16 Eylül 2021

İdil Biret’in Annesi Leman Biret’in Anıları


lemanbiretanilar1.jpg  İdil’in çocukluk hayatını, musikideki hamlelerini, söylediği hoş sözleri vb. günü gününe kaydetmemizi onu her tanıyan bize hararetle tavsiye etmişti. Ne yazık ki biz bu yerinde ikazlara lazım gelen önemi vermedik ve şimdiye kadar bu konuda en küçük bir teşebbüse bile girişmedik. Bugün geride kalan o güzel günlerin bazı ilginç ve hoş hatıralarını eşelemek isterken bana yardımcı olabilecek hiç bir vesikaya sahip olmadığımı esefle görüyorum. Ve ancak anılara başvurmak suretiyle bir şeyler karalamaya çalışıyorum.


Müziğe karşı yoğun bir tepki
İdil’i dinleyen her kişi istisnasız şu suali sorardı: “Çocuğun istidadını ne zaman ve nasıl keşfettiniz?” Bu sualin cevabı hem kolay hem de güç; zira biz de bunu tam zamanında tespit etmiş değiliz. Onu ancak iki buçuk yaşında sesleri ezbere tanıdığı ve tek parmakla melodiler çalmaya başladığı zaman hayretle karşılamıştık. Halbuki daha üç aylıkken hatta daha evvel huysuzlandığı akşamlar büyükannesi piyanoda çaldığı ninnilerle onu sustururdu. Piyano durunca o tekrar ağlar, başlayınca susardı. Bu durum radyo ile de aynen böyle olurdu. O zamanlar sesleri bir gürültü halinde mi yoksa müzik olarak mı işitiyordu, bilinmez. Yalnız ritm duygusu bizi çok şaşırtırdı. Yine üç dört aylıkken arkadaşlar onu kucaklarına oturtup “fış fış kayıkçı” diye ileri geri sallarlardı. Onlar durunca bu sefer aynı tempo ile, henüz konuşamadığı için “da da dada” diye onları taklit ederdi. On aylıkken bir gün akrabadan Prof. Nurettin Şazi ilk defa onun yanında keman çalıyordu. Henüz yayı çekmeye başlamıştı ki küçüğün odayı çınlatan yaygarası onu hemen durmaya mecbur etti. O güne kadar görmediğimiz bir şekilde ağlıyordu. Sakinleşmesi için belki bir çeyrek saat uğraşıldı. Bu durum karşısında hepimiz çocuğun müzikten hoşlanmadığına kani olmuş ve üzülmüştük.

Bir yaşında iken henüz konuşamıyordu ama radyoda çalınan marş veya çocuk şarkılarından birinin ritmini parmaklarımızla masaya vurduğumuz zaman bunun hangisine ait olduğunu derhal bulur ve melodisini dilinin döndüğü kadar mırıldanırdı. Bir iki yaşına kadar içinde oynadığı parmaklık tam piyanonun yanında bulunuyordu. O henüz ilk yürüme tecrübelerini yapmak üzere emeklemeye başladığı sıralarda hemen piyanoya gider ve ellerinin bütün kuvvetiyle tuşlara vururdu. İnceli kalınlı sesleri keşfettikçe hem hayret hem de memnuniyetle yüzümüze bakar, bize bir şeyler söylemek isterdi sanki… Aynı zamanda piyanodan müthiş surette korkardı. Bir gün arkadaşım Vahdet Hanım, onu bu korkusundan vazgeçirmek için “gel seni piyanonun içine sokalım” der demez öyle bir titreyişle bağırmaya başladı ki bu sözü unutması için bir hayli uğraşmak zorunda kaldık.

Aynı tarihlerde bir gün yine Vahdet bize gelmişti. Piyanonun başına geçip gür bir sesle şan yapmaya başlar başlamaz İdil yaygaraları koyverdi. Sonunda arkadaşım evvela hafif ve git gide yükselen gamlarla onu şarkılarına alıştırabilmişti.

İki yaşında iken bir gün Vahdet bir iki arkadaşla birlikte elinde gitar evin merdivenlerinden çalıp söyleyerek yukarı çıkıyordu. Kapıyı açtığımız zaman İdil onları gördü ve ilk defa keman sesi duyduğu günü hatırlatan bir şekilde bağırıp ağlamaya başladı. Hepimiz birden onu teskine uğraştık. Fakat şarkı ve gitar başlar başlamaz o deliye dönüyor, kaçacak yer arıyordu. Nihayet herkesin kendisini ayıpladığını görünce mini mini kafasıyla bir kaçamak buldu ve gitarın kocaman kutusundan korktuğunu söyledi. Kutu derhal dışarı çıkarıldı. Bu sefer gitar eşliğinde daha çok hafif sesle söylenen şarkılar başladığı zaman o yine tir tir titreyerek bana sarılmış bir durumda azami gayret sarfıyla ses çıkarmadan dinliyordu. Fakat çocukta daimi bir huzursuzluk gören arkadaşlar onun müzik sevmediğine kani olarak sustular. Biz de bir hayli üzüldük. Bazen radyonun içinden çıkan incecik bir ses bile onu bağırtarak kaçırtırdı. (Piyanodan ve bütün ses dünyasından bu derece ürkmesinin, aynen Nadia Boulanger’nin çocukluğunda da böyle olduğunu sonradan öğrendim. Araştırmacılar bu durumun müziğe karşı duyulan fazla ilgiden ileri geldiği kanısına varmışlar.)

Onu çok korkutan bir şey de gece yatağında iken mehtabın görünüşü olmuştu. Daha sonra perdeleri sıkı sıkı kapattığımız halde bir kenarından ayı görür görmez “ay dede” diye gözünü ondan ayıramazdı. Son derece korkuyor hissini verdiği halde perdenin büsbütün kapanmasına da bir türlü razı olmazdı. Ayı hayretle seyreder ve git gide hoşlanmaya başlardı. İkinci ay, mehtabın tekrar çıktığı zamanlar onu ilk defa yine korku ile fakat sonra zevkle seyrederdi. Henüz birkaç aylıkken evde en çok ilgisini çeken şey lambalardı. Işığı görür görmez gözünü bir türlü ondan ayıramaz ” amba amba” diye sevinçle bağırırdı. Gece yatarken ya piyano ya da radyo çalınmasını isterdi, aksi takdirde huysuzluk yapar, uyumazdı. Gitar olayından az sonra Vahdet ara sıra şarkı söylerdi. Fakat bu sefer İdil piyano durduğu şarkı kesildiği zaman yaygaraları basmaya başladı. Evvela tekrar çalınması için henüz yarım yamalak konuşmasıyla, daha mânâsına “da da” diyerek yalvarır, eğer yine çalınmazsa hüngür hüngür ağlardı. Bir gün radyodan dinlediği mandolin birliği saati onun küçük kalbinde büyük sarsıntılar yaratmıştı. Bir akşam yemeğini yerken radyoda mandolin birliği saati başlamıştı. Evvela hayretle bir dinledi sonra gözlerinden sessiz yaşlar akmaya başladı. Artık ona yemek yedirmek imkansızdı. Kafasını babasının göğsüne dayamış hem ağlıyor hem dinliyordu. Derhal yatağına yatırdık. Ve ondan sonra her hafta mandolin birliğini büyük bir sabırsızlıkla beklemeye başladı. Müzik başlamadan telaşla yatağına girmek ister ve orada rahat rahat dinleyerek uyurdu. Lakin bu ilgisi pek uzun sürmedi.

İdil 4 yaşında Bach’ın prelüdlerini çalıyor
Daha sonra orkestra konserlerini tercih etmeye başlamıştı. Bunları dinledikten sonra esas melodiyi hemen ayırdeder ve tek parmağıyla piyanoda çalardı. Daha sonra, dört yaşına doğru iki elinin de iştirakiyle bunları en doğru armonileriyle piyanoda çalardı. Büyüklerin bile muayyen bir müddet içinde çalışarak ezberledikleri Bach prelüdlerini (Clavecin Bien Tempéré’den), bir iki dinleyişte derhal ezberler ve piyanoya ilk oturuşta bunları en küçük bir hata bile yapmadan gramafon gibi tekrarlardı.

Karl Berger’in tepkisi
Onun piyanonun önünde oturup da çalacağı bir parçayı tecrübe etmesi ya da duraklaması vaki değildi. Bazen bir kez dinlediği uzun bir eseri birkaç gün sonra ortaya çıkarışı bunu kafasında işlediği zannını veriyordu. Nitekim beş yaşında bulunduğu sıralarda bir gün İstanbul’da rahmetli Karl Berger’i ziyaretimizde bu tahminimizin doğruluğunu ispat eden bir sürprizle karşılaştık. O gün kendisine büyük hayranlık gösteren Berger’e bir çok şeyler çaldıktan sonra o zamana kadar hiç duymadığımız bir Bach Invention’u da çaldı. Bu Invention’u Ankara’dan hareketimizden evvel hocası Mithat Fenmen’den dinlemiş. Bizim şaşkınlığımızı gören Berger meseleyi tahmin ederek: “Sen bunu ne zaman öğrendin?” diye sorunca küçük gayet tabi bir şey söylüyor gibi: “Trende” cevabını verdi. Ve işte o gün kesin olarak dinlediği eserleri elleriyle değil kafasıyla çalıştığı kanaatine vardık. Daha sonra buna benzer bir sürprizi Ankara’da sayın Vedat Nedim Tör’ün kendisini görmeye geldiği zaman yapmıştı. O gün yine hocasından dinlediği yirmi küsur sahifelik iki Bach Partita’sını baştan başa çalarak bizi şaşkına çevirmişti. Berger’in hürmet derecesindeki hayranlığını hiç bir zaman unutamam. Daha dinlediği ilk parçadan sonra “bu çocuk bir génie’dir” demişti. “Allahıma şükrediyorum ki bana hayatımda böyle bir mucize gösterdi”, derken gözleri yaşarıyordu. O gün sayın eşi Aliye Berger, Seyfettin Çürüksulu ve Nurettin Şazi beyler de beraberdi. Berger: “Bu bir şelaledir, hiç bir kuvvet onun akmasına mani olamaz. Ancak yolunu çevirebilirler. Onun için bu çocuk dünyanın en iyi pedagogu ile çalışmalıdır.” diyordu. Ne yazık ki onu bir daha görmeden ebediyen kaybettik.

“Absolu Kulak”
İdil’in notaya alışması bir hayli güç oldu. Vakıa o daha dört yaşında iken notaları biliyordu. Hatta kulağının “absolu” olması dolayısıyla kendisine söylenen tek sesli bir melodiyi notaya alabiliyordu. Ancak yine bu kulağın ve hafızanın şaşmazlığı yüzünden bir eseri oturup uzun uzun deşifre etmek zahmetine girmektense bir kere dinlemekle kolaycacık çalmayı tercih ediyordu. Onu ilk gören ecnebi artist Lazare Levy olmuştu ve hayranlığını “korkunç” kelimesiyle açıklamıştı. Herkes için en güç bir mesele olan transposition’u İdil’in azami kolaylıkla ve istisnasız her tondan yapışı onu dinleyen bütün müzisyenleri hayretlerde bırakıyordu. Bazıları onu şaşırtmak için rastgele bir ses çıkarıp “bu do’dur” veya “bu mi’dir” dedikleri zaman küçük küplere biner ve o sesin aslını derhal bulur “hayır o do değil si’dir” ya da “mi değil la’dır” diye pür hiddet düzeltirdi. Kalınlı, inceli tuşlara on parmağını birden basıp soranlara teker teker ve hiç yanlışsız bu notaların isimlerini sayardı. Nitekim ona Lazare Levy arkasını döndürüp beş altı mésure’lük bir parça çalmış ve ondan bunu aynen yapmasını istemişti. O koşarak gelmiş ve hemen aynını çalıvermişti. O zamanki müzik otoritelerimiz Lazare Levy’den çocuk hakkındaki düşüncelerini yazı ile bildirmesini istemişlerdi. O bu yazısında uzun meslek hayatında pek çok erken yetişmiş çocuk gördüğünü fakat böyle bir istidada hiç bir zaman rastlamadığını, düşüncelerin üstünde en mükemmel bir audition ve şaşmaz bir belleğe sahip bu çocuğu bir dahi olarak kabul etmek gerektiğini, ileride hiç kuşkusuz Türkiye için bir şeref olacağını ve nasıl yetişmesi lazım geldiğini vs. yazmıştı. Paris’e gelince kendisinin de bizzat onunla meşgul olacağını bildiriyordu.

Ses bulmak bakımından öyle bir kulağa sahipti ki otomobillerin kornasından fincan, bardak şangırtısına kadar her sesin ismini söylerdi. Sokaktan geçen otomobillerin kornalarının çıkardığı sesi biz tek ses olarak duyarken o ekseriya üç ses ismi söylerdi: do, mi, sol v.b. Kilise çanlarını keza bize birkaç ses üzerinden piyanoda taklit ederdi. Onun kulağının hassaslığını ilk defa Nurettin Şazi keşfetmişti. Bir gün ondan ezbere bir la sesi vermesini istedi. İdil “ya” diye bir ses çıkardı. Biz hemen bu sesin doğruluğunu ölçmek için piyanoya koşunca aynı la’yı oradan duyup ne diyeceğimizi şaşırmıştık. İki buçuk yaşında ya var ya yoktu. Ondan sonra karmakarışık bir halde herkes ondan bir ses istedi ve o bütün bunları teker teker vermeye başladı. Kendince inceye giderken diyez, kalına giderken bemol diye adlandırıyordu. Bu hayret verici bilgiyi bir gün tesadüfen ona tuşların isimlerini söyleyerek çalınan gamlardan edinmişti meğerse.

Küçük İdil’in Besteleri
Ses alemiyle ilgisi günden güne artıyordu. Küçük kompozisyonlarına da dört yaşında başlamıştı. Üç buçuk yaşında ilk defa İstanbul’a gittiği zaman cami ve minarelerle son derece ilgilenmiş, onlardan hem korkmuş hem de her fırsatta tekrar görmek istemişti. Zaten tuhafı şu ki İdil daima en fazla hoşlandığı şeyleri ekseriya bariz bir korku ile karşılardı. İstanbul seyahati üzerinde fevkalade etkiler bırakmıştı. Ankara’ya döner dönmez bu seyahat anılarını uzun uzun improvisation’larla canlandırdı. Hele ertesi sene tekrar gittiği zaman Ayasofya başta olmak üzere bütün gezdiği camilere birer beste ithaf etmişti. Müzisyenler bunların arasında en fazla Ayasofya’ya ait olanını beğenmişlerdi. Daha evvel de “Sinek”, “Piyango çeken bebek”, “Babamın çikolata çalışı”, “Hırsızların dansı” v.b. gibi bestecikler yapmıştı. Sayın Adnan Saygun’un ona kendi eserlerinden “İncinin kitabı”nı baştan başa çalması üzerinde büyük etki yapmıştı. Eserin hem anlayış hem de piyanistik bakımlardan oldukça güç olmasına karşın onu benimsemiş ve hemen öğrenmişti. Sultan Ahmet camiine ithaf ettiği küçük bir besteyi “Bak cami sana ne getirdim” diye isimlendirmiş ve bütün melodi boyunca hep bu cümleyi tekrarlamıştı. Zira o zamanki yetersiz vokabüleri bu şarkının ritmine uygun düşecek bir güfte uydurabilmesi için müsait değildi. Daha sonraları ilk defa olarak hazır bir güfte üzerine kendisinden istenilen bir beste yapmıştı, “Doğan Kardeş marşı”. Fakat onun en fazla hoşuna giden şey tamamiyle bağımsız olarak içinden geldiği gibi esercikler yaratmaktı. Nitekim müzisyenlerin de en çok beğendikleri onun bu tarzdaki denemeleri idi. Ne yazık ki evde doğru dürüst nota yazmayı bilen bir kimse olmadığı için bazen içinden gelip dakikalarca çaldığı improvisation’larını tespit etmek imkanını bulamadık. Hiç olmazsa o zamanlar elimizin altında bir kayıt aleti olsaydı her seferinde tamamiyle ayrı bir ritm ve armoni anlayışıyla çaldığı çok enteresan şeyleri zaptedebilirdik. Sonradan Mithat Fenmen’in bir talebesi olan Evelyne Örge notaya alınan bir takım küçük kompozisyonlar da ancak kısa oluşaları bakımından kendisine birkaç kere tekrarlatılarak hemen yazılmış ve bu şekilde otuza yakın bir kısmı elimizde kalabilmiştir. Bunların arasında “Tren”, “Pastoral”, “Saat kulesi”, “Etude”, “İnci ve ikinci prelüd”, “Fillerin yürüyüşü” v.b. dikkati çekmişti. Daha sonra Paris’te onu çalıştıran hocası, Mademoiselle Boneville, École Normale salonunda verdiği bir talebe konserinde bu parçaları talebelerine çaldırmıştı. Dünyaya doğuştan müzisyen olarak gelmiş çocukların ana babaları eğer esaslı hatta tercihen profesyonel birer müzisyen değillerse bu durum muhakkak ki onların çok aleyhinedir. Bunu daha ilk günden anlamış ve için için teessüf etmiştik.

İdil İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel’e Bach ve Beethoven çalıyor lemanbiretanilar2.jpg
lemanbiretanilar2.jpgİdil üç dört yaşında iken arkadaşım Vahdet daha evvel de bahsettiğim gibi ara sıra şan yapardı. Onu can kulağı ile dinleyen çocuk Schubert melodilerinden birkaç tane ve Gounod’un Ave Maria’sını öğrenmiş bir gün ansızın hem şarkılarını söyleyip hem de piyano eşliğinde yaparak bizi şaşkına çevirmişti. O tarihlerde Ankara konservatuarında profesör olan Çaçkes ve eşi herkes gibi çocuğa büyük alaka duyuyorlar ve onu dinlemek için fırsat arıyorlarmış. Bir gün kehndisini pusetle gezdirdiğim sırada onlara rastladım. O dakika belki de kaç zamandır Ankara müzik muhitini meşgul eden bu çocuk mu diye içlerinde bir şüphe belirmiştir. Birkaç gün sonra bize geldikleri zaman İdil onlara bildiklerini çalmaya başladı. Daha ilk şaşkınlıkları geçmeden Ave Maria’yı açlıp söylemeye başlayınca kendisi de Viyana operasında tanınmış bir kantatris olan bayan Çaçkes (Dolly Lorenz), daha fazla dayanamayarak göz yaşlarını salıverdi. Şu anda isimlerini sayamayacağım pek çok yerli ve yabancı müzisyen eve kadar gelerek onu dinliyorlardı. Az sonra sayın Mithat Fenmen ile derslere başlayacaktı. O sırada Mithat Fenmen’in babası sayın Refik Fenmen Orhan Borar ile Mithat Fenmen’in Ankara konservatuar salonundaki bizi de İdil ile birlikte davet etmiş ve bu fırsattan istifade küçüğü salonda hazır bulunan sayın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile eşine takdim atmişti. İdil’in de bir şeyler çalmasını isteyen İnönü’nün bu arzusunu o zamanki maarif vekili sayın Hasan Ali Yücel bizzat İdil’e söyleyince bu teklifi sanki çoktan beri bekliyormuş gibi hiç yadırgamadan kabul etti ve “konseyden sonya çalayım” diye yarım yamalak konuşmasıyla herkesi güldürdü. Konser sonunda onu kucakla sahneye çıkardılar ve piyano iskemlesinin çok alçak gelmesi yüzünden üzerine bir yığın nota koyarak oturttular. Mithat Fenmen yanında duruyor ve ne çalacağını ilan ediyordu. Biz sahneye en yakın koltuklarda oturmuş büyük bir sürpriz oluşturan bu durumda küçüğün neler çalacağını ve nasıl bir intiba bırakacağını merakla bekliyorduk. O kendi evinde imiş gibi gayet sakin ve çoktan kararını almış bir tavırla Bach’ın “Clavecin bien tempéré”sinden do majör prelüdü bir solukta çalıverdi. Arkadan do minör prelüd… Salonu yıkacakmış gibi kopan şiddetli alkışları katiyen yadırgamıyor… Bu sanki onun ezelden beri yaptığı bir iş. Masa başında yemeğini yiyor ya da oyuncaklarıyla oynuyor gibi en tabii bir durumda. Üçüncü parça olarak Beethoven’ın op. 49 sonatından bir menuet çaldı. Bir ara alkış ve bravo seslerinden o kadar heyecanlandık ki belki bu hissin onda da belirebileceği düşüncesiyle artık yeter diye aşağı inmesini istedik. Halbuki o direniyor daha bir şeyler çalmak istiyordu. Sonradan öğrendiğimize göre daha Saint-Saëns’ın Danse Macabre’ının ve başka parçaları çalmak istiyormuş. Bizim ısrarımız üzerine yine kucakla sahneden indirildi. Cumhurbaşkanı ve sayın Mevhibe İnönü ona büyük iltifatlarda bulundular. Etrafta hemen herkes gözlerini siliyordu. İdil kucaktan kucağa dolaşıyor, her taraftan sual yağmurları yağıyordu. Bunun tamamiyle hazırlıksız ani bir iş olması yüzünden bir fotoğrafçının bulunmaması ve dolayıısıyla gerek cumhurbaşkanının kucağında onunla küçük kolunu boynuna dolayarak konuşurkenki hali, gerekse piyano başında oturuşunu canlandıracak bir hatıranın tespit edilememesi herkesi üzüyordu. O gün sadece prelüdleri fügsüz olarak çalmış olması bir tesadüf eseri değildi. Kendisine o güne kadar bir tek füg dinletilmediği için zavallı bunların mevcudiyetinden habersizdi. Zira ona evde füg çalabilecek güçte bir piyanist yoktu. Bütün dinlediği prelüdlerden ileri gidemiyordu. Buna karşın radyodan çok istifade ediyor hele orkestra parçalarını aslına çok uygun bir şekilde piyanoya uyguluyordu. Bu şekilde repertuarı her gün biraz daha genişliyordu. Daha sonra hocasından Bach’ın füglerini dinleyince bunlardan fevkalade hoşlanmış ve artık fügsüz prelüd çalmak istememişti. Bu hususta çok hoş bir de espri yapmış ve fügsüz prelüdü fincansız tabağa benzetmişti. “İnsan kahveyi hiç fincansız tabakta içer mi?” diye prelüd ile füg’ün birbirine olan lüzumunu belirtmek istemişti.

İdil aynı zamanda resim ve şiire karşı büyük ilgi duyuyordu. Beş yaşında iken “Yeşil çayır”, “Bayrak” ve “Ova” diye bazı küçük parçalar yapmıştı ki bunlar o zaman yaşına göre epey takdir toplamıştı. Resime karşı da büyük bir heves ve istidadı vardı. Daha üç yaşında iken kendi resmi diye bukleli bir çocuk başı çizmişti. Sonraları tanıdığı bazı kimselerin karikatürlerini bilhassa göze çarpan bir benzeyişle yapıyordu. Kendisine hediye edilen kalem boyalarla evler, çayırlar, dağlar, denizler v.b. gibi tabiat resimleri yapıyor ve kullandığı renklerde çok muvaffak oluyordu.

İdil İçin Yasa Çıkıyor
Cumhurbaşkanının önünde çaldığı günden sonra T.B.M.M.’nin ilk celsesinde derhal görüşmeler yapılmış, çocuğun en iyi şekilde yetişmesini sağlamak üzere lazım gelen her şeyin hazırlanması karar altına alınmıştı. Bu bakımdan gerek dışarda, gerek içeride mevcut müzik otoritelerinin fikirlerine müracaat sonunda edinilen kanaate göre çocuğun bir ecnebi memlekete gönderilmesi muvafık görülmüş ve bu gaye için (İdil kanunu) diye isimlendirilen bir yasanın çıkarılması karar altına alınmıştı. (Yasa 7 Temmuz 1948 tarihinde çıktı)

[Yasanın çıkışı ile ilgili Meclis tartışmalarının tam metni]

Bütün bu gelişmelerin sık sık gazetelerde yer alması nedeniyle çocuğu büsbütün merak eden Ankara’lılar her fırsatta onu görmek istiyorlardı. Bu arada Karl Ebert ve o zamanki C.B.S. Orkestrasının şefi Praetorius da eve gelerek kendisini dinlemiş ve büyük hayranlık göstermişlerdi. Ankara’ya konser vermeye gelen artistler başta Lazare Levy olmak üzere Lelia Gousseau Monique Haas, Madeleine de Valmaléte, Dey Erlich, Hermann Scherchen, Colette Franz ve daha isimlerini hatırlayamadığım pek çokları bizim müzisyenlerin aracılığı ile eve kadar gelerek onu dinlemişlerdi. Hele Monique Haas: “Bütün dünyayı gezdim ama böyle bir olaya rastlamadım” diye büyük hayretini belirtmişti. Lazare Levy onun hakkında verdiği raporda da aynı şeyleri söylüyordu.

Hepsi onu bir dahi olarak kabul ediyorlardı. Çok geçmeden Amerika’dan gelen ismini hatırlayamadığım bir zat onu dinledikten sonra bize 100 bin dolar karşılığında bir konser turnesi teklif etmişti; ama biz kesinlikle reddetmiştik. Burada çocuğun istidadını duyan Filedelfiya konservatuarından bir teklif gelmişti. On yaşından evvel talebe almadıkları halde İdil için bir istisna yapıp onu talebe olarak kabul edeceklerini bildiriyorlardı. Fakat bizim müzik otoritelerimizin edindikleri kanaate göre onun tamamen hususi olarak yetişmesi doğru olacaktı.

Hiç unutamadığımız bir şey de şu olmuştu: Birkaç müzisyenin bizde toplandığı bir gün Mithat Fenmen çaldığı parçanın bir yerini mahsustan yanlış yapmıştı. İdil hemen: “bu plak yanlış çalıyor” diye gelmiş ve doğrusunu çalmıştı. Kendisine kontrol maksadıyla yapılan bu yanlışlığın sorumluluğunu Mithat Fenmen’e değil de plağa yüklemek isteyişindeki politik buluşuna çok gülmüştük.

İdil’i görmek için eve gelenler arasında vekiller ve diğer yüksek şahsiyetler, isimlerini sayamayacağım pek çok kimseler kendisine kıymetli hediyeler, oyuncaklar getiriyorlardı. Mithat Fenmen- Orhan Borar konserinden sonra Özden İnönü’nün getirdiği kocaman bebeği pek sevmiş ona İnci ismini vermişti.

Bazen ondan adeta korktuğum olurdu. Bizim hiç tanımadığımız eserleri piyanoda sıralar, nereden öğrendiğini sorunca da evvela nazlanır söylemez sonra “radyodan” cevabını verirdi. Hele Alla Turca’lı Mozart sonatını baştan sona kadar çaldığı günü hiç unutamam. Hemen her gün bizi şaşırtan bir şeyler yapardı.

O ekseriya radyoda ne çalınacağını adeta keşfederdi. Hatta bir gün “Şimdi Karmen çalınacak” derken Karmen başlamıştı. Bir seferinde de Kadıköy’de gideceğimiz evin yolunu şaşırmış yanlış bir sokağa girmiştik. Biz aranıp duruken o yolda giden bir köpeği göstererek: “Ben içimden köpekle konuştum, o bizi götürecek” demişti. Ve gerçekten köpek bir evin önünde durunca aradığımız yerin orası olduğunu görmüştük. Bir gün yine tünelden çıkıp tramvay beklerken gideceğimiz yerin tramvayı bir türlü gelmiyordu. İdil sabrımızın taştığını görünce bize dönmüş ve “14 numarayı bekleyin” demişti. Az sonra gelen 14 numaralı tramvayın üzerinde bizim gideceğimiz yerin ismini görünce ona nereden bildiğini sorduk. Cevabı: “Büyükannemin evinin numarasını düşündüm” olmuştu. Evin numarası gerçekten 14′tü. Buna benzer garip tesadüflere çok şaşardık. İzahı mümkün olmayan bu tesadüfleri her seferinde bir nevi ürperti içinde karşılıyorduk.

Sayın Mithat Fenmen’in yakın ilgisi ile iki sene içinde büyük istifadeler etmiş ve 31 Ağustos 1948′de yine onun idaresinde Bach’ın Re Minör Konçertosu’nu radyoda çalmıştı. Bu konsere dair ilk yazıyı rahmetli Nazım Kamil yazmıştı.

Paris’e İlk Gidiş – Boulanger ile ilk temaslar

lemanbiretanilar3.jpg1949 Mart’ında anne ve babasıyla Paris’e gittiği zaman o sıralarda Paris’te bulunan Rebia Tevfik Hanım çocuğa büyük hayranlık göstermiş, onu hemen o zamanki konservatuar müdürü Claude Delvaincourt’a dinletmek istemişti. Bir öğle saatine rastlayan bu buluşmada müdür yemeğe davetli olduğu için ancak bir tek parça dinlemeye vakti olduğunu büyük bir nezaketle söylemişti. Ancak İdil Ayasofya’dan başlayarak Hırsızların dansı, Tren v.b. küçük bestelerini çalmaya başlar başlamaz telefona sarıldı ve davetli olduğu arkadaşına çok enteresan bir olay karşısında olduğunu ve geç kalacağını özür dileyerek bildirmişti. Yarım saati geçen bu konuşmada büyük ilgi gösterdiği bu çocuğun hangi hoca ile çalışması gerektiğini uzun uzun düşünerek pek belli etmeden Jean Doyen üstünde durduğunu ihsas etti. Sonradan öğrendiğimize göre Jean Doyen talebesini hiç bir şekilde zorlayıp etki altında bırakmadan kendi personalitesine uygun olarak yetişmesini sağlıyormuş. Hatta bu yüzden bazı yeteneksiz öğrencileri onu ilgisiz hoca olarak tanımlıyorlarmış.

Birkaç gün sonra konservatuar hocalarından Madame Descaves müdürden İdil’i duyar duymaz hemen bizi Rebia hanım aracılığı ile evine davet etti. Orada çok tanınmış cantatrice Perrugia, Fransız hükümeti temsilcisi başbakanlık konferanslar tertip başkanı Guy Mollat du Jourdain, Société des Concerts du Conservatoire genel sekreteri André Huot, Images Musicales gazetesi direktörü Jean- Marie Grenier, United Press muhabiri ve bir de Madame Descaves’in repetitrisi Denise Gouarne hazır bulunuyordu. İdil birkaç küçük parçadan sonra Bach Re Minör Konçerto’yu çaldı. Hayretten dona kalan Lucette Descaves ondan bir transposition yapmasını istedi. İdil hiç tereddüt etmeden onu da yaptı. Bu sefer Descaves ona hayli güç olan bir Chopin étude’ü çaldı. Sonra da onu İdil’in aklında kaldığı kadar çalmasını istedi. O küçük elleriyle bol arpejli bu etüdü baştan başa çalınca biz bile şaşkınlıktan dona kalmıştık. Çok heyecanlanan Mme Descaves İdil’e ikinci bir anne olacağını ve onunla bir Amerika turnesi yapacağını söyleyerek derhal kendi sınıfına hususi zinle alacağını bildirdi. Konservatuar on yaşından evvel öğrenci kabul etmediği için program dışı maariften özel bir izin (dispense) alacağını ilave etti.

Bir hafta sonra Mme Descaves konservatuarda kendi öğrenci konserinde “Türkiye’den gelen bir dahi çocuğu size takdim ediyorum” diye İdil’i sahneye çıkardı ve ona birkaç parça çaldırdı. Salon alkıştan çınlıyordu. Halkın bizi sorgu yağmuruna tutmasından adeta bizar olmuştuk. Herkes bir hoca tavsiye ediyor ve kendi fikrinin doğruluğunu ispata çalışıyordu. Mme Descaves’in ilgisi de yalnız kalmadı. Bütün konservatuar hocaları telaşlanmıştı. Onu kendilerine öğrenci yapabilmek için ellerinden gelen her çareye başvuruyorlardı. Kimi sefaretimize aracı göderiyor, kimisi bize başvuruyor, kimisi de (Lazare Levy) İsmet Paşa’ya kadar mektup yazıyordu. O zamanki Paris sefirimiz sayın Numan Manemencioğlu hocaların bu telaşından pek hoşlanıyor: “Aman ne iyi, ne iyi” diyordu. Fakat kanunun tatbikine tek yetkili olan ve tanınmış müzisyenlerimizden oluşan komisyon Nadia Boulanger üzerinde durmuş ve kesin kararı almıştı. O aralık Boulanger Paris’te değildi. Bir iki ay sonra o sıralarda Paris’te bulunan Nevit Kodallı bir gün bizi Boulanger’in evine götürdü. Boulanger yine bir seyahat hazırlığında olduğundan İdil’i ancak şahsen görebildi, piyano çalmaya vakti yoktu ama ona bir çikolata vermeyi ihmal etmedi. Sonradan İdil hakkındaki ilk raporunda: “J’ai été frappée par son intelligence” diyordu. Yaz aylarında Fontainebleau Amerikan konservatuarı müdürlüğünü yapan Boulanger İdil’e ilk dersini orada vermiş ve hemen yedi anahtarı öğrenmesi için bir kağıt üzerine yazdığı bu dersi onun eline tutuşturmuştu. Bir hafta sonra İdil bunları öğrenmiş olarak gidince Boulanger hayretinden ne yapacağını bilememiş ve onu çikolatalarla mükafatlandırmıştı. O zamanki kültü ateşemiz sayın Kutsi Tecer’di. Gerek Madamoiselle Boulanger ile tanışmak bakımından ve gerek münasip bir ev bulmamız için büyük yardımlarını görmüştük. Boulanger ona İdil’den katiyyen ücret kabul etmeyeceğini açıklamış, bu vazifeyi büyük bir sevinçle karşıladığını belirterek İdil’in yetiştiğini görecek kadar kendisine ömür vermesini Allahtan dilediğini söylemiş ve yıllar boyu verdiği derslerden, aynen Mithat Fenmen gibi hiç bir ücret almamıştı.

İdil ilk günler otelde sıkılıyor, bir nevi nostalgie denebilecek durumda hemen her ekşam hava kararırken ağlamaya başlıyordu. Onu gündüzleri gezdiriyor parklarda kukla oyunları seyrettiriyorduk. Fransızca hocası Mme Poulet de onunla haftada iki gün meşgul oluyor, aynı zamanda ders yaptırıyordu. Metrolar çok hoşuna gidiyor, her istasyonun ismini yüksek sesle okumaya çalışıyordu. Bir gün Etoile’den geçerken yine yüksek sesle Etoil’i Türkçe gibi Eto-ile diye okumuş ve bütün vagon halkını güldürmüştü.

İlk günler daha müzik derslerine başlamadan evvel yine Rebia Tevfik Hanımın ısrarıyla onu Marguerite Long’un evine bilvasıta randevu alarak götürmüştük. O gün Jean Doyen’in repetitrisi olan Mlle Lejour da tesadüfen orada idi. İdil yine Bach konçertosunu çalmaya başlayınca Mme Long’la Mlle Lejour birbirlerine bakarak hiç kımıldamadan sonuna kadar dinlediler. O kadar şaşırmışlardı ki Marguerite Long hemen Lejour’a dönerek: “Bu çocuğu Roberto Benzi ile Palais de Chaillot’da çaldırmalı” demişti. Roberto Benzi o zaman 11 yaşında bir çocuk olarak Paris’te konserler idare ediyordu. Sonradan büyük bir şef oldu mu bilmiyorum ama o zaman çocuk olarak çok süksesi vardı. Konserler, sinemalar, dolayısıyla maddi kazançlar birbirini kovalıyordu. Biz onlara Ankara’nın kararını, dolayısıyla da İdil’in umumi konserler veremeyeceğini söyleyince pek şaşırmışlardı. Hatta Marguarite Long içerlemişti. İdil’e (La petite muse) diyordu. Kendi hususi konservatuarına da çağırmış ve onu talebelerine dinletmişti,. Sonradan Boulanger ile pek dost olmadıklarını öğrenince bir daha onunla temastan çekindik.

Üç aylık bir bekleyişten sonra nihayet bir ev bulabilmiştik. Ancak dokuz ay oturabildiğimiz bu evden yine bir ay kaldığımız başka bir eve geçtik ve sonunda Boulanger’nin Amerika’lı öğrencilerinden Weiner isminde bir çiftin geri dönmeleri dolayısıyla oturdukları Champs de Mars’a bakan bir evi bize bırakmaları bu üçüncü evimizde onbir sene oturabilmek imkanını vermişti. Weiner’ler çok dost ve İdil’e hayran insanlardı. Kendi çocukları olmadığı için İdil’i benimsiyorlar ve onu her fırsatta evlerinde misafir ediyorlar beraber olmaktan büyük zevk duyuyorlardı.

Kempff ile Tanışma – Champs-Élysées’de Birlikte Konserlemanbiretanilar4.jpg
lemanbiretanilar4.jpgParis’e gelişimizin ilk günleri Fransız radyosu İdil’den birkaç parça, bu arada Scarlatti sonatları, Bach Fantaisie Chromatique et Fugue v.s. plağa almıştı. Oradaki memur İdil’den bir de büyükannesine bir şey söylemek isteyip istemediğini sorunca onun ufacık sesiyle: “Büyükanneciğim nasılsınız, iyi misiniz?” dedikten sonra: “Burada havalar çok güzel, İstanbul’da belki kar yağıyordur” demesi herkesi güldürmüştü. Bu plaklardan birer numune bize de verdiler.
[Söyleşinin kaydı ve tam metni için tıklayın]

Paris’e gittiğimiz ilk günlerde başkonsolosumuz sayın Nebil Süreyya Akçer İdil ile çok ilgilenmiş ve onu o sıralarda tesadüfen konserler vermek üzere Paris’e gelen Wilhelm Kempff’e tanıtmak için oteline kadar götürmüştü. İdil her zamanki gibi küçük kompozisyonları ve repertuarından bir iki parçayı sıralayınca Kempff ayağa kalkmış ve Nebil Süreyya beyin elini sıkarak: “bu dahi çocuktan dolayı hem sizi hem de Türkiye’yi tebrik ederim” demişti. İdil’e “küçük meslektaşıma hayranlıklarımla” diye ithaf ettiği bir resmini vermiş ve bir gün muhakkak bu çocukla çalmak istediğini söylemişti.

Birkaç sene sonra 1953′de o harikulade gün gelmişti. Champs-Élysées salonu tıklım tıklım dolduğu için kuyrukta bekleyen pek çokları geri dönmek zorunda kalmışlardı. Konser görülmemiş bir coşku ile alkışlandı. Ertesi günkü pazar konseri keza. Çıkan kritikler de olağanüstü güzellikte idi. Nadia Boulanger bu gibi püblik konserlere taraftar olmadığı halde sonuçtan fevkalade memnun kalmıştı. O güne kadar İdil’i hiç görmemiş olan şef Joseph Keilberth bizi tebrik ederken bir çocukla konser vereceği için geçirdiği korkuya gülüyordu.

Konserden sonra sefirimiz samimi bir kokteyl tertipleyerek Kempff ile birlikte Boulanger’yi ve bizi çağırdı. Pek samimi geçen bu kokteylde anlattığımız komik bir olay herkesi son derece eğlendirdi, şöyle ki: Konsere bilet bulamayan Mönsieur Biret -ismi aynen bizimki gibi yazılıyor yalnız sonundaki t harfi okunmuyor- gişedeki memurla münakaşaya girip nüfus cüzdanını göstererek: “Ben ta Chartre’dan yeğenimi dinlemeye Paris’e geldim, bana yer göstermemek olur mu?” demesi üzerine memur her ihtimale karşı büyük bir yetkiliye ayrılan salonun en güzel yerini ona vermek zorunda kalmış. Birkaç gün sonra Chartre gazeteleri bu komik olayı uzun uzun yazıyordu. Monsieur Biret İdil’in Paris’e geldiğini bir gazetede okumuş, kendisi de Chartre’da orkestra şefi ve kompozitör olduğu için haberle ilgilenmiş ve sefarete mektup yazarak adresimizi almıştı. Biz o zaman henüz otelde idik. Adamcağız bizi Opera’ya, daha sonra da evine davet etmişti. Yine konserden az sonra Chartre’daki bir müzisyene nişan verilmesi dolayısıyla tertiplenen yemekli törene bizi de davet etmiş ve nişanı İdil’in eliyle taktırmıştı; aynı zamanda İdil için bestelediği bir parçayı da yine ona çaldırmıştı.

İdil Paris’te İlgi Odağı Oluyor
Lazare Levy’nin Ankara’da İdil’i gördükten sonra Paris’te çok tanınmış büyük bir müzikolog ve tarih yazarı olan Marc Pincherle’e ondan bahsetmesi üzerine Paris’e gittiğimizin ilk senesi tesadüfen orada bulunan müşterek dostlarımızdan Koharik Gazarosyan’la birlikte Pincherle evimize kadar gelmişti. İdil’i gittikçe artan büyük bir hayranlıkla dinlemiş ve derhal onun hakkında uzun bir makale yazmıştı. Traspositionları ve hele kompozitörlerin kendi üsluplarında yaptığı improvisation’lar adamcağızı hayretten hayrete düşürmüş. “Ben hayatımda böyle şey görmedim. taklit ettiği kompozitörlerden -daha orjinal çalıyor” demişti. Yazısının bir yerinde de bunu belirtmek için “plus Franck que Franck” diyordu. Daha sonra Pincherle İdil ile daimi şekilde ilgilenmiş, hiç bir konserini kaçırmamıştı. Bizi evine davet ederek eşiyle de tanıştırmış ve kendisi keman çaldığı için İdil ile beraber bir şeyler çamılştı. Ondan sonra da her zaman görüştük.

Yine o günlerde bir gün Koharik Gazarosyan’la birlikte Salle Pleyel’de Alman piyanist Walter Rummel’in resitaline gitmiştik. Bu vesile ile Gazarosyan Rummel’e İdil’den bahsedince son derece ilgilenmiş ve az sonra eşi ve Koharik ile birlikte bize gelmişlerdi. İdil yine bildiklerinden çaldı, Schubert’in Forelle’sini hem söyleyip hem de akompanye etti. Transpositionlar v.s’den sonra Rummel resitalinde bis olarak çaldığı henüz basılmamış kendi parçasını da çalınca zaten son derce tesir altında kalıp gözleri yaşaran adamcağız bu son parçadan sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Karısı divana uzanmış sessiz sessiz ağlıyordu. Rummel: “Bu çocuk bir dahidir. Onu kimseye göstermeyin, çaldırmayın, en fazla zararlı kıskançlıklardan korkarım” diye bize öğütler veriyordu. Uzun uzun oturup bizden çocuk hakkında tafsalat aldılar. Gazarosyan’da bizim kadar heyecanlıydı. Rahmetli iyi bir dosttu. Onu kaybetmek bizi cidden çok üzdü.

Gazarosyan gibi müşterek dost bulamayan pek çok müzisyen veya müzik sevenler İdil’i dinlemek için eve gelmek istediklerini ya telefonla ya da başka bir vasıta ile haber veriyorlardı. Ama biz: “hocasına soralım da öyle bildiririz” diyorduk. Bu arada meşhur yazar merhum Edmond Rostand’ın eşi adamını göndererek İdil’i görmek istediklerini bildirmişti. Biz bu sefer rastgele bir insan olmadığını bildiğimiz halde Boulanger’den çekindiğimiz için bu isteği de kabul edemedik. “Madamoiselle Boulanger’ye soralım da size haber veririz” diye onu da istemeden atlatmıştık; zira başka türlü davranmamız imkansızdı. Boulanger bu gibi ziyaretlere hiç taraftar değildi. Ama hiç haber vermeden bir dostla beraber gelenlerden tabi biz mesul olamazdık.

Başkonsolosumuz Paris’te bulunan bazı Osmanlı prenslerini bize getiriyordu. Bir gün de Naciye Sultan onlarla birlikte bizi çaya davet etti. Gazarosyan’da oradaydı. Tesadüfen gelmiş bulunan Dürrüşehvar Sultan ve daha başkalarıyla da tanıştık. Prenses Vicdan İdil’i dinledikten sonra kolundaki altın nazar boncuğunu hemen İdil’e takmıştı. Yine o sıralarda Paris’te bulunan Prenses Fahrünnisa Zeyd de İdil ile çok ilgilenmiş, birkaç poz resmini yapmıştı.

Nadia Boulanger’nin ilgisi her gün biraz daha artarak sonuna kadar devam etmişti. Bazı samimi dostları ile görüşürken “Allah bana bu çocuğun vücudunda kız kardeşimin ruhunu gönderdi. Buna inanamıyorum” dermiş. Kuşkusuz laf gelişi söylenen bu gibi sözlerin mantıkla bir ilgisi olmamakla beraber gördüğü istidadın takdirkarı olarak Boulanger’nin ona gösterdiği ilgi sadece sevilen bir öğrenciye gösterilenin kat kat üstünde kalıyordu. Yaş günlerinde, sene başlarında, ona çiçekler, bebekler, elektrikle işleyen minyatür trenler, plaklar, son derece kıymetli kitaplar ve sayısız notalar hediye ederdi. Her yerde ve her zaman onu çok sevdiğinden bahsettiği gibi son zamanlarda da Londra radyosunda en kıymetli ve sevgili talebesi olduğunu söylemişti. Boulanger’nin ve Paris müzik otoritelerinin devamlı ilgisi pek çok kıskançlıklara sebep olmuş müzik öğrenimiyle uğraşanlardan onun ayağını kaydırmak isteyenlerin sayısı günden güne artmaya başlamıştı. Hiç bir kıymeti olmayan bu manasız telaşı mazur görmek icab ediyordu. Boulanger asla hatır ve gönüle bakmadan gördüğünü iyi ve kötü derhal açıklayan bir karaktere sahip olduğu için herkes ondan çekinirdi. Biraz da bu yüzden düşman kazanmıştı. Çok sayılan ve sevilen müzik tarih yazarı ve kritiği olarak tanınmış müzikolog March Pincherle’in Boulanger’ye hürmeti büyüktü. Ancak onunla bazı fikir ayrılıkları vardı. Pincherle göre İdil’in her üç ayda bir konser vermesi doğru olurdu. Boulanger buna katiyyen yanaşmıyordu. Bütün konservatuar hocaları da “püblik konser olmasa bile bu çocuğu hususi olarak bize dinletmeliydi” diye yakınıyorlardı.

Bir gün o sıralarda Paris’te bulunan Wilhelm Backhaus sefaret mensuplarından Davut bey vasıtası ile İdil’i dinlemek istediğini bildirince Sayın Menemencioğlu kendisini ve bizi davet etmişti. İdil ona bir çok şeyler çaldı. Son derece heyecanlanan adamcağız İdil’in bütün parçaları pedalsız çaldığını görünce de büsbütün şaşırmıştı. Hatta kendisinin bile bu şekilde bu efeyi veremeyeceğini söylüyordu. O da karşılık olarak İtalyan konçertosunu çaldı. Umumi konserler içöin fikrini soran sefirimize karşılık Backhaus bu çocukluk devrini yaşatmak için bir tek film çevirmesinin doğru olacağını söylemişti. Seneler sonra Almanya’da seksenbeşinci yıl dönümü kutlamak için yapılan törende İdil’in de çalmasını istemiş, o da bu törene bir Beethoven sonatı ile katılmıştı.

Aynı tarihlerde Kempff Liszt’in torunlarından olan Madame De Prévaux’ya İdil’den bahsettiği için bir gün bizi onun evine götürmüştü. Hiç unutmam İdil boyu yetişmediği için ayağa kalkarak piyanonun pedalına basmış ve kırmıştı. Kahkahalar arasında Kempff: ” Sen bunu Amerika’da yaparsan büyük sükse olur” diye ona takılmıştı.

Cortot ile Çalışma
Yine bir gün Kempff’in ısrarı üzerine Madame De Prevaux École Normale’de bizi Alfred Cortot ile tanıştırdı. İdil, Clavecin Bien Tempéré’den bir hayli zor olan Üçüncü Prelüd’e başlar başlamaz Cortot gözlerini açmış, hele bir de bunu fa diyezden çalmasını isteyip İdil hiç tereddütsüz çalmaya girişince adamcağız elini saçlarına götürmüş ve telaşla ara kapıdan yine École Normale öğretmenlerinden Jules Gentil’i çağırmıştı. Bu sefer ikisi birden ellerini havaya kaldırmış şaşkınlıklarından ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Cortot, Boulanger’nin adını duyunca “en iyi ellerde yetişecek bu dahi çocuk” diyordu. Cortot ile çalışması ancak konservatuarı bitirdikten sonra başlamıştı. O da verdiği derslerden hiç bir karşılık kabul etmiyordu. İdil’e kendi aranjmanı Brahms-Liszt v.s. notaları hediye ediyordu.

İdil’in konservatuar çalışmaları çok iyi gidiyordu. 1952 Haziranda yapılan konkurlarda Solfége Supérieur’den en yüksek notla birinci Médaille’ını aldı. Mademoiselle Dieudonne’nin sınıfından, Déchiffrage’dan keza premi‚re médaille aldı. Bu sınıflarda Prix olmadığı için çıkış imtihanlarında médaille veriliyor. 7 Haziran 1957′de Accompagnement au Piano sınıfını birinci prixlerin birincisi olarak bitirdi. Yine aynı senenin 21 Haziranında piyanodan da diplomasını birinci prixlerin birincisi olarak aldı. Palmares’te ona Prix Reine Laurent ve prix Popelin mükafatlarının verildiği yazılıyordu. Altın para zamanında bir hayli para tutan bu prixlerin o senelerde ancak isminden başka bir avantajı kalmamıştı.

İlk zamanlarda Boulanger’nin tensibiyle çok değerli bir müzisyen olan Madamoiselle Bonnevile onu çalıştırmaya haftada iki üç gün eve gelirdi. Haftada bir konservatuarda hoca olan Mademoiselle Dieudonnè’den solfej, deşifre v.s. dersleri alırdı. Onun repetitrisi Mademoiselle Nicolas da eve gelerek dersleri tekrarlatırdı. Daha sonraları Monsieur Longaud ile latince derslere başlamıştı. Monsieur Lucas’dan da son zamanlarda ancak beş altı ay kadar İngilizce dersleri almıştı. Babası ona her fırsatta hesap ve Türkçe dersleri yaptırırdı.

Gilels İdil’i Dinliyor
Daha konservatuarda öğrenci iken Emil Gilels İdil’i bir gün Boulanger’nin evinde dinlemişti. Büyük tesir altında kalarak onu konser ve resitaller vermek üzere Rusya’ya davet etmişti. Bu ilk Rusya seyahati bizim için büyük sevinç kaynağı oluyordu. Konservatuar bittikten sonra gitmeye karar verildi. Daha evvel Boulanger ona Paris’te Singer Polignac Malikanesinde bir Mozart konseri tertip etmişti. Kendisinin idare ettiği bu konsere o zamanın cumhurbaşkanı Vincent Auriol’u da davet etmiş fakat o başka bir memleketten gelen bir cumhurbaşkanını karşılamak zorunda olduğundan gelemeyeceğini bildirmiş ve çiçekler göndermişti. Seçkin bir davetli topluluğunun bulunduğu bu konser cidden çok güzel geçmiş, sonunda bir de zengin büfe hazırlanmıştı.

1958′de Boulanger, Türk hükümetinin davetlisi olarak İstanbul ve Ankara’da İdil ile konserler vermiş ve memleketimize hayran olmuştu. Kendisine gösterilen misafirperverlik için Paris’e gittiği zaman etrafındakilere bu seyahati “C’était une conte de fée” diye anlatıyordu.

Rusya Turnesi
Rusya’ya gitmek zamanı gelince hangi konçertoyu çalmasını istedikleri sorulmuş, gelen cevap ise: “ne isterse onu çalsın” olmuştu. Bunun üzerina Amerika’dan Adnan Saygun konçertosunu getirtmeye karar vermiştik. Son dakikada yetişen partisyonların gümrükten çıkması hemen hemen imkansız gibi iken Boulanger’in müdahalesiyle yüzlerce paket arasından nihayet elimize geçebilmişti. Fakat Rus orkestraları bu konçertoyu çalmaya bir türlü yanaşmıyorlardı; zira son dakikada hazırlanmak onlara güç geliyordu. Bir ara Odesa’da konseri idare edecek olan şef Alexander Bresitch’e rica ederek bütün dünyaca tanınmış Rus orkestralarının bu eseri çok güzel çalacaklarını, onların şöhretine layık bir sonuç alınacağına emin olduğumuzu söylememiz üzerine partisyonları ele almışlar ama ne yazık ki daha birkaç mözürden sonra tempoların güçlüğünden bahsederek çalmaktan vazgeçmişlerdi. Her yerde aynı şey oluyordu. Çalışmaya da vakit olmadığı için onun yerine birinci Brahms konçertosu çalınıyordu.

Her gittiğimiz yerde orkestralar İdil’in pek çok resmini çekip imzalatıyorlardı. Gösterdikleri sempati sonsuzdu. Moskova’da duvarlarına çaprazlama Türk ve Rus bayrakları asılmış büyük Çaykovski salonunda olduğu gibi Konservatuar Çaykovski salonundaki resitallerde dinleyiciler arasında pek çok kadının hatta üniformali bir albayın ağladığını görmek bizi çok duygulandırmıştı. Sonunda o derece büyük alkışlar oluyordu ki İdil her seferinde beş altı bazen de daha fazla bis vermeye mecbur oluyordu. O surada konserde hazır bulunan Moskova sefirimiz sayın Fahri Korutürk tesiri altında kaldığı bu ovation’a karşılık sahneye gelip teşekküre mecbur olmuştu. Konserin sonunda halkın merdivenlere dizilip İdil’den imza alması, arabaya bindikten sonra da etrafının sarılması, hele elindeki programı kaybetmiş bir genç kızın üzüntüsünü gören nazik sefiremiz Emel Korutürk’ün kendi programını kıza vermesi ve daha sonra arabanın yürümesine mani olan kalabalığı dağıtmak için polisin müdahaleye mecbur olması unutulur hatıralardan değildi. Konserin sonunda da Rusların Ermeni asıllı büyük kompozitörü Khaçaturian sefirimizi ve bizi tebrike gelmişti. Aynı zamanda isimlerini hatırlayamadığım konservatuar hocaları ve başka jkompozitörler de bizimle konuşmaya geldiler. Bu arada Çaykovski konkurlarını idare eden tanınmış şef Kyril Kondraşin İdil ile ertesi sene Lonra’da verecekleri konseri görüşmeye gelmişti. Ne yazık ki bu konser gerçekleşemedi. İdil Paris’te Champs-Élysées salonunda Société des Concerts du Conservatoire (şimdiki Orchestre de Paris) ile imzaladığı dört senelik kontratın son konserini verdikten sonra hastalanmış, eve gelen doktorun kızamık teşhisi koyması üzerine ertesi gün İngiltere’ye hareket imkansızlığı belirmiş ve oradaki konserler de haliyle suya düşmüştü. Bu büyük aksiliğe cidden çok üzülmüştük. Biletler alınmış, valizler hazırlanmıştı.

İdil Rusya’daki bu ilk turnesinde Moskova, Leningrad, Odesa, Kiev, Stalingrad, Harkof, Rostof, Kişinof, Krakau va daha ismini unuttuğum bir çok şehirlerde konser ve resitaller vermiş, başka şehirlerden orada da çalması için yapılan müracatlar üzerine sayısız konserler ilave edilmişti. Lwow’da konservatuar öğrencileri konserden sonra onu otele kadar teşyi etmişler ve ertesi gün hocalarının ricası üzerine en istidatlılarını ona dinletmişlerdi. İdil’in de bir iki parça çalması onları ne kadar sevindirmişti hala unutamam. Her yerde ona bir şeyler vermek istiyorlardı, ama az veya çok… O sırada elinde bir nota, bir plak, bir şeker, bir çiçek ne varsa onu… Birkaçı da hemen o sırada ya da daha evvel İdil için yazdığı şiirleri getiriyordu. Moskova Konservatuarında Çaykovski salonunda çaldığı gün yanımdaki kadının nemlenmiş gözlerle bana dönüp mühim bir tavırla: “Biliyor musunuz bu salonda herkese çaldırmazlar” demesini her zaman hatırlarım. Bu ilk turneyi takip eden senelerde programda yine aynı yerler vardı. Minsk ve Ukraina’da isimlerini unuttuğum sahil şehirleri ve üçüncü gidişimizde de Kafkas dağlarının üzerinden aşıp Tiflis’e (Tbilisi) Bakü ve Erivan’a gelmiştik. Bakü’de Niyazi Tagizade ile konserler ve ayrıca resitaller… İdil etraftan büyük ilgi görüyordu. Tbilisi deyince gözümün önünde garip bir olay canlanır. Bir gün lokantada yemek yerken karşı masalarda bir patırtı koptu, bıçaklar çekildi. Bizim telaşla ne olduğunu garsona sormamız üzerine o gülerek: “Ne olacak, hesap kavgası.”dedi. Bir tanesi: “ben varken sen nasıl hesap ödersin” diye kızıp ötekine bıçak çekiyormuş meğerse. Şaşırıp kalmıştık.

Rusya’daki tercümanımız ilk sene Vladimir Şmarof isminde bir gençti. Daha evvel oraya gelen Cevat Memduh Bey ona Vladimir’e uygun düşen Velidemir ismini vermiş. Biz de bunu duyunca çocuğu Velidemir diye çağırmaya başlamıştık. Bu isim onun pek hoşuna gidiyordu. İlk iki sene tercümanlığı o yapmıştı. Üçüncü sene Ludmilla isminde bir genç kız. Dördüncü sene de yine Anna isminde bir genç kız. Ondan sonraki seneler İdil yalnız gitmeye başladığı için kimlerin refakat ettiğini bilmiyorum.

İlk Rusya turnesi 32 gün sürmüştü. İlave konserlerle iki ayı geçtiğini tahmin ediyorum. Stalingrad konseri 21 Kasım gününe (İdil’in doğum günü) düştüğü için Velidemir ona konserin başında da çok güzel bir buket verdi. Bu şehirde bir katında Rusların, bir katında Almanların harbettiği evi de gördük. Şeflerin isimleri hatırımda kalmamış. Birisi Isaac Payn, birisi, Şmarof. Velidemir’in soyadının eşi olduğu için onu unutmadım. Kişinov’da bir orkestra üyesi bizi arabasıyla gezdirdi. Bir genç hanım da otelden çıkıp onun evinde kalmamızı ısrarla istiyordu. Konserler delicesine alkışlanıyordu. Halk sokaklarda İdil’i bekliyor ve imza alıyordu. Yemek yediğimiz lokantada bize hizmet eden garson Vasili İdil’e Tolstoy’un bir kitabını hediye etti. İdil’in de ona Paris’ten ne istediğini sorması üzerine biraz nazlanmış sonra da Goethe demişti. İdil dönüşünün ilk haftasında bu kitabı göndermişti, tabi Fransızca olarak.

Azerbaycanlıların Türkçesi bir hayli değişik olduğu için ilk gittiğimiz gün otelin asansör garsonu bize “kaçıncı mertebeye gideceksiniz” diye sorunca birden ne demek işstediğini anlamamıştık. Orada mertebe kat manasına geliyormuş meğerse. Yeni yapılmış apartmanlara da (taze dikili yaşam evi) diyorlardı. Buna göre daha pek çok değişik tabir vardı. Bütün Rusya’da gittiğimiz her şehirde lokantalarda bize ayırılan masada daima bir küçük Türk bayrağı bulunuyordu. Bu İdil’in pek hoşuna gidiyor, hemen etrafta aranmaya ihtiyaç kalmadan doğruca gidip masamıza oturuyorduk. Dördüncü sene Erivan’a gitmiştik. Orada eski Ermeni vatandaşlar etrafımızı sarmıştı. Şu anda ismini hatırlayamadığım çok tanınmış bir Rus şef ile konserleri her yerdeki gibi son strapontene kadar dolmuştu. Otel lokantalarında eski Ermeni vatandaşlar yemeklerde bize iltimas yapıyorlardı. Meşhur Erivan konyağından ikram ettiler. Eçmiyazin ismindeki kiliseyi gezdirdiler. Oradaki kompozitörler başta Babacanyan olmak üzere hemen hepsi İdil’e eserlerini veriyorlardı. Markaryan isminde yaşlı bir müzik meraklısı İdil’in resmini bulamayınca gazeteden kesilmiş resmini imzalatmak için otele kadar gelmişti. Oradan gittiğimiz adını unuttuğum bir şehre olduğu gibi Paris’e kadar İdil’e teşekkür ve iyi dilekler dolu mektup uzunluğunda telgraflar çekmişti. Konseri idare eden şef Dvorjanas bize verdiği yemekte İdil’in senede yüz konser verip vermediğini sorunca pek şaşırmıştık. O zamana kadar ancak yeni yeni konser vermeye başladığını söyleyince bu sefer de o şaşırmıştı. Kendi kızı da piyanistti. Orada tesadüfen Çekiçyan isminde İstanbul’dan gelme bir müzisyenle tanıştık. O da “Sizinle benden başka burada Türk pasaportu taşıyan yok” diyordu. Kendisinin idare ettiği bir koroyu bize dinletmişti. Solistleri meşhur Kohar Kasparyan’ı da bu vesile ile dinlemiştik.

Harriet Cohen – Dinu Lipatti Altın Madalyası
İdil Konservatuar bitmeden evvel ve bittikten sonra sık sık Union Interallié’de resitaller veriyordu. Paris sefaretimizde de her fırsatta çalıyordu. 1948 Şubatında İdil’in İngiltere’deki ilk resitali Londra sefirimiz sayın Nuri Birgi’nin daveti üzerine sefaret salonlarında olmuştu. Fevkalade başarılı geçen bu suarede hazır bulunan tanınmış İngiliz piyanisti Harriat Cohen İdil ile çok ilgilenmiş ve elindeki bir tümörden dolayı artık piyano çalamayan bu büyük artist senenin en başarılı genç piyanistine verilen Harriet Cohen-Dinu Lipatti altın madalyasını ona verdirmişti. Aynı zamanda davette hazır bulunan tanınmış emprezaryo Ian Hunter İdil’e konserler tertiplemeye başlamıştı.

( Not: Aralık 1988′de vefat eden Leman Biret’in anıları burada kesiliyor.)

Bu bölüm Şefik Kahramankaptan’ın prodüktörlüğünü yaptığı İsmet İnönü Vakfı yayınlarından çıkan CD’nin kapağından alınmıştır.