15 Eylül 2017

Sevme Sanatı

Sevgi ve Çağdaş Batı Toplumda Sevginin Yozlaştırılması...  
Eğer sevgi olgunluk, üretici kişilik gerektiriyorsa, ileri uygarlıkta yaşayan bir birey için sevebilme yetisi, o uygarlığın ortalama insan üzerindeki etkisine bağlıdır. Çağdaş batı uygarlığından söz ettiğimize göre, batı uygarlığının toplumsal yapısını ve onun sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal yapının, “sevginin gelişmesine” uygun olup olmadığını sormak gerekir.

KAPİTALİZM NEDİR?
KAPİTALİST TOPLUM NASIL OLUR?

Sevgiye ilişkin durumda zorunlu olarak çağdaş insanın bu toplumsal yapısına göre biçimlenmiştir.

Otomatlar sevemezler. Onlar sadece «kişilik paketleri»ni birbirleriyle değiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar. Bu yabancılaşmış yapının en belirgin, özellikle evlilikte, sevgi gösterme biçimi «çift» kavramıdır.

Kapitalist toplum, bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pazarı, malların hangi koşullarda alınıp satılabileceğini belirler; emek pazarı ise emeğin alınıp satılmasını düzenler.

Bu soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Batıdaki yaşamımızı izleyen bir tarafsız gözlemci kardeşlik sevgisinin, anne sevgisinin ve cinsel sevginin az rastlanan olgular olduğunu görecek ve bunların yerlerinin gerçekte yozlaşmış sevgi biçimleri olan birçok sahte sevgiyle doldurulduğuna kuşku duymayacaktır.

Mutlu evlilik üzerine tüm yazılanlar birbiriyle iyi geçinen bir çifti tanımlar. Bu tanımlama uyum içinde çalışan işçi kavramından pek farklı değildir. Böylesi bir kişi «tam anlamıyla bağımsız» olmalı, işbirliği yapabilmeli, bağışlayıcı ama aynı zamanda tutkulu ve saldırgan olmalıdır. Bu nedenle evlenme kılavuzu kocanın, karısını «anlaması» gerektiğini ve ona yardımcı olmasını öğütler.

Karısının yeni giysisini övmeli, pişirdiği yemeklerden dolayı iltifat etmelidir.

Diğer yanda kadın, eve yorgun argın, sinirli ve gergin gelen kocasını anlamalı, onun işindeki sorunlardan söz edişini ilgiyle dinlemeli, doğum gününü unuttuğu zaman öfkelenmeyip bağışlayıcı olmalıdır. Bu tüm yaşamları boyunca birbirine yabancı kalan, «candan bağlılığa» ulaşamayan iki insanın, karşılıklı nezaketle davranma ve birbirlerini rahat ettirme çabalarının, iyi işleyen ilişkilerinin toplamından başka birşey değildir.

Sermaye emeğe buyurur; sonunda cansız, ruhsuz şeyler, yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir. Bu olgu kapitalizmin başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur.

Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dönüşürler. Ayakkabılar, yararlı ve gerekli olabilirler; ama pazarda talep edilmiyorlarsa hiç bir ekonomik (değişim değeri) yoktur. İnsan güç ve hünerinin de, eğer var olan piyasa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur.

Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezileşip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyütüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar. Yüzbinlerce hisse senedi sahibi, işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise, iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sahip olmayan bir gurup yöneticinin elinde.

Sermaye alanında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yöneticilerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek; dev ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir.

Bundan ne sonuç çıkar?

Çok daha karmaşık sevgi kargaşası taşıyan bir tür nevrozlu hastalık da farklı bir annebaba ilişkisinden kaynaklanır. Bu nevroz, anne ile baba birbirini sevmez fakat kavga etmeyerek geçimsizliklerini herhangi bir şekilde gizleyebilecek kadar ihtiyatlı oldukları zaman çıkar.

Anneyle babanın birbirlerine karşı soğuk olmaları onların çocuğa karşı da tutarsız olmalarına yol açar.

Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar; ama bunların, buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizmayla sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmalarını ister, öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.

Çağdaş kapitalizmde insan sorunu şöyle formüle edilebilinir: Çağdaş kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli, beğenileri kalıplaşmak ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler.

Çağdaş insan kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır.

İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam güçlerini var olan pazar koşulları altında kendisine en fazla kârı getirecek alana yatırması sağlanmıştır. İnsan ilişkileri, kendi güvenliklerini sürüye bağlı olmakta, düşünce, duygu ve eylem yönünden diğerlerinden ayrı olmamakta gören, birbirine yabancılaşmış otomatların ilişkileri haline getirilmiştir.

Çağdaş insan Huxley’in Kahraman Yeni Dünya’da çizdiği tipe çok benzemektedir: karnı tok sırtı pek, cinsel yönden doygun, kişiliği gelişmemiş, çevresindeki insanlarla son derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse, toplum sendeler»; ya da «Bugün sahip olabileceğin eğlenceyi yarına bırakma» bir de hepsini bastıran, «Bu günlerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o.

Günümüzde insanların mutluluğu

«eğlenmeğe» dayanmakta, eğlenmenin altındaysa «almanın», tüketmenin doygunluğuyatmaktadır. Dünya, bizim açlığımızı giderecek büyük bir nesne, bir elma, bir şişe, bir memedir; biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız. Karakterimiz değiş tokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurulmuştur.

İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesneleri haline gelmişlerdir.

Böylesi bir ortamda küçük bir kız bir «dürüstlük» tavrı edinecek; fakat ne annesi, ne de babasıyla yakın bir ilişki içine girmesine izin verilmeyecek ve bu nedenle de kızcağız şaşkın ve ürkek olacaktır. Çağdaş insan içinde bulunduğu anı yaşamaz, ya gelecekte yaşar ya geçmişte. Duygusal bir şekilde annesini ve çocukluğunu düşünür; ya da geleceğe ilişkin mutlu planlar yapar.

Sevgi, ister başkalarının uydurulmuş yaşamlarını açlıkla paylaşarak olsun, ister yaşanılan anda, geçmişe ya da geleceğe atılarak yaşansın; bu soyutlanmış ve yabancılaştırılmış sevgi biçimi gerçeğin, tekbaşınalığın, ayrı olmanın kişiye verdiği acıyı uyuşturmaya yarar.

Küçük kız hiçbir zaman anne ve babasının ne düşündüklerini ve duyduklarını bilmeyecek; havada her zaman bilinmeyen, esrarengiz bir dalgalanma olacaktır. Sonuçta küçük kız, dünyadan elini, eteğini çekecek, içine kapanacak, herkesten kaçacak ve bu tavrı, sonraki sevgi ilişkilerine de yansıyacaktır. Bunun da ötesinde içe kapanmanın sonuçları, aşırı huzursuzluğa dünyada güven içinde olmama duygusunun gelişmesine; aşın heyecanlar yaşamanın tek yolu olan mazoşist eğilimlere yol açar. Her türlü dinsel değer, güncel yaşamımızın dışına çıkmıştır. Günlük yaşam maddesel rahat ve kişilik pazarında başarı peşinde koşmaktan geçmektedir. Dünyevi uğraşlarımızın ilkeleri, farkedilme ve kendini övmedir.

(İkincisine çokluk «bireycilik» ya da «bireysel öncülük» denmektedir). Tümüyle dinsel kültürlere bağlı insanlar sekiz yaşında bir çocuğa benzetilebilirler, bu yaşta bir çocuk babasının yardımını gereksinir; ama öte yandan babasının öğüt ve ilkelerini kendi yaşamında uygulamaya başlamıştır.

Çağdaş insansa üç yaşında bir çocuk konumundadır. Ancak gereksinim duyduğu an baba diye bağırır. Gereksinimi yoksa eğer oyununa dalıp gider. Bu nedenle yaşamımızı Tanrının ilkelerine göre düzenlemek verine, insan biçimli bir Tanrıya çocuk gibi bağlanarak yasadığımız için bizler, Ortaçağın dinsel kültüründen çok puta tapan ilkel kabilelerin dinsel kültürüne yatkınız.

Nesnel düşünce, becerisi akıllılıktır; düşünmenin ardındaki duygusal durum ise alçakgönüllülüktür. Nesnel olabilmek yani kişinin aklını kullanabilmesi; ancak kişi alçak gönüllü tavır içindeyse ve kendini çocukluğundaki kadiri-mutlak, alimi-mutlak olma hayalindenkurtarabilirse olasıdır

“Bu dünyada öğrenmek, bildiklerimizi başkasına öğretmek, bilimde ve sanatta hep daha ileriye gitmek için bulunuyoruz.” Mozart

 

Amadeus Mozart (1784). Ve savaşı izliyorum. 12 Şubat 1991” (Günceler)


Friendzone'dan Nasıl Kurtulunur ?

 


Yunus Emre - İlim kendin bilmektir

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

Cahit Zarifoğlu - İnsan bastırdığı duygunun esiri olur


Acını yaşa
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle su üste akan yaprağa bakar gibi bak
Uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama , başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan , bastırdığı duygunun esiri olur.






Haydar Ergülen - Şikâyetler Gazeli

“Yaşadığımız hayattan alacağı varsa yaşanmayanın
ne anlamı kalır yalnızca yaşadığını hatırlamanın

Kimse taşınacak kadar uzak değilse birbirine
dur, yine senden yakınını bulamazsın kendine

Şiirden daha siyah bir şey olmalı kelimelerde
yoksa küfür kafiyeli söylenecek şehirde


Sesini gölgeden çek, kül gibi yoksul kalsın da
güneşin altında mırıldanacak şeyler bulunur hala

Bakmanın sonu yok gözlerin nereye yetişebilir
dünyada yalnızca körlerin gözleri temiz kalabilir

Yeni doğanın kulağına fısıldayacak neyimiz var
vakitsiz gidenin ardından dökecek neyimiz var

Hepimizin yerine balkondan düşeni hatırla
şiir bazen öyle de çarpabilir hayata

Ne gam gazel olmuş olmamış, şikayet sayılsın da!”


Kizilderili Duwanish Aşiret Reisi Seattle " Doğa, bize dedelerimizden kalan bir miras değil, torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir."


Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karsı karsıyayız. Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır. Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde su acıklı sözcükler yazılı: Çok geç. Eyleme geçmezsek, merhameti olamadan güce, ahlaklı olamadan kudrete, kavrayışı olamadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.  (M. Luther King)
 
Doğaya hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça oluyor. (John Bennet)
 
Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.  (Paul Ehrilch) 

Bir Milletin medeniyet seviyesi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür. (Franklin D. Roosevelt)

Doğa; en küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor; hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar. (Goethe) 

On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korumasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak.  (Peter F. Drucker)

İnsanlar sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum içerisinde sağlıklı ve verimli bir hayata hakları vardır.  (BM. İnsan Çevresi Konferansı Stockholm Bildirgesi)

Bir nokta açıktır: Dünyamız emin ellerde değildir.”Yenidünya düzeni” yeryüzünü ölüme mahkûm etmiştir. (Peter F. Drucker) 

Bir ulusun gerçek zenginliği, ağaç örtüsüyle ölçülebilir. (Richard St. Barbe Baker) 

Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi yapmalıyız. Çünkü eğer doğru şeyi yapmazsak, yanlış şeyi yapacağız ve iyileşmenin değil felaketin bir parçası olacağız. (Fritz Schumacher)

Yasamak, Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim!  (Nazım Hikmet) 
 
 

Arthur Rimbaud - Ofelya


I
Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda
Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,
Gelin esvapları içinde dalgalanmada.
Uzak ormanda yerlilerin gürültüleri.

Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi, yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.

Rüzgâr göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hülyalı alnına eğilir su çiçekleri.

Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!

Çeviri: Orhan Veli Kanık