardır. En yüce aşk, insanı faziletlere ve ilahî nimetlere ve mutlak iyiye götüren ve O”na benzeme çabası sağlayan aşktır.

Bazı filozoflar gibi, sufiler de aşkı ikiye ayırır: Gerçek ve geçici aşk. Geçici aşk, her hangi birine duyulan aşktır. Bu da makbuldür. Çünkü seven kişi, mahbûbuna karşı sevgisi nispetinde kayıtlı olduğu şeylerden vaz geçer. Böylece hürriyete doğru yol alır. Aslında geçici aşk, gerçek aşka bir köprüdür. Gerçek aşk ise Tanrı”ya olan aşktır. İnsandaki cezbeyi, Tanrı”nın kulunu çekişini meydana getirir. Cezbe de sâlikin varlığını eritir(Gölpınarlı, M. Celâleddin, 164)

Mevlâna”ya Göre Aşığın Vasıfları:

Bazı filozof ve sufiler gibi Mevlâna”nın da aşkı, beşerî ve ilahî olmak üzere iki grupta mülahaza ettiğini biliyoruz. Mevlâna”ya göre aşk bir süreçtir. Bunun için insan, tabiatı gereği farklı psikolojilere girer. Gittikçe olgunlaşır. İnsan ilahî aşka girmeden önce, beşerî aşkla iyice yoğrulmalıdır.

“Ey gönül! Akşamdan tan aydınlığının rengini kim gördü? Adı sanı temiz gerçek bir aşığı kim buldu? Ben yandım diye hep feryad ediyorsun, boşuna feryad etme. Ham yemişin yandığını kim gördü?”(Rubailer, 422)

Mevlâna”nın burada anlatmak istediği husus, çekilen acıların kişiyi hamlıktan kurtarması, benliğinden sıyırmasıdır. Bir âşık sıkıntılı dönemini, feryatlarla dinleyenlere anlatır. Aşığın aşkının gücü oranında feryadı azalır. Nitekim şöyle demektedir:

“Şimdi feryadım azaldı ama aşkım arttı. Nasıl ki ateş, çok alevlenince dumanı(azalır) çıkmaz olur”(Rubailer, 546)

Mevlâna”nın bu ifadeleri, Mevlâna”dan oldukça esinlenen ünlü Divan şairi Fuzulî”nin şu mısralarını hatırlatmaktadır:

“Ehl-i temkinem, beni benzetme ey gül bülbüle

Derde sabrı yok anın her lahza bin feryadı var”

Mevlâna, suret sahibi bir sevgilinin aşkıyla pişmeye başlayan gönül, suretsiz varlığa doğru ilerler görüşündedir. Suretsiz ve“Mutlak Güzellik” olarak vasfedilen bu varlık, Cemal sahibi olan Allah”tır. Bu aşamadan sonra Ma”şûk veya Mahbûb kavramı Cenab-ı Hakk için kullanılır. Bu konuda O:

 “Gönülden suretleri sür çıkar ki, O suretsiz olan sureti bulasın!”( Rubailer, 369) demektedir.

Mevlâna”ya göre beşerî aşkın temelini şehvet yapanlar hakiki aşka eremezler. Bu konuda Rubailer”inde birçok örnek vardır:

“ Sen şehvet ve arzularına aşk adını veriyorsun. Hâlbuki şehvetten aşka giden yol, çok uzundur”

“Eğer şehvet ve heva sevdasında koşacaksan, sana haber vereyim ki eli boş kalacaksın. Eğer bundan vaz geçersen açıkca göreceksin ki, sen ne için geldin, sonra nereye gideceksin”( Rubailer, 310)

Mevlâna”ya göre âşık, kendini, ancak aşkla kendinden geçtikten sonra tanır, bilir:

“Kendimi görmeden önce kendi adımı işitirdim.

Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim”( Rubailer, 64)

Mevlâna”ya göre insan, kendi özündeki güzelliğe doğru yol alır, hamlıktan olgunluğa geçer. Bunun gerçekleşmesi için, nefsin olumsuz sıfatlardan ve her türlü ahlâki kötülükten arıtılmış olması gerekir ki, onun Tanrı”yla irtibatı söz konusu olsun. Yani kişi, kendi egosuyla mücâdelesinde galip gelmeli ki, kalbini ilahî ilhamlara açık tutabilsin. Bu ise olgunluk ile olur. Nitekim onun “Âşıklık kemâl ile, gönül avcılığı cemal iledir” demesi bu düşüncenin bir ürünüdür.

Aşığın vasıfları konusunda o, birçok özellik sıralar. Şöyle ki:

“Âşıkların işlediği işin sevabı, Tanrı tarafından verilir; bu karşılık da Tanrı”dır.

Âşıkların sevinçleri de odur, gamları da; el emekleri de O”dur, hizmetlerinin karşılığı da.

Âşık, sevgilisinden başkasını seyre dalarsa, aşk değildir bu, boş bir sevdadır.

Aşk o yalımdır ki alevlendi mi, sevgiliden başka ne varsa, hepsini yakar-yandırır”(Mesnevî, V, 585-589)

“Aşığın hastalığı, hastalıklardan apayrıdır; aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır (Mesnevî, I, 10)

İbadetin ruhunu, dinin bile temelini aşkta gören Mevlâna”ya göre:

“Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır; âşıklara şeriat da Tanrı”dır, mezhep de Tanrı”dır.”

“Yol gösteren kulluk namaz beş vakittir; âşıklarsa hep namazdadır”(Mesnevî, VI, 2676)

Mevlâna”ya göre, yerine getiriliş amacına göre ibadetler üçe ayrılır: Kölenin ibadeti, tüccarın ibadeti, aşığın ibadeti. Kölenin itaati korkudan dolayıdır. Cehennemden korktuğu için ibadet eder. İşte cehenneme girmemek için ibadet edenlerin ibadeti bu kategoridendir. Bazıları da cennet vaadi olduğu için ibadet eder. Bunlar da tüccar ruhlu insanlardır. Çünkü tüccar, kazançlı olmayacak bir işe yatırım yapmaz. Ama hak katında gerçek ibadet aşığın ibadetidir. Çünkü o, Tanrı kendisini ister cehenneme koysun, isterse cennete, sırf O”nun rızası için, O istediği için, O”nu sevdiği için ibadet eder.

Mevlâna”ya göre ölümsüzlüğün sırrı aşktadır. Âşık o sırrı yakalamalıdır.

“Aşksız yaşama ki ölmeyesin. Bari aşk yolunda öl ki, ebedi hayata kavuşasın!” Rubailer, 1291)

“Her şey sevgilidir, âşıksa bir perde; diri olan sevgilidir, âşıksa bir ölü: kimin aşka meyli yoksa kanatsız bir kuşa döner; eyvahlar olsun ona.”(Mesnevî, I, 30–31)

Âşık- Ma”şûk İlişkisi:

Mevlâna”ya göre insan, insanlık vasfının özünü, ideal mahiyetini bulmuş ve onun idrakine varmışsa, hem “âşık” hem de “Ma”şûk”tur. Yani hem Allah”ı seven, hem de Allah”ın sevdiği kişi olur. Burası Mevlâna”nın aşk felsefesinin önemli bir noktasıdır.

Mevlâna”ya göre Allah”a ulaşmanın en emin ve en kestirme yolunun aşk olduğunu yukarıda bahsetmiştik. İnsan bu yolculuğunda mal, evlat, dünya ve içindekilerden ve hatta kendi benliğinden vazgeçmelidir. Çünkü ona göre aşk, Ma”şûk”tan başka her şeyi yakar.

Mevlâna”yı diğer mutasavvıflardan ayıran özelliklerin içinde en önemli motif, ilahî aşkı kendinde tecelli ettiren insan, sadece Allah”a âşık değil, aynı zamanda Allah da insan-ı kâmile, yani kendine âşık olana âşıktır motifidir. İşte bu motifte metafiziğin en önemli konusu olan varlık konusunda Tanrı-insan ilişkisinin özünü bulabiliriz.

Türk -İslam düşüncesinde insanın mikro kozmik bir varlık olarak telakki edilmesi, onun kainatın bir parçası olması değil, sanki doğrudan bir kainatmış gibi görülmesine yol açmıştır. Yani kainata bak insanı, insana bak kainatı, her ikisine bak Tanrı”yı anla anlamındadır. İşte vahdet şuuruna ulaşan insan da, Tanrı”nın tecellisinden ve O”nun Aşk ve Cemal”inden hissesini alacaktır. Böylece estetik hazza erişen insan, ilahî sevgide kademe kademe yol alacaktır. Sonunda insan, beşerî ve dünyevî kaygıları atıp, şekilden geçip, şekilsiz Varlık”a ulaşacak ve O”nda O”nun aşkını bulacaktır. İşte çift kutuplu bu aşk anlayışına göre insan Tanrı”ya, Tanrı da insana, daha doğrusu, kendinde ilahî aşkı tecelli ettiren “insan-ı kâmil”e âşıktır. Bu metafizik anlayışa göre Tanrı, hem Aşk, hem Âşık, hem Ma”şûk“tur. Kur”an dilinde bu “el-Vedûd” dur.

Gerçek Âşık: İnsan-ı Kâmil:

Mevlâna, görüldüğü gibi her şeyi “aşk”ta odaklamaktadır. Bütün bedii zevkler; sanat, estetik, psikoloji, hayat ve hatta ibadet vs hepsi de aşk adlı sihirli sözcükte temerküz ettirilmiştir. Metafizik bir kavram olan aşk, her şeyde, her fizik varlıkta tecelli etmektedir. İnsan, mikro kozmik addedildiğinden, evrende tecelli eden bütün değerlerin hepsine câmidir. Şu halde Mevlâna, insanda bil kuvve var olan kemâlatı gün yüzüne çıkarıyor. Hatta bu tecelliler bağlamında, ilahî sıfatların yansıdığı uluhiyet aynası, insanda bilhassa insan-ı kâmildedir.

Mevlâna, Mesnevî, Divan ve Rubailer boyunca, aşk yönü kendinde ağır basan evrensel insanı, yaratıcısıyla kurduğu psikolojik birliğin bilinci içinde, tamamen ruhani boyutun zirvesine ulaşmış bir insan- ı kâmil olarak görür. Bu, uzaklarda aranan değil, bilakis insanın kendi derûnunda, bulabileceği gerçek öz varlığında saklıdır. O,sanki şehvani varlığın harabelerinde gömülü bir hazine gibidir. Keşfedilmeyi beklemektedir(Yakıt, Batı Düş.Ve Mevlâna, s. 42). Mesnevî”de:

(Hazine arayan fakire) bir hazine arayıcısı gibi bakma,

O, hazinenin kendisidir.

Âşık, Ma”şûk”un gayri nasıl olabilir”(VI, 2229-İzbudak)

Varlık ve Aşk:

Felsefenin en önemli konularından birinin meta fizik olduğunu söylemiştik. Metafiziğin de en önemli konusu “Varlık”tır. Mevlâna”nın da mensubu olduğu Türk-İslam düşünürlerine göre varlık anlayışı “téocentirique” tir. Yani Tanrı merkezli bir varlık anlayışıdır. Varlığın zirve-sinde veya merkezinde Tanrı vardır. İster vahdet-i vücûd”cu olsun ister diğer doktrinlere bağlı bulunsun, her ekolde bu görüş hakimdir. Varlık, Tanrı, kâinat ve insan ekseninden bakıldığında, kâinat Tanrı”nın eseridir ve O”nun isim ve sıfatlarının tecelligâhıdır. İnsan yaratıklar içinde bu tecelliden en fazla nasibini alan, hatta kâinatın özü telakki edilen bir varlıktır. Şu halde Mutlak Aşk olarak telakki edilen Tanrı”nın, evrende ve insanda aşkının tecellisi olacaktır. Bu tecelliyi insan, kendi öz benliğinde bulacak ve bu yolda yürüyecektir. İşte bu noktada insan, Âşık ve Maşuk kavramlarını iç içe yaşayan bir varlık olacaktır.

Türk-İslâm düşüncesinde varoluş, genellikle Tanrı”nın aşkıyla açıklanmıştır. Tanrı kendi aşkı sebebiyle ilk önce bütün varlığın prototipini yaratmıştır. Buna bazıları İlk Akıl, Evrensel Akıl, Külli Ruh, Nefs-i Evvel ve Nur-u Muhammedî gibi adlar vermişlerdir. Kozmik varoluşun cevheri olan bu aşktan bütün evren varolmuştur. Dolayısıyla Mutlak güzellik her nesnede tecelli edip kendini göstermektedir. Bilhassa sufî ekole göre insan, âleme baktığında bu güzelliği her varlıkta temaşa edecektir, her şeyde bir güzellik arayacaktır. Bunun için insanı, hayvanı, bitkiyi, görünen, görünmeyen her şeyi sevecektir. Surette çirkin olanlar bile sirette yani öz de güzeldir. Öyleyse insan öze ve manaya yönelmeli ve ilahî aşkı kendinde tecelli ettirmelidir. İşte bir Türk-İslâm düşünürü olan Mevlâna”da aşk, aynı zamanda yaratılışın gayesidir Varlıkların her birinde aşk vardır. Onlar, aşkla hasıl olur ve aşkla hareket ederler. Varlıkları “Mutlak Varlık” kendine doğru çeker. Aşkla vuslat gerçekleşir. Bizi çeken bu kuvvet, özümüzün özüdür. Tıpkı Yunus”un “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği gibi, Mevlâna da:

Senin canının içinde bir can var, o canı ara!

Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!

Yürüyen dervişi arıyorsan onu senden dışarıda arama, kendi nefsinde ara!

(Rubailer, 43)

Mevlâna”ya göre Allah”ın, hem Âşık, hem Maşuk hem de Aşk”ın kendisi olduğunu söylemiştik. Aynı zamanda bu özelliğinden dolayı Yaratıcı”dır. Görünen âlem, Tanrı”nın aşkının tecellisi veya aşkından başka bir şey değildir. Varlıklar özünü bu aşktan alırlar. Mevlâna, vahdet-i vücud doktrinini benimseyen diğer mutasavvıflar gibi, varoluşu Tanrı aşkıyla açıklamaktadır. Kendisi de bir Aşk olan Tanrı”nın ilk yarattığı kendi aşkından olan aşk”tır. Bu aşkın açılımı metafizik ve fizik varlıkları meydana getirir.

Mevlâna”nın, Aşk ve Güzellik kavramlarının ontolojik zeminde izâhı konusunda ünlü İşrak filozofu Sühreverdi ile aynı kanaatleri paylaştığını ve kendisinden sonra pek çok şaire ilham kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere, sudur teorisinden hareket eden Sühreverdi, oluşu izâh ederken; Tanrı”nın ilk yarattığı varlığın akıl olduğunu ve bu aklı Tanrı”nın üç hassayla donattığını bu hassaların aşk, güzellik ve hüzn olduğunu belirttikten sonra, aynı kaynaktan tevlid eden aşk, güzellik ve hüznün birbirinin kardeşi olduğunu vurguladıktan sonra şunları söyler: “…En büyük kardeş olan güzellik, kendi kendini temaşa etti… Kendini en yüce Hayr olarak gördü. Neş”e ondan doğdu ve gülümsedi. Bu tebessümden üst saftaki binlerce melek zuhûr etti. Ortanca kardeş olan Aşk, bakışını bir türlü güzellikten ayıramayıp, güzelliğin tebessümüyle deli divaneye dönüp, ona ulaşmak istedi: En genç kardeş olan “Hüzn” ona takıldı, ondan ayrılmadı. Bu takılıştan yer ve gök meydana geldi…”(Munisu”l-Uşşâk) Görüldüğü gibi, Aşk, güzelliğin, hüzün ise, aşkın peşini bırakmıyor. Bu demektir ki, nerede güzellik varsa orada aşk vardır. Nerede aşk varsa orada hüzün, keder vardır. Sühreverdi bu kavramları beşerîyet tarihinde vuku bulan büyük aşklara uygular. Nitekim ona göre: Güzellik, Hz.. Yusuf”ta, aşk, Züleyha”da, hüzn ise Hz. Yakup”da tecelli etmiştir.İşte Mevlâna bir mutasavvıf düşünür olarak hem meşşai hem de işraki ekolle bir yerde hem fikir olmaktadır. Mevlâna”nın alabildiğine açılımlarını yaptığı aşk metafiziği konusu kendisinden sonra düşünür ve şairlerce devam ettirilmiştir. Özellikle Fuzuli”nin “Leylâ vü Mecnûn”u ve Şeyh Galip”in “Hüsn ü Aşk”ı buna en güzel örnek teşkil eder.

 

 Prof. Dr. İsmail Yakıt


Ağaç ve Sen - Hasan Ali Yücel


Bir ağaç altındasın, her dalı binbir çiçek,
Gün gelip bu çiçekler sana yemiş verecek.

En yüksek dallarında, bunların olgunları;
Gözünü onlara dik, alçaklarından el çek.

İstiyorsan erişmek yüksekteki dallara
Vücutça kuvvetli ol, zekaca büyüyerek.

Yavrum, bunun çaresi okuyup öğrenmektir,
Yoksa hep boşa gider çektiğin bunca emek!

Bilgi en büyük kuvvet, yaşayıp yaşatmakta;
Fakat faydasız kalır temiz olmazsa yürek!

Sevmeğe başla yavrum, ananın kucağında;
Vatana sevgin, her şeyden üstün gerek.

Kafanda bilgi dolu, yürekte sevgilerin,
Yürü, engel tanıma yolundan döndürecek.

Gözün yukarda olsun, gönlün yüceliklerde.
Başın dimdik, yüzün ak, alnın açık, gözün pek,

Yere düşen, kirlenen hiçbir şeye eğilme,
Şahin ol, yılan olma; sürünmektir eğilmek!
Her ülküye emekle, çalışmakla erilir.
Bahtiyarlık istersen ömür sür didinerek.

Yücel yavrum, Türklüğün her ümidi sendedir.
Vatan demek sen demek, sen demek vatan demek.

 

Beethoven - Silence


Meksikalı besteci Ernesto Cortázar’ın en etkileyici konçertolarından biri Ludwig van Beethoven’ın ruhunu taşır. Cortázar'ın “Beethoven Sessizliği” adını verdiği eseri Alman bestecinin zamanla yitirdiği duyma yetisinin ona verdiği fiziksel acıyı ve başka bir bestecinin bunu nasıl fiziksel bir şekilde hissettiğini anlatan titreşimler yayar etrafa.


  

"Beethoven's Silence" - Ernesto Cortazar - YouTube 

 

Aşk ve Gurur - Jane Austen


Taşralı bir beyfendinin kızı olan Elizabeth Bennett ile varlıklı ve soylu toprak sahibi Fitzwilliam Darcy arasındaki çatışmayı anlatır. Gerçi Jane Austen bu iki karakteri birbirlerinin tuzağına düşmüş kişiler gibi sunar, ama "ilk izlenim"i tersine çevirmekte gecikmez: Soyluluk ve servetten kaynaklanan "gurur" ile elizabeth'in ailesinin soylu olmayışı karşısında beslediği "önyargı", Darcy'yi mesafeli davranmak zorunda bırakır. Elizabeth'in davranışında da hem özsaygının uyandırdığı "gurur", hem de Darcy'nin züppeliği karşısındaki "önyargı" etkili olur. Zeki ve coşkulu Elizabeth yalnızca Austen'ın en çok sevdiği kadın kahramanı değil, aynı zaman bütün İngiliz edebiyatının en çok ilgi uyandıran kadın roman kişiliklerinden biridir. 
 
Sıradan insanların günlük yaşamlarını işleyerek romana ilk kez belirgin bir modern nitelik kazandıran Austen'ın en sevilen romanlarından biri olan Aşk ve gurur.
 
 Türkçesi_Nihal Yeğinobalı 
 
*
 
 Bennet ailesi Mr. ve Mrs. Bennet ve kızları Lydia, Mary, Kitty, Elizabeth ve Jane Bennet'tan oluşan yedi kişilik bir ailedir. Dar görüşlü ve sığ bir insan olan Mrs. Bennet'ın hayattaki en büyük amacı kızlarını zengin ve nüfuzlu birer adamla evlendirmektir. Mr. Bennet ise karısının tüm sığlığına karşılık çok akıllı ve düzgün bir beyefendidir. Kitty ve Lydia balodan davete gezerek tam da annelerinin istediği gibi erkeklerle gönül eğlendirmektedirler. Mary oldukça içine kapanık, sürekli kitap okuyan bir kızdır. En büyük kız kardeş olan Jane aralarında en güzel ve en alçakgönüllü, en iyi huylu olandır. Ana karakterimiz Elizabeth ise babası gibi oldukça akıllı, nasıl davranılacağını bilen, ablası kadar olmasa da oldukça güzel bir kızdır.

Her şey, zengin ve genç bir adam olan Charles Bingley'in, Bennet ailesinin yaşadığı yerin yakınındaki bir malikaneyi kiralamasıyla başlar. Mrs. Bennet bu duruma oldukça heyecanlanır, zira bu beyefendinin kızlarından birini beğenme olasılığı oldukça yüksektir. Hemen genç beyefendiyi ziyarete gitmesi konusunda kocasına baskı yapmaya başlar. Bu sayede bir dahaki sefere Bingley'i kendi evlerine davet edebilecektir.

Mr. Bingley'nin taşınmasından sonra civarda verilen bir baloda Bingley, Jane'den çok etkilenir. Fakat kız kardeşleri ve en yakın arkadaşı Fitwilliam hiç de öyle düşünmemektedir. Genç kız kardeşlerin güzel olduğu su götürmezdir, fakat gururları kendilerinden alt sınıfta olan bir kızla yakınlaşmasına izin vermemektedir. Bingley ve Elizabeth baloda birçok kez dans ederler, Darcy ise Elizabeth ile bir kez dans eder. Fakat ardından şu sözleri söyler "Hoş bir kız, ama beni cezbedecek kadar değil. Ayrıca başka erkeklerin reddettiği genç kızları eğlendirecek havamda değilim." O sırada Darcy'nin arkasında ona yakın bir yerde olan Elizabeth bu sözleri duyar ve çok öfkelenir. Darcy ile ilk sürtüşmeleri bu şekilde olur.

Balodan sonra Jane'den çok etkilenen Bingley, onu evine davet eder. Jane geceyi orada geçirebilsin diye Mrs. Bennet onu akşama doğru ve geri dönemeyeceği kadar kötü bir havada gönderir. Fakat Jane yolculuktan sonra çok hastalanır, yatağa düşer. Bingley samimiyet ve endişeyle, kız kardeşleri ise sahte bir kibarlıkla ona bakarlar, iyileşene kadar da bir yere gitmesine izin vermezler. Kardeşinin durumuna çok üzülen ve onun için çok endişelenen Elizabeth, Bingley'lerin evine kardeşini görmeye gider. İyileşene kadar kardeşinin yanında kalmaya karar verir. Bu durum burnu büyük kız kardeşlerin ve Darcy'nin hiç hoşuna gitmez. Bu da Elizabeth ve Darcy'nin ikinci karşılaşmaları olur. Elizabeth ve Darcy arasındaki gururlarına dayalı sürtüşmeli aşk hikayesi de başlamış olur.
 
 * 
Aşk ve Gurur, Jane Austen'ın yirmi bir yaşlarındayken yazdığı ikinci romanı, mutlaka okunması gereken akıcı bir dille yazılmış en güzel klasiklerden biridir. Türkiye'de büyük çoğunlukla Aşk ve Gurur adıyla bilinse de, orijinal adı olan 'Pride and Prejudice'nin karşılığı Gurur ve Önyargı'dır.

Kitabın yazarı olan Jane Austen'ın çok çalkantılı bir aşk yaşamı olmuştur. Mutsuz biten bir aşka sahip olan Jane Austen'ın kendi mutsuz sonuna inat her kitabını mutlu sonla bitirdiği söylenir. Aynı zamanda Aşk ve Gurur'da kendi aşkından izler olduğu öngörülmektedir.
 

Yazıt - Şükran Kurdakul


Dehşeti, karanlığı, korkusu, gizi 
Üstümüze çöktüğü zaman bile, 
Ölüm gerisinde kalıyor yaşamın 
Heybemizdekiler ayakta tutuyor bizi.
 
 
 

14 Aralık Dünya Maymunlar Günü "humans are scary"

 

 14 Aralık Dünya Maymunlar Günü