KAPİTALİZM NEDİR?
KAPİTALİST TOPLUM NASIL OLUR?
Sevgiye ilişkin durumda zorunlu olarak çağdaş insanın bu toplumsal yapısına göre biçimlenmiştir.
Otomatlar sevemezler. Onlar sadece «kişilik paketleri»ni birbirleriyle değiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar. Bu yabancılaşmış yapının en belirgin, özellikle evlilikte, sevgi gösterme biçimi «çift» kavramıdır.
Kapitalist toplum, bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pazarı, malların hangi koşullarda alınıp satılabileceğini belirler; emek pazarı ise emeğin alınıp satılmasını düzenler.
Bu soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Batıdaki yaşamımızı izleyen bir tarafsız gözlemci kardeşlik sevgisinin, anne sevgisinin ve cinsel sevginin az rastlanan olgular olduğunu görecek ve bunların yerlerinin gerçekte yozlaşmış sevgi biçimleri olan birçok sahte sevgiyle doldurulduğuna kuşku duymayacaktır.
Mutlu evlilik üzerine tüm yazılanlar birbiriyle iyi geçinen bir çifti tanımlar. Bu tanımlama uyum içinde çalışan işçi kavramından pek farklı değildir. Böylesi bir kişi «tam anlamıyla bağımsız» olmalı, işbirliği yapabilmeli, bağışlayıcı ama aynı zamanda tutkulu ve saldırgan olmalıdır. Bu nedenle evlenme kılavuzu kocanın, karısını «anlaması» gerektiğini ve ona yardımcı olmasını öğütler.
Karısının yeni giysisini övmeli, pişirdiği yemeklerden dolayı iltifat etmelidir.
Diğer yanda kadın, eve yorgun argın, sinirli ve gergin gelen kocasını anlamalı, onun işindeki sorunlardan söz edişini ilgiyle dinlemeli, doğum gününü unuttuğu zaman öfkelenmeyip bağışlayıcı olmalıdır. Bu tüm yaşamları boyunca birbirine yabancı kalan, «candan bağlılığa» ulaşamayan iki insanın, karşılıklı nezaketle davranma ve birbirlerini rahat ettirme çabalarının, iyi işleyen ilişkilerinin toplamından başka birşey değildir.
Sermaye emeğe buyurur; sonunda cansız, ruhsuz şeyler, yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir. Bu olgu kapitalizmin başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur.
Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dönüşürler. Ayakkabılar, yararlı ve gerekli olabilirler; ama pazarda talep edilmiyorlarsa hiç bir ekonomik (değişim değeri) yoktur. İnsan güç ve hünerinin de, eğer var olan piyasa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur.
Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezileşip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyütüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar. Yüzbinlerce hisse senedi sahibi, işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise, iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sahip olmayan bir gurup yöneticinin elinde.
Sermaye alanında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yöneticilerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek; dev ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir.
Bundan ne sonuç çıkar?
Çok daha karmaşık sevgi kargaşası taşıyan bir tür nevrozlu hastalık da farklı bir annebaba ilişkisinden kaynaklanır. Bu nevroz, anne ile baba birbirini sevmez fakat kavga etmeyerek geçimsizliklerini herhangi bir şekilde gizleyebilecek kadar ihtiyatlı oldukları zaman çıkar.
Anneyle babanın birbirlerine karşı soğuk olmaları onların çocuğa karşı da tutarsız olmalarına yol açar.
Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar; ama bunların, buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizmayla sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmalarını ister, öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.
Çağdaş kapitalizmde insan sorunu şöyle formüle edilebilinir: Çağdaş kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli, beğenileri kalıplaşmak ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler.
Çağdaş insan kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır.
İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam güçlerini var olan pazar koşulları altında kendisine en fazla kârı getirecek alana yatırması sağlanmıştır. İnsan ilişkileri, kendi güvenliklerini sürüye bağlı olmakta, düşünce, duygu ve eylem yönünden diğerlerinden ayrı olmamakta gören, birbirine yabancılaşmış otomatların ilişkileri haline getirilmiştir.
Çağdaş insan Huxley’in Kahraman Yeni Dünya’da çizdiği tipe çok benzemektedir: karnı tok sırtı pek, cinsel yönden doygun, kişiliği gelişmemiş, çevresindeki insanlarla son derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse, toplum sendeler»; ya da «Bugün sahip olabileceğin eğlenceyi yarına bırakma» bir de hepsini bastıran, «Bu günlerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o.
Günümüzde insanların mutluluğu
«eğlenmeğe» dayanmakta, eğlenmenin altındaysa «almanın», tüketmenin doygunluğuyatmaktadır. Dünya, bizim açlığımızı giderecek büyük bir nesne, bir elma, bir şişe, bir memedir; biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız. Karakterimiz değiş tokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurulmuştur.
İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesneleri haline gelmişlerdir.
Böylesi bir ortamda küçük bir kız bir «dürüstlük» tavrı edinecek; fakat ne annesi, ne de babasıyla yakın bir ilişki içine girmesine izin verilmeyecek ve bu nedenle de kızcağız şaşkın ve ürkek olacaktır. Çağdaş insan içinde bulunduğu anı yaşamaz, ya gelecekte yaşar ya geçmişte. Duygusal bir şekilde annesini ve çocukluğunu düşünür; ya da geleceğe ilişkin mutlu planlar yapar.
Sevgi, ister başkalarının uydurulmuş yaşamlarını açlıkla paylaşarak olsun, ister yaşanılan anda, geçmişe ya da geleceğe atılarak yaşansın; bu soyutlanmış ve yabancılaştırılmış sevgi biçimi gerçeğin, tekbaşınalığın, ayrı olmanın kişiye verdiği acıyı uyuşturmaya yarar.
Küçük kız hiçbir zaman anne ve babasının ne düşündüklerini ve duyduklarını bilmeyecek; havada her zaman bilinmeyen, esrarengiz bir dalgalanma olacaktır. Sonuçta küçük kız, dünyadan elini, eteğini çekecek, içine kapanacak, herkesten kaçacak ve bu tavrı, sonraki sevgi ilişkilerine de yansıyacaktır. Bunun da ötesinde içe kapanmanın sonuçları, aşırı huzursuzluğa dünyada güven içinde olmama duygusunun gelişmesine; aşın heyecanlar yaşamanın tek yolu olan mazoşist eğilimlere yol açar. Her türlü dinsel değer, güncel yaşamımızın dışına çıkmıştır. Günlük yaşam maddesel rahat ve kişilik pazarında başarı peşinde koşmaktan geçmektedir. Dünyevi uğraşlarımızın ilkeleri, farkedilme ve kendini övmedir.
(İkincisine çokluk «bireycilik» ya da «bireysel öncülük» denmektedir). Tümüyle dinsel kültürlere bağlı insanlar sekiz yaşında bir çocuğa benzetilebilirler, bu yaşta bir çocuk babasının yardımını gereksinir; ama öte yandan babasının öğüt ve ilkelerini kendi yaşamında uygulamaya başlamıştır.
Çağdaş insansa üç yaşında bir çocuk konumundadır. Ancak gereksinim duyduğu an baba diye bağırır. Gereksinimi yoksa eğer oyununa dalıp gider. Bu nedenle yaşamımızı Tanrının ilkelerine göre düzenlemek verine, insan biçimli bir Tanrıya çocuk gibi bağlanarak yasadığımız için bizler, Ortaçağın dinsel kültüründen çok puta tapan ilkel kabilelerin dinsel kültürüne yatkınız.
Nesnel düşünce, becerisi akıllılıktır; düşünmenin ardındaki duygusal durum ise alçakgönüllülüktür. Nesnel olabilmek yani kişinin aklını kullanabilmesi; ancak kişi alçak gönüllü tavır içindeyse ve kendini çocukluğundaki kadiri-mutlak, alimi-mutlak olma hayalindenkurtarabilirse olasıdır