16 Eylül 2021

İdil Biret’in Annesi Leman Biret’in Anıları


lemanbiretanilar1.jpg  İdil’in çocukluk hayatını, musikideki hamlelerini, söylediği hoş sözleri vb. günü gününe kaydetmemizi onu her tanıyan bize hararetle tavsiye etmişti. Ne yazık ki biz bu yerinde ikazlara lazım gelen önemi vermedik ve şimdiye kadar bu konuda en küçük bir teşebbüse bile girişmedik. Bugün geride kalan o güzel günlerin bazı ilginç ve hoş hatıralarını eşelemek isterken bana yardımcı olabilecek hiç bir vesikaya sahip olmadığımı esefle görüyorum. Ve ancak anılara başvurmak suretiyle bir şeyler karalamaya çalışıyorum.


Müziğe karşı yoğun bir tepki
İdil’i dinleyen her kişi istisnasız şu suali sorardı: “Çocuğun istidadını ne zaman ve nasıl keşfettiniz?” Bu sualin cevabı hem kolay hem de güç; zira biz de bunu tam zamanında tespit etmiş değiliz. Onu ancak iki buçuk yaşında sesleri ezbere tanıdığı ve tek parmakla melodiler çalmaya başladığı zaman hayretle karşılamıştık. Halbuki daha üç aylıkken hatta daha evvel huysuzlandığı akşamlar büyükannesi piyanoda çaldığı ninnilerle onu sustururdu. Piyano durunca o tekrar ağlar, başlayınca susardı. Bu durum radyo ile de aynen böyle olurdu. O zamanlar sesleri bir gürültü halinde mi yoksa müzik olarak mı işitiyordu, bilinmez. Yalnız ritm duygusu bizi çok şaşırtırdı. Yine üç dört aylıkken arkadaşlar onu kucaklarına oturtup “fış fış kayıkçı” diye ileri geri sallarlardı. Onlar durunca bu sefer aynı tempo ile, henüz konuşamadığı için “da da dada” diye onları taklit ederdi. On aylıkken bir gün akrabadan Prof. Nurettin Şazi ilk defa onun yanında keman çalıyordu. Henüz yayı çekmeye başlamıştı ki küçüğün odayı çınlatan yaygarası onu hemen durmaya mecbur etti. O güne kadar görmediğimiz bir şekilde ağlıyordu. Sakinleşmesi için belki bir çeyrek saat uğraşıldı. Bu durum karşısında hepimiz çocuğun müzikten hoşlanmadığına kani olmuş ve üzülmüştük.

Bir yaşında iken henüz konuşamıyordu ama radyoda çalınan marş veya çocuk şarkılarından birinin ritmini parmaklarımızla masaya vurduğumuz zaman bunun hangisine ait olduğunu derhal bulur ve melodisini dilinin döndüğü kadar mırıldanırdı. Bir iki yaşına kadar içinde oynadığı parmaklık tam piyanonun yanında bulunuyordu. O henüz ilk yürüme tecrübelerini yapmak üzere emeklemeye başladığı sıralarda hemen piyanoya gider ve ellerinin bütün kuvvetiyle tuşlara vururdu. İnceli kalınlı sesleri keşfettikçe hem hayret hem de memnuniyetle yüzümüze bakar, bize bir şeyler söylemek isterdi sanki… Aynı zamanda piyanodan müthiş surette korkardı. Bir gün arkadaşım Vahdet Hanım, onu bu korkusundan vazgeçirmek için “gel seni piyanonun içine sokalım” der demez öyle bir titreyişle bağırmaya başladı ki bu sözü unutması için bir hayli uğraşmak zorunda kaldık.

Aynı tarihlerde bir gün yine Vahdet bize gelmişti. Piyanonun başına geçip gür bir sesle şan yapmaya başlar başlamaz İdil yaygaraları koyverdi. Sonunda arkadaşım evvela hafif ve git gide yükselen gamlarla onu şarkılarına alıştırabilmişti.

İki yaşında iken bir gün Vahdet bir iki arkadaşla birlikte elinde gitar evin merdivenlerinden çalıp söyleyerek yukarı çıkıyordu. Kapıyı açtığımız zaman İdil onları gördü ve ilk defa keman sesi duyduğu günü hatırlatan bir şekilde bağırıp ağlamaya başladı. Hepimiz birden onu teskine uğraştık. Fakat şarkı ve gitar başlar başlamaz o deliye dönüyor, kaçacak yer arıyordu. Nihayet herkesin kendisini ayıpladığını görünce mini mini kafasıyla bir kaçamak buldu ve gitarın kocaman kutusundan korktuğunu söyledi. Kutu derhal dışarı çıkarıldı. Bu sefer gitar eşliğinde daha çok hafif sesle söylenen şarkılar başladığı zaman o yine tir tir titreyerek bana sarılmış bir durumda azami gayret sarfıyla ses çıkarmadan dinliyordu. Fakat çocukta daimi bir huzursuzluk gören arkadaşlar onun müzik sevmediğine kani olarak sustular. Biz de bir hayli üzüldük. Bazen radyonun içinden çıkan incecik bir ses bile onu bağırtarak kaçırtırdı. (Piyanodan ve bütün ses dünyasından bu derece ürkmesinin, aynen Nadia Boulanger’nin çocukluğunda da böyle olduğunu sonradan öğrendim. Araştırmacılar bu durumun müziğe karşı duyulan fazla ilgiden ileri geldiği kanısına varmışlar.)

Onu çok korkutan bir şey de gece yatağında iken mehtabın görünüşü olmuştu. Daha sonra perdeleri sıkı sıkı kapattığımız halde bir kenarından ayı görür görmez “ay dede” diye gözünü ondan ayıramazdı. Son derece korkuyor hissini verdiği halde perdenin büsbütün kapanmasına da bir türlü razı olmazdı. Ayı hayretle seyreder ve git gide hoşlanmaya başlardı. İkinci ay, mehtabın tekrar çıktığı zamanlar onu ilk defa yine korku ile fakat sonra zevkle seyrederdi. Henüz birkaç aylıkken evde en çok ilgisini çeken şey lambalardı. Işığı görür görmez gözünü bir türlü ondan ayıramaz ” amba amba” diye sevinçle bağırırdı. Gece yatarken ya piyano ya da radyo çalınmasını isterdi, aksi takdirde huysuzluk yapar, uyumazdı. Gitar olayından az sonra Vahdet ara sıra şarkı söylerdi. Fakat bu sefer İdil piyano durduğu şarkı kesildiği zaman yaygaraları basmaya başladı. Evvela tekrar çalınması için henüz yarım yamalak konuşmasıyla, daha mânâsına “da da” diyerek yalvarır, eğer yine çalınmazsa hüngür hüngür ağlardı. Bir gün radyodan dinlediği mandolin birliği saati onun küçük kalbinde büyük sarsıntılar yaratmıştı. Bir akşam yemeğini yerken radyoda mandolin birliği saati başlamıştı. Evvela hayretle bir dinledi sonra gözlerinden sessiz yaşlar akmaya başladı. Artık ona yemek yedirmek imkansızdı. Kafasını babasının göğsüne dayamış hem ağlıyor hem dinliyordu. Derhal yatağına yatırdık. Ve ondan sonra her hafta mandolin birliğini büyük bir sabırsızlıkla beklemeye başladı. Müzik başlamadan telaşla yatağına girmek ister ve orada rahat rahat dinleyerek uyurdu. Lakin bu ilgisi pek uzun sürmedi.

İdil 4 yaşında Bach’ın prelüdlerini çalıyor
Daha sonra orkestra konserlerini tercih etmeye başlamıştı. Bunları dinledikten sonra esas melodiyi hemen ayırdeder ve tek parmağıyla piyanoda çalardı. Daha sonra, dört yaşına doğru iki elinin de iştirakiyle bunları en doğru armonileriyle piyanoda çalardı. Büyüklerin bile muayyen bir müddet içinde çalışarak ezberledikleri Bach prelüdlerini (Clavecin Bien Tempéré’den), bir iki dinleyişte derhal ezberler ve piyanoya ilk oturuşta bunları en küçük bir hata bile yapmadan gramafon gibi tekrarlardı.

Karl Berger’in tepkisi
Onun piyanonun önünde oturup da çalacağı bir parçayı tecrübe etmesi ya da duraklaması vaki değildi. Bazen bir kez dinlediği uzun bir eseri birkaç gün sonra ortaya çıkarışı bunu kafasında işlediği zannını veriyordu. Nitekim beş yaşında bulunduğu sıralarda bir gün İstanbul’da rahmetli Karl Berger’i ziyaretimizde bu tahminimizin doğruluğunu ispat eden bir sürprizle karşılaştık. O gün kendisine büyük hayranlık gösteren Berger’e bir çok şeyler çaldıktan sonra o zamana kadar hiç duymadığımız bir Bach Invention’u da çaldı. Bu Invention’u Ankara’dan hareketimizden evvel hocası Mithat Fenmen’den dinlemiş. Bizim şaşkınlığımızı gören Berger meseleyi tahmin ederek: “Sen bunu ne zaman öğrendin?” diye sorunca küçük gayet tabi bir şey söylüyor gibi: “Trende” cevabını verdi. Ve işte o gün kesin olarak dinlediği eserleri elleriyle değil kafasıyla çalıştığı kanaatine vardık. Daha sonra buna benzer bir sürprizi Ankara’da sayın Vedat Nedim Tör’ün kendisini görmeye geldiği zaman yapmıştı. O gün yine hocasından dinlediği yirmi küsur sahifelik iki Bach Partita’sını baştan başa çalarak bizi şaşkına çevirmişti. Berger’in hürmet derecesindeki hayranlığını hiç bir zaman unutamam. Daha dinlediği ilk parçadan sonra “bu çocuk bir génie’dir” demişti. “Allahıma şükrediyorum ki bana hayatımda böyle bir mucize gösterdi”, derken gözleri yaşarıyordu. O gün sayın eşi Aliye Berger, Seyfettin Çürüksulu ve Nurettin Şazi beyler de beraberdi. Berger: “Bu bir şelaledir, hiç bir kuvvet onun akmasına mani olamaz. Ancak yolunu çevirebilirler. Onun için bu çocuk dünyanın en iyi pedagogu ile çalışmalıdır.” diyordu. Ne yazık ki onu bir daha görmeden ebediyen kaybettik.

“Absolu Kulak”
İdil’in notaya alışması bir hayli güç oldu. Vakıa o daha dört yaşında iken notaları biliyordu. Hatta kulağının “absolu” olması dolayısıyla kendisine söylenen tek sesli bir melodiyi notaya alabiliyordu. Ancak yine bu kulağın ve hafızanın şaşmazlığı yüzünden bir eseri oturup uzun uzun deşifre etmek zahmetine girmektense bir kere dinlemekle kolaycacık çalmayı tercih ediyordu. Onu ilk gören ecnebi artist Lazare Levy olmuştu ve hayranlığını “korkunç” kelimesiyle açıklamıştı. Herkes için en güç bir mesele olan transposition’u İdil’in azami kolaylıkla ve istisnasız her tondan yapışı onu dinleyen bütün müzisyenleri hayretlerde bırakıyordu. Bazıları onu şaşırtmak için rastgele bir ses çıkarıp “bu do’dur” veya “bu mi’dir” dedikleri zaman küçük küplere biner ve o sesin aslını derhal bulur “hayır o do değil si’dir” ya da “mi değil la’dır” diye pür hiddet düzeltirdi. Kalınlı, inceli tuşlara on parmağını birden basıp soranlara teker teker ve hiç yanlışsız bu notaların isimlerini sayardı. Nitekim ona Lazare Levy arkasını döndürüp beş altı mésure’lük bir parça çalmış ve ondan bunu aynen yapmasını istemişti. O koşarak gelmiş ve hemen aynını çalıvermişti. O zamanki müzik otoritelerimiz Lazare Levy’den çocuk hakkındaki düşüncelerini yazı ile bildirmesini istemişlerdi. O bu yazısında uzun meslek hayatında pek çok erken yetişmiş çocuk gördüğünü fakat böyle bir istidada hiç bir zaman rastlamadığını, düşüncelerin üstünde en mükemmel bir audition ve şaşmaz bir belleğe sahip bu çocuğu bir dahi olarak kabul etmek gerektiğini, ileride hiç kuşkusuz Türkiye için bir şeref olacağını ve nasıl yetişmesi lazım geldiğini vs. yazmıştı. Paris’e gelince kendisinin de bizzat onunla meşgul olacağını bildiriyordu.

Ses bulmak bakımından öyle bir kulağa sahipti ki otomobillerin kornasından fincan, bardak şangırtısına kadar her sesin ismini söylerdi. Sokaktan geçen otomobillerin kornalarının çıkardığı sesi biz tek ses olarak duyarken o ekseriya üç ses ismi söylerdi: do, mi, sol v.b. Kilise çanlarını keza bize birkaç ses üzerinden piyanoda taklit ederdi. Onun kulağının hassaslığını ilk defa Nurettin Şazi keşfetmişti. Bir gün ondan ezbere bir la sesi vermesini istedi. İdil “ya” diye bir ses çıkardı. Biz hemen bu sesin doğruluğunu ölçmek için piyanoya koşunca aynı la’yı oradan duyup ne diyeceğimizi şaşırmıştık. İki buçuk yaşında ya var ya yoktu. Ondan sonra karmakarışık bir halde herkes ondan bir ses istedi ve o bütün bunları teker teker vermeye başladı. Kendince inceye giderken diyez, kalına giderken bemol diye adlandırıyordu. Bu hayret verici bilgiyi bir gün tesadüfen ona tuşların isimlerini söyleyerek çalınan gamlardan edinmişti meğerse.

Küçük İdil’in Besteleri
Ses alemiyle ilgisi günden güne artıyordu. Küçük kompozisyonlarına da dört yaşında başlamıştı. Üç buçuk yaşında ilk defa İstanbul’a gittiği zaman cami ve minarelerle son derece ilgilenmiş, onlardan hem korkmuş hem de her fırsatta tekrar görmek istemişti. Zaten tuhafı şu ki İdil daima en fazla hoşlandığı şeyleri ekseriya bariz bir korku ile karşılardı. İstanbul seyahati üzerinde fevkalade etkiler bırakmıştı. Ankara’ya döner dönmez bu seyahat anılarını uzun uzun improvisation’larla canlandırdı. Hele ertesi sene tekrar gittiği zaman Ayasofya başta olmak üzere bütün gezdiği camilere birer beste ithaf etmişti. Müzisyenler bunların arasında en fazla Ayasofya’ya ait olanını beğenmişlerdi. Daha evvel de “Sinek”, “Piyango çeken bebek”, “Babamın çikolata çalışı”, “Hırsızların dansı” v.b. gibi bestecikler yapmıştı. Sayın Adnan Saygun’un ona kendi eserlerinden “İncinin kitabı”nı baştan başa çalması üzerinde büyük etki yapmıştı. Eserin hem anlayış hem de piyanistik bakımlardan oldukça güç olmasına karşın onu benimsemiş ve hemen öğrenmişti. Sultan Ahmet camiine ithaf ettiği küçük bir besteyi “Bak cami sana ne getirdim” diye isimlendirmiş ve bütün melodi boyunca hep bu cümleyi tekrarlamıştı. Zira o zamanki yetersiz vokabüleri bu şarkının ritmine uygun düşecek bir güfte uydurabilmesi için müsait değildi. Daha sonraları ilk defa olarak hazır bir güfte üzerine kendisinden istenilen bir beste yapmıştı, “Doğan Kardeş marşı”. Fakat onun en fazla hoşuna giden şey tamamiyle bağımsız olarak içinden geldiği gibi esercikler yaratmaktı. Nitekim müzisyenlerin de en çok beğendikleri onun bu tarzdaki denemeleri idi. Ne yazık ki evde doğru dürüst nota yazmayı bilen bir kimse olmadığı için bazen içinden gelip dakikalarca çaldığı improvisation’larını tespit etmek imkanını bulamadık. Hiç olmazsa o zamanlar elimizin altında bir kayıt aleti olsaydı her seferinde tamamiyle ayrı bir ritm ve armoni anlayışıyla çaldığı çok enteresan şeyleri zaptedebilirdik. Sonradan Mithat Fenmen’in bir talebesi olan Evelyne Örge notaya alınan bir takım küçük kompozisyonlar da ancak kısa oluşaları bakımından kendisine birkaç kere tekrarlatılarak hemen yazılmış ve bu şekilde otuza yakın bir kısmı elimizde kalabilmiştir. Bunların arasında “Tren”, “Pastoral”, “Saat kulesi”, “Etude”, “İnci ve ikinci prelüd”, “Fillerin yürüyüşü” v.b. dikkati çekmişti. Daha sonra Paris’te onu çalıştıran hocası, Mademoiselle Boneville, École Normale salonunda verdiği bir talebe konserinde bu parçaları talebelerine çaldırmıştı. Dünyaya doğuştan müzisyen olarak gelmiş çocukların ana babaları eğer esaslı hatta tercihen profesyonel birer müzisyen değillerse bu durum muhakkak ki onların çok aleyhinedir. Bunu daha ilk günden anlamış ve için için teessüf etmiştik.

İdil İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel’e Bach ve Beethoven çalıyor lemanbiretanilar2.jpg
lemanbiretanilar2.jpgİdil üç dört yaşında iken arkadaşım Vahdet daha evvel de bahsettiğim gibi ara sıra şan yapardı. Onu can kulağı ile dinleyen çocuk Schubert melodilerinden birkaç tane ve Gounod’un Ave Maria’sını öğrenmiş bir gün ansızın hem şarkılarını söyleyip hem de piyano eşliğinde yaparak bizi şaşkına çevirmişti. O tarihlerde Ankara konservatuarında profesör olan Çaçkes ve eşi herkes gibi çocuğa büyük alaka duyuyorlar ve onu dinlemek için fırsat arıyorlarmış. Bir gün kehndisini pusetle gezdirdiğim sırada onlara rastladım. O dakika belki de kaç zamandır Ankara müzik muhitini meşgul eden bu çocuk mu diye içlerinde bir şüphe belirmiştir. Birkaç gün sonra bize geldikleri zaman İdil onlara bildiklerini çalmaya başladı. Daha ilk şaşkınlıkları geçmeden Ave Maria’yı açlıp söylemeye başlayınca kendisi de Viyana operasında tanınmış bir kantatris olan bayan Çaçkes (Dolly Lorenz), daha fazla dayanamayarak göz yaşlarını salıverdi. Şu anda isimlerini sayamayacağım pek çok yerli ve yabancı müzisyen eve kadar gelerek onu dinliyorlardı. Az sonra sayın Mithat Fenmen ile derslere başlayacaktı. O sırada Mithat Fenmen’in babası sayın Refik Fenmen Orhan Borar ile Mithat Fenmen’in Ankara konservatuar salonundaki bizi de İdil ile birlikte davet etmiş ve bu fırsattan istifade küçüğü salonda hazır bulunan sayın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile eşine takdim atmişti. İdil’in de bir şeyler çalmasını isteyen İnönü’nün bu arzusunu o zamanki maarif vekili sayın Hasan Ali Yücel bizzat İdil’e söyleyince bu teklifi sanki çoktan beri bekliyormuş gibi hiç yadırgamadan kabul etti ve “konseyden sonya çalayım” diye yarım yamalak konuşmasıyla herkesi güldürdü. Konser sonunda onu kucakla sahneye çıkardılar ve piyano iskemlesinin çok alçak gelmesi yüzünden üzerine bir yığın nota koyarak oturttular. Mithat Fenmen yanında duruyor ve ne çalacağını ilan ediyordu. Biz sahneye en yakın koltuklarda oturmuş büyük bir sürpriz oluşturan bu durumda küçüğün neler çalacağını ve nasıl bir intiba bırakacağını merakla bekliyorduk. O kendi evinde imiş gibi gayet sakin ve çoktan kararını almış bir tavırla Bach’ın “Clavecin bien tempéré”sinden do majör prelüdü bir solukta çalıverdi. Arkadan do minör prelüd… Salonu yıkacakmış gibi kopan şiddetli alkışları katiyen yadırgamıyor… Bu sanki onun ezelden beri yaptığı bir iş. Masa başında yemeğini yiyor ya da oyuncaklarıyla oynuyor gibi en tabii bir durumda. Üçüncü parça olarak Beethoven’ın op. 49 sonatından bir menuet çaldı. Bir ara alkış ve bravo seslerinden o kadar heyecanlandık ki belki bu hissin onda da belirebileceği düşüncesiyle artık yeter diye aşağı inmesini istedik. Halbuki o direniyor daha bir şeyler çalmak istiyordu. Sonradan öğrendiğimize göre daha Saint-Saëns’ın Danse Macabre’ının ve başka parçaları çalmak istiyormuş. Bizim ısrarımız üzerine yine kucakla sahneden indirildi. Cumhurbaşkanı ve sayın Mevhibe İnönü ona büyük iltifatlarda bulundular. Etrafta hemen herkes gözlerini siliyordu. İdil kucaktan kucağa dolaşıyor, her taraftan sual yağmurları yağıyordu. Bunun tamamiyle hazırlıksız ani bir iş olması yüzünden bir fotoğrafçının bulunmaması ve dolayıısıyla gerek cumhurbaşkanının kucağında onunla küçük kolunu boynuna dolayarak konuşurkenki hali, gerekse piyano başında oturuşunu canlandıracak bir hatıranın tespit edilememesi herkesi üzüyordu. O gün sadece prelüdleri fügsüz olarak çalmış olması bir tesadüf eseri değildi. Kendisine o güne kadar bir tek füg dinletilmediği için zavallı bunların mevcudiyetinden habersizdi. Zira ona evde füg çalabilecek güçte bir piyanist yoktu. Bütün dinlediği prelüdlerden ileri gidemiyordu. Buna karşın radyodan çok istifade ediyor hele orkestra parçalarını aslına çok uygun bir şekilde piyanoya uyguluyordu. Bu şekilde repertuarı her gün biraz daha genişliyordu. Daha sonra hocasından Bach’ın füglerini dinleyince bunlardan fevkalade hoşlanmış ve artık fügsüz prelüd çalmak istememişti. Bu hususta çok hoş bir de espri yapmış ve fügsüz prelüdü fincansız tabağa benzetmişti. “İnsan kahveyi hiç fincansız tabakta içer mi?” diye prelüd ile füg’ün birbirine olan lüzumunu belirtmek istemişti.

İdil aynı zamanda resim ve şiire karşı büyük ilgi duyuyordu. Beş yaşında iken “Yeşil çayır”, “Bayrak” ve “Ova” diye bazı küçük parçalar yapmıştı ki bunlar o zaman yaşına göre epey takdir toplamıştı. Resime karşı da büyük bir heves ve istidadı vardı. Daha üç yaşında iken kendi resmi diye bukleli bir çocuk başı çizmişti. Sonraları tanıdığı bazı kimselerin karikatürlerini bilhassa göze çarpan bir benzeyişle yapıyordu. Kendisine hediye edilen kalem boyalarla evler, çayırlar, dağlar, denizler v.b. gibi tabiat resimleri yapıyor ve kullandığı renklerde çok muvaffak oluyordu.

İdil İçin Yasa Çıkıyor
Cumhurbaşkanının önünde çaldığı günden sonra T.B.M.M.’nin ilk celsesinde derhal görüşmeler yapılmış, çocuğun en iyi şekilde yetişmesini sağlamak üzere lazım gelen her şeyin hazırlanması karar altına alınmıştı. Bu bakımdan gerek dışarda, gerek içeride mevcut müzik otoritelerinin fikirlerine müracaat sonunda edinilen kanaate göre çocuğun bir ecnebi memlekete gönderilmesi muvafık görülmüş ve bu gaye için (İdil kanunu) diye isimlendirilen bir yasanın çıkarılması karar altına alınmıştı. (Yasa 7 Temmuz 1948 tarihinde çıktı)

[Yasanın çıkışı ile ilgili Meclis tartışmalarının tam metni]

Bütün bu gelişmelerin sık sık gazetelerde yer alması nedeniyle çocuğu büsbütün merak eden Ankara’lılar her fırsatta onu görmek istiyorlardı. Bu arada Karl Ebert ve o zamanki C.B.S. Orkestrasının şefi Praetorius da eve gelerek kendisini dinlemiş ve büyük hayranlık göstermişlerdi. Ankara’ya konser vermeye gelen artistler başta Lazare Levy olmak üzere Lelia Gousseau Monique Haas, Madeleine de Valmaléte, Dey Erlich, Hermann Scherchen, Colette Franz ve daha isimlerini hatırlayamadığım pek çokları bizim müzisyenlerin aracılığı ile eve kadar gelerek onu dinlemişlerdi. Hele Monique Haas: “Bütün dünyayı gezdim ama böyle bir olaya rastlamadım” diye büyük hayretini belirtmişti. Lazare Levy onun hakkında verdiği raporda da aynı şeyleri söylüyordu.

Hepsi onu bir dahi olarak kabul ediyorlardı. Çok geçmeden Amerika’dan gelen ismini hatırlayamadığım bir zat onu dinledikten sonra bize 100 bin dolar karşılığında bir konser turnesi teklif etmişti; ama biz kesinlikle reddetmiştik. Burada çocuğun istidadını duyan Filedelfiya konservatuarından bir teklif gelmişti. On yaşından evvel talebe almadıkları halde İdil için bir istisna yapıp onu talebe olarak kabul edeceklerini bildiriyorlardı. Fakat bizim müzik otoritelerimizin edindikleri kanaate göre onun tamamen hususi olarak yetişmesi doğru olacaktı.

Hiç unutamadığımız bir şey de şu olmuştu: Birkaç müzisyenin bizde toplandığı bir gün Mithat Fenmen çaldığı parçanın bir yerini mahsustan yanlış yapmıştı. İdil hemen: “bu plak yanlış çalıyor” diye gelmiş ve doğrusunu çalmıştı. Kendisine kontrol maksadıyla yapılan bu yanlışlığın sorumluluğunu Mithat Fenmen’e değil de plağa yüklemek isteyişindeki politik buluşuna çok gülmüştük.

İdil’i görmek için eve gelenler arasında vekiller ve diğer yüksek şahsiyetler, isimlerini sayamayacağım pek çok kimseler kendisine kıymetli hediyeler, oyuncaklar getiriyorlardı. Mithat Fenmen- Orhan Borar konserinden sonra Özden İnönü’nün getirdiği kocaman bebeği pek sevmiş ona İnci ismini vermişti.

Bazen ondan adeta korktuğum olurdu. Bizim hiç tanımadığımız eserleri piyanoda sıralar, nereden öğrendiğini sorunca da evvela nazlanır söylemez sonra “radyodan” cevabını verirdi. Hele Alla Turca’lı Mozart sonatını baştan sona kadar çaldığı günü hiç unutamam. Hemen her gün bizi şaşırtan bir şeyler yapardı.

O ekseriya radyoda ne çalınacağını adeta keşfederdi. Hatta bir gün “Şimdi Karmen çalınacak” derken Karmen başlamıştı. Bir seferinde de Kadıköy’de gideceğimiz evin yolunu şaşırmış yanlış bir sokağa girmiştik. Biz aranıp duruken o yolda giden bir köpeği göstererek: “Ben içimden köpekle konuştum, o bizi götürecek” demişti. Ve gerçekten köpek bir evin önünde durunca aradığımız yerin orası olduğunu görmüştük. Bir gün yine tünelden çıkıp tramvay beklerken gideceğimiz yerin tramvayı bir türlü gelmiyordu. İdil sabrımızın taştığını görünce bize dönmüş ve “14 numarayı bekleyin” demişti. Az sonra gelen 14 numaralı tramvayın üzerinde bizim gideceğimiz yerin ismini görünce ona nereden bildiğini sorduk. Cevabı: “Büyükannemin evinin numarasını düşündüm” olmuştu. Evin numarası gerçekten 14′tü. Buna benzer garip tesadüflere çok şaşardık. İzahı mümkün olmayan bu tesadüfleri her seferinde bir nevi ürperti içinde karşılıyorduk.

Sayın Mithat Fenmen’in yakın ilgisi ile iki sene içinde büyük istifadeler etmiş ve 31 Ağustos 1948′de yine onun idaresinde Bach’ın Re Minör Konçertosu’nu radyoda çalmıştı. Bu konsere dair ilk yazıyı rahmetli Nazım Kamil yazmıştı.

Paris’e İlk Gidiş – Boulanger ile ilk temaslar

lemanbiretanilar3.jpg1949 Mart’ında anne ve babasıyla Paris’e gittiği zaman o sıralarda Paris’te bulunan Rebia Tevfik Hanım çocuğa büyük hayranlık göstermiş, onu hemen o zamanki konservatuar müdürü Claude Delvaincourt’a dinletmek istemişti. Bir öğle saatine rastlayan bu buluşmada müdür yemeğe davetli olduğu için ancak bir tek parça dinlemeye vakti olduğunu büyük bir nezaketle söylemişti. Ancak İdil Ayasofya’dan başlayarak Hırsızların dansı, Tren v.b. küçük bestelerini çalmaya başlar başlamaz telefona sarıldı ve davetli olduğu arkadaşına çok enteresan bir olay karşısında olduğunu ve geç kalacağını özür dileyerek bildirmişti. Yarım saati geçen bu konuşmada büyük ilgi gösterdiği bu çocuğun hangi hoca ile çalışması gerektiğini uzun uzun düşünerek pek belli etmeden Jean Doyen üstünde durduğunu ihsas etti. Sonradan öğrendiğimize göre Jean Doyen talebesini hiç bir şekilde zorlayıp etki altında bırakmadan kendi personalitesine uygun olarak yetişmesini sağlıyormuş. Hatta bu yüzden bazı yeteneksiz öğrencileri onu ilgisiz hoca olarak tanımlıyorlarmış.

Birkaç gün sonra konservatuar hocalarından Madame Descaves müdürden İdil’i duyar duymaz hemen bizi Rebia hanım aracılığı ile evine davet etti. Orada çok tanınmış cantatrice Perrugia, Fransız hükümeti temsilcisi başbakanlık konferanslar tertip başkanı Guy Mollat du Jourdain, Société des Concerts du Conservatoire genel sekreteri André Huot, Images Musicales gazetesi direktörü Jean- Marie Grenier, United Press muhabiri ve bir de Madame Descaves’in repetitrisi Denise Gouarne hazır bulunuyordu. İdil birkaç küçük parçadan sonra Bach Re Minör Konçerto’yu çaldı. Hayretten dona kalan Lucette Descaves ondan bir transposition yapmasını istedi. İdil hiç tereddüt etmeden onu da yaptı. Bu sefer Descaves ona hayli güç olan bir Chopin étude’ü çaldı. Sonra da onu İdil’in aklında kaldığı kadar çalmasını istedi. O küçük elleriyle bol arpejli bu etüdü baştan başa çalınca biz bile şaşkınlıktan dona kalmıştık. Çok heyecanlanan Mme Descaves İdil’e ikinci bir anne olacağını ve onunla bir Amerika turnesi yapacağını söyleyerek derhal kendi sınıfına hususi zinle alacağını bildirdi. Konservatuar on yaşından evvel öğrenci kabul etmediği için program dışı maariften özel bir izin (dispense) alacağını ilave etti.

Bir hafta sonra Mme Descaves konservatuarda kendi öğrenci konserinde “Türkiye’den gelen bir dahi çocuğu size takdim ediyorum” diye İdil’i sahneye çıkardı ve ona birkaç parça çaldırdı. Salon alkıştan çınlıyordu. Halkın bizi sorgu yağmuruna tutmasından adeta bizar olmuştuk. Herkes bir hoca tavsiye ediyor ve kendi fikrinin doğruluğunu ispata çalışıyordu. Mme Descaves’in ilgisi de yalnız kalmadı. Bütün konservatuar hocaları telaşlanmıştı. Onu kendilerine öğrenci yapabilmek için ellerinden gelen her çareye başvuruyorlardı. Kimi sefaretimize aracı göderiyor, kimisi bize başvuruyor, kimisi de (Lazare Levy) İsmet Paşa’ya kadar mektup yazıyordu. O zamanki Paris sefirimiz sayın Numan Manemencioğlu hocaların bu telaşından pek hoşlanıyor: “Aman ne iyi, ne iyi” diyordu. Fakat kanunun tatbikine tek yetkili olan ve tanınmış müzisyenlerimizden oluşan komisyon Nadia Boulanger üzerinde durmuş ve kesin kararı almıştı. O aralık Boulanger Paris’te değildi. Bir iki ay sonra o sıralarda Paris’te bulunan Nevit Kodallı bir gün bizi Boulanger’in evine götürdü. Boulanger yine bir seyahat hazırlığında olduğundan İdil’i ancak şahsen görebildi, piyano çalmaya vakti yoktu ama ona bir çikolata vermeyi ihmal etmedi. Sonradan İdil hakkındaki ilk raporunda: “J’ai été frappée par son intelligence” diyordu. Yaz aylarında Fontainebleau Amerikan konservatuarı müdürlüğünü yapan Boulanger İdil’e ilk dersini orada vermiş ve hemen yedi anahtarı öğrenmesi için bir kağıt üzerine yazdığı bu dersi onun eline tutuşturmuştu. Bir hafta sonra İdil bunları öğrenmiş olarak gidince Boulanger hayretinden ne yapacağını bilememiş ve onu çikolatalarla mükafatlandırmıştı. O zamanki kültü ateşemiz sayın Kutsi Tecer’di. Gerek Madamoiselle Boulanger ile tanışmak bakımından ve gerek münasip bir ev bulmamız için büyük yardımlarını görmüştük. Boulanger ona İdil’den katiyyen ücret kabul etmeyeceğini açıklamış, bu vazifeyi büyük bir sevinçle karşıladığını belirterek İdil’in yetiştiğini görecek kadar kendisine ömür vermesini Allahtan dilediğini söylemiş ve yıllar boyu verdiği derslerden, aynen Mithat Fenmen gibi hiç bir ücret almamıştı.

İdil ilk günler otelde sıkılıyor, bir nevi nostalgie denebilecek durumda hemen her ekşam hava kararırken ağlamaya başlıyordu. Onu gündüzleri gezdiriyor parklarda kukla oyunları seyrettiriyorduk. Fransızca hocası Mme Poulet de onunla haftada iki gün meşgul oluyor, aynı zamanda ders yaptırıyordu. Metrolar çok hoşuna gidiyor, her istasyonun ismini yüksek sesle okumaya çalışıyordu. Bir gün Etoile’den geçerken yine yüksek sesle Etoil’i Türkçe gibi Eto-ile diye okumuş ve bütün vagon halkını güldürmüştü.

İlk günler daha müzik derslerine başlamadan evvel yine Rebia Tevfik Hanımın ısrarıyla onu Marguerite Long’un evine bilvasıta randevu alarak götürmüştük. O gün Jean Doyen’in repetitrisi olan Mlle Lejour da tesadüfen orada idi. İdil yine Bach konçertosunu çalmaya başlayınca Mme Long’la Mlle Lejour birbirlerine bakarak hiç kımıldamadan sonuna kadar dinlediler. O kadar şaşırmışlardı ki Marguerite Long hemen Lejour’a dönerek: “Bu çocuğu Roberto Benzi ile Palais de Chaillot’da çaldırmalı” demişti. Roberto Benzi o zaman 11 yaşında bir çocuk olarak Paris’te konserler idare ediyordu. Sonradan büyük bir şef oldu mu bilmiyorum ama o zaman çocuk olarak çok süksesi vardı. Konserler, sinemalar, dolayısıyla maddi kazançlar birbirini kovalıyordu. Biz onlara Ankara’nın kararını, dolayısıyla da İdil’in umumi konserler veremeyeceğini söyleyince pek şaşırmışlardı. Hatta Marguarite Long içerlemişti. İdil’e (La petite muse) diyordu. Kendi hususi konservatuarına da çağırmış ve onu talebelerine dinletmişti,. Sonradan Boulanger ile pek dost olmadıklarını öğrenince bir daha onunla temastan çekindik.

Üç aylık bir bekleyişten sonra nihayet bir ev bulabilmiştik. Ancak dokuz ay oturabildiğimiz bu evden yine bir ay kaldığımız başka bir eve geçtik ve sonunda Boulanger’nin Amerika’lı öğrencilerinden Weiner isminde bir çiftin geri dönmeleri dolayısıyla oturdukları Champs de Mars’a bakan bir evi bize bırakmaları bu üçüncü evimizde onbir sene oturabilmek imkanını vermişti. Weiner’ler çok dost ve İdil’e hayran insanlardı. Kendi çocukları olmadığı için İdil’i benimsiyorlar ve onu her fırsatta evlerinde misafir ediyorlar beraber olmaktan büyük zevk duyuyorlardı.

Kempff ile Tanışma – Champs-Élysées’de Birlikte Konserlemanbiretanilar4.jpg
lemanbiretanilar4.jpgParis’e gelişimizin ilk günleri Fransız radyosu İdil’den birkaç parça, bu arada Scarlatti sonatları, Bach Fantaisie Chromatique et Fugue v.s. plağa almıştı. Oradaki memur İdil’den bir de büyükannesine bir şey söylemek isteyip istemediğini sorunca onun ufacık sesiyle: “Büyükanneciğim nasılsınız, iyi misiniz?” dedikten sonra: “Burada havalar çok güzel, İstanbul’da belki kar yağıyordur” demesi herkesi güldürmüştü. Bu plaklardan birer numune bize de verdiler.
[Söyleşinin kaydı ve tam metni için tıklayın]

Paris’e gittiğimiz ilk günlerde başkonsolosumuz sayın Nebil Süreyya Akçer İdil ile çok ilgilenmiş ve onu o sıralarda tesadüfen konserler vermek üzere Paris’e gelen Wilhelm Kempff’e tanıtmak için oteline kadar götürmüştü. İdil her zamanki gibi küçük kompozisyonları ve repertuarından bir iki parçayı sıralayınca Kempff ayağa kalkmış ve Nebil Süreyya beyin elini sıkarak: “bu dahi çocuktan dolayı hem sizi hem de Türkiye’yi tebrik ederim” demişti. İdil’e “küçük meslektaşıma hayranlıklarımla” diye ithaf ettiği bir resmini vermiş ve bir gün muhakkak bu çocukla çalmak istediğini söylemişti.

Birkaç sene sonra 1953′de o harikulade gün gelmişti. Champs-Élysées salonu tıklım tıklım dolduğu için kuyrukta bekleyen pek çokları geri dönmek zorunda kalmışlardı. Konser görülmemiş bir coşku ile alkışlandı. Ertesi günkü pazar konseri keza. Çıkan kritikler de olağanüstü güzellikte idi. Nadia Boulanger bu gibi püblik konserlere taraftar olmadığı halde sonuçtan fevkalade memnun kalmıştı. O güne kadar İdil’i hiç görmemiş olan şef Joseph Keilberth bizi tebrik ederken bir çocukla konser vereceği için geçirdiği korkuya gülüyordu.

Konserden sonra sefirimiz samimi bir kokteyl tertipleyerek Kempff ile birlikte Boulanger’yi ve bizi çağırdı. Pek samimi geçen bu kokteylde anlattığımız komik bir olay herkesi son derece eğlendirdi, şöyle ki: Konsere bilet bulamayan Mönsieur Biret -ismi aynen bizimki gibi yazılıyor yalnız sonundaki t harfi okunmuyor- gişedeki memurla münakaşaya girip nüfus cüzdanını göstererek: “Ben ta Chartre’dan yeğenimi dinlemeye Paris’e geldim, bana yer göstermemek olur mu?” demesi üzerine memur her ihtimale karşı büyük bir yetkiliye ayrılan salonun en güzel yerini ona vermek zorunda kalmış. Birkaç gün sonra Chartre gazeteleri bu komik olayı uzun uzun yazıyordu. Monsieur Biret İdil’in Paris’e geldiğini bir gazetede okumuş, kendisi de Chartre’da orkestra şefi ve kompozitör olduğu için haberle ilgilenmiş ve sefarete mektup yazarak adresimizi almıştı. Biz o zaman henüz otelde idik. Adamcağız bizi Opera’ya, daha sonra da evine davet etmişti. Yine konserden az sonra Chartre’daki bir müzisyene nişan verilmesi dolayısıyla tertiplenen yemekli törene bizi de davet etmiş ve nişanı İdil’in eliyle taktırmıştı; aynı zamanda İdil için bestelediği bir parçayı da yine ona çaldırmıştı.

İdil Paris’te İlgi Odağı Oluyor
Lazare Levy’nin Ankara’da İdil’i gördükten sonra Paris’te çok tanınmış büyük bir müzikolog ve tarih yazarı olan Marc Pincherle’e ondan bahsetmesi üzerine Paris’e gittiğimizin ilk senesi tesadüfen orada bulunan müşterek dostlarımızdan Koharik Gazarosyan’la birlikte Pincherle evimize kadar gelmişti. İdil’i gittikçe artan büyük bir hayranlıkla dinlemiş ve derhal onun hakkında uzun bir makale yazmıştı. Traspositionları ve hele kompozitörlerin kendi üsluplarında yaptığı improvisation’lar adamcağızı hayretten hayrete düşürmüş. “Ben hayatımda böyle şey görmedim. taklit ettiği kompozitörlerden -daha orjinal çalıyor” demişti. Yazısının bir yerinde de bunu belirtmek için “plus Franck que Franck” diyordu. Daha sonra Pincherle İdil ile daimi şekilde ilgilenmiş, hiç bir konserini kaçırmamıştı. Bizi evine davet ederek eşiyle de tanıştırmış ve kendisi keman çaldığı için İdil ile beraber bir şeyler çamılştı. Ondan sonra da her zaman görüştük.

Yine o günlerde bir gün Koharik Gazarosyan’la birlikte Salle Pleyel’de Alman piyanist Walter Rummel’in resitaline gitmiştik. Bu vesile ile Gazarosyan Rummel’e İdil’den bahsedince son derece ilgilenmiş ve az sonra eşi ve Koharik ile birlikte bize gelmişlerdi. İdil yine bildiklerinden çaldı, Schubert’in Forelle’sini hem söyleyip hem de akompanye etti. Transpositionlar v.s’den sonra Rummel resitalinde bis olarak çaldığı henüz basılmamış kendi parçasını da çalınca zaten son derce tesir altında kalıp gözleri yaşaran adamcağız bu son parçadan sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Karısı divana uzanmış sessiz sessiz ağlıyordu. Rummel: “Bu çocuk bir dahidir. Onu kimseye göstermeyin, çaldırmayın, en fazla zararlı kıskançlıklardan korkarım” diye bize öğütler veriyordu. Uzun uzun oturup bizden çocuk hakkında tafsalat aldılar. Gazarosyan’da bizim kadar heyecanlıydı. Rahmetli iyi bir dosttu. Onu kaybetmek bizi cidden çok üzdü.

Gazarosyan gibi müşterek dost bulamayan pek çok müzisyen veya müzik sevenler İdil’i dinlemek için eve gelmek istediklerini ya telefonla ya da başka bir vasıta ile haber veriyorlardı. Ama biz: “hocasına soralım da öyle bildiririz” diyorduk. Bu arada meşhur yazar merhum Edmond Rostand’ın eşi adamını göndererek İdil’i görmek istediklerini bildirmişti. Biz bu sefer rastgele bir insan olmadığını bildiğimiz halde Boulanger’den çekindiğimiz için bu isteği de kabul edemedik. “Madamoiselle Boulanger’ye soralım da size haber veririz” diye onu da istemeden atlatmıştık; zira başka türlü davranmamız imkansızdı. Boulanger bu gibi ziyaretlere hiç taraftar değildi. Ama hiç haber vermeden bir dostla beraber gelenlerden tabi biz mesul olamazdık.

Başkonsolosumuz Paris’te bulunan bazı Osmanlı prenslerini bize getiriyordu. Bir gün de Naciye Sultan onlarla birlikte bizi çaya davet etti. Gazarosyan’da oradaydı. Tesadüfen gelmiş bulunan Dürrüşehvar Sultan ve daha başkalarıyla da tanıştık. Prenses Vicdan İdil’i dinledikten sonra kolundaki altın nazar boncuğunu hemen İdil’e takmıştı. Yine o sıralarda Paris’te bulunan Prenses Fahrünnisa Zeyd de İdil ile çok ilgilenmiş, birkaç poz resmini yapmıştı.

Nadia Boulanger’nin ilgisi her gün biraz daha artarak sonuna kadar devam etmişti. Bazı samimi dostları ile görüşürken “Allah bana bu çocuğun vücudunda kız kardeşimin ruhunu gönderdi. Buna inanamıyorum” dermiş. Kuşkusuz laf gelişi söylenen bu gibi sözlerin mantıkla bir ilgisi olmamakla beraber gördüğü istidadın takdirkarı olarak Boulanger’nin ona gösterdiği ilgi sadece sevilen bir öğrenciye gösterilenin kat kat üstünde kalıyordu. Yaş günlerinde, sene başlarında, ona çiçekler, bebekler, elektrikle işleyen minyatür trenler, plaklar, son derece kıymetli kitaplar ve sayısız notalar hediye ederdi. Her yerde ve her zaman onu çok sevdiğinden bahsettiği gibi son zamanlarda da Londra radyosunda en kıymetli ve sevgili talebesi olduğunu söylemişti. Boulanger’nin ve Paris müzik otoritelerinin devamlı ilgisi pek çok kıskançlıklara sebep olmuş müzik öğrenimiyle uğraşanlardan onun ayağını kaydırmak isteyenlerin sayısı günden güne artmaya başlamıştı. Hiç bir kıymeti olmayan bu manasız telaşı mazur görmek icab ediyordu. Boulanger asla hatır ve gönüle bakmadan gördüğünü iyi ve kötü derhal açıklayan bir karaktere sahip olduğu için herkes ondan çekinirdi. Biraz da bu yüzden düşman kazanmıştı. Çok sayılan ve sevilen müzik tarih yazarı ve kritiği olarak tanınmış müzikolog March Pincherle’in Boulanger’ye hürmeti büyüktü. Ancak onunla bazı fikir ayrılıkları vardı. Pincherle göre İdil’in her üç ayda bir konser vermesi doğru olurdu. Boulanger buna katiyyen yanaşmıyordu. Bütün konservatuar hocaları da “püblik konser olmasa bile bu çocuğu hususi olarak bize dinletmeliydi” diye yakınıyorlardı.

Bir gün o sıralarda Paris’te bulunan Wilhelm Backhaus sefaret mensuplarından Davut bey vasıtası ile İdil’i dinlemek istediğini bildirince Sayın Menemencioğlu kendisini ve bizi davet etmişti. İdil ona bir çok şeyler çaldı. Son derece heyecanlanan adamcağız İdil’in bütün parçaları pedalsız çaldığını görünce de büsbütün şaşırmıştı. Hatta kendisinin bile bu şekilde bu efeyi veremeyeceğini söylüyordu. O da karşılık olarak İtalyan konçertosunu çaldı. Umumi konserler içöin fikrini soran sefirimize karşılık Backhaus bu çocukluk devrini yaşatmak için bir tek film çevirmesinin doğru olacağını söylemişti. Seneler sonra Almanya’da seksenbeşinci yıl dönümü kutlamak için yapılan törende İdil’in de çalmasını istemiş, o da bu törene bir Beethoven sonatı ile katılmıştı.

Aynı tarihlerde Kempff Liszt’in torunlarından olan Madame De Prévaux’ya İdil’den bahsettiği için bir gün bizi onun evine götürmüştü. Hiç unutmam İdil boyu yetişmediği için ayağa kalkarak piyanonun pedalına basmış ve kırmıştı. Kahkahalar arasında Kempff: ” Sen bunu Amerika’da yaparsan büyük sükse olur” diye ona takılmıştı.

Cortot ile Çalışma
Yine bir gün Kempff’in ısrarı üzerine Madame De Prevaux École Normale’de bizi Alfred Cortot ile tanıştırdı. İdil, Clavecin Bien Tempéré’den bir hayli zor olan Üçüncü Prelüd’e başlar başlamaz Cortot gözlerini açmış, hele bir de bunu fa diyezden çalmasını isteyip İdil hiç tereddütsüz çalmaya girişince adamcağız elini saçlarına götürmüş ve telaşla ara kapıdan yine École Normale öğretmenlerinden Jules Gentil’i çağırmıştı. Bu sefer ikisi birden ellerini havaya kaldırmış şaşkınlıklarından ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Cortot, Boulanger’nin adını duyunca “en iyi ellerde yetişecek bu dahi çocuk” diyordu. Cortot ile çalışması ancak konservatuarı bitirdikten sonra başlamıştı. O da verdiği derslerden hiç bir karşılık kabul etmiyordu. İdil’e kendi aranjmanı Brahms-Liszt v.s. notaları hediye ediyordu.

İdil’in konservatuar çalışmaları çok iyi gidiyordu. 1952 Haziranda yapılan konkurlarda Solfége Supérieur’den en yüksek notla birinci Médaille’ını aldı. Mademoiselle Dieudonne’nin sınıfından, Déchiffrage’dan keza premi‚re médaille aldı. Bu sınıflarda Prix olmadığı için çıkış imtihanlarında médaille veriliyor. 7 Haziran 1957′de Accompagnement au Piano sınıfını birinci prixlerin birincisi olarak bitirdi. Yine aynı senenin 21 Haziranında piyanodan da diplomasını birinci prixlerin birincisi olarak aldı. Palmares’te ona Prix Reine Laurent ve prix Popelin mükafatlarının verildiği yazılıyordu. Altın para zamanında bir hayli para tutan bu prixlerin o senelerde ancak isminden başka bir avantajı kalmamıştı.

İlk zamanlarda Boulanger’nin tensibiyle çok değerli bir müzisyen olan Madamoiselle Bonnevile onu çalıştırmaya haftada iki üç gün eve gelirdi. Haftada bir konservatuarda hoca olan Mademoiselle Dieudonnè’den solfej, deşifre v.s. dersleri alırdı. Onun repetitrisi Mademoiselle Nicolas da eve gelerek dersleri tekrarlatırdı. Daha sonraları Monsieur Longaud ile latince derslere başlamıştı. Monsieur Lucas’dan da son zamanlarda ancak beş altı ay kadar İngilizce dersleri almıştı. Babası ona her fırsatta hesap ve Türkçe dersleri yaptırırdı.

Gilels İdil’i Dinliyor
Daha konservatuarda öğrenci iken Emil Gilels İdil’i bir gün Boulanger’nin evinde dinlemişti. Büyük tesir altında kalarak onu konser ve resitaller vermek üzere Rusya’ya davet etmişti. Bu ilk Rusya seyahati bizim için büyük sevinç kaynağı oluyordu. Konservatuar bittikten sonra gitmeye karar verildi. Daha evvel Boulanger ona Paris’te Singer Polignac Malikanesinde bir Mozart konseri tertip etmişti. Kendisinin idare ettiği bu konsere o zamanın cumhurbaşkanı Vincent Auriol’u da davet etmiş fakat o başka bir memleketten gelen bir cumhurbaşkanını karşılamak zorunda olduğundan gelemeyeceğini bildirmiş ve çiçekler göndermişti. Seçkin bir davetli topluluğunun bulunduğu bu konser cidden çok güzel geçmiş, sonunda bir de zengin büfe hazırlanmıştı.

1958′de Boulanger, Türk hükümetinin davetlisi olarak İstanbul ve Ankara’da İdil ile konserler vermiş ve memleketimize hayran olmuştu. Kendisine gösterilen misafirperverlik için Paris’e gittiği zaman etrafındakilere bu seyahati “C’était une conte de fée” diye anlatıyordu.

Rusya Turnesi
Rusya’ya gitmek zamanı gelince hangi konçertoyu çalmasını istedikleri sorulmuş, gelen cevap ise: “ne isterse onu çalsın” olmuştu. Bunun üzerina Amerika’dan Adnan Saygun konçertosunu getirtmeye karar vermiştik. Son dakikada yetişen partisyonların gümrükten çıkması hemen hemen imkansız gibi iken Boulanger’in müdahalesiyle yüzlerce paket arasından nihayet elimize geçebilmişti. Fakat Rus orkestraları bu konçertoyu çalmaya bir türlü yanaşmıyorlardı; zira son dakikada hazırlanmak onlara güç geliyordu. Bir ara Odesa’da konseri idare edecek olan şef Alexander Bresitch’e rica ederek bütün dünyaca tanınmış Rus orkestralarının bu eseri çok güzel çalacaklarını, onların şöhretine layık bir sonuç alınacağına emin olduğumuzu söylememiz üzerine partisyonları ele almışlar ama ne yazık ki daha birkaç mözürden sonra tempoların güçlüğünden bahsederek çalmaktan vazgeçmişlerdi. Her yerde aynı şey oluyordu. Çalışmaya da vakit olmadığı için onun yerine birinci Brahms konçertosu çalınıyordu.

Her gittiğimiz yerde orkestralar İdil’in pek çok resmini çekip imzalatıyorlardı. Gösterdikleri sempati sonsuzdu. Moskova’da duvarlarına çaprazlama Türk ve Rus bayrakları asılmış büyük Çaykovski salonunda olduğu gibi Konservatuar Çaykovski salonundaki resitallerde dinleyiciler arasında pek çok kadının hatta üniformali bir albayın ağladığını görmek bizi çok duygulandırmıştı. Sonunda o derece büyük alkışlar oluyordu ki İdil her seferinde beş altı bazen de daha fazla bis vermeye mecbur oluyordu. O surada konserde hazır bulunan Moskova sefirimiz sayın Fahri Korutürk tesiri altında kaldığı bu ovation’a karşılık sahneye gelip teşekküre mecbur olmuştu. Konserin sonunda halkın merdivenlere dizilip İdil’den imza alması, arabaya bindikten sonra da etrafının sarılması, hele elindeki programı kaybetmiş bir genç kızın üzüntüsünü gören nazik sefiremiz Emel Korutürk’ün kendi programını kıza vermesi ve daha sonra arabanın yürümesine mani olan kalabalığı dağıtmak için polisin müdahaleye mecbur olması unutulur hatıralardan değildi. Konserin sonunda da Rusların Ermeni asıllı büyük kompozitörü Khaçaturian sefirimizi ve bizi tebrike gelmişti. Aynı zamanda isimlerini hatırlayamadığım konservatuar hocaları ve başka jkompozitörler de bizimle konuşmaya geldiler. Bu arada Çaykovski konkurlarını idare eden tanınmış şef Kyril Kondraşin İdil ile ertesi sene Lonra’da verecekleri konseri görüşmeye gelmişti. Ne yazık ki bu konser gerçekleşemedi. İdil Paris’te Champs-Élysées salonunda Société des Concerts du Conservatoire (şimdiki Orchestre de Paris) ile imzaladığı dört senelik kontratın son konserini verdikten sonra hastalanmış, eve gelen doktorun kızamık teşhisi koyması üzerine ertesi gün İngiltere’ye hareket imkansızlığı belirmiş ve oradaki konserler de haliyle suya düşmüştü. Bu büyük aksiliğe cidden çok üzülmüştük. Biletler alınmış, valizler hazırlanmıştı.

İdil Rusya’daki bu ilk turnesinde Moskova, Leningrad, Odesa, Kiev, Stalingrad, Harkof, Rostof, Kişinof, Krakau va daha ismini unuttuğum bir çok şehirlerde konser ve resitaller vermiş, başka şehirlerden orada da çalması için yapılan müracatlar üzerine sayısız konserler ilave edilmişti. Lwow’da konservatuar öğrencileri konserden sonra onu otele kadar teşyi etmişler ve ertesi gün hocalarının ricası üzerine en istidatlılarını ona dinletmişlerdi. İdil’in de bir iki parça çalması onları ne kadar sevindirmişti hala unutamam. Her yerde ona bir şeyler vermek istiyorlardı, ama az veya çok… O sırada elinde bir nota, bir plak, bir şeker, bir çiçek ne varsa onu… Birkaçı da hemen o sırada ya da daha evvel İdil için yazdığı şiirleri getiriyordu. Moskova Konservatuarında Çaykovski salonunda çaldığı gün yanımdaki kadının nemlenmiş gözlerle bana dönüp mühim bir tavırla: “Biliyor musunuz bu salonda herkese çaldırmazlar” demesini her zaman hatırlarım. Bu ilk turneyi takip eden senelerde programda yine aynı yerler vardı. Minsk ve Ukraina’da isimlerini unuttuğum sahil şehirleri ve üçüncü gidişimizde de Kafkas dağlarının üzerinden aşıp Tiflis’e (Tbilisi) Bakü ve Erivan’a gelmiştik. Bakü’de Niyazi Tagizade ile konserler ve ayrıca resitaller… İdil etraftan büyük ilgi görüyordu. Tbilisi deyince gözümün önünde garip bir olay canlanır. Bir gün lokantada yemek yerken karşı masalarda bir patırtı koptu, bıçaklar çekildi. Bizim telaşla ne olduğunu garsona sormamız üzerine o gülerek: “Ne olacak, hesap kavgası.”dedi. Bir tanesi: “ben varken sen nasıl hesap ödersin” diye kızıp ötekine bıçak çekiyormuş meğerse. Şaşırıp kalmıştık.

Rusya’daki tercümanımız ilk sene Vladimir Şmarof isminde bir gençti. Daha evvel oraya gelen Cevat Memduh Bey ona Vladimir’e uygun düşen Velidemir ismini vermiş. Biz de bunu duyunca çocuğu Velidemir diye çağırmaya başlamıştık. Bu isim onun pek hoşuna gidiyordu. İlk iki sene tercümanlığı o yapmıştı. Üçüncü sene Ludmilla isminde bir genç kız. Dördüncü sene de yine Anna isminde bir genç kız. Ondan sonraki seneler İdil yalnız gitmeye başladığı için kimlerin refakat ettiğini bilmiyorum.

İlk Rusya turnesi 32 gün sürmüştü. İlave konserlerle iki ayı geçtiğini tahmin ediyorum. Stalingrad konseri 21 Kasım gününe (İdil’in doğum günü) düştüğü için Velidemir ona konserin başında da çok güzel bir buket verdi. Bu şehirde bir katında Rusların, bir katında Almanların harbettiği evi de gördük. Şeflerin isimleri hatırımda kalmamış. Birisi Isaac Payn, birisi, Şmarof. Velidemir’in soyadının eşi olduğu için onu unutmadım. Kişinov’da bir orkestra üyesi bizi arabasıyla gezdirdi. Bir genç hanım da otelden çıkıp onun evinde kalmamızı ısrarla istiyordu. Konserler delicesine alkışlanıyordu. Halk sokaklarda İdil’i bekliyor ve imza alıyordu. Yemek yediğimiz lokantada bize hizmet eden garson Vasili İdil’e Tolstoy’un bir kitabını hediye etti. İdil’in de ona Paris’ten ne istediğini sorması üzerine biraz nazlanmış sonra da Goethe demişti. İdil dönüşünün ilk haftasında bu kitabı göndermişti, tabi Fransızca olarak.

Azerbaycanlıların Türkçesi bir hayli değişik olduğu için ilk gittiğimiz gün otelin asansör garsonu bize “kaçıncı mertebeye gideceksiniz” diye sorunca birden ne demek işstediğini anlamamıştık. Orada mertebe kat manasına geliyormuş meğerse. Yeni yapılmış apartmanlara da (taze dikili yaşam evi) diyorlardı. Buna göre daha pek çok değişik tabir vardı. Bütün Rusya’da gittiğimiz her şehirde lokantalarda bize ayırılan masada daima bir küçük Türk bayrağı bulunuyordu. Bu İdil’in pek hoşuna gidiyor, hemen etrafta aranmaya ihtiyaç kalmadan doğruca gidip masamıza oturuyorduk. Dördüncü sene Erivan’a gitmiştik. Orada eski Ermeni vatandaşlar etrafımızı sarmıştı. Şu anda ismini hatırlayamadığım çok tanınmış bir Rus şef ile konserleri her yerdeki gibi son strapontene kadar dolmuştu. Otel lokantalarında eski Ermeni vatandaşlar yemeklerde bize iltimas yapıyorlardı. Meşhur Erivan konyağından ikram ettiler. Eçmiyazin ismindeki kiliseyi gezdirdiler. Oradaki kompozitörler başta Babacanyan olmak üzere hemen hepsi İdil’e eserlerini veriyorlardı. Markaryan isminde yaşlı bir müzik meraklısı İdil’in resmini bulamayınca gazeteden kesilmiş resmini imzalatmak için otele kadar gelmişti. Oradan gittiğimiz adını unuttuğum bir şehre olduğu gibi Paris’e kadar İdil’e teşekkür ve iyi dilekler dolu mektup uzunluğunda telgraflar çekmişti. Konseri idare eden şef Dvorjanas bize verdiği yemekte İdil’in senede yüz konser verip vermediğini sorunca pek şaşırmıştık. O zamana kadar ancak yeni yeni konser vermeye başladığını söyleyince bu sefer de o şaşırmıştı. Kendi kızı da piyanistti. Orada tesadüfen Çekiçyan isminde İstanbul’dan gelme bir müzisyenle tanıştık. O da “Sizinle benden başka burada Türk pasaportu taşıyan yok” diyordu. Kendisinin idare ettiği bir koroyu bize dinletmişti. Solistleri meşhur Kohar Kasparyan’ı da bu vesile ile dinlemiştik.

Harriet Cohen – Dinu Lipatti Altın Madalyası
İdil Konservatuar bitmeden evvel ve bittikten sonra sık sık Union Interallié’de resitaller veriyordu. Paris sefaretimizde de her fırsatta çalıyordu. 1948 Şubatında İdil’in İngiltere’deki ilk resitali Londra sefirimiz sayın Nuri Birgi’nin daveti üzerine sefaret salonlarında olmuştu. Fevkalade başarılı geçen bu suarede hazır bulunan tanınmış İngiliz piyanisti Harriat Cohen İdil ile çok ilgilenmiş ve elindeki bir tümörden dolayı artık piyano çalamayan bu büyük artist senenin en başarılı genç piyanistine verilen Harriet Cohen-Dinu Lipatti altın madalyasını ona verdirmişti. Aynı zamanda davette hazır bulunan tanınmış emprezaryo Ian Hunter İdil’e konserler tertiplemeye başlamıştı.

( Not: Aralık 1988′de vefat eden Leman Biret’in anıları burada kesiliyor.)

Bu bölüm Şefik Kahramankaptan’ın prodüktörlüğünü yaptığı İsmet İnönü Vakfı yayınlarından çıkan CD’nin kapağından alınmıştır.

 

İmge Dedim Adına - Adnan Yücel

 

Son çocukluk da bitmişti ömrümde
Düşlerim belki kış ölüsü belki yaz
Kırlara bahar yetmese de içimde
Yüreğim nar çatlamasıydı sana kadar
Dilimde sözcüklerin çelik direnci
Sesimde ölüm rengine inat aşklar

Mavilikler yasaklandı gökyüzünde
Özgürlüğü kuş kanatlarında bekledim
Doğduğum gün adına "imge" dedim

Sevdim bütün insanları insan yanlarını
Sen de seveceksin
Dallarına su yürümüş ağaçlara güleceksin
Kar yağsa da yaktığın ateşler üstüne
Ateşi yüreğinle körükleyeceksin
Kuş sesleri de ertelenebilir güne karşı
Çiy de düşebilir anıların üstüne
En güzel ezgileri nehir ağzı denizlerde
Hep kendi sesinle türküleyeceksin
Hüzün ağaçlarının sevinç açtığını
Adının sonsuz anlamında göreceksin

Sevdim soluğunu rüzgar kılan insanları
Soluğumu soluklarına kattım
Bir damla uğruna gökyüzünü omuzladım
Bir çocuk ölümleri ağlattı beni
Bir de türkülerde kalabalık ihanetler
Gülüp geçtim yalan iktidarlar görkemine
Aşk adına sesimi sürdüm namlulara
En büyük eylemleri söz eyledim
Doğduğun gün adına "imge" dedim

Sen elbette sen olacaksın biliyorum
Sesinde yirmibirinci yüzyılı dinliyorum

 

Sami Selçuk "Hukukun kimliği evrenseldir. Ülkelere göre değişmez."

Ben ülkemi doğrularıyla yanlışlarıyla, sevaplarıyla günahlarıyla birlikte seven
biriyim. Gerçekçiyim.

Sorunlara işte bu bilinçle yaklaşacak, sizleri de düşünmeye çağıracağım.

Şimdi bu tarihsel günde, Türk olarak, hukukçu olarak, yurttaş olarak,Atatürk'ün resmi altında, sizlerin önünde temel soruları birlikte soralım ve bilimin ışığında yanıtlayalım: Atatürkçülük ve onun uzun vadedeki amacı neydi? Çağcıl demokrasi nedir? Türkiye hangi noktadadır?

"Çağcıl" (moderne) derken, en ileri uygar değerleri yakalamış olanları;
"çağdaş" (contemporain) derken, aynı zaman diliminde yaşayanları amaçlıyorum.

ATATÜRKÇÜLÜK

Tarih yapan her eylem adamının başına gelenler, Atatürk'ün de başına gelmiştir. Bu bir sınavdır. Atatürk ve Atatürkçülük, bilinçli yurttaşlar sayesinde bu çetin sınavı aşacaktır, aşmalıdır. İnancım budur.

 Kimileri ona tasarlayarak (taammüden) sövüyorlar. Bu bir haçlı seferidir.

 Bu konuda diyeceklerim kısa ve kesindir.

Bu saygısızlığı bırakınız. Atatürk kadar, kısa yaşamını halkına harcayan, yoğun yeğin hizmet eden önderler pek azdır. Türk halkının, geri kalmış ülkeler halklarının kurtuluşunda, çağcıllaşmasında en büyük pay onundur. Ben burada konuşuyor, sizler orada başınız dik dinliyorsanız, inananlar camiye, kiliseye, havraya gidiyor, esnaf alışverişini yapıyor, çiftçi toprağını sürüyorsa, bütün bunları ona ve arkadaşlarına borçluyuz. Bu yüzden "Atatürk" kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir "değer" olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruyor. Burada korunan Atatürk'ün resmi, büstü, anıtı değil; insana ilişkin bir değer olan toplumsal ortak duygudur: Atatürk'e bağlılık, sevgi, saygı ve minnet.

Toplum barışı için bu ulusal değerde artık hepimiz birleşelim.

Atatürkçülük karşıtlarının en tehlikelileri, kanımca, donanım yetmezliğinin yüzeyselliğinde yaşayan "gizli antikemalistler"dir. Tuzağa düşmemek için, tarih ve Atatürkçülük bilincimizi bilimin sınamalarından geçirerek onları iyi tanımak
durumundayız.

Bunların bir kesimi, sondaj, arşiv cımbızıyla Atatürk'ün konjonktürel bir sözünü alarak kendi ideolojileri yararına kötüye kullanmayı huy edinmişlerdir. Sözgelimi, Türkiye Büyük Millet Meclisini açarken "padişah ve halifeyi kurtarmak"tan söz eden Atatürk'ü padişahçı/halifeci; cumhuriyet ve laiklik karşıtı ilan ederler.

Bir bölümü de, onu boyutsuz biçimciliğe, giysi, imaj çağdaşlığına, yapay, sahte ve kozmetik batılılaşmaya; farklılaşmaya geçit vermeyen, tekçi, monolitik, totaliter resmî bir Türk kimliğine kilitlerler. Bu yerel "şarkiyatçılar" (terim Edward W. Said'indir), Atatürkçülüğü, Doğunun Batıda alaya alınan imajından kurtulmak için yapılan, geçmişten kopuk biçimsel değişikliklere indirgerler(9).

Gizli antikemalistlerin bir bölümü, Atatürkçülüğü, katı bir ideolojiye dönüştürerek, süre ve içerik açılarından onu güdükleştirip dondurmuşlardır.

Süre/zamandilimi açısından Atatürkçülük, artık var olmayan, yinelenemeyen 1930'ların "asr-ı saadet"ine hapsedilmiştir. Bunlar, 1930'ları 1980'lerle, 1990'larla örtüştürmek gibi, geçmişi şimdiki zamana taşımanın anakronik ironisini yaşar, her sabah yenilenip yeniden kurulan bir dünyada, bugün bile paradoksal biçimde di'li geçmiş zamanda konuşurlar. Eleştirel akılcılıkla Atatürkçülüğü irdeleyenleri yurda ihanetle suçlarlar. Bir akımı/görüşü besleyen biricik damarın eleştiri olduğunu, eleştiri olmazsa o akımın büzülüp içine kapanacağını, melankolikleşeceğini, tek boyutlu bir yapıya dönüşeceğini, Newton'ın "atalet yasası" uyarınca tükeneceğini bilmezlikten gelirler.

İçerik açısından bu gizli "antikemalistler", efsaneleşmiş, sıradışı bir kahramana duyulan Platoncu hayranlıkla yetinirler, beyin çilesi çekip bir türlü "öze" inemezler. Bu yüzden de, bilim yerine her Allah'ın günü, ozansı, slogancı, sığ sözcüklerle tıka basa kof hamaset dolu yalınkat söylevleri yineler, Atatürk'ü metalaştırırlar. Umberto Eco'nun dediği gibi, bu an büyük bir yangını söndüren çok büyük bir kahramana itfaiyeci ünvanının verildiği andır. O anda, bir yandan bilimsel deyişle toplumda yaratılan bıkkınlık/bezginlik karmaşasıyla (Aristeides kompleksi) Atatürk sevimsizleştirilirken, öte yandan onun "en büyük yapıtım" dediği Meclisinin yanı sıra, partisi, mirasını bıraktığı çocukları Türk Tarih ve Dil Kurumları, hukuka kökten aykırı yasalarla bir çırpıda kapatılır; okutulması zorunlu din dersleriyle laiklik ilkesi çökertilir. Böylece Atatürkçülük diye Atatürkçülük diye Atatürkçülük vurgun yemiştir. Bunları hep birlikte yaşadık ve kahrolduk.

Bütün bunlar, ideoloji yaftasının ayartıcı ve ölümcül çekiciliğinde, kendilerinden menkul ideolojik biatın Atatürkçülüğe çıkardığı talihsiz faturalardır.

Gizli antikemalistlerin ortak yöntem yanılgısı, Atatürkçülükten Atatürkseverliğe ulaşacak yerde tersini yapmış olmalarıdır. Atatürk'ü âdeta severken boğmuşlardır. Hem de "Beni görmek (sevmek) demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi, duygularımı anlıyorsanız, hissediyorsanız bu yeterlidir"(10) diyen Atatürk'ü.

Kuşkusuz Atatürkçülük bunlardan hiçbirisi değildir.

1920'lerde "Anadolu yaylasındaki ışık"ı(11), bir eylem adamı yakmıştır. Eylem adamlarının, öncelikle Atatürk'ün en iyi tanımı kanımca şudur: "İnsan (Atatürk) yaptığıdır"(12).

Elbette Atatürk, sondaj-arşiv yöntemiyle değil, olsa olsa yaptıkları ve değişmez amacı gözetilerek tanımlanabilir.

İlkin o, halkına inanır. Pragmacıdır. Kendi diliyle "ulusunun vicdanında ve geleceğinde sezinlediği gelişme yeteneğini, ulusal bir sır gibi vicdanında taşıyarak" ve "uygulamayı evrelere ayırıp adım adım yürüyerek"(13) devrimini ustaca gerçekleştirmiştir. Bu pragmacılıktır.

Okur yazarı yok denecek oranda az, feodaliteden kurtulamamış, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış, sınıf katmanları oluşmamış, kültürel değerleri farklı bir halkı, yüzyılları yıllara sığdırarak ve devrim yoluyla yoğunlaşma momentini yakalayarak demokrasiye hazırlama, akılcı/demokrat insanı yaratma kavgasına girişmiştir. "Devrimler gülsuyuyla yapılmaz" (Disraeli). Bu yüzden o, otoriterdir. Ama asla totaliter değildir. Olmamıştır da. Hem de yaşadığı dönemin modasına karşın. Tek biçimli Sovyet insanını (homo sovieticus) ya da faşist insanı yaratmak için, insanların nasıl ve ne düşüneceklerini, nasıl duygulanacaklarını toplum mühendisliğine özenerek belirlemeye çalışan totaliter ideolojilerle kuşatıldığı bir çağda, Meclisi kapatma çağrılarını, padişahlık, ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini reddetmiş, ünlü sofrasında sabahlara dek tartışarak politikalar oluşturmuş bir önderdir, Atatürk. Faşizmi getirme önerisine "zorbalık" diye karşı çıkmıştır(14). Atatürk'ün ağzından bilimle çakışan gerekçeleri şöyledir: "Öğreti istemem, donar kalırız"(15). "Biz de uygulanamaz düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlayarak, kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddî ve manevi olarak çağcıllaşması yolunda eylemi söz ve kuramlara üstün tuttuk". "Ben manevi miras olarak kalıplaşmış hiçbir düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini
ileri sürmek, aklın ve bilimin gelişmesini inkâr etmek olur. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde aklın ve bilimin rehberliğini benimserlerse benim manevi mirasçım olurlar".

Atatürkçülüğün şifresi işte bu sözlerdedir.

Demek, Atatürk ideolog ve ideokrat, Atatürkçülük ideoloji ve ideokrasi değildir. Bilimin yaşama uygulanmasıdır. Yöntemi bilimsellik, amacı demokrasidir. İdeolojiler, Atatürkçülüğün amacı olan demokrasiye ters düşerler. Zira ampirik olarak yanlış, etik olarak haksız bir dayatmacılığı içeren "ideolojiler, fanatik özleri nedeniyle demokrasiyle bağdaşamazlar(16).

Hiçbir görüş/akım, Jüpiter'in kafasından ansızın doğan Minerva gibi, sıfır malzemeyle yaratılamaz. Sokrates Descartes'ı, Descartes Voltaire'i, Hugo'yu, Picasso'yu yaratmıştır. Atatürk de geçmişin ortak kültür belleğini ulusal potada katalizör olarak eritmiştir. Buna göre içli türkülerimizin titreşimleri çok sesli ezgilerle seslendirilecek, Yunus bizim kalacak, Goethe ve Baudelaire'in tadına varılacaktır. Ne köksüzleşme, ne Batıya özenme, ne de görüntüde çağdaş biçimsellik. Yalnızca özümsenmiş çağcıllık. Çünkü "özümsemek koşuluyla başkalarından beslenmek kadar özgün hiçbir şey yoktur. Aslanı aslan yapan özümsediği koyun etidir." (Paul Valéry). Atatürk'ün deyişiyle "haraset-i fikriye" sayesinde özgün Türk kimliği yeryüzündeki vazgeçilmez yerini alacaktır.

İnsanlar geçmişten ders alırlar. Ama geçmişte değil, yalnızca şimdiki zamanda yaşarlar.

1930'lara dönülemez. Dönülürse şimdiki zaman da avucumuzdan kayar gider; yarının rüzgârları hiç esmez olur. 1930'lardan ders alarak, ama 1930'ların bekçiliğine özenmeden geleceğe bilimin ışığında gelecekler üretilirse, işte o zaman Atatürk'ün mirasçısı, Atatürkçü olunur. Bunu iyi bilelim.
 
Şu an, zihinsel patinajdan kurtulmanın; 1930'ları yineleyip ifşa etmenin değil, yarınları gözeterek ve günümüzü iyi okuyarak Atatürkçülüğü sürgit inşa etmenin zamanıdır.

1930'lar, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, tartışmacı demokrasinin fizyolojik işlerliğinin, "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" demokrat insanı yetiştirmenin önhazırlık, fidanlık dönemidir. Marliott'un, Atatürk için bir "diktatör değil, bir ulus edükatörü (eğitici)" demesinin nedeni budur(17).

Özetle Atatürk, demokrasiye iki talihsiz denemeyle geçmek istemiş, başaramayarak ertelemiş; "...demokrasinin bütün gerekleri sırası geldikçe uygulamaya konulmalıdır." diyerek bunu gelecek kuşaklara, bizlere bırakmıştır(18).  

Görülüyor ki, biz Mustafa Kemaller, 6 Eylül 1999'daki çağcıl bilimin en son verilerine ve değerlerine yaslanan demokrasiyi ne denli iyi algılar, amacımızı buna göre belirler ve optimal demokrasiyi gerçekleştirirsek o denli Atatürk'ün mirasçısı, Atatürkçü olabiliriz(19).

Unutmayalım. Bir toplum, şanlı bir tarihle, kurtuluş savaşıyla, devrimlerle, bunlarda en büyük payı bulunan eşsiz bir önderle, sarsıntısız geçilen bir demokrasi denemesiyle her gün övünüp duramaz. Övünmekle yetinmek, "bir örnekliğin/donmanın tehdidi" (François Jacop) altında yaşamak demektir. Buna hakkımız yoktur. Geleceğe bakalım. İkibinli yıllara evrilirken, demokrasinin biçimsel bir dekora dönüşmemesi için onu iyi algılayıp tanımlamak zorundayız.
 
Öyleyse ikinci temel soruyu soralım ve yanıtlayalım: Nedir çağcıl demokrasi?

ÇAĞCIL DEMOKRASİ

Çağcıl demokrasi, özgür, özerk, eşit bireylerden oluşan, bilgilendirilmiş özgür halkın, hukukun egemenliği altında, sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa ve katılımcılığa yaslanan normlarına göre, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetilmesidir.

Özgürlük

Bu tanımdan da anlaşılıyor ki, demokrasinin ilk öğesi ve ortak değeri
özgürlüktür.

Demokrasinin özü, özgürlükte yoğunlaşır, iktidarın yürütülmesinde değil(20).

Özgürlükçülük bir kez benimsenmeye görsün, gerisi gelecektir. Haklar ve özgürlükler, toplumla birlikte ortaya çıkarlar(21). Toplum demokratikse zaten bunları içselleştirmiştir.

Özetle, demokrasinin odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış, baskılardan arınmış, özgür/özerk birey vardır. Her şey bu odağa göre konumlanır. Kurumların, örgütlerin, yöntemlerin, tekniklerin bütünü olan demokrasi, özerklik anlamında bir değer olarak algılanan özgürlük üzerine oturtulmuştur(22).

Bireyin özgürlüğü ilkin beynin özgürlüğünü sağlamakla başlar. Bunun için de devletin görüşler, inançlar karşısında yansız olması gerekir. Görüşler karşısında yansız devlet düşünce özgürlüğünü, inançlar karşısında yansız devlet laikliği güvence altına almış olur. Devlet okullarında bireye bilimin verileri, ideolojik süzgeçlerden geçirilmeden, yansız, nesnel (objektif) olarak sunulur, algılama kapıları açık tutulur.
Birey onları, koşullanmamış, özgür beyniyle kendisi değerlendirecek, seçimini kendisi yapacaktır. Birey insandır; öğrenir. Okullarda bu nedenle öğrenim (instruction) vardır, eğitim (éducation) değil. Demokrasi, düşünceler, inançlar cumhuriyetidir. Düşünceler üzerinde yalnızca kaba baskıyı değil, beyin yıkama biçimindeki dolanlı baskıyı da reddeder. İdeoloji aşılayan, kuşkucu ve sorgulayıcı (agnostik) temele dayanmayan öğrenim demokratik değildir(23). Demokratik toplumun beyni yıkanmış misyoner ve organik aydınlara, devlet makamlarını doldurmaya özgülenmiş uslu yurttaşlara değil, toplumun gelişmesi için Sokratesçe sorgulama ve eleştirel akılcılık alışkanlığını kazanmış bireylere gereksinmesi vardır. Okulların işlevleri böyle yurttaşlar yetiştirmektir. Çünkü toplumun yararı için bireyin devlet gibi düşünmeme, "kurulu düzeni sorgulama, eleştirme, kınama, hatta mahkûm etme özgürlüğü" vardır (Laski). Esasen, demokrasi, bireysel özgürlükle düzen kavgasına dayanır ve bu, dünün, şimdinin, yarının kavgasıdır(24).

İnsanı insan yapan en soylu organ beyin, beynin en kutsal ürünü düşünce, inançtır. Buna herkesin ve devletin saygı duyması zorunludur.
 
Bu saygı, bireyin özgürce oluşturduğu düşünceyi, inancı dış dünyaya yansıtma aşamasında ortaya çıkar. "Düşün, ama içinden düşün" demek, "hiç düşünme" demektir. Birey hem düşünecek, hem de her türlü araçla onu sergileyecektir. Yasaklarla, kozmik cezalarla sergilenmeleri önlenen düşünce, inanç, bir bilinç küresine hapsedilir, ağızlar kapatılır, kalemler kırılırsa, "kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemez" (Alfonso Reyes). Böyle bir toplum henüz avcılık çağındadır, ilkeldir. Avladığı değer ise düşüncedir, inançtır, insan beynidir, son çözümlemede insanın, toplumun ta kendisidir.

Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle.  

Düşüncelerin, inançların açıklanmasını yasaklama girişimleri dün olanaksızdı, bugün daha da olanaksızdır. Çünkü "insan yok edilebilir, ama teslim alınamaz" (Hemingway). "Düşünceler kurşuna dizilemez" (Napoléon). Dünün dünyasını ele alalım. Sokrates'in eylemi Atina yasalarına göre suçtu. Sokrates herkese açıklık,doğrudanlık, yüzyüzelik, sözlülük ilkelerinin uygulandığı öylesine başarılı bir yargılama sonucunda hüküm giydi ki, uygarlığın bu yargılamayla başladığı ileri sürülmüştür (M.C.Anday). Ancak düşüncenin cezalandırılamazlığı unutulmuştu. Bu yüzden Sokrates'i yargılayan 502 yargıçtan hiç birinin adını bilmiyoruz. Ama 2398 yıldan beri "hükümlü Sokrates konuşuyor" (F. Erem), Atina adaleti ise lanetleniyor.

Ne ki, insanlık bunlardan hiç ders almamış görünüyor.

Düşünce yasakları her zaman toplum zararınadır. Yasaklanan düşüncenin bütünü ya da bir kesimi doğruysa "doğru"dan, yanlış ise doğrunun daha belirgin biçimde ortaya çıkmasından yoksun kalan bir toplum yoksullaşacak, yeni tezlere ulaşamayacak, olduğu yerde duracaktır.

Düşüncelerin açıklanmasını yasaklamak, yalnızca düşünceyi üreten insanın değil, başkalarının dinleme ve değerlendirme özgürlüklerine de saldırıdır. Çünkü ötekilerin düşünceyi dinleme, değerlendirme özgürlükleri, berikilerin düşünceyi açıklama özgürlüklerinin bulunmasına bağlıdır.

Sınırsız özgürlük şeytanlar içindir. İnsanın şeytanlaşmasına elbette göz yumulamaz. Beynin her ürünü söze dönüşüp dışarıya yansıtılamaz. Sövgüler , iftiralar böyledir, düşünce sayılmazlar ve her düzende cezalandırılırlar. Ayrıca hukuk, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları, zorla düşünce dayatmalarını da suç sayar. Ancak bunların dışında kalan şeyler, toplumu sarsan, yüreğinden yaralayan görüşler bile, düşünceyi açıklama özgürlüğünün sınırları içinde kalır, suç sayılmazlar(25). Tersi anlayış çoğu zaman düşünce suçudur(26). Esasen "sakıncalı olmayan bir düşünce çoğu zaman düşünce olarak anılmaya değmez" (O. Wilde). Bugünün gelişmelerini, skandal yaratan, sakıncalı düşünceler sergileyen insanlara borçluyuz.

Ceza hukuku, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları cezalandırırken çok duyarlı olmak, "suçların yasallığı ilkesi"ni çiğnememeye özen göstermek zorundadır. Bu ilke birey özgürlüğünün güvencesi, ceza hukukunun temelidir. Bu yüzden insan hakları bildirilerine, anayasalara (md. 38) girmiştir. Bu ilkenin somut izdüşümlerinden biri de, ceza hükümlerinin açık, belirgin, kesin olmaları, örtülü, gri, belirsiz, mat, değerlendirici ve görece olmamalarıdır. Bu tür sözcüklere yer verilmemelidir. Bu bir alt ilkedir. Bu alt ilkeye uyulmazsa, hem suçların yasallığı ilkesi ve hem de düşünce özgürlüğü sinsice, kurnazca, dolanlı yolla çiğnenmiş olur. Böyle bir hukuk, kendi örgülü saçlarına tutunarak bataklıktan çıktığını söyleyen Baron Von Munchhausen'ın mantığıyla işleyen bir hukuktur.

Özgürlükleri kötüye kullanacakları ya da demokratik sistemi yıkacakları bahanesiyle de düşünceyi açıklama özgürlüğü sınırlanamaz, yasaklanamaz.

 Bunun üç temel nedeni vardır.

 Birinci neden, düşüncenin özyapısıyla ilgilidir. Her düşünce karşıtıyla vardır ve gücünü karşıtına borçludur. Marksizm liberalizmin, liberalizm Marksizmin yanlışlarını ortaya koyarak ve yeni sentezler yaratarak düşünceleri güçlendirmişlerdir.
 
 İkinci neden, demokrasinin özyapısıyla ilgilidir. Demokratik toplum, tek gerçek savını ve kültürel tekelciliği reddeder. Her zaman açık uçludur. Özgürlükçüdür. Bu yüzden de hoşgörüsüz yıkıcı akımlara, görüşlere bile hoşgörülü olacak kadar cömert olmak zorundadır. Bu temel ilkeden vazgeçerse demokratik olmayan bir yöntemi seçmiş ve tuzağa düşmüş olur. Kendi varlığını özsavunma gerekçesi de olsa, bu tutarsızlıktır. Demokratik rejimin kavgası, sürgit bu tuzağa düşmenin ve bu tuzaktan kurtulmanın kavgasıdır. Demokrasi militan olmamalıdır. Demokrasinin amacı, demokratik olmayan rejimleri çökertmek değil, onları özgürleştirmektir(27). Özgürleştireceğim bahanesiyle özgürlük çiğnenemez. Çiğnenirse kısır döngü kırılamaz
ve bunalım daha da derinleşir. Demokrasinin bir özelliği bünyesinde her an bir risk taşımasıdır. Riski göze alamayan rejimlerin adı diktatörlüktür(28).

Demokrasinin biricik sigortası yine ve ille de demokrasidir.

 Üçüncü neden, demokrasinin uçları evcilleştirici, demokratik bağışıklığın sağlamlaştırıcı dehasıyla ilgilidir. Deneyimler göstermiştir ki, aşırı görüşleri, inançları etkisiz kılmanın en iyi çaresi, özgür bırakıp onlarla ilgilenmemektir. Bu tutum, aşırı görüşleri, inançları önce parçalayacak, çoğullaştıracak, ılımlı kılıp evcilleştirecektir(29). Özgürlükçü demokratik toplumlar toplama kampı tohumları dahil, totalitarizmin bütün tohumlarını, içlerinde taşırlar ve hoşgörerek parçalayıp onların serpilmelerini ve bütünleşmelerini önlerler. Dikkat ediniz. Bütün totaliter rejimler bunu iyi bildikleri için, her zaman gelişme ortamını sağlayan çoğulculuğun amansız düşmanı olmuşlardır(30). Eğer uç akımlar yasaklanırsa, demokrasi bu işlevinden, sistemi ayakta ve sağlam tutan demokratik bağışıklıktan yoksun ve ilk fırsatta yıkılma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktır. Tutuklanma Hitler'i yaratmıştır. Sürgün Lenin'i yaratmıştır. Sürgün edilmeseydi, büyük olasılıkla Lenin, ömrünü bir parti başkanı olarak Duma'da noktalayacaktı.

 Her yasak, yasaklanana güç kazandırmış, aykırılığı mayalandırmıştır. Çünkü yasaklanan her görüş, her inanç merakı kışkırtır. Yasaklanan görüş, inanç çapından çok salgılar. Roma katakomblarına sürülen Hıristiyanlık, ilkin bükülmüş bir dal, daha sonra tepen bir daldır. Yasak kapakları kalktığında sel her yeri kaplar. Artık ortada "tartışan insanlar değil, çarpışan ordular vardır." (B. Russell).
 
 Yasak, önceleri görece bir dinginlik sağlar. Ancak geçicidir, aldatıcıdır. Çünkü baskıyla sağlanan barış, aslında için için süren bir savaştır. Yasaklanan görüşlerin gaddarlık patlamasıyla öç almalarının(31) nedeni, baskı rejimlerinin sistemin bağışıklığını sağlamaktan yoksun kalmalarıdır.
 
 Küçük Hitler'lere mikrofon vermeyerek onları silemeyiz. Hoşlanmasak bile Ku Klux Klanların felsefelerini yayma ve sokakta yürüyüş hakları vardır(32). Unutmayalım ki, en tehlikeli düşünceler bile insanlığın çılgınlıkları arasında yer almıştır, almalıdır. Çünkü insanlar arasında sağduyu eşit paylaşılmıştır (Descartes). Yaratıcılık için kaosa da gerek vardır(33). Düşünsel "anarşi, demokratik ülkelerin en çok değil, en az korkmaları gereken şeydir" (Alexis de Tocqueville).

 "Öyleyse ötekinin demokrasiyi yıkma amacı varsa, bırakalım konuşsun. Konuşsun ki, demokrasi içinde sağduyu onu yapayalnız bıraksın. Bu fırsatı demokrasiye verelim, kaçırmayalım. O susturulursa, ona karşı en güvenilir savunma aracından kendimizi ve halkımızı yoksun bırakmış oluruz. bu savunma aracı şudur: Aşırı uçları savunan kaba görüşleri akılcı yöntemlerle reddetme hakkını halkın elinden almak. Demokrasi "ben ötekinden daha iyi düşünüyorum" yolundaki vesayetçi, Jakoben ve tekelci anlayışı reddeder. Bu hakkı halkın elinden alırsa tuzağa düşmüş olur. Böyle bir tuzağa düşen demokrasiyi ise, artık demokratik ilkeler değil, demokrasi düşmanlarının sindirme yöntemleri yönlendirmiş olacak, demokrasi demokrasi olmaktan çıkacaktır" (Cohen). Bu yüzden Jefferson, "Eğer, demiştir, aramızda birliğimizi bozmak isteyenler varsa, onları rahatsız etmeyelim, kendi hallerine bırakalım".

 Unutmayalım ki, yaşamak için gerekli organlarla donatılan insana bunları kullanma fırsatı vermek, gelişmenin önkoşuludur(34).
 
 Özetle özgürlükçülük, başta beynin, düşüncenin, inancın özgürlüğü olmak üzere, ancak demokrasiyle gerçekleştirilebilen, onun olmazsa olmaz öğesidir. "Özgürlük kişinin özsorumluluk iradesinin olması demektir. Kişinin bizi ayıran mesafeleri koruması demektir. Kişinin doğru zamanda ölmeyi isteyebilecek biçimde yaşaması demektir. Rakiplerine, onları aynı olmaya indirgeyerek değil, onlarla uğraşarak, onlara direnerek ve meydan okuyarak saygı duyması demektir. Bir rakip olarak saygı duyduğu kişiyi kimileyin bir dost olarak seçmesi demektir. Karşılıklı bağımlılığı çatışmayla, çatışmayı saygıyla kaynaştırması demektir. Karşı karşıya kaldığı şeyler yoluyla kendisinden öteye uzanması, bunların benlikte uyandırdığı yokluk, farklılık ve olasılık yankılarında hayat bulması demektir. Çok biçimli özgürlük düşüncesini tek bir kimlik modeline çengelleyerek onu sabit hale getirmeyi reddetmesi demektir."(35).

Yineliyorum. Özgürlüğü yerli yersiz sınırlayan bir hukuk ve devlet, insanı insan yapan temel öğeye, özgürlüğe ihanet etmiş bir hukuk ve devlettir. Böyle bir düzende hukuk da, devlet de meşru değildir.

Çoğulculuk

 Çoğulculuk, "Batı politikasının keşfinin övüncü" olarak demokrasinin önkoşuludur(36).

 Demokratik toplum kültürel tekelciliği dışlar. Toplumun doğa yasasını gözetir. Bu yasaya göre her toplumda kafa sayısınca görüş, yürek sayısınca sevgi vardır. Çünkü bireyi birey yapan bireyi tanımlayan şey, eşsiz, benzersiz olma niteliğidir"(37). İnsanlar arasında tek ortak nitelik farklı oluşlarıdır(38).
 
 Farklılıklar, başkalıklar çağını yaşıyoruz. Bunun anlamı, özgürlük, özellik, çeşitlilik, değişiklik, çok mantıklılık (multiples socio-logiques), çok odaklılık (polycentralisme) demektir(39). Felsefi, siyasal, kültürel çoğulculuk demektir. Çoğul gerçeklik demektir. Son çözüm önerisinin, dayatmacılığın reddi demektir.

 Çoğulculuk, bireysel özgürlüğün/özerkliğin doğal sonucudur. Değil mi ki herkes, berikilerle ötekiler dikeylemesine, yataylamasına özgür ve eşittir, öyleyse orada bireyler hiçbir düşünce kalıbına uymak zorunda değildir; çünkü bireydir, "bende" değildir. Birey kendi alınyazısını belirlemede özerktir. Özerk birey olarak demokratik sürece katılacak, öyle kalacaktır. Tek değer değil, değerler çokluğu yaşanacaktır(40). Çünkü her bireyin yaşam biçimini kültürel bir değere dönüştürme hakkı vardır(41).

 Doğa tek tip insan yaratan bir klinik değildir; çoğulcudur. Toplumlar da doğal yapıları gereği böyledir. Nitekim Babil Kulesi Söylencesi, Tanrı'nın bile tek dil tasarısından hoşlanmadığının kanıtıdır(42). Sivil toplum, insana özgü değerlerin özündeki çoğulcu yapıyı benimseyen bir toplumdur. Akılcı temeli yalnızca kendisinin oluşturduğunu ileri sürmez(43) ve dayatmaz. Ne katıksız bireyci ne de katıksız kolektivisttir. "Akıl bize, her zaman ötekinden gelir. (...) Farklılıklar düzenli değiş tokuştur. (...) Değiş tokuşun olanaksız olduğu her yerde dayatma, terör vardır. (...) Öteki öteki kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki ne zaman ki farklılığa zorlanır, orada ırkçılık başlar. (...) (Hiç kimse boşuna yorulmasın). Ötekinin kökünü kazımak için yapılan her girişim ötekinin yok edilemezliğini kanıtlamaktadır."(44).

Aslında çelişki, çatışma toplumsallaşma biçimidir (Simmel). Bundan korkulmamalı, buna özendirilmelidir. Zira demokrasi bir üst dildir (métalangue), farklılıkların katılıklarını çoğulculuk sayesinde eritir(45). Demokrasinin çokluk ayırdına varılamayan dehası da işte buradadır.

Bu yüzdendir ki, demokrasi, toplum mühendislerinin gelgeç ve kurgusal bir tasarımı değil, toplumsal gelişmeyi sağlayan sorgulayıcı bir araştırma izlencesidir, programıdır. Yaygın sivillik ve çoğulculuk ortamında boy verir.

 Bütün bunlar ortaya koyuyor ki, toplum ideologların, yöneticilerin hamur gibi yoğurup biçim verecekleri bir varlık değildir(46). Bu amaçla yapılan "devrimler, omuzdaki yükü değiştirmemiş, yalnızca omuz değiştirmiştir" (B. Shaw). O kadar. Sonuç hep bellidir. Hiçbir kültür çizmeyle yok edilememiştir. Her girişim onu güçlendirmiştir. Tek biçimli insan yaratma dayatması (intégrisme), tehlikeli bir arındırma girişimi(47) olarak ilkin girişimin sahiplerini yok etmiştir. Kurgusal akılla toplum mühendisliğine özenen Jakobenler, Robespierre, Billaud-Varennes, Saint-Just, Le Pelletier, insanı terörle yeniden üretmeye yeltendiler. Napoléon bütün Avrupa'yı bir kimyager gibi kendi deneyi için kullanacağı bir hammadde olarak gördü(48). Mussolini, Hitler, Stalin, Franco yalnız milyonlarca cana değil, insanlığımıza, onurumuza da kıydılar. Hepsi de tek biçimli insan yaratma isterisiyle kendilerini Tanrı'nın yerine geçirdiler. Kendi akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayatarak, kendilerinden menkul yol göstericiliği benimseyerek, toplumsal olayların/olguların kişilere, aktörlere teslim olmayacak kadar karmaşık olduğunu düşünmediler. Yarattıkları ideolojik/yanlı Procrustes devlet sayesinde insanların yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler, kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları önce parçalara ayırdılar. Sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her totaliter rejim gibi, "bir meyve koparmak için ağacı devirdiler" (Montesquieu). Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı. Bu devletti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet "çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık" (Nietzche) olup çıktı.

 Topluma deli gömleği giydiren böyle bir rejimde ve devlette insanlar maske takıp sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorundadır. Bireyler için tek kurtuluş yolu ikiyüzlülüktür. Orada hiç kimse artık kendisi değildir. Ortalıkta duyulan sesler slogan, yinelenen törenler kısır ritüellerdir. Pastörize insanlardan oluşan bir toplumda fotokopilerle yığınlaşma başlar. Örgütlenme yoktur. Çünkü farklılık yoktur. Bunun adı da kültürel soykırımdır (génocide culturelle). Artık insanlar tek şey bilir, tek şey düşünürler. Bu da rejimin dayattığı gerçektir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde, aslında kimse düşünmüyor demektir. İnsanın yerine kişiliksiz yaratıklar, "hiç kimse"ler (Octavio Paz) geçmiştir.

 İdeolojik, militan devletin sonu hep aynıdır. Hızlı yaşlanır (progeria). Çünkü ölümcül devlet yetmezliği hastalığına yakalanmıştır. İnsanı köleleştirdiği için meşru değildir. Devleti ayakta tutan zorbalıkla meşruluk arasındaki ilişki ise ters orantılıdır.
 
 İnsan, "yanakları kızaran bir yaratıktır(49), onurludur. Her yönüyle tanınmak, kabul edilmek ister. Devlet ve herkes insana saygılı olmak zorundadır. İnsana, insanın kendisine, insan kümelerine ve ölüm pahasına değer verdiği şeylere, kültüre, dile, kimliğe saygı. Bu saygı insan ruhunun, yaradılışının bileşenlerinden biridir. İnsan olmanın, insan sayılmanın vazgeçilmez koşuludur. İnsan yalnızca biyolojik gereksinmeleri olan birvarlık değil, hakettiği değer verilmeyince öfkelenen, aşağılanınca utanan, değerince değer verilince gurur duyan bir yaratıktır(50). Platon buna "thymos" diyordu. Hiçbir insan, kendisine bebekler gibi davranılmasından hoşlanmaz. O her zaman ergindir. Ergin ve özerk olarak tanınmasını ister. Tarihin motörü budur.

 Çoğulculuk zenginliktir. Her kültürün çoğulcu kültüre getireceği zenginlik, değişiklik; gelişme ve değişme patlamalarının nedenidir(51). Bu yüzden çoğulcu demokraside berikiler, ötekilerin karşıt görüşlerinisergileme hakları örselendiğinde kendi hakları örselenmiş gibi savunurlar. Çünkü savundukça kendilerinin de çoğalacaklarını bilirler. O yüzden her kültür başlı başına bir değerdir, boşlukların yanı sıra deneyimleri, bilgelikleri, erdemleri içinde taşır. Geleceği, geçmişi ve şimdiyi canlı bir iletişimle bütünleştirir. Eş zamanlı ve tarihsel çeşitlilik çoklu tekliktir (unitas multiplex), insanlığın ortak dokusudur. İnsanlık dayanışması kültürel çeşitliliğe saygı içinde gerçekleştirildiğinde(52) barışa ulaşılacaktır. Başka başka kültürlerin, kimliklerin bir aradalığı sağlanınca barışa ulaşılır. Çünkü çoğulcu yaşam ötekine saygıya dayanır(53). Kültürler arasında değer açısından, yansız devletin ve hukukun egemenliği altında, eşitlik ve her kültürün güneş altında yerini alma hakkı vardır(54). Kültürler birbirlerini küçümseyemezler. Okul bahçesinde berikilerin öteki saydıkları bir çocuğa "seninle oynamayız" demelerinin yarattığı acıyı sözcükler anlatmaya yetmez. Bu bir insanlık suçudur(55).

 SS'lerle ötekileri düşününüz. Aralarında diyalog yoktu. Çünkü eşitlik yoktu. SS'ler ötekileri düşman olarak bile görmüyorlardı. Köpekler, domuzlar, zararlı böcekler gibi görüyorlardı. Ötekiler onların gözünde hayvan bile değillerdi. Sadece birer çöptüler. Çöpün alınyazısı yakılmaktır(56).

Bu yüzden insanlık "tek"in yerine "çok"u, ötekilerle berikileri, "Bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine" (N. Hikmet) yaşatan çoğulcu demokrasiyi getirdi. Aynı değil, başka başka şeyler söylendiği için gerçek diyalog başladı. İnsanların devletleştirilmesi aşaması bitti, devletin insancılaşması aşamasına geçildi. Toplumlar barışa, dinamizme kavuştular. Kimileri bunu "tarihin sonu" diye duyurdu(57). Bir bakıma haklıydılar. Çünkü demokrasi, çoğulculuğu, çeşitliliği hem özendiriyor, hem de hoşgörü çimentosuyla bir arada yaşatıyordu(58). Çözülme ve ayrışmanın içinde birleşme vardır(59). Görülmemiş çeşitliliklerimizin içindeki birleştirici ipliklerimizi bulmak gerekir (di)(60). Bulunmuş ve "biz" kavramına ulaşılmıştır. Bunun anlamı, diyalojik ilkeyle birden çok aklın yarışarak dinamiklerin seferber edilmesi, dönüşümlülük ilkesiyle (principe de récursion) yaratma, üretme kesintisizliğine ulaşılmasıdır(61).

 Son çözümlemede, doğanın da, toplumun da yapısı çoğulcudur. Doğa da, toplum da çoğulcu dinamiklerine dokunulmasını içlerine sindiremezler. Bu dokunulmazlığın çiğnenmesi durumunda birincisi, kendisiyle birlikte insanı; ikincisi, dokunanları yok etmektedir.

 Doğal dengenin ve toplumsal barışın bozulmasının kökeninde yatan neden de, çoğulculuğun göz ardı edilmesidir.

Hoşgörü, Görecelik

 Bütün bunların doğal sonucu şudur: Demokrasinin paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece tartışmayı geçici olarak sona erdiren çaresizliğin çaresidir.


Kültürel Kimlik
 
  Çoğulculuğun doğal izdüşümlerinden biri de kültürel kimliktir. Gelenekler, alışkanlıklar, diller, düşünceler, inançlar, manevi değerler, yaratıcılık, kararların öğesi olarak ortak bilincin ve ortak kimliğin dayanaklarıdır. Yurttaş kavramı başkalıkları içselleştiren, meşrulaştıran kolektif kimliğin hukuksal kodudur(62). Bu yüzden 19-28 Haziran 1972 Helsinki Avrupa Kültür Politikası Konferansında, her kültürel başkalığa saygının öğrenimde aşılanması istenmiş; 26 Temmuz-6 Ağustos 1982 Mexico Konferansında, kültürel kimliklerin savunulmasının toplumları bölmediği, zenginleştirdiği, bunları göz ardı etmenin bunalımlara yol açtığı vurgulanmıştır(63).
 
  Görülüyor ki, çağcıl demokrasi, siyasal kimliği ve istekleri değil, bir kümeye aidiyeti yansıtan, insanı özelliklerini gözeterek kendisi kılan kültürel kimliği korumak zorundadır. Çoğulculuğun doğal sonucudur bu(64). Çoğulcu demokrasi, dayatmacı, hegemonyacı kimliği dışlar. Çünkü dogmaya, dogmalaşmalara göz yumamaz. "Kimliği olumlayan ve fakat onun dogmalaşmasını önleyen, çeşitliliği koruma kaygısı taşıyan ve farklılıkları bağımlılık ve savaşımda birleştiren tartışmacı demokrasi(65) iç barışın vazgeçilmez gerekçesidir. Dinginlik ve barış, yasalarla değil, birey ve devletin çoğulculuk ilkelerine ve izdüşümlerine uymalarıyla sağlanır.
 
Eleştirel Akılcılık
 
  Demokrasi, itiraz temellidir. Eleştirel akılcılığa yaslanır. Hiçbir görüş, inanç ve tutum tartışma dışı sayılamaz. Kimsenin eleştiriden ve tartışmadan vazgeçme lüksü yoktur. Çünkü eleştiri, tartışma kamu ahlakına girer, toplum yararınadır, ödevdir. Bireysel ahlakın alanına giren bir hak değildir. Haktan vazgeçilebilir, ama ödevden vazgeçilemez.
 
Katılımcılık
 

  Özgürlük, çoğulculuk, elbette özgür halk yönetimi demek olan demokrasi için yetmez. Demokrasi, düşünceler cumhuriyetidir, diyalogdur. Bu diyaloğu, seçim, partiler, sendikalar, dernekler gibi sivil halk örgütleri, baskı grupları sağlayacak, karar süreçlerine halkın sürekli katılması gerçekleştirilecektir. Özgürlük, çoğulculuk amaç; katılımcılık bunların gerçekleşmesi için araçtır. Yeter ki, katılım, halkın doğru bilgilendirilmesine dayansın. Tersi durumda kararlar sakatlanır ve tutarlı olmazlar. Aldanmamak için doğru bilgi akışı zorunludur. Devlet sokaktaki insana yalan söyleyemez.
 
Yansız Devlet
 
  Demokrasinin, özgürlükçülük, çoğulculuk, eleştirel akılcılık, katılımcılık boyutları bir kez benimsenmeye görsün, ardından bütün ilkeler, kavramlar, kurumlar yerli yerine oturacaktır.
 
 Başkalığa katlanamayan, yandaşlarını kayıran, onlara ayrıcalıklar dağıtan, karşıtlarını "takip, tanzim ve tedip" eden, eğitici, ideolojik, militan devlet gidecek, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelecektir. Yansız olduğu için hiçbir görüşü, inancı önceden mahkûm etmeyen bir devlettir bu. Düşünceler karşısında yansız olduğundan düşünce özgürlüğünü sağlayan, inançlar karşısında yansız olduğundan laik bir devlettir. Yansız devlet kötülüğü gören, ama ilkeleri örselemeden kötülüğü düzelten(66), yaşamın bütün yönlerini denetlemeye kalkışmayan, Hegelci biçimde uyuşmazlıkların yansız hakemi olan, toplum katmanlarının birbirleri üzerinde baskı kurmasına izin vermeyen(67); yaşamın hiçbir düşünce kalıbına sığdırılamayan zenginliğini, değişkenliğini, çeşitliliğini, önceden öngörülemezliğini gözeten, ötekilerle berikilerin enerjilerini çatıştırmadan yarıştıran ve bunun hukuksal çerçevesini çizen, koruyucu, katalizör ve "güvenceci" (Jean-Marie Benoist) bir devlettir bu(68).
 
Özgür Halk 

 
 Yansız devletin maddi dayanağı özgür halk, kurumsal dayanağı hukuktur.
 
 Bilgilendirilmiş ve özgür yurttaşlardan, bireylerden oluşan halk, ne devlet ne de grup dayatmacılığına izin verir. Özgürlükçü demokraside halk sayısal, demokrasi dışı güçlerle sağa sola savrulan insanlar yığını değil, bağımsız, özgür, eşit öznelerden oluşan bir topluluktur. İktidarın tek ve gerçek sahibidir. Demokraside, kafalar kırılmaz, kafalar sayılarak değerlendirilir. Bu nedenle yönetim, iktidar, halkın rızasına dayanır. Çoğunluğun ve azınlığın karmaşık ilişkisinde, kararlarında, bu iradenin payı vardır(69). O yüzden karara herkes saygılıdır. Kararın ve devletin gücü ve meşruluğu bu saygıya dayanır.
 
 Seçimden önce yere göğe sığdırılamayan halkı, daha sonra edilgin, bilinçsiz, bilgisiz gören iktidarlar, kendilerinden menkul bilge çobanlıklarıyla onu gütmeye kalkışırlar. Oy veren bir halkın zekâsından kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur(70). 19. yüzyılın "demokrasiye yatkın olan ya da olmayan toplumlar ayırımı bitmiştir. 20. yüzyılda bir toplumun demokrasiyle yönetilebilir olup olmadığı ölçütünün yerini bir toplumun demokrasiye ancak demokrasi sayesinde olgunlaşıp ulaşabileceği postülası almıştır" (1998 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Amartya Sen)(71). "Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır" gerekçesiyle köreltmecilikten (obskürantizm) yana olan, halkın toyluğu varsayımına dayanan vesayetçi anlayışları, özellikle pretoryen diktatörlük dönemlerindeki onurlu tutumuyla her halk yalanlamıştır. Pretoryen iktidarları iğreti, gayrimeşru gören halklar, önce onları yalnızlaştırıp kıyıya iterler (périphérisation olgusu), pretoryen iktidarın uzaklaştırdıkları toplum önderlerini ilk fırsatta siyaset sahnesine taşıyarak iktidarı onlara teslim ederler. Bu Duverger'nin "görünmeyen gerçek nöbetçi" dediği halkın başarısıdır ve tarihin her döneminde böyle olmuştur. Çünkü tarihte hiçbir halk örs olmaya katlanamamıştır. Zira, her ülkede "halk, bir ölüler kümesi değil, kendi kültürünü üretecek (doğal) kurum ve kurallara sahip bir aktörler topluluğudur"(72).
 
  Demokrasilerde, halk devlet için değil, devlet halk içindir(73)
 
Hukuk
 
  Yansız devlet ilkesinin doğal sonuçlarından biri de, kuşkusuz hukuk ve ona biçilen işlevdir.
 
 Demokraside hukuk adalet süzgecinden, devlet de âdil hukuk süzgecinden geçirilir; elde edilen hukukun üstünlüğünü benimsemiş devlettir. Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Hukuk örgütlenmiş adalettir(74). Yasal metin âdil olmak zorundadır. Adaletsiz hukuk, yalnızca "yanlış hukuk" değil, hukuk doğasından yoksun
bir hükümler yığınıdır (Radbruch), hukukta devletçiliktir.
 
 Demokraside devletin dokunduğu herşey hukuka dönüşmelidir. Devlet "çok hukuk, az devlet" formülünün de ötesinde hukukun üstünlüğünü yaşama geçirirse devleşmez, ama gerçekten devlet olur ve meşruluk katsayısı arttığından güçlenir.
 
  Yasaların genelliği, yasayı yapanlar dahil herkese ayırımsız
uygulanabilirliği(75), gizli hukuk (droit latent) yerine açık hukuk ve saydam devletin
geçmesi gereklidir. Hukukun olmadığı yerde halk "sürü" (Goyard-Fabre), insan
"köle"dir (Mauchaussat).
 
 Demokraside, böyle bir hukukun iki işlevi vardır. Herkese eşit uygulanmak ve gün ışığında tartıştıran, yarıştıran bir barış tekniği olmak. Yasaklayıcı olmamak. Hukukun zorunlu ilkelerini güvenceye alan bir devlet kendi taahhütlerine uyar. "Yasasız suç ve ceza olmaz", "yargısız kimse cezalandırılamaz" birer devlet
taahhüdüdür.
 
 İşte devlet, işte hukuk. Devlet hukuka saygılı olduğu, hukuk da insanları özgürleştirdiği oranda meşrulaşır ve güç kazanırlar. Sonuçta her ikisinin de işlevi, özgürlüklerin açılımını sağlamaktadır.
 
 Hukukun üstünlüğüne yaslanan bir devlette, hiç kimse hukukun ne üstündedir ne de altındadır, yalnızca içindedir. Hukukun karşısında herkes eşittir; her görüş, her inanç hukukun egemenliği altında birlikte yan yana yaşar, yarışır ve gelişir.
 
 Hukukun üstünlüğü dışlanırsa, en âdil hukuk bile, keyfiliklerin oyun oynandığı bir manipülasyon alanına dönüşür. Orada artık hukukun yerini güç, özgürlüğün yerini uşaklık almıştır(76).
 
 
Erkler / Güçler Ayrılığı
 
  Peki bu hukuku kim kotaracak, kim uygulayacak, uyuşmazlıkta hukukun ne olduğunu, ne dediğini kim söyleyecektir?
 
 Hukuku, demokrasilerde, halkın kendisi ya da onun adına temsilcileri, yani yasama erki (iktidarı), gücü, kotarıp düzenler; yürütme erki, gücü uygular; yargı erki,gücü de hukuku yorumlayıp son sözü söyler(77). Buna "erkler, güçler ayrılığı ilkesi"
diyoruz.
 
  Erkler, güçler ayrılığı ilkesinin başlıca iki nedencesi vardır.
 
  Birincisi klasiktir, Montesquieu'nündür.
 
 Çünkü, diyordu, Montesquieu, deneyimler, güç (iktidar) sahibinin gücünü kötüye kullanma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Despotik iktidarlar, aslında yasalara göre değil, kendi irade ve tutkularına göre yönetirler(78). Bunu önlemek için gücün gücü, iktidarın iktidarı durdurması gerekir (XI. kitap, 4. bölüm). Böylece Montesquieu; Aristo ile birlikte ucun ucun söylenen, Locke'ta iki güçle sınırlanan, demokrasinin örgütlenme ve hukuk düzeninin işlemesiyle ilgili erkler, iktidarlar, güçler ayrılığı ilkesinin can alıcı noktasını yakalamış oldu.   
 
  Özgürlük için başka yol yoktur. İktidar, güç tek elde toplanmamalıdır. İktidar tek elde toplanırsa manipülasyon başlayacaktır(79). Montesquieu'ye göre, yasama ve yürütme iktidarları tek elde toplanırsa hukuk zorbalaşır, çünkü zorba yasalar çıkar. Yasamayla yargı ya da yürütmeyle yargı aynı elde toplanırsa, yargı yasalar çıkararak keyfiliğe kayar ya da yürütme zorbalaşır. Üç durumda da özgürlük yoktur. En kötüsü üç iktidarın tek elde toplanmasıdır. Bu durumda her şey yitirilir. Bunun örneği, üç iktidarı da elinde tutan ve korkunç bir baskı uygulayan Osmanlı Sultanıdır. Ayrıca ordu yasamaya değil, yürütmeye bağlı olmalıdır. Yasamaya bağlı olursa askerî yönetim var demektir(80).
 
 Erkler, güçler ayrılığının ikinci nedencesi ise, demokrasinin çoğulcu yapısının iktidar olgusuna yansımasından kaynaklanmaktadır. Zira çoğulcu demokrasi hiçbir iktidarın, gücün tek elde toplanmasına izin vermez. Her iktidar parçalanmıştır(81).
 
 Erkler, güçler ayrılığı ilkesi, günümüzde de demokrasinin temelidir, çoğu anayasalarda bulunmaktadır. Saint-Just: "Zorbalar saltanatlarını sürdürmek için halkı bölüyorlar. Sizler özgürlüğün saltanatını sürdürmek istiyorsanız iktidarı bölünüz" demiş; 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisinde de erkler ayrılığına yer vermeyen anayasaların anayasa sayılamayacakları vurgulanmıştır (md. 16).
 
  Montesquieu'nün erkler/güçler ayrılığı ilkesinin sonuçları bellidir: Görevsel, yetkisel açıdan üç erk, iktidar bağımsızdır. Bu bir. Kişiler açısından birbirlerini azledemezler. Bu iki. Maddi açıdan aralarında organik bağlantı yoktur. Bu üç(82). Ne var ki, bu sonuç gerçekçi değildir. Çünkü bu üç erk, iktidar, güç birbirlerinden kopuk değildir. Aralarında işbirliği, dayanışma, denge ve yakınlaşma vardır. Öğretide(83) ve
anayasalarda (1982 Anayasası) bu belirtilmiştir.
 
 Kuramsal tartışmaları bir yana bırakırsak, erkler/iktidarlar ayrılığı ilkesi bugün  uygulamaya dikey ve yatay olarak iki biçimde yansımıştır.
 
  Birincisi, çoğulcu demokraside iktidarlar, yalnızca yataylamasına değil, dikeylemesine de çoğulcu olmak zorundadır. Böylelikle iktidarın, gücün merkezde toplanması önlenmekte, merkezle yerel yönetimler iktidarı paylaşarak saydam devlete ulaşılmaktadır(84).
 
  İkincisi, iktidar, yataylamasına, yasama, yürütme ve yargı olarak paylaşılmaktadır. İlk ikisinin kimileyin iç içe olması hoş görülmektedir. Ancak üçüncü iktidarın (tiers pouvoir), yani yargının güçlü olabilmesi için, ilkin bağımsız, ikinci olarak da öbürleriyle eşit olması zorunluluğu öğreti ve uygulamada vurgulanmaktadır.
 
 Yargının bağımsız olması zorunludur. Çünkü hukukta kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz. Eğer yasa yapanlarla uygulayanlar kendi kendilerinin yargıcı olurlarsa orada özgürlük ve adalet değil, düpedüz çıplak güç, zorbalık egemen olur(85). Hukukun en amansız düşmanı güçtür. İktidarların en tehlikeli girişimi ise, salt çıplak güce dönme girişimidir(86). Salt güce dönüşen bir devlet uyruklarını köle yapar, sömürür. Böyle bir devlette yargı ve yargıç görünüşte vardır, gerçekte yoktur. Orada halkın Tanrı'ya sığınmaktan başka çaresi kalmaz(87).
 
  Öte yandan bağımsız yargı, yasama ve yürütme ayrılığının da en önemli güvencesidir(88).
 
 Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin çalışma, yaşam, devlet içindeki konum gibi maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmaları zorunludur(89).
 
 1982 Anayasasının başlangıcında bu eşitlik ilkesi, 140. maddesinde de eşitliğin nasıl sağlanacağı vurgulanmıştır.

 Bağımsız Yargı
 
 Görülüyor ki, demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi olması; eleştirel akla, kültür göreceliğine, halka, yansız devlete, hukukun üstünlüğüne, erkler ayrılığına dayanması; hukukun âdil ve bir barış tekniğini üstlenmiş bulunması yetmiyor. Demokrasinin kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak, hukuk adına her olayda hukukun ne dediğini nesnel mantıkla söyleyecek bir erke, güce de gereksinme vardır. Bu bağımsız yargıdır. Eğer hukuk uygulaması bağımsız, özerk bir yargının elinde değilse her şey boşunadır. Toplumun benimsediği hukuku bağımsız olmadığı için objektif biçimde uygulayamayan bir yargı, adaletin ve demokrasinin düşkırıklığıdır. Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargı, ne denli duyarlı olursa olsun, kirli adalet salgılar. Adaletteki kirliliği, "adaletsizliği temizleyebilen bir madde ise bugüne değin bulunamamıştır"(90).
 
  Siyasal güçle yargı gücü arasındaki ilişkide, hangisi güçlü ise öbürünü kendisine dönüştürecektir. Siyasal iktidar güçlü ise yargı siyasallaşacak, yargı güçlü ise siyasal iktidarı hukukun içine çekecek, onu meşrulaştıracaktır.
 
 Unutmayalım. Siyaset hep hareketlidir, boş oturmaz ve beklemez. Hukuk, siyasetin rahatını bozmaya başladığı anda, siyasal güç de hukuk(91) ve yargıyla oynamaya başlar.
 
 
  Ancak bağımsız bir yargı ve yargıçtır ki, her türlü etkiden arınmış objektif mantıklılık ilkesine (il principio di ragione obbiettiva) göre, hukukun ne dediğini (potere di jus dicere: jurisdictio), yanlar üstü (super partes) üçüncü bir otorite olarak söyleyebilir(92).
 
 Yargının, yargıcın bağımsızlığı bir "kast" ayrıcalığı değildir. Yargıcın hukuk adına karar verirken yansızlığını sağlamak içindir. Toplum, insan yararı içindir. Yargının bağımsızlığı; yasama, yürütme, bir başka yargı organı, kamuoyu, yargıcın kendi inanç ve görüşleri karşısında yansız olarak karar verebilmesi; "herkesin yasa önünde eşitliği" ve "yasa herkes için eşit uygulanır" kurallarının gerçekleştirilebilmesi için zorunludur. Ne devlet organları, ne sokağın sıcak mantığı yargıcı etkileyebilmelidir. Yargıç, yargılarken ve karar verirken, inançlarını, görüşlerini duruşma salonunun eşiğinde bırakan insandır.
 
 Devletin tüm organlarında çalışanlar meleklerden oluşsalar bile, devletin her işlemi hukukun, dolayısıyla yargının süzgecinden geçecek, en azından bu yol açık olacaktır.
 
  Yargıcın gücü, demokraside çok önemlidir. Hukuk konusunda yasa koyucunun sübjektif iradesinden bağımsız, genişletici, geliştirici yorum yapma tekelini elinde bulundurması, verdiği kararların, bütün kişi ve kurumları bağlaması ve değiştirilememesi onun gücünün önemini kanıtlamaya yeterlidir. Yargının işlevi geçişsiz değil, geçişlidir. Hukuku yargıçlar keşfeder(93). Zira yasaları yasama organları, ama hukuku yargıçlar yapar(94). Hak ve özgürlüklerin bekçisi yargıdır, yargıçtır.
 
  Görülüyor ki, yargı rastgele bir görev değil, sistemi "meşrulaştıran bir kurum"dur(95).
 
 Yargının işlevi hukuk düzenini korumaktır.
 
 Bugün Kara Avrupa'sı sistemini benimseyen gelişmiş ülkelerde bile yargının tam bağımsız kılınabilmesi için yapılması gerekenler tartışılmakta; bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkeler ise, gelişmiş olanlardaki yakınmaları da gözeterek düzenlemeler yapmaktadırlar.
 
VE TÜRKİYE
 
 Daha önce dünyadaki ürpertici adaletsizliğe değinmiştim.
 
 Bu adaletsizliğin yanı sıra siyaset ve devlet de boş durmuyor. Siyasal düzen, kendine araç kıldığı "plantasyon devlet"e (Jasay, 1985) dönüşmeye savaşıyor. Devletler, onca anayasal sınırlamalara karşın, geri döndürülemez biçimde güçlenme, polisleşme hevesindeler. Ona verilen özerkliği geliştirme sorumluluğu, bireysel özgürlüklerde gedikler açmakta. Demokrasiler, kendi çıkarlarını güvenceye almak isteyen kümelerin "oy güdülendirmesi" altında(96). Demokrasiler biçimsel bir dekora dönüşme tehlikesindeler(97).  
 
  Bunları aşmak için yoğun bir çaba var. İnsanlık, insan hak ve özgürlükleri ortak paydasında birleşmiş, insan hak ve özgürlükleri, bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkmış, devletin kendi ve öbür ülkeler yurttaşlarına davranışını öteki devletlerle gönüllü kuruluşların denetlemesi, yani dış müdahale meşrulaştırılmış, ulusal sınırlar delinmiş. Uluslararası insan hakları ve özgürlükleri bildiri ya da sözleşmeleri, evrensel bir ahlak kodu ve insanlığın ortak anayasası olmuş(98). İnsan Hakları Konfederasyonu, "bütün insanların haklarının korunması ve geliştirilmesi, uluslararası topluluğun meşru/hukuksal ilgi alanıdır" diyerek dış müdahale ilkesini onaylamış (paragraf, n.2, 3) ve insan haklarıyla demokrasi ilişkisini "karşılıklı birbirine bağlılık ve dayanışma" olarak nitelemiş(99).
 
  Böyle bir dünyada, Türkiye/Anadolu, kuzeyden güneye sarkan bütün yarımadalara inat, doğudan batıya uzanan tek yarımada konumundaki kural dışılığını sanki yönetiminde, demokrasi anlayışında, öğrenimde, hemen her alanda sürdürüyor.
 
 1950'lerin demokrasisi aşılmış, dünyaya yetmiyor. Bu yüzden A.İ. Hakları Mahkemesi, 1950'lerin ölçütlerine göre hazırlanan A.İnsan Hak ve Özgürlükleri Sözleşmesini geniş ve geliştirici yorumlarla yeni anlayışa uyarlamaya çalışıyor. Türkiye Sözleşmenin mimarlarından ve onu iç hukukuna almış. Tıpkı bir zamanlar aldığı İsviçre Medeni Yasası, İtalyan Ceza Yasası gibi. Ama demokrasisini 1950'lerin sözleşmesine bile uyarlayamamış. Hüküm üstüne hüküm giyiyor.
 
 Biliyoruz. Türkiye Batıya en yakın ülke. Ama, feodal yapıdan sıyrılma, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi ortak kültürünün dışında kalmış.Bireyleri, özgürlükçülük, çoğulculuk, eşitlik, demokrasi, sekülerleşme, laiklik gibi kavramlara yabancı kalmış. Ödünç aldığı evrensel/küresel kavramların içlerini boşaltıp kendince doldurmuş. Evet, mülkiyet hakkı insana kural olarak mülkiyetini değiştirme, yok etme hakkı tanır. Ama, yararlanma (intifa) hakkı, nesnenin olduğu gibi korunmasını, yalnızca ondan yararlanma hakkını öngörür. Evrensel kavramlar da öyle. Bunlar üzerinde hiçbir insanın ya da devletin mülkiyet hakkı yoktur. Yalnızca yararlanma hakkı vardır.
 
  Atatürk, yıllar önce "Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farzedemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız kalamayız" dediği halde, devletimiz yasama organınca benimsenen ulus üstü hukuku bir türlü içine sindirememiş, "yalnız kovboy"u oynuyor.
 
 Cumhuriyet yönetimine en yakın rejim olan demokrasi, onu kazanarak onun üzerine kurulması gerekirken, demokrasiyle cumhuriyet sanki karşı karşıya. Demokrasi cumhuriyeti yönlendirecek yerde cumhuriyet demokrasiyi yönetiyor. Cumhuriyet epistemolojisinden demokrasi epistemolojisine geçişin sancıları bir türlü dinmiyor, bitmiyor.
 
 Peki bu neden böyle olmuştur?
 
  Tanılarımızı (teşhislerimizi) doğru koyabilmek için, toplum mühendisliği özentilerinden arınmış, indirgemecilikten uzak, tartışma, deneme, sınamaya dayanan eleştirel akılcılıkla, nesnel yansızlıkla sorunları irdelemek ve bu soruyu yanıtlamak zorundayız.
 
 Böyle bir yaklaşım, kanımca bizi şu saptamaya ulaştıracaktır.
 
 Türkiye, devlet ve toplum olarak, kendisine Kara Avrupası ülkelerini, özellikle Fransa'yı, bir ölçüde de Almanya ve öbür ülkeleri örnek almıştır.


 Hukukun Üstünlüğü / Hukuk Devleti
 
  Bu etkinin en çarpıcı örneği 1961 ve 1982 Anayasalarının 2. maddelerinde görülüyor. Bu maddelerde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken "hukuk devleti"nden söz ediliyor, "hukukun üstünlüğü"nden değil.
 
 İki ilkenin birbirinin yerine kullanıldığı da var (sözgelimi, 1961 An., md. 77, 92;
1982 An. Md. 81, 102).
 
 Oysa bunlar farklı anlayışların ürünüdür.
 
 "Hukuk devleti ilkesi" Kara Avrupalı, özellikle Fransız ve Alman kökenli.
 "Hukukun üstünlüğü (egemenliği, önceliği) ilkesi" Anglo-sakson kökenli.
 
 Her iki ilkenin nedenleri de, sonuçları da başkadır.
 
  "Hukuk devleti ilkesi"nin boy verdiği Kara Avrupası ülkelerinde, özellikle de Fransa'da "devlet merkezci" bir yönetim, cumhuriyet vardır. Devlet her yerde hazır ve nâzır. Jakoben. Bu ülkelerde hukuku üreten temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yanadır. Devlet kendi yarattığı hukuk nedeniyle yurttaşlarıyla sürtüşme içinde ve bu hukuku araç kılarak pek çok şeye el atmış durumda. Sıkışınca başvurduğu kavramlardan biri "kamu yararı". İçeriği belirsiz ve tartışmalı olan bu kavramla hukuk, zaman zaman mistikleştirilmiş, hukuku siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuş. "Kamu yararı", "yönetimin takdir hakkı" ağırlıklı kavramlarla beslenen bir yönetim, hukukta da etkisini göstermiş, "özel hukuk" ve "kamu hukuku" ayırımı ortaya çıkmış. Buna koşut olarak "yargılama birliği" ilkesinden sapılmış. Toplum ve hukuk, devletin vesayetinde ve edilgin. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda bir toplumsal sözleşme var. Adı anayasa. Amaç, devleşen "Leviathan devleti" hukukun sınırlarında tutmak. Bu ne ölçüde başarılırsa, Kant'tan,
Rousseau'dan esinlenilen "hukuk devleti"ne, dolayısıyla demokrasiye de ancak o ölçüde ulaşılabilecek.
   
 Bu amaç, bugün de sürüyor. Çünkü Jakoben devlet, sıkışınca hukukun bir türlü erişemediği kör,karanlık, görünmez bir kavrama başvuruyor: "hikmet-i hükümet: la raison d' Etat". Hikmeti kendinden menkul "hikmet-i hükümet" kavramından 06.01.1989'da Fransız Yargıtayındaki konuşmasında Başkan Mitterand şöyle yakınmaktadır: "Hukuk, adalet hiçbir biçimde hikmet-i hükümet denilen nesneye kurban edilmemelidir. Uzun yıllar taşıdığım siyasal sorumluluğum döneminde hikmet-i hükümet diye bir nesneye rastlamadım. Ne zaman hikmet-i hükümetten söz edilmişse, bilmelisiniz ki, bu bir başka şeyi gizlemek için uydurulmuş bir bahanedir".
 
  Başbakan William Pitt'in dilinde hikmet-i hükümetin karşılığı devlet "zorunluluk"udur. Mitterand'dan 206 yıl önce 18.11.1783'te Komünler Meclisinde şöyle diyordu: "Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların bahanesi, kölelerin inancıdır".
 
 Bütün bunlar, Kara Avrupası ülkelerinde devleti, birey zararına dokunulmaz bir nesneye dönüştürmüştür. Savaş, bu dokunulmazlığı sarsma savaşıdır.
 
 Bunun sonucu olarak Kara Avrupasında toplum devletçi kurallara bağlı, içine kapalıdır. İktidar tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler, güçler ayrılığından ne kadar söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası bir türlü bitmemiştir.
 
  Görülüyor ki, "hukuk devleti" küresindeki savaşım, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca "az devlet, çok hukuk" formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu.
 
  Buna karşılık, "hukukun üstünlüğü ilkesi"nin boy verdiği Anglo-Sakson ülkelerinde toplum, sözleşmeci, uzlaşmacıdır. Kendi kendini düzenler. Saydam ve dışa açıktır. Birey yarışmacıdır. Girişim gücü devlette değil, bireyde ve sivil toplum örgütlerindedir, devlet merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan iktidar tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin bir kesim temel görevlerini de üstlenmişler. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, işbölümünü yaratmış, toplum kendi hukukunu kendi üretiyor. Devletin karşısında özerk bir hukuk var. Her şey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülüyor. Bireyle devlet bu hukukun karşısında eşit konumda. Her ikisi de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlı. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güç hukuk. Devlet ikincil planda. Hukuk yaşanarak, Sokratik yöntemle öğretiliyor, uygulanıyor. Somuttur, esnektir ve de devletten bağımsızdır. Toplum devletin vesayetinde değil, devlet toplumun içindedir. Bu yüzden genellikle yazılı bir anayasaya gerek duyulmamıştır. Bunun sonuçları ise ortadadır: Hukuk devletten bağımsız. Yargı da bağımsız ve çok güçlü. Yargı birliği örselenmemiş. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayırımına gidilmemiş. Tek bir Yüksek Mahkeme var. Çünkü hukuk birliği sağlanmış. Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı kavramlaşmalara yer yok. Her derecedeki mahkeme, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup olmadığına karar verebiliyor. İktidar, çoğulcu toplum gereği, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru biçimleniyor. Geniş bir ufuktur, bu.
 
  İşte "hukukun üstünlüğü ilkesi" böyle bir gelişmenin sonucu ve demokrasinin de özü. Anglo-Sakson ülkelerinde "hukukun üstünlüğü", Kara Avrupası ülkelerinde,deyim yerinde ise, "üstünlüğün hukuku" egemen. Bu yüzden bir Fransız hukukçusu, ses getiren yapıtında, Anglo-Sakson ülkelerinde "devletsiz hukuk"un, Kara Avrupası ülkelerinde ise "hukuksuz devlet"in olduğunu söylüyor(100). Haksız da değil

 

 Fransa Örneği ve Türkiye
 
  İşte Türkiye'nin talihsizliği, hukukun üstünlüğünün yeşerdiği ülkeleri değil,hukuk devletinin uç verdiği ülkeleri örnek almasıyla başlıyor. Demokrasimiz , dünya üstümüze geldikçe kendi konumumuzu Anglo-Sakson
demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak Fransız Cumhuriyetine göre değerlendiriyor, ülkemizi aklamaya çalışıyoruz.
 
 Hukukun üstünlüğünden geçtik, hukuk devleti savaşımını bugün bile sürdüren Fransa, 1789'dan bu yana üç kez krallık devirmiş, iki kez krallığa yeniden dönmüş. Dört kez Cumhuriyet yıkmış, beşincisini yaşıyor. Dokuz kez (1830, 1848, 1851, 1870, 1873, 1887, 1889, 1934, 1958) darbe girişimi yaşamış. 15 kez anayasa değiştirmiş.
Bugün bile zaman zaman Jakoben devletliği depreşen bir ülke. 90-615 sayılı ve 13.07.1990 tarihli Yasanın 9. maddesiyle 1881 Basın Özgürlüğü Yasasına eklenen 24 bis. Maddesiyle Yahudilik karşıtı propagandayı suç saymış, Roger Graraudy'yi cezalandırmış. Düşünceyi açıklama özgürlüğünü çiğnemiş. Cumhuriyetten demokrasiye evrilememenin, bir türlü laik olamamanın, yargı bağımsızlığını gerçekleştirememenin sancılarını çekiyor.
 
  De Gaulle'ün ironi tınısı güçlü bir sözü vardır. "Ben Almanya'yı çok severim. Öylesine çok severim ki, bir Almanya bana yetmez. İki Almanya isterim" diyor.
 
  Bana gelince. Benim için zaten iki Fransa var. Biri giyotinli, anayasasını insan derisiyle kaplamış, Baudelaire'i cezalandırmış, yargı öncesi insanları giyotine gönderen Savcı Foulquié'yi çıkarmış Jakoben Fransa. Ben bu Fransa'ya karşıyım. Öbürü Decartes'ın, Montesquieu'nün, Voltaire'in, Balzac'ın, Sartre'ın, Camus'nün, Foucault'nun, Lyotard'ın, Lacan'ın, Morin'in, Baudrillard'ın Fransa'sı. Benim sevdiğim bu ikinci Fransa'dır, 1968 olaylarını yaşadığım, kültüründen yararlandığım Fransa'dır.  
 
 Ya Almanya? Weimar'ın Naziler çoğaldığı için değil, demokratlar azaldığı için yıkıldığını bir türlü kavrayamamış bir ülkedir Almanya.
 
 "Hukuk devleti" ve "hukukun üstünlüğü" ilkelerinin boy verdiği ülkeleri anlatırken, Kara Avrupasını ve özellikle Fransa'yı değil de sanki Türkiye'yi anlatıyormuşum duygularını yaşadığınızı biliyorum.


 
Cumhuriyet, Demokrasi
 
  Türkiye, tıpkı Fransa gibi, aradaki ayırımı anlamadığından bir türlü cumhuriyetten demokrasiye evrilemiyor.
 
 Cumhuriyeti kurabilen bir halk, sivil normlarla demokratik cumhuriyeti yaratabilecek çapta büyük bir halktır.
 
  Demokrasiyi öğrenmenin ve yaşatmanın en iyi yolu, hiç ara vermeden uygulamaktır(101).
 
 Cumhuriyetin insanı akılcı, demokrasinin insanı akılcı ve üreticidir.
 
 Cumhuriyette devlet dinden etkilenmez. Demokraside devlet dinden, din devletten etkilenmez.
 
 Soyutlayıcı, evrensel ve yurttaşlık yükümlülüklerine dayanan Cumhuriyette devlet, ister istemez merkezcidir, düşçüdür. Çoğulcu kültür ile haklara ve özgürlüklere yaslanan demokrasi gerçekçidir, yereldir, merkezciliğe karşıdır. Çünkü demokraside herkesin bir gerçeği vardır.
 
  Cumhuriyet, yönetme, yönlendirme, güdümlendirme aşırılığından yıkılabilir. Cumhuriyette "ulusal oluşumun rektörü de, vektörü de devlettir" (Pierre Nora). Demokrasi ise ya az yönetmeyle ya da hiç yönetmemeyle güç kazanır.
 
 Cumhuriyette hukuku devlet üretir. Devleti memurlar yönetir. Demokraside hukuku halk üretir. Devleti hukuk yönetir.
 
 Cumhuriyet çocukta insanı arar ve çocuk olarak görür. Demokrasi ise insanda çocuğu görür, çocuklara ve kocaman çocuklara çocuk muamelesi yapmadan özgürlük tanır.
 
  Cumhuriyet eğitir. Toplumu okula benzetmeye yeltenir. Demokrasi öğrenim verir. Okulu topluma benzetmeye çalışır.
 
 Cumhuriyet önce yurttaşı, sonra bireyi yaratmayı; demokrasi önce bireyi, sonra yurttaşı oluşturmayı amaçlar.
 
 Cumhuriyet eşitliği sever ve savunur, ama eşitlikçi (égalitariste) değildir; yoksulluk onu sarsar. Demokraside herkes, birey de devlet de, hukuk önünde eşittir; yoksulluk onu üzer, ama sarsmaz.
 
  Cumhuriyetin son sığınağı "devlet", devletin son sığınağı "hikmet-i hükümet"tir. Demokrasinin son sığınağı halk, halkın son sığınağı "hukuk"tur.
 
 Elbette Cumhuriyetin ülküsü kısa vadelidir, ufku dardır, son duraklıdır: Hukuk devleti. Demokrasinin ülküsü de, ufku da sonsuzdur, dur durak bilmez: Hukukun üstünlüğü(102).
 
 Kuşkusuz Fransa, Almanya, İtalya demokratikleşmede çok büyük adımlar attılar. Ama Anglo-Sakson demokrasilerinin düzeyinde değiller henüz.
 
 Fransa da, Türkiye de henüz Cumhuriyetle yönetiliyor. Ama rejimleri optimal demokrasi değil.
 
  Din ve Devlet İlişkisi:
    Teokrasi, laikçilik (laïcisme), laiklik (laïcité) / Sekülerleşme

 
  Fransa'yı örnek alan Türkiye, din-devlet ilişkisi açısından, Fransa'nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir.
 
 Devletin dinler karşısında alacağı tutumlar bellidir.
 
 Birincisinde, dinsel ve siyasal otoriteler, sınırları belirsiz biçimde iç içedirler. Eski ve ortaçağ devletlerinde durum böyledir.
 
  İkincisinde, bütün özel ve kamusal yaşamı din belirler. Devlet, din merkezlidir (théocentrique), değişmez ve ilişilemez dogmalarla yönetilir. Devletin tek dini vardır, öbürleri dışlanmıştır. Bu rejimin adı teokrasidir ve her yerde eşitsizliklerin, ayrıcalıkların, çatışmaların nedeni olmuştur.
 
 Üçüncüsünde, devlet ve din ayırımı ilkesinden yola çıkılır(103). Ancak ayırımın kapsam ve derecesini devlet belirlediğinden, devlet, dini çoğu kez toplumdan dışlar ya da onu güdümler. Dini devletleştiren bu sistemin adı, laiklik (laïcité) değil, laikçiliktir (laïcisme, laisizm). Şovinizm nasıl ulusçuluğun yozlaşmış, hastalıklı biçimiyse, laikçilik de bir bakıma laikliğin yozlaşmış, hastalıklı biçimidir. Dinleri aşındırmaya yönelik laikçiliğin anayurdu Devrim Fransa'sıdır.
 
  Gerçekten Jakobenlerin Fransa'sında laiklik; ruhban sınıfına karşı, ruhban sınıfının yaşamdaki izlerini kazımak için yapılan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür. Din merkezci bir anlayış gitmiş, salt akılmerkezci militan bir anlayış gelmiştir. Bu ise laiklik (laïcité) değil, laikçiliktir (laïcisme)(104). Katı bir ideolojidir. Descartes'ın akılcılığıyla A.Comte'un bilimsel bir kilisenin temellerini atan pozitivizmi birleşmiş, laikçilik ideolojisine ulaşılmıştır. Laikçilik Fransız okullarında konuşlanarak, "tanrılı din" yerine "tanrısız beşeriyet dini" kurmayı amaçlamış, dini toplum dışına itmiştir. Dine saygısızdır, saldırgandır(105). Toplum mühendisliğine özenen misyoner Fransız laikçileri, 1790 Anayasasında dini sivil otoriteye teslim etmiş, akılcı insan yetiştirmek kaygısıyla Katolik Fransa'da 1794'e değin dinsel etkinlikleri yasaklamışlardır. Bu ve Napoléon döneminde çıkarılan bütün yasalarda Kilise hukukuna tepkinin izleri vardır, bunların bir bölümü bugün de sürmektedir. Jules Ferry Yasasıyla din ve devlet ayırımına gelinmiş, Ferry'nin deyişiyle "tanrısız ve kralsız" bir dünya kurulmak istenmiştir(106). Bugün Fransa'da gittikçe yumuşayan bir laikçilik; yani din ve devlet ilişkisinde katı ve düşmanca bir ayırım (séparation hostile) değil, ılımlı ve dostça bir ayırım (séparation bienveillante) söz konusudur(107).
 
  Michelet, "Fransız Devrimi hiçbir kiliseyi benimsemedi. Çünkü kendisi kiliseydi" der(108).
 
  Laikçilik, din ve devlet ayırımı ilkesinden yola çıkan bir anlayış ise de, aynı ilkeden yola çıkan Hollanda ve İrlanda, laikçiliği aşmayı, yumuşak bir biçimde laikliğe geçmeyi başarmışlardır(109).
 
 
  Dördüncü tutum laikliktir. Laiklikte din ve devlet karşılıklı olarak bağımsızdırlar. Bağımsızlık esasından yola çıkan laiklikte din kuralları devleti, devlet de din kurallarını belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karşı ilgisiz ve eşit uzaklıktadır.
 
 Çoğulcu demokraside laikliğin gerçek ve çağcıl anlamı işte budur. Çünkü çoğulculuk, zaten laik olmayı zorlar(110). Laiklik, dünyasallaşma (sécularisation, sekülerleşme), çoğulcu demokrasinin ana rahminde gelişmiştir. Demokrasinin çoğulcu boyutunun dinler/inançlar açısından somut yaşama zorunlu bir yansımasıdır. Bir rejim demokratikse, çoğulcu; çoğulcuysa, laik/seküler olmak zorundadır. Bu yüzden hukukun üstünlüğüne dayanan Anglo-Sakson demokrasilerinde laiklik/sekülerleşme, bir devrimin değil, doğal bir evrimin sonucu ve sosyolojik bir olgudur. Zira çoğulcu demokraside, hiçbir düşünsel ya da dinsel başkalık yok edilemez, görmezlikten gelinemez, tekelleştirilemez ve başkalarına dayatılamaz. Her dinin, inancın kendi alınyazısını belirleme hakkı vardır. Avrupa Birliği Sözleşmesinin 128. maddesi de bu doğrultudadır(111).
 
  Laiklik, sekülerleşme; toplumsallaşmayı, toplumsal farklılaşmayı, eleştirel akılcılığı, doğal bir sonuç olarak, kendiliğinden yaratmıştır(112). Bunları yaratmak için, toplum mühendisliğine özenilmemiştir.
 
 Laik devlette, devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz; akçalı v.b. biçimlerde destekleyemez. Din okulları açamaz. Ancak, toplulukların din okulları açmasını da önleyemez. Din derslerine engel olamaz; bunların önünü açar. Ne var ki, bu dersler, beyin yıkayıcı olmayacak,
çoğulcu, agnostik, kuşkucu esaslara göre olacak, birey dinler arasında seçimini özgürce yapacaktır. Din dersleri zorunlu olmayacak, ancak her an ilgilinin buyruğuna hazır bulunacaktır(113). Devlet; bu okulları; kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu ahlakı, kamu sağlığı açısından denetleyecek, uyuşmazlık çıkarsa sorunu bağımsız yargı çözecektir.
 
  Görülüyor ki, laiklik ile laikçilik arasındaki temel ayrılık, nedenlerle sonuçların yer değiştirmesinden ve bu yüzden de ayrı ilkelerden yola çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Gerçekten laikliğin temel nedeni, çoğulculuktur. Çoğulcu kültürün önemli bir öğesi olan dinler, inançlar başkalıklarının uygulamaya yansımasıdır. Sonucu ise, eleştirel akılcılıktır. Çünkü birey, çoğulcu, kuşkucu, koşullanmamış aklıyla seçimini kendi yapacaktır. Oysa laikçilik, laikliğin sonucu olan akılcılık kaygısıyla yola çıkmakta, akılcı bireyi yetiştirmeyi amaçlamakta, bu amacın gerçekleşmesinde dini başlıca engel olarak görmekte, onu, dolayısıyla çoğulculuğu, demokrasiyi reddetmektedir. Devlet ister istemez pozitivizme kaymakta, kendi ideolojisine uygun bireyler yetiştirmekte, kaş yapayım derken göz çıkarmaktadır. Çünkü bunun sonucunda yetişen birey eleştirel akılcılıktan uzaklaşacak, tekilci akılla düşünecek, salt devletin ideolojisinin  savunucusu olacak, geriye de koşullanmış ve hasta bir beyin ve sözde akıl kalacak, ancak "eleştirel" boyut yok olacaktır.
 
  Türk deneyiminin, gerçek laiklikten, sekülerleşmeden değil, Fransız laikçiliğinden esinlendiğinde incelemeciler birleşmektedir(114). Bu saptama doğrudur.
 
  Bu anlayışa göre, Türk uygulaması, pozitivist ve akılcı motiflerle bezenen, akılcı insan yaratmaya özenen bir tutumdur. Tanzimatla başlamış, kimi devrimlerle sürmüş, 1937'den sonra anayasalara girmiştir. Referansı çoğulculuk değil, akılcılıktır; bu yüzden de nedenle sonuç birbirine karıştırılmıştır.
 
 Oysa hukuk ve devlet yönetimi açılarından neredeyse Fransa'yla bütünleşen Belçika, laiklik konusunda Fransa'nın din ve devlet ayırımı ilkesini reddetmiş, din ve devletin karşılıklı bağımsızlıkları ilkesini benimsemiş, Fransız laikçiliğinin doğurduğu açmazları yaşamamıştır(115).
 
 Acaba Türkiye niçin Fransa'yı örnek almış, Belçika'nın tutumunu ıskalamıştır?
 
 Nedeni belli. Çünkü Türkiye demokrasinin farklılıklar rejimi olduğunu, çoğulculuk boyutunu sık sık göz ardı etmektedir.
 
  Şimdi teokrasi, laiklik, laikçilik (laisizm) kavramlarının saydam anlamlarını gözeterek, Pandora'nın kutusunu açalım ve tanıyı (teşhisi) koyalım.
 
 Türkiye Cumhuriyetinde, iktidar halkın seçimine dayanmaktadır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Bu bir.
 
 Türkiye Cumhuriyetinde Halifelik kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekâleti ise görünüşte kaldırılmış, aslında Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla bir bakana bağlanarak devlet örgütü içine alınmıştır. Örgütün dini İslam, mezhebi Sünnidir. Devlet, bu din ve mezhebin (resmi) okullarını açmıştır. Örgüt ve okulların finansmanı devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulması zorunludur.  
 
  Bu koşullarda konuyu değerlendirelim.
 
 Ontolojik olarak yaklaştığımızda, bir din ve mezhebin örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye bağlayan (md. 136) ve laikliğin gerçekleştirilmesini güçleştiren (2820 sayılı S.Partiler Yasası, md. 89), din ve mezhebin okullarını açan, finansmanını sağlayan bir devletin dini ve mezhebi vardır; bir dini ve mezhebi kayırmış, örtülü olarak benimsemiştir. Böyle bir devlet teokratiktir. Bu iki.
 
 Konuya teleolojik (amaçsal) olarak baktığımızda ise durum çok farklıdır. Devlet, böylelikle dinlerini bildirmeyenlere ya da uluslararası hukukta benimsenen dinlerden birine inanan her insana nüfus cüzdanı vermemekte, devlet birimleri içine aldığı Diyanet İşleri Başkanlığı ve açtığı din okulları aracılığıyla dini denetlemekte ve yönlendirmektedir. Bunun adı ise laikçiliktir.
 
 Kurtuluş Savaşında din sömürüsünden çok çeken Atatürk ve arkadaşlarının o dönemde dini denetim altında tutmaları anlaşılır ve gerçekçi bir tutumdur. Ancak çoğulcu demokraside bu tutum sürdürülemez. Kurumlar ve kurallarla düzlüğe çıkmak gerekir.
 
  Laiklik, ülkemizde çarpıcı kırılmalara uğramış, popülist ve/ya da devletçi kaygılarla laiklik, teokrasi ve laikçilik arasında salınıp durulmuştur.
 
 Tanı (teşhis) açıktır: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir.
 
 Laik, teokratik ve laikçi niteliklerinin ağırlıklarını gözettiğimizde, din ve devlet ilişkisi açısından Türkiye Cumhuriyetinin rejimi, demokrasi peçelemesi altında, kimileyin laiklik kırması bir teokrasidir; kimileyin laiklik kırması bir laikçiliktir. Ancak hiçbir zaman tam laik değildir. Güzeli ağlatan, çirkini söyleten kavga da bu yüzden sürmektedir.
 
  Kanımca ideolojik laikçiliği, teokrasiyi bırakıp laikliğe dönmenin tam sırasıdır.
 
 Fransız laikliği, daha doğrusu laikçiliği, kendi aşırılığı tarafından bozguna uğratılmıştır. Çünkü "çığırından çıkmış bir laiklik, kendi içinde kültürel bir "kendini yıkma" tohumunu da taşır"(116).
 
 Öyleyse Fransız örneğini bir yana bırakalım. Bu bir.  
 
 Din, özellikle de İslam, sosyolojik olarak, Türk kültürünün en önemli parçasıdır.
 Ulusal birliği sağlamada bu tutkaldan yararlanmanın yollarını arayalım. Bu iki.
 
 Atatürk'ün "gazi"lik gibi dinsel bir ünvanı benimseyerek dini dışlamadığını ve
onu katalizör olarak kullandığını unutmayalım(117). Bu üç.
 
  "Herkesin bir yolu, ideolojisi, yöntemi vardır. Allah sizleri sınamak için böyle yaptı. Hayırlarda (tercihlerde) birbirinizle yarışın"(118), "Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönseniz Allah karşınızdadır"(119) diyen, dillerin çeşitliliğini ve 124000 peygamberi kabul eden bir Tanrı, bir din hiçbir topluluğa düşman olamaz. Bağımsız kararı (içtihat), danışmayı (şûra), oydaşmayı, uzlaşmayı (icma: consensus)
benimseyen bir din çağcıldır(120), kanımca çoğulcudur, laikliğe elverişlidir. İslamın bu damarını işleyerek onu laiklikle bütünleştirebiliriz. Bu dört.
 
  Düşünce Suçu
 
  Örnek aldığımız Fransa'nın düşünce hükümlüsü Baudelaire'leri, Garaudy'leri var. Ama yine de bizimki kadar övünecekleri (!) düşünce suçluları yok.
 
 Bu konuda ciddi iddialar bulunmaktadır.
 
 Bunlara göre; Türkiye'de 1993'te 60, 1994'te 102, 1995'te 83, 1996'da 91 gazeteci yazar tutuklanmış; Türkiye İnsan Hakları Vakfına göre 1993'te 18, 1994'te 45, 1995'te 46, 1996'da 31 yazar düşünce suçlusu olarak cezaevine girmiştir. İnsan Hakları Derneğine göre, 1997'de bu rakam 153'tür.
 
  Bir başka iddiaya göre de, 1997'de 22 ülkenin cezaevinde toplam 180 gazeteci bulunmaktadır. Bunun 78'i Türkiye'dedir ve birincilik bizdedir. Sayı, Zambiya'da 1, Sudan'da 2, Nijerya'da 8'dir(121).
 
 Bu iddialar değerlendirilmeli, Türkiye yasalarla beyinleri ezilmeye, sesleri kısılmaya çalışılanların ülkesi olarak 21. yüzyıla girmemelidir. Yapılacak iş, salt düşünce suçları olan hükümleri kaldırmak, suçlara eylem çağrısı yapan, suça kışkırtan hükümlerdeki sözcük ve deyişleri, suçların yasallığı ilkesi gereğince, belirgin ve saydam kılmaktır.
 
 Çağcıl demokraside devlet düşünceler karşısında yansızdır. Hukuku, düşünceleri barış içinde yarıştırmak için kullanır, yasaklamak için değil.
 
  Yargı bağımsızlığı ve erkler arasında eşitlik
 
  Hukukun üstünlüğü değil, hukuk devleti ilkesini benimseyen Kara Avrupası ülkelerinden esinlenen Türkiye, yargı erkinin bağımsızlığını ve öbür erklerle eşitliğini gerçekleştirmeden üçüncü bin yıla girecek mi?
 
 Bugün bu soruyu yalnız yargı değil, herkes soruyor.
 
 Daha önce de belirtildiği üzere, yargı her zaman önemli bir iktidar, güç olmuştur. Metafizik dönemde mistik, dinsel (teolojik) dönemde tanrısal, bilimsel dönemde laik bir güçtür yargı.
 
 Bu yüzden de siyaset onu hep kendi buyruğunda görmek istemiştir.
 
 Türk'ün geleneğinde yargının bağımsızlığı hep olmuştur. Yüzyıllar önce Musa Çelebi'ye Serasker Bedrettin, "divan bağımsız, hüküm yasal olmalı" diyordu.
 
  Adaletin kirlenmemesi için, yargıya kristal özeniyle yaklaşmak zorundayız. Bu konuda yargısını hâlâ bağımsız ve güçlü kılamamış Fransa bize örnek olmamalıdır. Daha 1991'de Fransız Cumhuriyetçi Parti Başkan Vekili Alain Madelin, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun bağımsız olmadığını, hukukta devletçilikten hukuk
devletine geçmek için yargının bağımsız olması gerektiğini yazıyor(122), aynı yıl eski Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing ve şimdiki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac da bu görüşü paylaşıyorlardı(123).
 
 25.07.1993'te Anayasanın 65. maddesi değiştirilerek, Kurulun oluşmasında Cumhurbaşkanının yetkisi sınırlandırılmış, ancak yakınmalar bitmemiştir.
 
 20 Ocak 1997'de beş büyük reform isteyen Cumhurbaşkanı Chirac, 21 Haziran 1997'de Başbakan Jospin yargının bağımsız olmadığını vurguladılar. 29 Ekim 1997 tarihli Adalet Reformu taslağında, c.savcılarının da bağımsız olmaları, Cumhurbaşkanının başkan, Adalet Bakanının başkanvekili oldukları Kurulda oy haklarının bulunmaması, üye sayısının değişmesi, toplantıların herkese açık yapılması gerektiği belirtilmektedir.
 
   İtalya ve Almanya'da tartışmalar sürüyor.
 
 Kendi ülkelerinde yargının bağımsız olmadığı söylenen devletleri örnek almak.
 
 Kurul üyesi seçimlerinde yürütmenin, siyasal organın etkisine açık, girişim gücü Adalet Bakanlığına bağımlı, bakan ve müsteşarı doğal üye sayılan, ayrı bütçesi, birimleri ve çalışma yeri bulunmayan, oturumları gizli ve yönetsel kararları yargı yoluna kapalı olan bir Kurul ve denetimi Bakanlıkça yapılan bir yargı, yürütme ve
yasamanın karşısında bağımsız olamaz.
 
 Yapılacak iş bellidir.
 
  Eski deneyimler gözetilerek yasamanın ve yürütmenin Kurulun oluşmasında etkisi, payı olmamalıdır. Yasamanın Kurula üye seçimi geçmişte başarısız olmuş, yargıya yasama ve yürütmenin etkisini, kısacası politikayı sokmuştur. Metafizik ulusal irade kavramlarıyla bu denenmiş yol yeniden denenmemelidir.
 
 Başka ülkelerden elbette yararlanılmalıdır. Ancak bu konuda iki nokta gözden kaçırılmamalıdır. Birincisi hukuksal koordinatların örtüşüp örtüşmedikleri, ikincisi o ülkelerde yakınmaların olup olmadığı mutlaka gözetilmelidir.
 
 Örneğin, yarı başkanlık sisteminin gereği olarak Fransa'da cumhurbaşkanı yargı bağımsızlığının güvencesidir (Anayasa, md. 64) ve bundan sorumludur. Ancak cumhurbaşkanları orada yargıya hep güvenmiş ve saygı göstermişlerdir. Sözgelimi, hiçbir cumhurbaşkanı, kurulun üç kat aday göstermesinde direnmemiş, önüne gelen
tek adayı Kurulun isteği doğrultusunda öngörülen göreve atamıştır.
 
 Bundan başka gelişmiş ülkelerde kamuoyunun yargı bağımsızlığı konusundaki duyarlılığı gözetilmelidir. Bu duyarlılık siyasal iktidar üzerinde önemli bir baskı öğesidir.
 
  İki örnek vereyim.
 
 1966 Ben Barka suikastında dönemin Adalet Bakanı, sorgu yargıcı Casamayor'dan kamuoyundaki duyarlılığı gözeterek davayı uzatmamasını istemiş, yargıcın bu müdahaleyi takma adla basında duyurması üzerine Bakan yargıç hakkında disiplin cezası uygulamak istemiştir. Kamuoyunda kıyamet kopmuştur.
 
 Savaş sonrasında İtalya demokrasiye geçti. Faşizm döneminden kalan ve valilere doğduğu kentten başka kente gidenleri kent dışına çıkarma yetkisi veren Zorunlu Sürgün Yasasını Anayasa Mahkemesi iptal etti. Halkın sevgilisi Başbakan De Gasperi, düzeni sağlamak ve suçluluğu önlemek için bu yasaya gerek olduğunu, yeniden çıkaracaklarını duyurunca, Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Dr. De Nicola bir bildiri yayımladı. Başbakanı eleştirdi ve hükümet karara uyuncaya değin Anayasa Mahkemesinin hiçbir davaya bakmayacağını, Roma'dan ayrılıp Napoli'ye taşınacağını açıkladı. Dediğini de yaptı
 
  Böylelikle belki de yargının tarihinde ilk kez bir sivil itaatsizlik olgusu yaşanıyordu.
 
 Kamuoyunda kıyamet koptu. Grevler başladı. Bunalım çıktı. En sonunda Başbakan De Gasperi, iptal kararına uyacaklarını bildirmek ve özür dilemek zorunda kaldı. Mahkeme de Roma'ya döndü.
 
 Türkiye'de her şey "hikmet-i hükümet" sayesinde birer bilmeceye dönüşmüştür. 2398 yıl önce Sokrates'in nasıl yargılandığını biliyoruz. Ama yüzyıl önceki Mithat Paşa davası hâlâ bir sır. Bir sayın Adalet Bakanı ayrılış konuşmasında "adalete karışmadığını" övünçle söyleyebiliyor, bunu erdem olarak sunabiliyor. Bu itiraftan anlıyorsunuz ki, yargının kapısı siyasal müdahalelere açık. Ama kimseden çıt çıkmıyor.
 
 Kanımca yargının özlükten denetimine değin bütün işleriyle ilgili olarak bağımsız bir Yüksek Yargı Kurulu oluşturulmalı, adlî ve idarî yargı alt kurulları bulunmalı, seçimlerde yasama ve yürütmeye pay verilmemeli, Kurulun kararlarına karşı yargı yolu açık olmalıdır.
 
  Yeni bağımsızlığına kavuşmuş ya da demokrasiye son çeyrek yüzyılda geçmiş ülkeler, gelişmiş ülkelerdeki yakınmaları değerlendirerek sistemlerini kurmaktadırlar. Sözgelimi, İspanya, Hırvatistan, Polonya, Portekiz, Slovenya'da adalet bakanı kurula alınmamış, Bulgaristan'da ve Makedonya'da ise bakana oy hakkı tanınmamıştır.
 
 1982 Anayasasının başlangıcında yasama, yürütme ve yargı erkleri, güçleri arasında eşitlik ilkesine, 140. maddesinde de bu eşitliğin nasıl sağlanacağına değinilmiştir.
 
 Kararnameyle yasayı birbirine karıştıran ve yargıçlarla savcıları "memur"laştırmak isteyen kerameti kendisinden menkul bir hukuk anlayışı, Anayasayı çiğneme pahasına, yıllardan beri bu eşitliği göz ardı etmiş, yargının bütçedeki payı yüzde birlerin altına düşürülerek bu eşitsizlik somutlaştırılmıştır. Yasama ve
yürütmenin parlak lüksü yargıyı soldururken, aslında yalnızca yargının değil, devletin de saygınlığı, onuru soldurulmuştur.
 
  Bundan yargımız ve halkımız şikâyetçidir.
 
 Yavru vatan Kıbrıs, eşitlik sorununu çözmüş ve anavatana bu konuda ders vermektedir.
 
  Meşruluk ve 1982 Anayasası
 

  Ç ıplak bir uyarıda bulunmak zorundayım. Türkiye meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir Anayasayla yeni yüzyıla giremez, girmemelidir.
 
 Meşruluk, toplumbilimin, siyaset biliminin en önemli kavramlarından biridir ve örselenemez.
 
  Halkta, bir kurumun, yasanın ya da yöneten kişi(ler)in, bilinen ve benimsenen kurallara göre oluşmuş bir çoğunluğu arkalarında bulundurduklarına ilişkin yaygın inanç varsa, o kurum, o yasa ya da yöneten(ler) meşrudur (Burdeau, Duverger, Aron, Easton, Kelsen, Lipson, Weber).
 
 Meşruluk, toplumdaki barış ve dinginliği sağlayan; kurumu, yasayı, iktidarı ayakta tutan büyülü bir inançtır. En zorba yönetimler bile hep kendilerini meşru göstermeye çalışırlar. Bu yüzden İtalyan Tarihçisi Ferraro: "Meşruluk, sitenin/devletin/toplumun görünmeyen barış meleğidir" der.
 
 Meşruluk iki türlüdür: Biçimsel meşruluk (la légitimité formelle) ve maddî meşruluk (la légitimité matérielle).
 
  Çoğunluk kurallara göre sağlanmamış ise biçimsel meşruluk yoktur. Kurallara göre sağlanan çoğunluğun onayı sonradan geri çekilmiş ise maddî meşruluk yoktur.
 
 Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddi açılardan meşru mudur?
 
 Biçimsel meşruluk açısından ele aldığımızda görünüm şudur:
 
 Anayasa, halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar, parlamento tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan atanmış kişilerce yapılmıştır(124).
 
  İkinci olarak, meşruluk bir karara, işleme, herkesin sonuçları sorgulayabilecek ve eşit biçimde, zorsuz ve yasaksız katılmalarına bağlıdır. İradeler tartışma sürecinden geçmedikçe meşruluktan söz edilemez(125). Çünkü tartışma varsa ve ne denli açıksa, sorunlar o denli saydamlaşır, bilgi edinilir ve yanlışa düşme tehlikesi azalır. 04.06.1888'de Clémenceau, "konuşulan ülkelerde zafer, susulan ülkelerde utanç vardır" demişti.
 
 1982 Anayasası tartışmaya kapalı tutulmuştur. Üçüncüsü, tartışma yasağına koşut olarak tek yanlı bir beyin yıkama bombardımanından sonra oylama yapılmış, halk iğfal edilmiştir. Dördüncüsü, Anayasa benimsenmediği takdirde pretoryen diktasının süreceği mesajı verilmiş, ölümü gören eli böğründeki halk çaresiz, sıtmaya razı olmuştur(126). Beşincisi, içini gösteren, "seni mimlerim" zarflarıyla gizli oy ilkesi çiğnenmiştir. Altıncısı, tek işlemle hem devlet başkanı, hem de Anayasa oylanmıştır. Her ikisini destekleyenlerin ya da onlara karşı olanların sayısı, oranı belirsizdir. Devlet başkanını destekleyenler Anayasaya katlanmışlarsa Anayasa; Anayasayı destekleyenler devlet başkanına katlanmışlarsa devlet başkanı desteksiz kalmış demektir. Peki hangisi çoğunluğu elde etmiştir? Bu bir bilmecedir. Ancak bilinen şudur. İkisi de kuşkuyu içinde taşıyor. Üstelik devlet başkanı için zaten seçme söz konusu değil. Çünkü tek adaydır. Seçenekler arasında özgür seçimde bulunamayan birey özerk değildir. Çünkü özgürlük özerklikten önce gelir(127). Görülüyor ki, toplumla yapılan bu sözleşme (Anayasa) tehditle, fesada uğratılmış bir iradeyle benimsetilmiştir. Göstermelik oylama hukuken sakattır. Bu yüzden Anayasa biçimsel meşruluktan yoksundur, geçersizdir. Unutmayalım ki, bu tür yollarla halkoyuna sunulan anayasaların sağladığı çoğunluk her ülkede %97-%100 arasında gerçekleşmiştir ve görünüştedir (Duverger). Türkiye'de %93 çoğunluk, halkın onuruna saldırıyla elde edilen ayıplı bir çoğunluktur. "Kurşun yerine oy" kullanılarak (Duverger) kabul ettirilen 1982 Anayasası, hazırlayanlar ve hazırlanış biçimiyle bir tür "ferman anayasası"dır(128). Gelelim 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından durumuna. Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alanlarıyla bunların çiğnenmelerine karşı denetim yollarını belirleyen, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dışılığı engelleyen metinlerdir. 1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları âdeta istisnalar haline getirmiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini değil, cumhuriyet yönetimini öngörmüştür. 1961'in insan hak ve özgürlüklerine "dayanan" devleti (md. 2) gitmiş, hak ve özgürlüklere lütfen "saygılı" (md. 2), "kutsal devlet"i (23.07.1995'e dek dayanabilen bir kutsallıktır bu) gelmiştir. Devlet ve değerleri her ülkede elbette korunur. Korunmalıdır da. Ama "devlet" kutsallaştırılırsa ilişilemez (tabu) olur çıkar. Çünkü kutsallara dokunulamaz. Görünen o ki, erek (telos) ve varlıkbilim (ontologie) açılarından (Karl Loewenstein ve Giovanni Sartori'nin anayasaları sınıflamalarına göre) 1982 Anayasası, siyasal iktidarın keyfiliğini önleyici, insanların hak ve özgürlüklerinin özünü kollayıcı olmadığından normatif ve güvenceci bir anayasa değildir. Diyanet İşleri Başkanlığının konumuna değin devletin örgütlenmesini ayrıntılarıyla düzenleyip devleti korumayı amaçladığından, toplum dinamikleriyle bütünleşemediğinden, hak ve özgürlükleri istisna olarak algıladığından ve bunları adı var kendi yok ölü bir metne dönüştürdüğünden, görünüşte, nominal, semantik bir anayasadır, bir metindir. Elbise dolabında bekleyen bir balo giysisidir. Çünkü günlük yaşam ve hukukla ilgili değildir. Anayasaya göre halk ve birey devlet içindir, devlet halk ve birey için değildir. Öyle ki, Belçika'nın getirdiği yasaktan (1831 Anayasası md. 24; 1994 Anayasası md. 31) 151 yıl sonra, devleti koruma kaygısıyla, memur yargılaması için izin sistemini getirmiştir (md. 129/son). Memurîn Muhakematı Hakkında Kanun-ı Muvakkat gibi baskı yasalarını üretmeye kodlanmış bir metindir bu. Anayasa laiklikten söz etmiştir, ama zorunlu din derslerini getirerek laikliğin canına okumuştur, antilaiktir. Bu yüzden de Türkiye bugün, anayasacılık kavramlarına göre belirtilmek gerekirse, bir "anayasalı devlet"tir, ama bir "anayasal devlet" değildir(129). Taşıdığı bu yapım (imalat) yanlışları nedeniyle derin siyasal ve toplumsal bunalımlar üreten, toplum dokusunu yırtan(130) bu Anayasanın arkasında, artık onu kotaranlar bile durmuyor, duramıyorlar ki, "demokrasiye vurgun Türk çocukları" dursunlar. Çağımızın en büyük matematikçilerinden biri Kurt Gödel'dir. Nazilerden kaçarak Amerika'ya sığınmıştır. Sürekli uzatılan çalışma izinleri sayesinde üniversitede görev almıştır. ABD yurttaşlığına geçmesi gündeme geldiğinde, ABD Anayasasını okur ve sarsılır. Zira Gödel'e göre bu Anayasa diktatörlüğü önleyecek silahlardan yoksundur. Her an bir Hitler yaratabilir. Bu yüzden Gödel, ABD yurttaşlığını reddetmeyi düşünür. Onu zorla inandırmışlardır, yurttaşlık konusunda. Bugün Türkiye'de 1982 Anayasasını reddeden Gödel'ler çoğunluktadır ve bu Anayasanın maddi meşruluğu da kalmamıştır. Benim burada yaptığım, meşruluk kavramı açısından yalnızca bir hasar saptamasıdır. Türkiye; hukuk devleti değil, hukukun üstünlüğü temeline oturan, evrensel ilkelerin tezgâhında yerel ipliklerle dokunan, ortak paydası insan hak ve özgürlükleri olan bir Anayasayla üçüncü bine girmeyi hak etmiştir. Ancak bir hukukçu olarak şunu vurgulamak zorundayım. Anayasayı eleştirmek başka, ona uymak başkadır. Hiçlikle (butlanla) sakat olan bu Anayasa yeni bir Anayasayla yürürlükten kalkıncaya dek, ona uymak yasal bir yurttaşlık görevidir. Öte yandan onun meşruluğunu tartışmak, kamuoyunu uyarmak ve halka doğruları söylemek de bir hukukçunun ahlaki bir ödevidir. Ben hem görevimi, hem de ödevimi yerine getirmeyi sürdüreceğim.

NELER YAPMALI? 

 İşte, dokunduğu her şeyi bilim testinden geçirerek akılcılığa dönüştürebilen ve kendini durmadan yenileyerek kültür genlerine içselleştirdiği çağla aynı dalga boyunu yakalayabilen pırıl pırıl bir Atatürkçülük. 

 İşte, ilke ve boyutları, marangozun budaksız ağaçta kayan rendesi gibi, iyi işletildiğinde, barışın, gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunan; ancak bunların bir tanesinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçen ve, bütün sistemi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir kıskançlıkla geri alan görkemli ve çağcıl demokrasi. 

Nihayet işte, doğruları, yanlışları, esin kaynakları ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiyemiz. 

 Tercih sizlerindir. 

Ben Türk halkının "güzeli ağlatan, çirkini söyleten" bir halk olmadığına inanmışımdır. Bu yüzden hep ondaki titreşimleri ve bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalıştım. Hem de, yabancı sözcüklerle kuşatılmış, başkenti bile sokaklarına dek istilaya yeltenen "Türkgilizce"yle değil, vurgun olduğum, ses bayrağım anadilim Türkçe'nin yalınlığıyla, içtenliğiyle yazdım ve konuştum. 

 Şu anda da, birey, yurttaş, hukukçu olarak ve bütün sorumluluğu üstlenerek tercihlerimi dile getiriyorum. 

 İçleri boşaltılmamış, sulandırılmamış evrensel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum. 

Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk'ü ve sonluluk değil, sonsuzluk olan, 1930'lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten Atatürkçülüğü geri istiyorum. 

Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyorum. Eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi anlamında çıtası en yüksek demokrasiyi istiyorum. 

Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum. 

Hoşgörünün de ötesinde "öteki benim eşitim" diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikilerle ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik cumhuriyet istiyorum. 

Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum. 

Hoşgörünün de ötesinde "öteki benim eşitim" diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikilerle ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik cumhuriyet istiyorum. 

Yaşamın ve barışın vazgeçilmez gerekçesi olarak, dokuları örselenmemiş, kendisini dengeleyen bir doğa; kılcal damarları çoğulculukla beslenen ve kendini geliştiren bir toplum istiyorum. 

Çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ve devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laikliği geri istiyorum. 

Düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum. 

Böyle bir devletin; devletlerin özgür birey ve halk için olduğu anlayışını temel alan, insanların evrensel ahlak kodu sayılan hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi kaygı edinen, gözeneklerine değin içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran bir anayasayla örgütlenmesini istiyorum. 

Hukuku değil, devleti koruma kaygısıyla Memurin Muhakematı Kanunu gibi yasaların destekçisi sözde anayasa metinlerinin çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle vurguluyorum. 

Sığlaşan hukuktaki her yanlışın patlamaya hazır bir krater olduğu bilinciyle; her aileyi yargısallaştıran ve devleti bireylerle sürtüştüren çarpık hukukun ürettiği davalar yığınının fay hattındaki hukuk göçüğünden insanımın kurtarılmasını, yazılı hukukun değiştirilmesini, "dura dura bayatlayan adalet" (B. Brecht) yüzünden umudunu mafyaya bağlayanların "makûs talih"lerinin yenilmesini istiyorum. 

 Özlenen hukuku yaşama geçirmenin önkoşullarını yaratabilmek için, hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü yargı erkinin öbür erklerden bağımsız olmasını, özellikle yürütmenin kuşatma harekâtını yarmasını; devleti ve demokrasiyi meşrulaştıran yargı gücünün yasama ve yürütme güçleriyle maddi ve manevi bütün alanlarda eşit kılınmasını istiyorum. 

Yargının ivedi gereksinimlerinin kısa vadede karşılanmasını, 1966 New York Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde (md. 14) bir insan hakkı olarak vurgulanan üst (ara) mahkemeye başvuru (istinaf) hakkının tanınmasını, böylelikle üst mahkemeleri, yargı kolluğu, akademisi, binalarıyla halkın ve Türkiye'nin saygınlığına yaraşan yetkin bir adlî yargı istiyorum. 

Diyeceklerim şimdilik bunlardır. Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu öderken, 2000 yılında demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye'de ve dünyada buluşmak umuduyla saygılar sunarım. 

Yaşasın Türkiye ! 

 REFERANSLAR :

(1) PERES, Shimon, Tarihte Av Mevsiminin Sonu, derleyen: GARDELS, Nathan, (B.'Çarakçı' Dişbudak, Yüzyılın Sonu, (Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor), İş B.Yay., İstanbul, 1999, s.315.
(2) DEDEOĞLU, Gözde, 21. Yüzyıl Yumuşamak Zorunda, Cumhuriyet, 21.06.1999.
(3) TOPUZ, Hıfzı, Globalleşme İçinde Bilimsel Araştırmalar, Adam Sanat, Nisan 1998,s.6.
(4) SARTWELL, Crispin, (A. Yılmaz), Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik, Ayrıntı, İstanbul,1998.  
(5) Dışa/içe patlayan ülkeler ayırımını ünlü düşünür AKBAR'dan esinlenerek ülkemize uyarladım. Bakınız: AKBAR, S.Ahmed, Bağdat Kapılarında Medya Patronları,GARDELS, s.41.
(6) Türkiye Bilimler Akademisinin (TÜBA) 1998'de oluşturduğu komisyonun "bunalım"tanımı budur: Türkiye'de Bunalım ve Demokratik Çıkış Yolları, Ankara, 1998, ÇAVDAR,Ayhan O., Önsöz, s.v.
(7) BARBER, Benjamin, R., (M. Beşikçi), Güçlü Demokrasi, Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, Ayrıntı, İstanbul, 1995, s.18.
(8) BOORSTIN, Daniel, J., İmajın Bir Tarihi: Sahte Olaylardan Asıl Gerçeğe,GARDELS, s.256.
(9) Bu anlayışın sonuçları ve eleştirisi için bakınız: KADIOĞLU, Ayşe, Cumhuriyet
İradesi Demokrasi Muhakemesi, Metis, İstanbul, 1999, s.31-33, 104-106.
(10) Cumhuriyet, 11.08.1929.
(11) HERRIOT, Edouard, Préface, s.v., ALP, Tekin. Le kémalisme, Paris, 1937.
(12) André MALRAUX, bu tanımı şu yapıtında sık sık yineler: Antimémoires, Folio,Paris, 1976, s.16, 38..(Ayraç İçindeki "Atatürk" sözcüğü benim, s.s.).  
(13) Söylev, Ankara, 1978, I., s.11, 12; MARCHAND, P., Le réveil d'une race, Paris,1927, s.42; RISLER, J.C., L' Islam moderne, Paris, 1963, s.21.
(14) TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1996, III, s.21. 1937'de "altıok"un Anayasaya sokulması sırasında Anayasa Komisyonu Başkanı merhum Şemsettin Günaltay, yaptığı konuşmada karşıt düşünce açıklamasının yasak ve suç olacağını belirtmiş, merhum Recep Peker de bunu doğrulamıştır. Bakınız: DOĞAN, D.Mehmet, Tek Parti Doğruları Demokrasiye Karşı, Yeni Türkiye, n.17, 1997, s.484.
(15) "Öğreti" sözcüğünün buradaki anlamı hiç kuşkusuz ideolojidir.
(16) SARTRE, Jean-Paul, L'Etre et le néant, Paris, 1984, s.12.
(17)SARIBAY, Ali Yaşar, Demokrasinin "Prelude"ü olarak Kemalizm, Türkiye Günlüğü,n.28, May-Haz., 1994, s.16 vd.; HEPER, Metin, Kemalizm ve Demokrasi, aynı dergi, s.39; MAHÇUPYAN, Etyen, Kemalizm: Bir Geçiş Dönemi, aynı dergi, s.58, 60. Karşıt görüş: ALTAN, Mehmet, Kemalizm Ordunun Resmi İdeolojisidir, aynı dergi, s.61-64.
(18) İNÖNÜ'de 1962'deki bir radyo konuşmasında aynı görüşü doğrulamıştır.
(19) Yeni bir incelemesinde Mohammed ARKOUN, Atatürk'le ilgili incelemelerin bu tarihsel olayın çok yönlü araştırma alanını henüz tüketemediklerini, düşünme öğesini taşıyanın pek az olduğunu belirtiyor ve kanımca haklıdır (ARKOUN, Mohammed, (E.Öktem, İslami Bakış Açısı İçinde Pozitivizm ve Gelenek Olarak Kemalizm Olayı, Cogito, n.1, 1994, s.49.
(20) BURDEAU, Georges, Le libéralisme, Seuil, Paris, 1979, s.181-183.
(21) BERNARD, Michel/LAUZON, Léo-Paul, Les rétrolibéraux, Devoir, Québec, 21.12.1994. G
(22) VECA, Salvatore, (E. Buissière), Ethique et politique, PUF, Paris, 1999, s.157.  
(23) A.İnsan Hakları Mahkemesinin Kjeldsen (07.12.1976), Kokkinakis (25.05.1993) kararları bu doğrultudadır.
(24) BURDEAU, s.44.
(25) A.İnsan Hakları Mahkemesinin Handyside (07.12.1976), Sunday Times (26.04.1979), P.M. Ligens(08.07.1986), G. Oberschlich (01.07.1997), T.Komünist Partisi(30.01.1998)kararları.  
(26) TANİLLİ, Server, Devlet ve Demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, İstanbul, 1981, s.30-33.
(27) KYMLICKA, Will, (A. Yılmaz), Çokkültürlü Yurttaşlık, Ayrıntı, İstanbul, 1998,s.154, 155, 251 vd.; GÜRAN, Sait, İfade Hürriyeti Üzerinde İdarenin Yetkileri, İstanbul, 1969, s.380.
(28) ERDEM, Fazıl Hüsnü, Düşünce Özgürlüğü, Ankara Baro Dergisi, 1998, n.1, s.6, 7, 24, 27.
(29) HUNTINGTON, Samuel, P., Anlaşamayan Uygarlıklar, GARDELS, s.81.  
(30) MORIN, Edgar, Pour sortir du XX ème siècle, Paris, 1984, s.90, 91.  
(31) CANETTI, Elias, (G.Aygen). Kitle ve İktidar, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s.23, 26.  
(32) SYBERBERG, Hans Jurgen, Almanya'nın Ruhu; Modern Tabu, GARDELS, s.137,141.  
(33) BOORSTIN, s.254.
(34) BASTIAT, Fréderic, (D. Russell/Y. Arslan), Hukuk, Ankara, 1997, s.62, 65.
(35) CONNOLLY, William, (F. Lekesizalın), Kimlik ve Farklılık, Ayrıntı, İstanbul, 1995,s.249-250.
(36) VECA, s. 166, 167.
(37) JUNG, C.C., (C.E. Sılay), Keşfedilmemiş Kimlik, Ankara, 1998.
(38) LYOTARD, Jean-François, (Z. Aslan), Ötekinin Hakları, Liberal Düşünce, n.14,
1999, s.144.
(39) LEFEBVRE, Henri, Le manifeste différentialiste, Gallimard, Paris, 1970, s.45, 48.
(40) CROWDER, George, Çoğulculuk ve Liberalizm, Diyalog, 1995, s.81.
(41) SARIBAY, Ali Yaşar, Postmodernite,. Sivil Toplum ve İslam, İletişim, İstanbul,1994. s.11.
(42) BERLIN, Isalah, Volksgeist'in Geri Dönüşü; İyi ve Kötü Milliyetçilik, GARDELS, s.101.
(43) BARRY, Norman, (M. Erdoğan), Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm,Ankara, 1997, s.101.  
(44) BAUDRILLARD, Jean, (E. Abora/İ. Ergüden), Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı,İstanbul, 1997, s.117, 119, 120, 122, 137.
(45) CONNOLLY, s.248.
(46) BASTIAT, s.11.
(47) HENRY-LEVY, Bernard, La pureté dangereuse, Paris, 1984, s.XIV.  
(48) BASTIAT, s.41-57.
(49) FUKUYAMA, Francis, (D.-A.Canal), La Fin de l'histoire et le dernier homme,
     Flammarion, Paris, 1992,    s.202 vd.
(50) FUKUYAMA, s.17-19.
(51) RAPUSCINSKI, Ryzsard, Amerika'da la raza cosmica, GARDELS, s.164, 172, 173.
(52) MORIN, Edgar/NAÏR, Sami, Une Politique de Civilisation, Arléa, Paris, 1997, s.33,34.  
(53) BURDEAU, s.286.
(54) BERLIN, s.103; RAPUSCINSKI, s.178.  
(55) LYOTARD, Ötekinin..., s.149.
(56) LYOTARD, s.145, 147, 150.
(57) FUKUYAMA, aynı yapıt.
(58) TOURAIN, Alain, Qu'est-ce que la démocratie? Fayard, Paris, 1994, s.9, 37.
(59) RAPUSCINSKI, s.178.
(60) PAZ, Octavio, Tarihin Sonunda Batı Doğuya Dönüyor, GARDELS, s.192.
(61) MORIN, Edgar, Penser l' Europe, Paris, 1987, s.29 vd.
(62) VECA, s.115.
(63) TOPUZ, Hıfzı, Kültürel Kimlik, Adam Sanat, Ekim 1998, s.23-26.
(64) ERDOĞAN, Anayasal..., s.151, 152.  
(65) CONNOLLY, s.267 vd.
(66) BURDEAU, s.173.
(67) BARRY, s.101.
(68) DUVERGER, Maurice, Le lièvre libéral et la torture européenne, Paris, 1990, s.98 vd., 189 vd.; KEANE, John, (N. Erdoğan), Demokrasi ve Sivil Toplum, Ayrıntı,İstanbul, 1994, s.49.  
(69) BURDEAU, s.187, 221.
(70) BASTIAT, s.51, 52.  
(71) İleten: ÇONGAR, Yasemin, Devlet Nereye Demokrasi Nereye (1), Milliyet,02.08.1999.
(72) YAVUZ, Hakan, İslam ve Türkiye, Türkiye Günlüğü, n.29, Tem.-Ağ. 1994, s.231.  
(73) Kopenhag Belgesi, 26.09.1990.  
(74) BASTIAT, s.14, 18, 23, 58, 61.  
(75) PETTIT, Philip, (A. Yılmaz), Cumhuriyetçilik, Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi,Ayrıntı, İstanbul, 1998, s.231; (Bir zamanlar Amerikan Parlamentosu üyeleri, kimi vergilerden kendilerini bağışık tutmuşlardır(Pettit, s.232); ERDOĞAN, Anayasal..., s.79, 80, 182-186.  
(76) PETTIT, s.231, 233.
(77) MONTESQUIEU, Charles de S.B., Oeuvres complètes, Seuil, Paris, 1964, s.536(II. kitap, 1. bölüm).
(78) Ibid, s.532. Eski Yunan düşünürü Thucydides de, her insanın iktidarını sonuna dek zorlama eğiliminde olduğunu söylemiştir.
(79) BURDEAU, s.65; PETTIT, s.235, 236.
(80) MONTESQUIEU, s.586-588. İlginçtir, Kudüs yolculuğundan dönerken Chateaubriand da "Yalnızca Padişahın özgür, öbür herkesin köle (kul) olduğu bir ülkede kalamam" diyerek İstanbul'da mola vermemiştir.
(81) VECA, s.131.
(82) EISENMANN, Charles, L' "Esprit des lois" et la séparation des pouvoirs, Mélanges.Carré de Malberg, Paris, 1933, s.165, 183; DE MALBERG, Carré, Contribution à la théorie générale de l' Etat, Paris, 1922, II, s.5, 8, 18, 20, 28, 29, 35, 36, 43, 49, 110,121, 131, 142; TANİLLİ, s.376, 377.  
(83) EISENMANN, s.166-179, 187-192; DUGNIT, Léon, La séparation des pouvoirs etl'assemblée nationale de 1889, Paris, 1893, s.15-19, 47-116; BRUN,Henri/TREMBLAY, Guy, Droit Constitionnel, Québec, 1990, s.687 va.; ÖZBUDUN,Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 1993, s.144-153; TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, İstanbul, 1986, s.402-408; KAPANİ, Münci, Kamu Hürriyetleri, Ankara, 1976,s.282; TOURAIN, s.50; HAYEK, ileten: YAYLA, Atilla, Siyaset Teorisine Giriş, Ankara 1998, s.113, 114; ERDOĞAN, Anayasal..., s.107.   
(84) AKTAN, Coşkun Can, Kirli Devletten Temiz Devlete, İstanbul, 1999, s.81.  
(85) Marchamont Nedham 1657'de buna değinmiştir; ileten: PETTIT, s.236; DUGUIT,s.15; KAPANİ, s.283; BRUN/TREMBLAY, s.389; CASSIN, René, Montesquieu et les droits de l'homme, La pensée politique et constitutionelle de Montesquieu,bicentenaire de l'"Esprit des lois" 1748-1948, Sirey, Paris, 1952, s.118; TEZİÇ, s.408,409; ÇAĞLAR, Bakır, Politika ve Hukukta Neoliberalizm, Yeni Türkiye, n.25., s.27.
(86) PEYREFITTE, Alain, Les chevaux du lac Ladoga. La justice entre les extrêmes,Plon, Paris, 1981, s.524.
(87) BOUILLON, Hardy, (A.İ. Savaş), John Locke, Ankara, 1998, s.23-29.
(88) ERDOĞAN, Anayasal..., s.105.
(89) SEIGNOBOS, Histoire politique de l' Europe contemporaine, Paris, 1929, I.,s.104;
  DE MALBERG, s.35, 36,   49; DUGUIT, s.16.
(90) CONNOLLY, s.247.
(91) ÖZDEMİR, Hikmet, Yargı Denetimi Demokrasinin Ahlakıdır, Yeni Türkiye, n.17,1997, s.365.
(92) CORDERO, Procedura penale, Milano, 1985, s.253; DUVERGER, Maurice,Instittutions politiques et droit constitionnel, PUF, Paris, 1975, I., s.177; FOSCHINI,Sistema del diritto processuale penale, Milano, 1965, I., n.333, 336; FAZZALARI,Giurisprudenza volontaria (dir. proc. civ.), Enciclopedia del diritto, Milano, 1970, XIX,s.354; FAZZALLARI, Istituzioni di diritto processuale, Padova, 1986, s.394;
  BELLAVISTA, Lezioni, 1968, s.153.
(93) HAYEK, DWORKIN, ileten: BARRY, s.43.
(94) ÖKÇESİZ,Hayrettin, Hukuk Devleti ve Yargıcı, Yeni Türkiye, 1997, n17., s.361.
(95) VECA, s.66.  
(96) BARRY, s.33, 34, 72.
(97) ENGELHARD, Philippe, La troisième guerre mondiale est commencée, Arléa,Paris, 1997, s.282.
(98) ERDOĞAN, Anayasal..., s.157, 162; BEETHAM, David/BOYLE, Kevin, (V.Bıçak),
  Demokrasinin Temelleri, Ankara, 1998, s.105.
(99) BEETHAM/BOYLE, s.105.
(100) COHEN-TANUGI, Laurent, Le droit Sans l' Etat, sur la démocratie en France et
  en Amérique, PUF, Paris, 1987.
(101) VECA, s.155.
(102) TOURAINE, s.61-63, 177; DEPRAY, Régis, Etes-vous démocrate ou républicaine?Le Nouvel Observateur,
  30 nov 6 déc. 1989; ERDOĞAN,Anayasal...,s.194 vd.;
  KADIOĞLU, s.13, 14, 24, 25, 59, 62, 63.
(103)ROBBERS, Gerhard, Etat et Eglises dans l'Union Européenne, Baden-Baden,1997, s.350-351.
(104) TOURAINE, s.172.
(105) MILOSZ, Czezlaw, Dinsel Hayal Gücünün Kaderi, GARDELS, s.33; VERGİN, Nur, Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin "Bitmeyen Senfoni"si, Türkiye Günlüğü, n.29, 1994, s.11, 13; KILIÇBAY, M.Ali, Demokrasiye geçit vermeyen düşman kardeşler: Dincilik ve Laikçilik, aynı dergi, s.117-120; YAVUZ, Hakan, İslâm ve Türkiye, aynı
dergi, s.236, 237; HOCAOĞLU, Durmuş, Sekülarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi, aynı dergi, s.52, 62-64; ANAYURT, Ömer, Fransa'da klasik geleneksel laikliğin çöküşü ve modern laikliğe geçiş, aynı dergi, s.169-173.
(106) VERGİN, s.11-15.
(107) ROCHE, J./POULLE, A., Libertés publiques, Paris, 1990, s.106; BASDEVANT-GAUDEMET, Birigitte, Etat et Eglises en France, ROBBERS, s.129-158. Bu gelişmeye bakarak laikçiliğin, laikliğin çocuk hastalığı olduğunu ileri sürmek (VERGIN, s.13) kanımca doğru değildir. Çünkü ilkesi ayırımdır.  
(108) İleten: AKYOL, Taha, Jakoben Devlet, Jakoben Hürriyet, Yeni Türkiye, 1997,n.17, s.479.
(109) ROBBERS, s.351, CASEY, James, Etat et Eglises en lrlande, ROBBERS, s.159-182; BIJSTERVELD,
  Sophie C., Etat et Eglises aux Pays-Bas, ROBBERS, s.225, 246.  
(110) DURAND-PRINBORGNE, Claude, La laïcité, Dalloz, Paris, 1996, s.28.  
(111) ROBBERS, s.351, 352, 358; ARSLAN, Ahmet, İslam, Laiklik ve Çağdaşlaşma,
  Türkiye Günlüğü, 1994, n.29, s.134; BOUILLON, s.30, 31.
(112) WALLIS, Roy/BRUCE, Steve, ileten: KADIOĞLU, s.75, 76.
(113) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kjeldsen (07.12.1976), Kokkinakis(2505.1993) kararları.
(114) AKTAN, Gündüz, Dinde Yenileşme ve Devlet, Radikal, 17.07.1999; VERGİN,
  s.11-15; KADIOĞLU, s.28, 29-33, 51, 75, 81, 97, 98, 121; HOCAOĞLU, s.58-67;
  TURGUT, Mehmet, Laiklik ve Demokrasi, aynı dergi, s.99, 100, 106; ERDOĞAN, aynı
  dergi, s.115; KILIÇBAY, s.118; YILDIZER, Refik, Demokrasi ve Agnostizm ya da
  Kemalist Tek Yolculuk, Yeni Türkiye, 1997, n.17, s.496; AKYOL, s.482.
(115) TOFRS, Rik, Etat et Eglises en Belgique, ROBBERS, s.18.  
(116) BREZINSKI, Zbigniew, Esnek Batının Zayıf Surları, GARDELS, s.64.
(117) KADIOĞLU, s.51.
(118) Kur'an, Bakara, 148; Maide, 48; Fâtır, 32; Mü'minûn, 61.
(119) Kur'an, Bakara, 115.  
(120) AKBAR, s.54, 55.
(121) DÜNDAR, Can, Sabah, 04.05.1997; TUŞALP, Erbil, Hürriyet, 24.07.1999.
(122) De l'étatisme à l' Etat de droit, Le Monde, 04.05.1991.
(123) Le Monde, 24.05.1991.
(124) CEMAL, Ahmet, Hukuk Kültürümüz "Uygar" mı? Cumhuriyet, 07.09.1998.  
(125) HABERMAS, MANIN, ileten: ERDOĞAN, Mustafa, Kamu Alanı ve Liberalizm,
  Yeni Türkiye, 1999, n.25, s.8, 9, 10.
(126) TANİLLİ, Server, Apo ve Apolar..., Cumhuriyet, 20.11.1998.
(127) RAZ/GRAY, ileten: BARRY, s.65, 67, 68.
(128) Deyiş için bakınız: ERDOĞAN, Anayasal..., s.38.
(129) ERDOĞAN, Anayasal..., s.32.
(130) ÇAĞLAR, Bakır, ileten: AKBAL, Oktay, "İmalat Hatalı Anayasa", Cumhuriyet, 29.12.1998.

 Doç. Dr. Sami SELÇUK