29 Şubat 2024

Dorian Gray’in Portresi - Oscar Wilde

Yaşlılara gelince; ben yaşlıların her düşüncesine karşı çıkıyorum. İlke olarak yapıyorum bunu. Onlara dün olmuş bir şeyle ilgili görüşlerini sor: Sana 1820’lerde geçerli olan görüşleri aktarırlar, hani herkesin uzun çorap giydiği, her şeye inandığı ve de zırnık bir şey bilmediği günler. 

Karmaşık ve gergin huylu kişiler hep böyledir. Çok güçlü olan duyguları ya incitir ya da eğilir. Ya öldürür ya da ölür. Sığ hüzünler, sığ aşklar uzun ömürlüdür. Büyük aşklar, büyük üzüntülerse kendi büyüklüklerinin kurbanı olurlar.

Henüz gençken gençliğinizin değerini bilin. Can sıkıcı insanları dinleyerek, çaresi olmayan aksaklıkları düzeltmeye çalışarak ya da çağımızın kendine hedef edindiği şeyler uğruna, yalancı ülküler uğruna hayatınızı cahil, sıradan, basit insanlar için feda ederek altın çağınızı heder etmeyin. Yaşayın! İçinizde gizlediğiniz olağanüstü güzel hayatı yaşayın! Hiçbir şeyi boşa harcamayın. Her zaman yeni duyumlar peşinde koşun. Hiçbir şeyden korkmayın.

İnsan ruhunu yitirdikten sonra dünyalar onun olsa neye yarar.

Oysa yaşamın amacı kendi kendini geliştirmek, tekamül etmektir. Dünyaya gelme sebebimiz özümüzün farkına varmaktır. Bugünlerde insanlar kendilerinden korkar oldu. Görevlerin en ulvisini, kendilerine karşı olanı unuttular. Hayırseverler hayırsever olmasına, açları doyurup yoksulları giydiriyorlar. Gel gelelim kendileri çırılçıplak, ruhları açlıktan kıvranıyor. Cesaret denilen şey insanları çoktan terk etmiş. Belki de hiç cesur olmadık. Ahlakın temelindeki toplum korkusu, dinin sırrı ise tanrı korkusu. İşte bizi yöneten iki şey.

Hem zaten kadınlar duygularıyla yaşadıkları için acı çekmeye erkeklerden daha yatkındı.

Ömürlerinde tek bir kez sevenlerdir asıl sığ olanlar. Onların vefa, sadakat diye adlandırdıkları şeyi ben, ya alışkanlığın verdiği rahatlığa ya da hayal gücünün yokluğuna bağlarım. Zihinsel yaşam için tutarlılık neyse duygusal yaşam için de vefa odur: basit bir yenilgi itirafı. Vefa ! Bunu incelemem gerekiyor günlerden bir gün. Sahiplik tutkusu da giriyor bu işin içine. Başkaları alır diye korkmasak çoktan atacağımız bir sürü şey var.
 
İnsanların ahlaksız diye nitelediği kitaplar insanları kendi ahlaksızlıkları ile yüzleştiren kitaplardır.
 
Kadınlar yüreğimize sevgi tohumu ekip bize sevmeyi öğretir. Karşılığında bizden sevgi istemek de hakları.
 
Derler ki kadınlar kulaklarıyla ,erkekler gözleriyle severmiş .
 
Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyorlarsa da hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.
 
Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık seyredebilirler. Zafer denen şeyi bilmeseler bile hiç değilse yenilgiyi de tatmazlar. Aslında hepimizin yaşamamız gerektiği gibi yaşar onlar, kaygısız, kayıtsız, çalkantısız. Başkalarının mahvına yol açmadıkları gibi kendileri de onun bunun elinde telef olmazlar. Senin unvanınla servetin, Harry, benim aklım fikrim, karınca kararınca, eğer bir değeri varsa sanatım, Dorian Gray’in güzelliği… Tanrı’nın bu bağışları yüzünden hepimiz acı çekeceğiz, hem de büyük acılar.
 
Ben birisinden çok fazla hoşlandım mı onun adını hiç kimseye söylemem. Onun kimliğinden bir parçayı başkasına teslim etmek gibi gelir bu bana. Gizli kapaklılığı sever oldum zamanla. Çağdaş yaşamı gözümüzde gizemli, büyülü kılabilecek tek şey bu gibi geliyor bana. Gizli tutarsan en sıradan şey bile tatlı, zevkli olabiliyor. Şimdilerde kentten ayrıldığımda gideceğim yeri kimselere söylemiyorum. Söylesem bütün tadım kaçacak. Çocuksu bir huy olabilir, gene de insanın yaşantısına bol romantizm katıyor sanki.
 

Mina Urgan: “Oscar Wilde, hem toplumun benimsediği geleneklere uyar, hem de topluma başkaldırır; hem putlara tapanları, hem Hıristiyanları yüceltir; hem bireyciliği, hem de sosyalizmi savunur; hem soytarılıklar yapan bir playboy’dur, hem de yetenekli bir yazardır; hem eşcinseldir, hem de onu sapık olmakla suçlayan Queensberry Markisi’ne karşı hakaret davası açar. Bir insan, ancak benliğindeki çelişkileri çözümleyip bunların arasında bir uyum sağlayınca olgunlaşır. Oysa Hesketh Pearson’a göre, Oscar Wilde çocuk kalmıştır. Daha doğrusu, kafası gelişmiş, hem de çok gelişmiş, ama ruhsal yapısı açısından on beş yaşlarında kalmıştır. Bu yüzden de, kılığı kıyafetiyle, söyledikleri sözlerle, hem yetişkinleri şaşırtmak, şoke etmek huyundan vazgeçmiyor; hem de yetişkinler tarafından sevilmek istiyordu.”

 Dorian Gray’in Portresi, Oscar Wilde’ın 1891 yılında yayımlanan felsefi romanı. Wilde’in yayımlanmış tek romanıdır. Kendisi yerine tuvaldeki portresinin yaşlanması dileyen ve bu dileği gerçekleşince yoldan çıkıp yozlaşan haz ve güzellik tutkunu yakışıklı bir adamı konu alır. Dorian Gray’in Portresi, yayımlandığı zaman hem okurları ve eleştirmenleri sarsmış hem de Oscar Wilde isminin edebiyat tarihine kazınmasını sağlar.

 Özellikle bir genç adamın büyümesini, eğitimini, gelişimini, kendini ve inançlarını keşfetmesini işleyen Dorian Gray’in Portresi için Oscar Wilde, ‘bir ruhun hikayesi’ demişti. 1891’de ilk basıldığında ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle büyük tepki çeken romanın baş kişileri olan Lord Henry ile Dorian’ın karşılıklı etkileşimleri, Dorian’ın kendini giderek kötüye, şeytani olana, hazcılığa adaması kitabın eksenini oluşturuyor. Son derece saf ve yakışıklı Dorian’daki değişim, Lord Henry’nin sözleriyle ve Dorian’ın kendi portresinde kendi güzelliğini keşfetmesiyle başlar. Lord Henry’nin etkisiyle kötülüğün ve zevkin çekimine kapılan, dünyada gençlik ve güzellikten önemli bir şey olmadığına inanan Dorian için heyecan, kötülükte ve günahtadır; iyilik ve erdemse sıkıcıdır, edilgendir. İyiliği temsil eden Basil’in Dorian’a duyduğu saf tutkuda eşcinsellik öğeleri açıkça hissedilir. Dorian’ın büyük sırrını, portredeki değişimi gören yalnızca Basil olur. Portreye odaklanan, sonsuz gençlik karşısında ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için kurtuluş var mıdır? Ve Oscar Wilde’ın dediği gibi, herkes Dorian Gray’da kendi günahını mı görecektir?

24 Şubat 2024

Büyük Millet Meclisi

İlk Meclis binası, "Milli Mücadele"nin sanki soluk alıp verdiği "göğüs kafesi" idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına her gün inanç, yüreklilik, savaş azmi, umut ışığı oradan dağılıyordu. "Milli Mücadele" ve "Kuvayı Milliye" ruhu Türkiye'nin her yanına oradan yayılıyordu. Bu bina bu ruhun bir "füze rampası" idi.

Meclis'te çalışmak, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını çok yakından görmek benim için bir nimetti.

Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, direniş odakları dağınık ve güçsüzdü. Mustafa Kemal'in parolası, "Kuvayı Milliye'yi amil, İradeyi Milliye'yi hakim kılmak" idi. Bu parola "Amasya Buluşması"ndan "Erzurum Kongresi"ne, oradan "Sivas Kongresi"ne ulaştı. "Sivas Kongresi"nde yurttaki bütün müdafaai hukuk dernekleri "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirildi. "Kuvayı Milliye'yi amil, İradei Milliye'yi hakim kılmak" sloganı Amasya'dan Erzurum'a, Erzurum'dan Sivas'a, oradan da Ankara'ya ulaşarak ilk "Büyük Millet Meclisi"nin de parolası oldu.

Yol Kesen Irmak / Hıfzı Veldet Velidedeoğlu - Meriç Velidedeoğlu'na


Salmışlar bir yolculuğa beni
hiç bana sormadan.
Sabahı uzun sürdü
Oldu öğle
Belirdi ikindi
Ve daha yollar bitmeden

Ne çabuk geldi akşam!
Yaşlı bir kuş yitirdi eşini
Bütün sesler dindi
Gün uzak dağlara indi

İşte batıyor, batsın!..
Derken
Ve artık sonsuz yatsıya hazırlanırken
Bir altın ırmak kesti yolumu.

25 Haziran 1976

20 Şubat 2024

Mutluluk

 
Mutluluk etkinliklerle ilgiliyse ve bu etkinliklerin bazıları zorunlu, bazıları bir başka şeye tercih edilen, bazıları da kendiliğinden tercih edilen şeylerse mutluluğun da kendi başına tercih edilen şeylerden biri olduğunu, onun başka bir şeye kıyasla tercih edilir bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Mutluluk tek başına yeterli olan bir şeydir.

17 Şubat 2024

CİMRİ

PERDE I
SAHNE I
VALÉRE, ÉLISE

VALÉRE: Lütfettiniz, beni sevginize inandırdınız, beni mi minnettar ettiniz, şimdi de mahzun duruyorsunuz, bu nasıl şey Éliseciğim? Ben sevinip dururken, ne yazık ki sizin ah çektiğinizi görüyorum. Yoksa beni mesut ettiğinize canınız sıkılıyor, aşkıma kapılıp bana verdiğiniz sözden pişman mı oluyorsunuz?

ÉLISE: Sizin için yaptığım hiçbir şeyden ben pişman olamam. Bana bunları öyle sihirli bir kudret yaptırıyor ki başka türlü hareket etmek elimden gelmez. Fakat doğrusunu isterseniz bu işin sonu beni endişelendiriyor. Korkarım, sizi sevmekte pek ileri gittim.

VALÉRE: Aman, Élise! Bana sevgi gösterdiniz diye korkacak ne var?

ÉLISE: Ah, belki yüz türlü şey…Babamın öfkesi, ailemin tekdirleri, el âlemin alayları; üstelik bir de kalbinizin değişmesi ihtimali, hele Valére, temiz bir aşkın ne kadar ateşli olduğunu bildikleri hâlde siz erkeklerin buna karşı gösterdiğiniz haince soğukluk.

VALÉRE: A! Beni başkalarına benzetmek gibi bir haksızlık etmeyin.
Her şeyden şüphe edin, ÉLISE, yalnız size karşı vazifemi yapacağımdan şüphe etmeyin. Ben sizi o kadar çok seviyorum ki böyle bir şey elimden gelmez. Unun için ömrüm oldukça sizi seveceğim.

ÉLISE: İlahi Valére, herkes böyle der. Sözlerine bakınca erkekler hep birbirine benzerler; fakat birbirlerine benzemedikleri ancak hareketlerinden belli olur.

VALÉRE: Mademki bizim ne olduğumuz ancak hareketlerimizden belli oluyormuş, o hâlde bari aşkım hakkında hüküm verebilmek için ne yapacağımı bekleyin, hem de insanı inciten tahminlerin yarattığı yersiz korkulara kapılıp bende kabahat aramayın. Rica ederim, insanın haysiyetine dokunan şüphelere kapılıp beni öldürmeyin. Aşkımın samimiliğini size bin bir delille göstermek için bana meydan bırakın.

ÉLISE: Ah, ne yapayım; insan sevdiklerine o kadar kolaylıkla inanıveriyor ki, evet Valére, ben sizin kalbinizin beni aldatabileceğine ihtimal veremem. Sizin beni gerçekten sevdiğinizi biliyorum ve bana sadık kalacağınızdan da eminim. Bundan hiç şüphe etmek istemem, onun için sadece beni ayıplamalarından endişe ediyorum.

VALÉRE: İyi ama böyle bir endişeye ne lüzum var?

ÉLISE: Eğer herkes sizi benim gözlerimle görmüş olsaydı, o zaman hiçbir şeyden korkmazdım; çünkü ben sizin için katlandığım her şeye sizi layık görüyorum. Bir defa meziyetleriniz size gönül vermemi mazur gösterir, sonra da kaderim beni size bir de minnettarlıkla bağladı. Her zaman, bizi ilk defa birbirimizle karşılaştıran o korkunç kaza gözümün önüne geliyor; canımı azgın dalgalardan kurtarmak için size hayatınızı tehlikeye attıran o asil ruhunuzu düşünüyorum. Beni sudan çıkardıktan sonra bana nasıl şefkatle baktığınız, ne zamanın ne de güçlüklerin söndüremediği şiddetli sevginizin devamlı alakaları aklıma geliyor; o alakalar ki size annenizi, babanızı, memleketinizi unutturdu, sizi buralarda alıkoydu; benim hatırım için size vaziyetinizi değiştirtti, beni görebilmek için size babamın hizmetçisi olmayı bile kabul ettirdi. Şüphesiz, bunlar bende çok güzel bir tesir yaratıyor hem de size verdiğim sözü kendimce haklı bulmama kâfi geliyor; fakat bunlar benim hareketimi başkalarının da haklı bulmalarına belki kâfi gelmez, sonra başkalarının da benim gibi düşüneceklerine pek emin değilim.

VALÉRE: Bütün bu söylediklerinizden ben yalnız sevgimle size layık olmak istiyorum. Başkalarının neler düşüneceklerine gelince; babanız sizi el âleme karşı haklı göstermeye Allah için gayret ediyor; onun aşırı cimriliği, evlatlarına karşı gösterdiği muamele, daha garip şeyleri bile mazur gösterebilir. Size babanızdan böyle bahsettiğim için beni affedin ÉLİSEciğim. Biliyorsunuz ki bu bahiste güzel şeyler söylemek mümkün değildir, ama eğer umduğum gibi annemle babamı bulabilirsem onun bize karşı müsait davranması için pek fazla zahmet çekmeyiz. Onlardan sabırsızlıkla haber bekliyorum, beklediğim haber gecikirse gidip bu işle kendim meşgul olacağım.

ÉLISE: Aman, Valére, sakın buradan bir yere kımıldamayın, siz yalnız babamın gözüne girmeye bakın.

VALÉRE: Bunun için ne yaptığımı görüyorsunuz, hizmetine girmek için nasıl ustaca dalkavukluklar ettiğimi biliyorsunuz, kendisine hoş görünmek için onu nasıl sevimli buluyormuşum gibi davranıyorum; teveccühünü kazanmak için her gün ne kılıklara giriyorum. Bu işte epeyce yol aldım; tecrübemle görüyorum ki insanların dostluğunu kazanmak için karşılarında arzularını kendi arzumuz gibi göstermekten, inandıkları şeylere inanmaktan, kusurlarını [bile] gökyüzüne çıkarmaktan, her yaptıklarını alkışlamaktan daha güzel bir çare yoktur.

Dalkavuklukta fazla ileri gitmeye korkmaya lüzum yoktur; onlara yapılan oyun istediği kadar belli olsun, en kurnaz insanlar bile dalkavukluğa körü körüne inanırlar; bir de methediyormuş gibi göründükten sonra ne kadar gülünç ne kadar yersiz olursa olsun, yutturulamayacak şey olmaz. Bu benim yaptığım, ciddiliğe pek o kadar uyar bir iş değildir; ama ne yapmalı, insanlara muhtaç oldunuz mu onlara uymak lazım, mademki onlar yalnız bu yoldan elde edebiliyoruz, o hâlde suç; pohpohlayanlarda değil, pohpohlanmak isteyenlerdedir.

ÉLISE: İyi ama günün birinde hizmetçi kız bizi ele verir diye düşünüp buna karşı niçin kardeşimi elde etmeye çalışmıyorsunuz?

VALÉRE: İkisi birden idare edilemez; baba ile oğulun tabiatları birbirinin o kadar zıttı ki, ikisinin birden itimadını kazanmaya imkân yok. Ama siz, bir yandan kardeşinizle meşgul olun; kendisini bizden yana çevirmek için kardeşliğinizden istifade edin. İşte kendisi de geliyor, ben gidiyorum. Onunla konuşmak için bu fırsatı kaçırmayın; ama sakın bizim işin söylenmesi münasip taraflarından başkasını söylemeyin.

ÉLISE: Bilmem ona bu sırrımı açmaya cesaret edebilecek miyim?

09 Şubat 2024

Sanat ve Sanatçı

 
Dünya aydınlık bir yer olsaydı sanat olmazdı...Albert Camus

Gerçek sanatkar, eserinin anlaşılıp anlaşılmayacağı sorusunu düşünmez bile...Albert Stifter

Sanat doğanın içindedir; sanatçı, onu oradan çıkarabilendir...Albert Dürer

Sanatçıya, iki göz yetmez...Alphonse de La Martine

Sanatçı, yaşamını yaşadığı gibi anlatmamalı; ama sonraları anlatacağı biçimde yaşamalı...Andre Gide

Sanat insanın en yüce görevidir, çünkü dünyayı anlamaya ve anlatmaya çalışan düşünce temrinidir...Auguste Rodin

İçten gelen duyguları her zaman kasların hareketliliğiyle vermeye çalıştım… Yaşam olmadan sanat da olmaz...Auguste Rodin

Bana göre konu sonra gelir: Ben konuyla aramda yaşanan ne varsa onu aktarmak isterim...Claude Monet

Bir sanatkar için sadece tek duruş vardır: Dimdik...Dylan Thomas

Sanatta hiçbir şey, hatta hareket bile tesadüf değildir…..Edgar Degas

Güzel sanatlar; insanın elinin, kafasının ve kalbinin birlikte çalıştığı şeylerdir...Francis Bacon

Sanatkar, merkezini kendi içinde barındırandır...Friedrich Schlegel

Bir ressam olarak (ilginç olan tek yanım budur) benimle ilgili bir şeyler öğrenmek isteyenler resimlerime dikkatle bakmalıdır...Gustav Klimt

Sanatkar, duyacağı yerde düşünürse adileşir...Gustave Le Bon

Sanat yaratıdır, bir gerçekliğin kopyası değildir…Henri Delacroix

Taviz veren bir sanatkar; eserine değil, kendisine ihanet etmektedir...Jean Cocteau

Sanat; iyiyi, özgür olarak yaratan insanı, mükemmelliğe ulaştırma yoludur...J. F. Schiller

Eserini tamamlayabilenin ardından, tamamlayamadığını gizleyebilen gelir..John Heinrich Fussli

Eserini tamamladığı anı bilen kişi, sanatçıların ve insanların prensidir...John Heinrich Fussli

Sanatın vazifesi, tabiatı kopya etmek değil, tabiatı ifade etmektir...Honore de Balzac

Gerçek sanatçının görevi; dünyanın maddi güzelliklerini, ahlaksızlığını anlatmak değil, çirkinlikleri eleştirip gerçekleri aydınlatılmış bir biçimde aktarmaktır...Lev Tolstoy

Ruhun elle birlikte çalışmadığı yerde, sanat olmaz...Leonardo da Vinci

Sanatçı; geçmişi, şimdiyi ve geleceği kavramak zorundadır...Maksim Gorki

Gerçek bir sanat eseri, yalnız ilahi olgunluğun gölgesidir...Michelangelo

Sanat görüneni tekrarlamaz, görünür kılar...Paul Klee

Sanatçı, her yandan gelen duyguları algılayan bir anten gibidir...Pablo Picasso

Sanat, bize hakikati bildiren bir yalandır...Pablo Picasso

Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir...Pablo Picasso

Bazen sanatkar hayatının, uzun ve tatlı bir intihar olduğunu düşünüyorum; ama pişman değilim...Oscar Wilde
 
Hiçbir büyük sanatçı, hiçbir zaman çevresindeki şeyleri gerçekten oldukları gibi göremez, eğer öyle olsaydı, sanatçı olamazdı...Oscar Wilde
 
Tüm sanatlar kardeştir, hepsi de ötekilerin ışığı altında ilerler...Voltaire
 
Sanatçı, kurallara uygun düzgün bir bütün kurabilmek için her şeyi düzene sokmak, bir parçayı öteki parça ile uyumlu kılmak zorundadır...Socrates

Öfkelenince Neden Bağırırız?

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “Öfkelendiğimiz kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye sormuş. Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu nedenle kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir. Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir. Bu nedenle tartıştığınız zaman aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.” 
 

Yeraltından Notlar

‘’Hayal dünyamda bu ‘güzel ve yüce şeylere’ sığınarak ne aşklar yaşadım…Gerçek hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bütünüyle hayal ürünü bu aşklar sayesinde ruhum öylesine cömertçe doyuyordu ki, sonradan gerçek bir aşka ihtiyaç bile duymuyordum. Gerçek birini sevmek benim için gereksiz bir lüks olurdu.’’ 
 

Zamanın Ağızları

“Etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir.” Julio Cortazar’ın bir arkadaşından aktardığı bu söz bir hakikati yansıtır. Latin Amerika’nın en önemli yazarlarından Eduardo Galeano da galibiyetini nakavtla ilan eden kısacık yüzlerce öyküyü bir araya getiriyor Zamanın Ağızları’nda. Zamanın ve mekânın sınırlarına meydan okuyan bu çarpıcı metinlerin bazısı Galeano’nun bizzat tanıklığından, bazısı da kulağına çalınan anlatılardan oluşuyor. Okurun payına da bu biricik deneyimin bir parçası olmak düşüyor.  
Kitap Hakkında

Kronikle şiiri, masalla manifestoyu birleştiren bu kısa ve son derece çarpıcı öyküler, muktedirlerin sıklıkla ve uzun süre susturduklarının sesini çoğaltmak için bir araya geliyor.

Eğer kulak verirseniz evrensel kakofoninin içinde birbirine cevap veren yankıları sezebilirsiniz: ilk ve son soluk, yaprakların hışırtısı, aşk sözcükleri, öfke haykırışları, örümceklerin serenatları, zorla sökülüp alınan itiraflar, fısıldanan sırlar ve çocukların ağzından çıkan hakikatler. Zamanın Ağızları etten kemikten ve sesinden yoksun bırakılmış bir dünyanın sessizliklerini parçalıyor...

Muhammed Eşref okula gitmiyor.

O, güneşin doğuşundan ay görününceye kadar çalışıyor;

Pakistan’ın Umar Kot köyünden dünya stadyumlarına doğru yuvarlanan futbol toplarını kesiyor, kırpıyor, deliyor, biçip dikiyor. Muhammed on bir yaşında, beş yıldır bu işi yapıyor. Eğer okumayı bilseydi, İngilizce okuyabilseydi, elinden çıkan her işe kendisinin yapıştırdığı şu uyarıyı okuyabilecekti:

“Bu top çocuklar tarafından üretilmemiştir.”
 
* * *

Hareketsiz görünüyorlar ama nefes alıyorlar ve ışık arayarak yürüyorlar. Ve konuşuyorlar. Bir ağacın bir darbe ya da yara aldığında kendini zehir terleyerek savunduğu ve yakındaki ağaçlara bir tehlike işareti yolladığı, pek bilinmez, ama bu kanıtlandı. Ağaç̧ dilindeki kelimeler havada yolculuk ediyor ve tehlike. diyorlar; dikkat, diyorlar. İşte o zaman yakındaki ağaçlar da zehir salgılıyor. Belki de yeryüzündeki ilk ağaç̧ ayağa kalktığından ve geleneğin söylediğine göre, çoğalıp bir kıvılcımın daldan dala bütün dünyayı dolaşabileceği kadar sık ormanlara dönüştüklerinden beri böyleydi. Şimdi çölle çöl arasında hayatta kalan ağaçlar kadim zamanlardan kalma bu iyi komşuluk geleneğini yaşatıyorlar.  Çev. Bülent Kale

05 Şubat 2024

Mutluluk Üzerine Bir Yazı

Mutluluk nedir? Mutluluk en yalın deyimiyle, yaşamdan tam hoşnut olmadır. Ya da sürekli bir kıvanç hali de diyebiliriz. Kant biraz  karamsar bu konuda. "Ahlak emredici yasalardan oluşur, ama mutluluk olsa olsa bir umut konusudur, dahası belki de hiç bir zaman gercekleşmeyecek bir idealdir" demiş. Fransızlar devrimin tam ortasında bir anayasa çıkarmışlar. Birinci maddesine de "toplumun amacı ortak mutluluktur" demişler. Bunun önemi şurada; mutluluğu bireysel bir dilek olmaktan çıkarıp anayasanın güvenceye  bağladığı bir hak durumuna getirmişler. Çünkü toplum teker teker insanların mutluluğunu sağlayamaz onun yapabileceği olsa olsa yığınla mutsuzluk engelini ortadan kaldırmak, bu arada eşitliği sağlamaktır. Böylece, bireysel mutluluk, bir sosyal tasarımdan soyutlanamaz. Kişinin mutluluğu ile sosyal ve siyasal düzen arasında direkt bir bağ vardır. Düzenin insansal ölçüler taşımadığı bir yerde, bireylerin mutluluğu havada kalmaya mahkumdur. Buradan kalkarak denecektir ki, mutluluk bireyselle toplumsalın bağımlılığı içinde gerçekleşir. Bireysel bir mutluluk, ancak toplumsal bir mutlulukla mümkündür; çünkü bireyin özgürce gelişmesi, herkesin özgürce gelişmesine bağlıdır. İşte tam bu noktada -düzeni adını koyarak- sorgulamak önem kazanıyor. Mutluluk bir yaşama biçimi midir? Bir tavır alış mıdır? Anlık mıdır, sürekli midir? Durgun mudur? Atılımlı mıdır? Kavramsal mıdır? Olgusal mıdır? Ve giderek amaç mıdır, yoksa araç mıdır? 

 İki türlü mutluluk vardır. Daha doğrusu birbirine hiç benzemeyen iki durum vardır ki her ikisine de mutluluk adı verilmektedir. O halde biri sahtedir. Sahte olan: gerek kişilerin gerekse kitlelerin önüne amaç olarak yerleştirilen bir aldatıcı ve uyuşturucu balondur. Bu balon biri olmayı, gününü gün etmeyi, sorumsuzca gevşemeyi, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ düsturunu şiar edinmeyi ve bu türden erdemsizlikleri kapsar. Bunlar içi hepten boşalmamış, kafası ve yüreği yozlaşmamış bir insan için değildir. İnsanın özüne aykırı bir hazıra konuculuk ve orada duruculuktur. 

Diğeri; bu da ana çizgileriyle, insanın içinde bulunduğu bütün çelişkileri, çatışmaları aşıp, bir uyuma varması, kendini tedirgin edip duran sorunlara birer çözüm ya da en azından çözüm yolu bulması durumudur. İnsanın çelişkileri çatışmaları nelerdir? İnsanın doğayla çatışması vardır. Kendi kendisiyle çelişir kişi, iç çatışması vardır. İnsanın yaşamı birkaç yönlü bir mücadele, bir savaştır. Hem de öyle bir savaş ki, alanların sınırları kesin çizgilerle çizilmemiş, karşılaşılan bu çelişkiler birbirinden bağımsızca birer çerçeveye alınmamıştır. Yani bir kişi, "Dur hele, önce doğayla çatışmamı bir halledeyim, sonra sınıf mücadelemi vereyim, onu da bir sonuca bağlayayım, sonra toplumsal kurumlarla ilişkilerimi düzenleyeyim, ondan sonra  da kendi iç çatışmamı çözümler, sonunda da derin bir oh çekerim" diyemez. 

Bu alanlar birbirleri içine girmiş, aralarında zorunlu bağıntılar ve etkileşmeler olan bir bütündürler ve kısacası bunların hepsi kul olarak yaşamdır. İnsanın kendi önündeki sınırlı zaman süresi, bu mücadelelerin adımlarından oluştuğu gibi, insanlık tarihi de aynı mücadelelerin aşamalarından oluşur. Nasıl toz pembe bir tarih yoksa toz pembe bir yaşam da olmayacaktır. Olmamalıdır da. Çelişkilerin, çatışmaların olmadığı bir durum, bir ileri adımın atılamayacağı bir durumdur, durağan ve yapay bir durumdur. Akla da olgulara da aykırıdır. 

Demek ki mutluluk kişinin her türlü çelişkisini aşması, çatıştığı şeylerle bir uyuma varmasıdır. Demek ki sonsuz ve sürekli bir durum değildir. Bir aşama, deyim yerindeyse, bir uğrak noktasıdır. Sonra bu nokta bir başlangıç olacak, yeni bir atılım, yeni bir mücadele doğacak ve bu böyle sürecektir. İşte insanın vazgeçilmez değeri olan yaratıcılık bu sürecin ürünüdür. İnsanlar neden mutsuz? Mutlu olacak ne var ki? Dünya kaynakları paylaşmanın türlü dalaveresiyle uğraşıyor, devletler birbirine gizli düşman, ülkeler birbirinden kopuk, insanlar diliyle, rengiyle, kültürüyle birbirinden ayrılmış, her ülke kendine özgü sorunlarla boğulmuş, mutluluk kanalları tıkanmış, kişisel ilişkiler çıkar kaygısıyla gölgelenmiş, yakın çevremizle bile iletişim kopuklukları yaşanıyor. 

Gündelik sorunlarla çevrilmiş sınırlı bir hayat yaşıyoruz. Nedir bu? Hayat bunun için mi yaşanıyor? İçimizdeki yaşama sevincini neden duymuyoruz? İnsanlar neden bunları hiç düşünmüyor?  Sevgi, sevinç, neşe, coşku nerede? Kimimiz için dönme dolap beygirinin hayatına benzeyen bir kısır döngü, kimimiz için ne yapacağını bilmeden ancak bildiklerini yapan bir çembere dönüşen hayat, yaşamın hangi rengini taşıyor? Ne gariptir ki bu sorular için ne paneller yapılıyor, ne sempozyumlar düzenleniyor, ne de sorun kabul ediliyor. Oysa belki de yaşama mutluluğunun önündeki en büyük engel bu sorunu görememektir. 

İnsanların bilemediği, göremediği, düşünemediği nedir? Üretmek ve paylaşmak.....Görülmeyen, bilinmeyen, yapılmayan bu?  Üreten ama paylaşmayan, bencil ve zalim olmak zorundadır.Üretmeyen ve paylaşmayan, ancak zorbalıkla yaşayabilir. Üreten ve paylaşan mutlu olur, mutlu eder, mutluluk yaratır.Üretimi ve paylaşımı engellenen şiddete başvurur. Üreten ama paylaşmayan bencilligin yalnızlığında kavrulur. Üretmek ve paylaşmak... İnsan olmanın, insanca yaşamanın yolu budur. Belki bütün sorunların çözümü de burada yatmaktadır.

 
 Duygularımızı üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Düşünce üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Sevinç üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Güven üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Neşe üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Bugünü üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Yarını üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Kendimizi üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Kendimizden başkasını üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Bilgi üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Yeni bir renk üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Yeni bir çizgi üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Yeni bir alan üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Yeni bir hayal üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Dostluk üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Aşk üretiyor ve paylaşıyor muyuz?
 Herşeyi yeniden yorumluyor ve paylaşıyor muyuz?
 "Üretmek" sözüyle yalnız işi ve parayı mı anlıyorsunuz?
 "Paylaşmak" denince aklınıza miras mı geliyor?
 Ne verdiğinizden çok ne aldığınız mı önemli oluyor?
 Nasıl yaşadığınız ne yaptığınızdan daha mı önemli?
 Böyleyse, size öğretilenleri yaşıyorsunuz ve mutsuzsunuz!..
 

Server Tanilli "Yaratıcı Aklın Sentezi"

Şu sorularla karşılaştığımız, dahası kendimize de sorduğumuz olmuştur: "Nereden geliyoruz? Yaşamın anlamı ne? Nereye gidiyoruz?" Şu sorular da yabancımız değildir: "Bilimden ve teknikten ne bekliyoruz? Sanatsız niçin yaşayamayız? Ahlak, neden zorunludur? Kime karşı ve ne için sorumluyuz? Özgür olmak ne demektir?" Daha da yakıcı bir soru: "Dünyamız adaletsizliklerle dolu; peki, insanların insanca yaşayacakları gerçekten adil ve barışçı bir dünya yaratamaz mıyız?"

Çoğu, dinin de sorup kendine göre yanıtladığı sorulardır bunlar. Ama onu da aşacak biçimde, doğa, toplum ve insan üstüne, akla ve bilimsel verilere dayanan bütünlüğüne bir görüş, ancak felsefeyle mümkün. İnsan zekâsının bulduğu bu en anlamlı uğraşı niteleyen ve en başta da dinden ayıran, "özgür aklın sorgulaması"na dayanması. Bu sorgulama, eski Yunan'dan beri sürüyor ve insansoyu akla saygısını yitirmedikçe de sürecek.

Bu kitap, sorgulamadan örnekler veriyor. Onları bilmek, dahası bu sorgulamayı düşüncemizin bir parçası, bir yöntemi haline getirmek, iyi yurttaş olmamızın, asıl önemlisi insan olmamızın zorunlu uğraklarından biri. Çağdaş bir eğitim ve çok sesli bir toplum yaratmanın olduğu kadar, dogmatizme, bağnazlığa, karanlıkçılığa karşı donanmanın da en etkili yolu bu olsa gerek. Tanıtım Yazısı'ndan

 "Temel kültürü edinirken, akla ve bilimsel verilere dayalı bir görüş oluşturmanın, fikren bağımsızlığa ulaşmanın yolu felsefeden geçer," diyor Server Tanilli. Bir başyapıt olan bu kitap gençlere olduğu kadar, kültüre önem veren herkese sesleniyor.
(Arka Kapak)

Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır.

Tarih boyunca bütün kudret imparatorluklarının yaptıkları da budur. Hücceti o imparatorlukların ezip horladığı insanlar üretir, firavunlarsa hem o üreten benlikleri ezer, onlara sövüp sayarlar hem de onların yarattıkları değerleri nankörce ve namussuzca sömürüp keyif yaparlar. (Saltanat Dinciliğinin Öncüsü Firavun)

    ....bir deizm anlayışına Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı'nın önderi ve komutanı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'te rastlıyoruz. Büyük Gazi, Allah'a Hz.Muhammed'e Kur'an'a inanmakta, onlara saygı ve tazminini sürekli ifade etmektedir ama dinci kadroların çok rezil perdelerden temsil ederek hayata sokmak istedikleri 'din' patentli dayatmaları dışlamakta, onlara karşı çıkmakta, hatta onlarla mücadele etmektedir. Ve bu mücadeleyi, insan olmanın onuru saydığını da defalarca ifadeye koymaktadır. (Tanrı'dan Başka İnsanüstü Tanımayan İnanç: Deizm)

    İslam dünyası denen coğrafyaların "İslam" adı altında yaşadıkları dinin, uzun bir zamandan beri "Rahman’ın dini" olmaktan çıkıp şeytanın dini haline geldiğini ortaya koyucu niteliktedir. (Kur'an Açısından Şeytancılık)

    Alışkanlık ve gelenek, yaratıcı gücün afyonudur. (Kur'an'ın Yarattığı Mucize Devrimler)

    Hem firavunu hem Allah'ı memnun etmek mümkün değildir. Kur'an bunu ölümsüz bir ilkeye bağlarken şöyle demektedir: Allah, bir adamın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. (Ahzab, 4) (Kur'an Verilerine Göre Kötülük Toplumu)

    İyiliğe iyilik her kişinin, iyiliğe kötülük şer kişinin, kötülüğe iyilik ise er kişinin işidir. (Kur'an'ın Temel Buyrukları)

    İnsan, tekamül etmeye sadece memur değil, aynı zamanda mahkumdur. Yaratıcı Kudret onu bu aleme, tekamülünü tamamlasın diye göndermiştir. Tekamül bu alemde tamamlanmazsa ölüm sonrası alemde tamamlanacaktır. İslam düşünürlerinin, özellikle sufi düşünürlerin bu noktadaki tutumları nettir. Tekamül veya Allah'a doğru seyr veya sefer mutlaka tamamlanacaktır. Ama bu dünyada ama ölüm sonrasında. (Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar)

    Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. (İslam Dünyasında Akıl ve Kur'an Nasıl Dışlandı?)

    Vahye dayalı katıksız din ile insanoğlunun ‘din’ adı altından kumelendirdiği ve bizim ‘diyanet’ veya ‘şeriat’ dediğimiz geniş ve değişken alanı birbirinden ayırmak gerekir. (İnsanlığı Kemiren İhanet Dincilik)

    Hasan Sabbah tarikatının, haşhaşla uyutup teröre sürme gibi bir uygulamasının olmadığı tespit edilmiştir. (Ebu Zer : Emevi Dinciliğine Karşı Mücadelenin Öncüsü)

    Mevcuda isyan etmeyen benlik varoluş sırrını yakalayamaz. (Kur'an'ı Tanıyor Musunuz?)

    Hz. Ömer bir gözü görmeyen Muğire Bin Şu'be' ye diyorki "Ey Muğire! Kazaya uğradığın günden beri, şu sakat gözünle hiç görebildin mi" Muğire, " Hayır hiç görmüyorum" cevabını verince Ömer şöyle konuşur: "Allaha yemin ederim ki, Ümeyye oğulları'nın İslam'a bakışları tıpkı şu senin kör gözünün baktığı gibidir. Onlar bu çarpık bakışlarıyla İslam'ı da kendilerini de çarpıttılar. Bu çarpık bakışları yüzünden nereye gideceklerini, nereden çıkacaklarını bir türlü bilemediler. Allah, yüzkırk veya yüz otuz yıl sonra Hicaz ve Irak'tan bir ekip çıkaracak ve onlar doğru bakış gücünü İslam'a yeniden kazandıracaklar." Ömer'in bu muhteşem sevgisi, İmam-ı Azam dehası in tarihteki yerini ve önemini göstermesi bakımından da son derece önemlidir (İmam-ı Azam Savunması)

    Evet, ârif görendir; fakat ma'rifet görünenden sonra gelendir! (Hallacı Mansur Ve Eserleri - Kitabüt Tavasin)

    Örtülü şirkin dini istila etmesinde en çok işleyen yol, din temsilcisi sayılan kişilerin (haham, rahip, sahabe, imam, şeyh, efendi vs.) rabler haline getirilmesidir. Müşriklerin yaptığı, Allah’ı inkâr ve ret değil, Allah’ın yanına yöresine birtakım yedek ilahlar koymaktır. Müşrikler Allah’ı asla inkâr etmediler. Yaptıkları Allah’ı tepeye oturtup O’nun altına yedek ilahlar yerleştirmekti. Şirkin zulüm ve yıkımı buradan kaynaklanmaktadır. İnsanları rab edinmek, din adamlarının sözlerini Allah’ın sözleri gibi kabul etmekle vücut bulur. Kim Rahman’ın Zikri’ni/Kur’an’ı görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de ona can yoldaşı olur. Bunlar onları yoldan tamamen saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hala hidayet üzere olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiğinde, şeytan, yoldaşına şöyle der: ‘‘Keşke aramızda iki doğu arası kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü yoldaşmışsın sen!’’ (Zühruf, 36-38) (Kur'an'ı Tanıyor Musunuz?)

    Nefsine dikkat et. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder. (Hallacı Mansur Ve Eserleri - Kitabüt Tavasin)

    10- Onların söylediklerine sabret! Ve güzelce ayrı kal onlardan. (Kur'an-ı Kerim Meali)

    Dinde baskı/zorlama/tiksindirme yoktur (Kur'an, 2/256) (Allah ile Aldatmak)

    İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. (İslam Dünyasında Akıl ve Kur'an Nasıl Dışlandı?)

    Budizm'de Nirvana'ya varmak, benliğin kendi kendini yok etmesiyle gerçekleşir. Bu anlayış sûfi geleneğe de geçmiş ve şöyle ifade edilmiştir: "Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaratan." Bu söylem, Kur'an'a tamamen aykırıdır. Kur'an, insan benliğinin aradan çıkmasını değil, varlığını koruyarak Yaratan'a teslim olmasını istemektedir. (Din Maskeli Allah Düşmanlığı Şirk)

    Şeytan, insanları nasıl saptıracağını, hem de Allah’ın huzurunda ifadeye koyarken şöyle konuşuyor: "Yemin olsun, onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara/hurafelere/anlamını bilmeden okumaya iteceğim..." (Nisa, 119) (Anadilde İbadet Meselesi)                                                     mardinlife.com

01 Şubat 2024

Tarih, gerçekleri tahrif eden bir sanat değil belirten bir ilim olmalıdır.


Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir hâl alır. 

Tarih hayal mahsulü olamaz. Biz daima hakikati arayan ve buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren insanlarız.


Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Ütopya

Oscar Wilde’ın, “Üzerinde ütopya ülkesi bulunmayan bir dünya haritasına bir bakış fırlatmaya bile değmez; çünkü o harita, insanlığın sürekli uğrak yeri olan ülkeyi göstermesi nedeniyle eksiktir. İnsanlık, oraya ayak bastığında yeniden daha güzel bir ülke arayışına çıkacak ve onu bulduğunda da yelkenlerini hemen o yöne çevirecektir…” sözü insanoğlunun daima daha iyiye, daha güzele, ölümsüzlüğe özlem duymakta olduğunu bizlere anlatır.

Ölümsüzlük ülkesini bulduğunda ise içindeki sese kulak vererek yeniden yeni ülkeler pesine düşecektir. Ölüm olmayan, bağlık bahçelik, masmavi gökyüzünün olduğu ülkeyi bulduğunda bile bireyin yeni bir yer arayışına girmesi ütopyaya olan özlemini ortaya koyar. Thomas More, ütopya türünde eser verdikten sonra özlem duyulan yaşam tasarıları oldukça ilgi toplamıştır.

Dünya edebiyatında önemli bir yere sahip olan bu türe Türk edebiyatının Cumhuriyet döneminde yeni bir toplum oluşturmak amacıyla sıkça başvurulmaktadır. Cumhuriyet döneminde yazılan ütopyaların belli başlıklar altında tasnif edildiği bu çalışmada ütopik temalar üzerinde durulmaktadır. Bu ütopyalarda eşitlik, adalet, gelişmişlik, kardeşlik ve mutluluk gibi arayışların gelecek tasarılarını şekillendirdiği görülmektedir. (Tanıtım Bülteninden)  

Sonuç   

Ütopyalar, genellikle mevcut sistemlere alternatif olarak sunulurlar. Daha çok geleceğe dönük kurgular olarak dikkat çeken ütopyalar, mutlu bir yaşama duyulan özlemi dile getirirler. 1923–1950 yılları arasında Türk edebiyatında yazılan ütopik eserlerde gelecek zaman ön plandadır. Kurguların bazılarında zaman belirsizken bir kısmında ise tarihsel olaylarla paralel gelişen bir zaman tasavvuru görülmektedir.

Ütopyalarda, toplumların huzurlu ve mutlu yaşadıkları mekânların kurgulamasına dikkat edilir. Ele aldığımız eserlerde mekân genellikle huzursuzluğun bittiği, tüm sorunların çözüme kavuştuğu yerlerdir. Anadolu Fatihi Alparslan romanında mutlu ve huzurlu olunan mekân Anadolu’dur. Anadolu stratejik konumu açısından toplumun gelişimine imkân sağlayan bir yapıya sahiptir. Birçok kültüre ev sahipliği yapmış Anadolu coğrafyası verimli toprakları, korunaklı yapısı ve fethedilecek yerlerin merkezinde bulunması dolayısıyla bir cazibe merkezidir. Bir Sürgün romanında mekân olarak hem Türkiye hem de Paris işlenmiştir. Önceleri rahatsızlık veren bir mekân olarak İstanbul ve İzmir kötülenir. Paris her yönüyle idealleştirilir ve kahraman Paris’te yeni bir yaşam kurmak için büyük uğraşlar verir. Kahramanın Türkiye’deyken Paris’e duyduğu özlem, daha sonra Türkiye özlemine dönüşür. İdeal mekân Paris’ken bir anda Türkiye’ye dönüşür. Ankara romanında ideal mekân İstanbul’un karşısına konan Anadolu’dur. Aynı tema etrafında idealleştirilerek öne çıkarılan en önemli mekân Ankara’dır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla gelişen ve değişen Ankara yeni ülkenin ideal başkentidir. Serbest İnsanlar Ülkesinde romanında kurgulanan mekân belirsiz bir yerdir. Yazarın idealleştirdiği yer gerçekte olmayan bir ülkedir. Semavi İhtiras romanında ise İstanbul ve İstanbul’daki bir kız koleji ütopik bir atmosfer içerisinde ele alınır. Köy Hekimi romanında ideal birey toplumdan soyutlanmış, ideal bir mekânda yaşamını sürdürmektedir. Yeşil çam ormanlarında kurulan bir evi betimleyen Burhan Cahit Morkaya, yeşil yurt ütopyasını işler. On Yılın Romanı’nda Bingöl’ün bir köyünde meydana gelen olaylardan yola çıkılır. Köyün yanı sıra tüm Türkiye’deki gelişmeler ütopik bir bakış açısıyla ele alınır. Yezidin Kızı romanında Suriye ve Irak ele alındığı gibi ideal toplumun kurulması için en uygun mekân olarak Doğu Anadolu bölgesinin bir kısmı ve eskiden Hakkâri sınırlarında olan Laleş ele alınır. Pervaneler ve Kolejli Nereye (İşleyen Yara) romanlarında mutluluğun ve huzurun mekânı olarak Amerika işlenir. Amerika; eğitimi, iş imkânları, eğlencesi vb. bütün unsurları ile en ideal ülke olarak tasavvur edilir. Denizin Çağırışı, Medarı Maişet Motoru ve Aganta Burina Burinata romanlarında ise deniz ideal mekândır. Kimsenin mülkiyetinde olmayan deniz üzerinde kurulacak bir yaşamın eşitlik, adalet ve mutluluk getireceğine inanılır.

İncelenen ütopyalarda bireyin normal insanlardan farklı özellikler taşıdığını görmekteyiz. Roman kişilerinin ya ideal kişiler olarak betimlendiği ya da idealin peşinde koşan insanlar olduğunu söyleyebiliriz. İdeal bir toplum yapılanmasının peşine düşen bu kişilerin yanı sıra kişilerin ferdî boyutta gelişen ütopyaları da vardır. İlk dönem ütopik kurgularda belirli bir insan tipi yaratılmaya çalışılır. İdealize edilen bu insan tipi sonraki ütopyalarda yerini sıradan insanlara bırakmaya başlar. İdeal insanın özellikleri, Cumhuriyet ideolojisi etrafında şekillenir. Sağlıklı, ülkesine bağlı, cesur, eğitimli, birkaç spor dalında önemli başarıları olan ve en az bir yabancı dili kendi ana dili gibi konuşabilen bu bireyler, Cumhuriyet’i sonsuza kadar koruyacak ideal bireyler olarak öne çıkarılır. Örneğin Ankara ve Semavi İhtiras romanlarında Yıldız, Köy Hekimi’nde Emine, On Yılın Romanı’nda Torun ve Erhan, belirtilen özelliklerin hepsini taşıyan ideal bireylerdir. Genellikle romanlarda eski nesille yeni nesil arasında karşılaştırma yapılır ve yeni nesil gençlik idealize edilir.

İncelenen anlatıların çoğunda mutlu bir toplumun nasıl kurulacağının yanı sıra bu toplumların devamlılığı nasıl sağlanacağının üzerinde de durulur. Özlenen mutlu ve refah topluma ancak gelişmiş bilim, teknoloji veya eğitim yoluyla ulaşılabilir. Hem insanların hem de toplumun ıslah edilmesi üzerine projeler ortaya konmaktadır. Klâsik ütopyalarda olduğu gibi moral değerler insanlara aşılanmaya çalışılır. Toplumsal birliğin ve huzurun sağlanması için çaba harcanır. Ele aldığımız eserlerde sosyal hayatın ve etik değerlerin düzenlenmesine özellikle önem verilmektedir. Eskinin reddi ve kötülenmesinin ardından yeni ve ideal olarak görülen yaşamın değerleri üzerinde durulur. İncelediğimiz eserlerde kötüleşen yaşam şartları çöküşe uğrayan etik değerler distopik bir atmosfer içinde işlenir. Etik değerlerin ihmal edilmesi ve yeteneksiz liderlerin başarısızlığı nedeniyle toplumların çöküntüye uğradığına vurgu yapılır. Toplumun olumsuz yaşam şartlarına sürüklenmesinin sebebi olarak genellikle Osmanlı devletinin son dönemlerindeki kötü yönetim koşulları gösterilir. Yalnızca toplumun yaşadığı olumsuzluklar değil, bireysel yalnızlık, bunalım ve huzursuzluk gibi duyguların yaşanması da çoğu zaman II. Abdülhamid döneminin uygulamalarına bağlanır. II. Abdülhamid dönemindeki baskının sonraki dönemlerde yaşayan bireylere gen yoluyla aktarıldığı için olumsuz insan tiplerinin ortaya çıktığı savunulur. Hırsları sebebiyle toplumları kaosa sürükleyen eski dönem yöneticilerinin aksine bilim, sanat ve ekonomi alanında uzman kişilerin liderliği üzerinde durulur. Güçlü ve bilinçli bir lider portresi öne çıkarılır.

İncelenen eserlerden bazılarında teknolojinin ve bilimin gücü sayesinde imkânların artacağı, sınırların ortadan kalkacağı düşüncesi işlenmektedir. Örneğin Semavi İhtiras, On Yılın Romanı, Ankara gibi romanlarda gelişen teknolojinin sosyal yaşamdaki izleri üzerinde durulur. Semavi İhtiras’ta günlük ulaşım, uçaklar ve transatlantiklerle yapılır. Aynı şekilde On Yılın Romanı, Ankara romanlarında gelişen teknolojik araçlarla tarımsal alanda ve günlük yaşamda kolaylıklar elde edilir. Bazı ütopyalarda ileride dünyaya hâkim olacak tek bir gücün Amerika olduğu vurgulanır. Eserlerde açık bir şekilde süper gücün Amerika olduğu belirtilir. Bu ütopyalarda işlenen düşünceye göre mutlu bir ülkede yaşam ancak Amerikan yaşam tarzını benimsemekle mümkündür.

Klâsik ütopyalarda dış dünyadan kopuk, kapalı ve belirlenen kurallar çerçevesinde devam eden bir yaşam modeli sunulur. Ancak incelediğimiz ütopyalarda dış dünyaya açık olan, dünyadaki her gelişmeden haberdar olan insan ve toplumlar ön plandadır. Gelecek kurgularında değişimden etkilenen ve sürekli bir değişim içinde olan bireylerin topluma yön verdiği görülür. Bu eserlerde eğitim unsuru önemli bir yer tutar. Klâsik ütopyalarda olduğu gibi uzun uzun eğitimin nasıl yapılması gerektiği üzerinde duran ütopyalar vardır. Pervaneler, Kolejli Nereye ve Semavi İhtiras, On Yılın Romanı, Köy Hekimi, Ankara gibi romanlarında ihmal edilen bir alan olarak eğitim ele alınır. Milli, ileri ve çağdaş bir eğitimin mutlu bir gelecek için önemine değinilir. Eğitimsizliğin yol açtığı sorunlar, eğitim sistemindeki aksaklıklar ve eski eğitim usulleri sorgulanır.

Ekonomik hayat ütopik eserlerin çoğunun üzerinde durduğu bir konudur. Sosyal hayatı ve bireysel yaşamı yönlendiren ekonomik şartlar, kurulacak yeni yaşamda önemli role sahiptir. İnceleme konumuza dahil olan eserlerde öncelikle tarım ülkesi ele alınır. Gelişmiş teknolojik araçlarla tarım alanlarından yüksek verim elde etme hedeflenir. Toprak mülkiyetinin olmadığı, eşit gelirin olduğu bir toplum düzenin kurulması amaçlanır. Sanayi ve hizmet alanlarındaki gelişmeler de olumlu karşılanır. Kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir ülkenin yanı sıra dış ülkelere ihracat yapan ülke hayali kurulur. Serbest İnsanlar Ülkesinde, On Yılın Romanı, Anadolu Fatihi Alparslan ve Ankara romanlarında gelişen sanayi sonucunda kurulan fabrika ve kuruluşlarla refah bir ülkenin varlığına işaret edilir. Ütopyaların bir kısmında ise yeni ekonomik modeller teklif edilir. Bu modellerin çoğunda sosyalist ekonomi modelinin benimsetilmeye çalışıldığı görülür. Ortak mülkiyet, ortak kazanç, eşit yaşam koşullarına vurgu yapılır. Medarı Maişet Motoru’nda Fahri ve Fahrettin Asım’ın ütopyaları buna örnektir. Ayrıca Denizin Çağırışı romanında öğretmenin kurmak istediği düzen de eşit gelir ve ortak mülkiyete dayalı bir sistemdir.

İncelenen romanlarda sevgi ve aşk önemli bir yer tutmaktadır. Cinsellik ise distopik özellik gösteren dönem tasvirlerinde yozlaşmış toplum yapılarda ortaya çıkar. Genellikle bu kurgularda âşık olunan kişiye kavuşulmadığı ya da aşkın değer kaybettiği görülür.

İnanç, klâsik ütopyalarda insanın ruhsal gelişimi için önemli bir unsurdur. Ele aldığımız romanlarda ise inanç ve inanç ile ilgili değerlere olumsuz bir bakış açısı hâkimdir. Anadolu Fatihi Alparslan romanı dışındaki diğer eserlerde çağın gerisinde kalmanın nedeni olarak din öne sürülür. Bazı romanlarda ise din ve din adamları geri kalmışlığın sebebi olarak gösterilir.

İncelediğimiz eserlerde mutluluk arayışı çoğu zaman mutsuz bir sonla bitmektedir. Romanlarda ütopik bir özlemle mutluluk arayışına girişen kahramanların düşledikleri yaşama kavuştuktan sonra yeniden bir özlem içerisine girdikleri tespit edilmiştir. Distopyalarda işlenen mutsuz ortam belirir ve yeniden mutlu olunacak bir yer arayışı ortaya çıkar. Özellikle bireysel olarak sürdürülen mutluluk arayışlarının yerini karamsar bir gelecek algısına bıraktığı görülür. Bunun yanında toplumsal dönüşümü hedefleyen ütopik eserlerin daha iyimser duygu ve düşüncelerle son bulduğu tespit edilmiştir.   Necla Dağ

TIK

cumhuriyet dönemi türk romanında ütopya (1923-1950)

 

Demagog

Demagog /ˈdɛməɡɒɡ/ (Grekçe: δημαγωγός, popüler bir lider, bir mafya lideri; Grekçe: δῆμος, insanlar, halk, halk tabakası, avam + Grekçe: ἀγωγός liderlik, lider) veya laf cambazı, demokrasilerde sıradan insanları seçkinlere karşı kışkırtarak popülerlik kazanan siyasi bir liderdir. Demagoglar özellikle hitabet yoluyla kalabalıkların tutkularını harekete geçirir, dış grupları günah keçisi yapar, korkuları körüklemek için tehlikeleri abartır, duygusal etki için yalan söyler ya da mantıklı düşünmeyi bastırma ve fanatik popülerliği teşvik etme eğiliminde olan diğer söylemlerde bulunur. Demagoglar; yerleşik siyasi davranış normlarını devirir veya bunu vadeder veya tehdit eder.

Demagoglar, antik Atina'dan beri demokrasilerde yer almaktadır. Demokrasideki temel bir zayıflıktan yararlanırlar: Nihai güç halkta olduğu için, halkın bu gücü nüfusun büyük bir bölümünün en düşük ortak paydasına hitap eden birine vermesi mümkündür. Demagoglar, ılımlı ve düşünceli muhalifleri zayıflık veya sadakatsizlikle suçlarken genellikle bir sorunu ele almak için acil ve güçlü eylemi savunur. Yüksek yürütme makamlarına seçilen birçok demagog, yürütme yetkisi üzerindeki anayasal sınırları yıkmış ve demokrasilerini bazen başarılı bir şekilde diktatörlüğe dönüştürmeye çalışmıştır.

Terimin tarihsel kullanımı

"Bir demagog, kelimenin tam anlamıyla, 'ayak takımının lideri'dir.

—"Demagoglar Üzerine", James Fenimore Cooper (1838)

Esasında "sıradan insanların lideri" anlamına gelen "demagog" sözcüğü, ilkin antik Yunanistan'da olumsuz bir çağrışım olmaksızın ortaya çıkmış fakat sonradan Atina demokrasisinde ara sıra ortaya çıkan "bıktırıcı/belalı bir lider türü" anlamına gelmiştir. Demokrasi sıradan insanlara güç vermiş olsa da seçimler hâlâ müzakere ve adaptan/görgüden yana olan aristokrat sınıfı destekleme eğilimindeydi. Demagoglar, alt sınıflardan ortaya çıkan yeni bir lider türüydü. Demagoglar, genellikle şiddet içeren eylemleri durmaksızın savunmuştur. Demagoglar doğrudan yoksulların ve bilgisizlerin duygularına hitap etmekte, iktidar peşinde koşmakta, histeriyi kışkırtmak için yalanlar söylemekte, acil eylem çağrılarına ve artan otoriteye yönelik halk desteğini yoğunlaştırmak için krizleri kullanmakta ve ılımlı muhalifleri ulusa zayıflık veya sadakatsizlikle suçlamaktadır.

Tarihi boyunca insanlar demagog kelimesinin anlamına dikkat etmeyerek manipülatif, zararlı veya bağnaz olduğunu düşündüğü herhangi bir lideri küçümsemek için bir "saldırı kelimesi" olarak kullanmıştır. James Fenimore Cooper 1838'de demagogların dört temel özelliğini tanımlamıştır:

  • Kendilerini seçkinlere karşı sıradan insanların bir erkek ya da kadın olarak sunarlar.
  • Politikaları; sıradan siyasi popülerliği fazlasıyla aşan, halkla içsel bir bağa bağlıdır.
  • Bu bağlantıyı ve sağladığı aşırı popülerliği kendi çıkarları ve hırsları için manipüle ederler.
  • Yerleşik davranış kurallarını, kurumları ve hatta yasaları tehdit eder veya açıkça çiğnerler.

Ünlü demagoglar

Modern dönem
  • Adolf Hitler
  • Huey Long
  • Joseph Raymond McCarthy

    Demagog

Kayıp Cennet ne anlatıyor?

William Blake, Kayıp Cennet

 

John Milton'ın destansı şiiri Kayıp Cennet, etkisi bakımından İngiliz edebiyatında Shakespeare'in ardından ikinci sırada gelir. Milton'ın bu eseri ne anlatıyordu, neden önemliydi?

Milton'ın Kayıp Cennet adlı eseri bugün pek okunmuyor. Ama bu ay 350 yılını dolduran bu destansı şiir, bugün bile İngiliz edebiyatını şekillendiren eşsiz eserlerden biri olmaya devam ediyor.

10.000 mısrayı aşkın bu destanda cennete girme savaşı ve insanın cennetten kovulmasının hikâyesi anlatılır. Onlarca bölümde cennetin kaybedilmesini, gözden düşen Şeytan'ın ve insanın gözüyle anlama çabası görülür. Dinin eskisi kadar etkili olmadığı laik bir çağda bile bu destan okura isyan, hasret ve kefaret arzusu konusunda etkili bir tefekkürü ifade eder.

Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen Milton'un dünya görüşü kişisel ve siyasi mücadelelerle şekillenir. İngiltere'nin iç savaş sürecinde (1642-51) sıkı bir cumhuriyetçi olarak tanınır. 1649'da İngiliz kralı I. Charles'ın idamından iki ay sonra Milton yeni cumhuriyette Yabancı Diller Sekreteri sıfatı ile diplomatlık yapar. Zira İngilizcenin yanı sıra Yunanca, Latince, İtalyanca, Felemenkçe, Almanca, Fransızca, İspanyolca dillerinde şiir yazan, İbranice, Aramice (Suriye'de konuşulan) ve Süryanice okuyabilen bir şairdi.

 Michael Munkacsy, John Milton Michael Munkacsy bu resminde Milton'ı Kayıp Cennet'i kızlarına yazdırırken resmetmiş.

Avrupa'da Milton, İngiltere'deki radikal yeni rejimin ve Cumhuriyetin bilge savunucusu olarak ün kazanmıştı. Fakat gözleri iyi görmediği için diplomatik seferlerini sınırlamak zorunda kaldı. 1654'te tamamen kör olmuştu. Yaşamının son 20 yılında şiirlerini kendisi söylemiş, başkaları yazmıştı.

Kayıp Cennet'te Milton kör peygamberlerin ruhunu çağırmak için klasik Yunan şiirinden, Homeros'tan yararlanır, aklın gözüyle gören Teb kâhini Tresias'tan yardım umar.

Milton 1658'de Kayıp Cennet'i yazmaya başladığında yastaydı. O yıl hem 23. Sonesinde ölümsüzleştirdiği ikinci karısını, hem de Koruyucu Lord unvanı ile Cumhuriyet döneminde İngiltere'yi yöneten Oliver Cromwell'i kaybetmişti. Onun ölümü cumhuriyetin yıkımını hızlandırmıştı. Kayıp Cennet işte bu yıkılan dünyaya bir anlam verme, Tanrı'nın işlerini insanın ve Milton'un kendi gözünde meşru kılma çabasıydı.

Fakat bu kişisel özellikler, şiirde teolojinin tuttuğu yeri gölgeleyemez. Edebiyat eleştirmeni Christopher Ricks'in dediği gibi "Sanat sanat için midir? Sanat Tanrı içindir." Milton'ın bugün fazla okunmamasının nedeni, 'yıkılan' bir dünyayı dini bir lafızla açıklamaya çalışmasıdır. Zira onun döneminde gözde olan bu dinsel ifadeler artık kullanım dışıdır. Püriten Milton hoşgörü, boşanma ve kurtuluş gibi çok çeşitli konularda teolojik tartışmalarla geçirmişti ömrünü.

John Martin, Pandemonium, Kayıp Cennet  John Martin'in bu resmi Kayıp Cennet'te cehennemin başkenti olarak anılan Pandemonium'u gösteriyor. 

Kayıp Cennet "Hain Melek" olarak bilinen Şeytan'ın yaratıcısı Tanrı'ya karşı isyanının ardından cehenneme gönderilmesi ile başlar. "Cennetin Tiranlığı" olarak gördüğü şeye itaat etmeyi reddeden Şeytan, Tanrı'nın yarattığı insanı günaha teşvik ederek intikam alır. Milton kurtuluş yolunu göstermeden önce "İnsanın İlk İtaatsizliği"nin canlı bir dökümünü verir.

Rick Kayıp Cennet'in "Tanrı'nın adaleti konusunda ateşli bir tartışma" olduğunu ve Milton'ın Tanrı'sının katı ve zalim olduğunu söylüyor. Tersine Şeytan'ın ise karanlık bir karizması ("kulağa hoş gelir sözleri") ve kendi kaderini eline alma gibi devrimci bir talebi vardır. Konuşmalarını demokratik yönetim diliyle, "özgür tercih", "rıza", "halkoyu" gibi kavramlarla süsler ve "Cennette kul olacağıma Cehennemde kral olurum" der.

Cromwell gibi Milton da görevinin Tanrı'nın yeryüzündeki krallığında yol göstermek olduğuna inanıyordu. 'Kralların kutsal hakkı' konseptinden nefret etmekle birlikte, Benjamin Franklin'in ifadesiyle "Tiranlara Karşı İsyan Tanrı'ya İtaattir" düşüncesiyle Milton kendisini Tanrı'ya teslim etmektedir. 

 William Blake, Kayıp Cennet Milton'ı "gerçek bir şair" olarak anan William Blake Kayıp Cennet'ten çok sayıda ilüstrasyon yapmıştı.

    Kayıp Cennet çoğunlukla siyasi ve dini tartışmalara konu olsa da aslında aşk da içerir. Milton'a göre Havva biraz da Adem'e yakın olmak için günaha girmiş, Adem de "seni kaybetmek kendimi kaybetmektir" sözleriyle onu takip etmiştir.

Kayıp Cennet 1667'de Londra'da yayımlandığında Milton artık gözden düşmüştü. 1660'ta Stuart hanedanlığı yeniden tahta geçmeden birkaç ay önce Milton bir bildiri yayınlayarak krallığı reddetmişti. Bunun üzerine eserleri yakılmış, Londra Kalesi'nde hapsedilmiş, idamdan kıl payı kurtulmuştu.

Oysa Kayıp Cennet kraliyet yanlıları tarafından bile övgüyle karşılanmıştı. "İnsan beyninin ürettiği en üstün eserler" arasında yer aldığını söyleyenler vardı.

 Philip Pullman, Altın Pusula, Kayıp Cennet Philip Pullman'ın 'Altın Pusula' adıyla filme çekilen 'His Dark Materials' kitabı da Kayıp Cennet'ten esinlenmişti.

 

Milton ayrıca sansüre karşı duruşuyla bilinir. "Bilme, konuşma ve vicdanıma göre özgürce tartışma özgürlüğü olmalı" diyordu bir yazısında. Şiir dili de yeniydi; kendi ifadesiyle "kafiyenin sıkıntılı ve modern sınırlarından arınmış" bir tarz kullanıyordu. 

Frankenstein'ın yazarı Marry Shelley'nin Kayıp Cennet'ten esinlendiği, ünlü İngiliz şair Wordsworth'un de ünlü Londra 1802 sonesine başlarken Milton'a yakardığı bilinir.

Ancak 20. yüzyılda bir "Milton Tartışması" çıktı ortaya ve onun mirasını eleştirenler oldu. Bunlar arasında TS Eliot ve "Milton en kötü zehirdir" diyen Ezra Pound da vardı. Destekçileri arasında ise CS Lewis gibi inançlı Hristiyanlar da "Bu destanın bu kadar iyi olmasının nedeni Tanrı'yı kötü gösterdiği içindir" diyen William Empson gibi ateistler de vardı. Malcolm X de hapisteyken Kayıp Cennet'i okumuş, Şeytan'a sempati duymuştu.

Son yıllarda Kayıp Cennet yeni hayranlar yarattı. Bazıları kelime kullanımı ve müzikalite bakımından Milton'ın Shakespeare'i aştığını iddia ediyor.

Milton'ın mısralarıyla bitirecek olursak: "Akıl kendi mekânın yaratır, kendi başına cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir."

Benjamin Ramm   BBC Culture

Google Laplace’ın Şeytanı olabilecek mi?

Google + kendi isteğimiz, arzumuz ve hevesimizle geçmişimizi fişleyerek gelecekte ne istediğimizi, ne düşündüğümüzü hatta hayallerimizi bile tahmin edip karşımıza çıkaracak güce ulaşabilecek mi?

Laplace’ın Şeytanı Kimdir? 

Pierre-Simon Laplace tarafından, 1814’te yayınladığı bir makalesinde belirttiği, evrendeki her atomun yerini ve hareketini bilen ve bu sayede evrenin ve kainatın bütün bir geçmişi ve geleceğini bilen sanal bir varlığın mevcut olduğunu iddia eden düşünsel bir deneydir. 

Nedensel determinizmi kavramsallaştırdığı ifadesinin özgün hali ise şu şekilde açıklanabilir;“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucunu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecekte de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”

Google’ ın Misyonu

Dünyadaki bütün bilgileri düzenlemek ve bunları herkes için erişebilir kılarak kullanışlı hale getirmektir.Google’ ın doğruluğundan emin olduğu söylediği on şey;

  1. Kullanıcıya odaklan; gerisi kendiliğinden gelir.
  2. En iyisi; tek bir şeyi gerçekten ama gerçekten iyi yapmak.
  3. Hızlı, yavaştan iyidir.
  4. Web’de demokrasi işliyor.
  5. Bir cevaba ihtiyaç duymanız için masa başında olmanız gerekmez.
  6. Kötülük etmeden de para kazanabilirsiniz.
  7. Daha keşfedilmeyi bekleyen pek çok bilgi var.
  8. Bilgi ihtiyacı sınır tanımaz.
  9. Takım elbise giymeden de ciddi olabilirsiniz.
  10. Sadece harika olmak yetmez.

Google bunu nasıl yapacak?

Google belki evrendeki bütün varlıkları en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katacak bir dataya ulaşamayacak, fakat Google’a kendi isteğimizle bireysel olarak verdiğimiz bütün bilgiler ve oluşturduğu datalar ile bizim için bir Laplace şeytanı olabilecektir.

Bunu yapabilecek istatistik bilgileri toplayabilir mi?

Olabilir ya da olmayabilir yerine size bilimsel bir cevap; 

Olasılık teorisi ve istatistik ;

1700'lerin başında, Londra’ da Abraham De Moivre adında Fransız bir istatistikçi istatistik bilim dalı henüz doğmadığından kumarbazlar için olasılıklar hesaplayarak geçimini sağlıyordu. Moivre şans diye bir şeyin olmadığına, şansın bir yansıma olduğuna inanıyordu. Hiçbir şeyin şans eseri olmadığını ileri sürdü. Sözde rastgele, gelişigüzel olan her şeyin aslında bir fiziksel nedeni olduğunu savundu. 

Örneğin; Bir parayı havaya atarsak paranın yazı ya da tura gelmesi şansa bağlı gibi görünür. Ama bunun şans olmadığı, parayı fırlattığınızda bunu etkileyen tüm fiziksel faktörleri hesaplayabilseydik, örneğin elin açısını, yerden yüksekliğini, fırlatmak için harcanan gücü, rüzgar veya hava akımını, paranın alaşımını gibi, o paranın yazı mı tura mı geleceğini yüzde yüz bilebilirsiniz. Çünkü para da diğer her şey gibi, Newton’ un mutlak olan fizik kurallarından etkilenmektedir.

İnsanlar için tüm bu olasılıkları doğru hesaplamak en azından şimdilik imkansız gibi görünse de, sırf biz bu faktörleri hesaplayamıyoruz diye paranın yazı ya da tura geleceğinin şansa bağlı olduğunu söyleyemeyiz. 

Biz insanlar evrenin belli gerçeklerini ölçebilecek becerilere sahip değiliz. Olaylar her ne kadar rastgele görünse de, tamamen fiziksel gerçeklerle koşullandırılmışlardır ve böyle belirlenirler. Bu düşünce akımına determinizm denir. 

Deterministler hiçbir şeyin belirsiz olmadığına inanırlar; her şey önceki bir sebebin sonucu ortaya çıkar, ama biz bu sebebin ne olduğunu bilemeyiz. 

Kalabalık bir sokakta yürürken bir tanıdığına çarpmak da şans eseri değildir. Diyelim ki, hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkilerini okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevresel koşulları da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri olan bir şey değil, bu tahmin edilebilir bir gerçektir. Böyle bir bilgisayar olmadığı için ya da henüz yapılamadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz ve bilemeyiz.

Daha da ileri gidelim;

De Moivre öleceği günü öngörmüştü ve öngördüğü tarihte de öldü. Hayatının son birkaç ayında Moivre her gece onbeş dakika fazla uyuduğunu fark etti. O bir determinist olduğu için o veriyi doğal sonucuna kadar hesapladı. Eğer uykusu her gece onbeş dakika uzarsa, o zaman 24 saat uyuyacağı gece ölecekti. Bu günü de 27 Kasım 1754 olarak belirledi. Ve o gün, aynen hesapladığı gibi de ölmüştü.De Moivre çok ünlü bir Fransız matematikçi olan Simon Pierre Laplace’ ın çalışmalarının temelini oluşturmuştu. 

İstatistik ve olasılık arasındaki fark; olasılık teorisi sözde şansa bağlı olguları inceler. Zarlar, yazı tura gibi. İstatistikte ise gerçek olaylar hesaplanır, doğum oranları, ölüm oranları gibi. Diğer bir deyişle olasılık teorisi denklemler oluşturmak içindir, bunlar da istatistikleri elde etmekte kullanılır.

Olasılık teorisinin işlemesi ile ilgili, Laplace gerçeği tahmin etmenin en iyi yolunun doğru cevabı hesaplamak değil de, en az yanlış olan cevabı hesaplamak olduğunu kanıtladı.Olasılık teorisi, bilim adamları bir cevaptan %100 emin olmasalar da doğru olduğunu söyleyebilmelerini sağlar. Çünkü olasılık teorisine göre yanılma payı çok ama çok az olduğu zaman gerçeği buldunuz demektir.

Laplace evrenin deterministik olduğunu varsaydığı için, biri eğer fizik kurallarını ve bir an için evrendeki her şeyin konumunu bilirse, o kişi olan herşeyi bilebilir ve gelecek tüm tarihi de bilebilir diyor. 

Hiç bir şey imkansız değildir. Belirli şeyler olasılık dışıdır, ya da olasılıksızdır.

Google şimdiden Laplace’ ın Şeytanı oldu bile

Sonuç olarak, bahsetmiş olduğumuz bilimsel teori verilerden yola çıkarak Google’ ın hayatımızda Laplace’ ın şeytanı olduğunu şu anda kısmen de olsa söyleyebiliriz. Kısa vadede, nelerden hoşlandığımızı, hangi ürünü satın almak isteyeceğinizi, sizin ihtiyacınız olan ve almayı isteyebileceğiniz kurguda size özel reklam kampanyalarını siz düşünürken önünüze çıkartacak. 

Orta vadede, ihtiyacınız olan ve hayır diyemeyeceğiniz ürünü siz daha istemeden kapınıza getirecek bilgiye ulaşacak. 

Uzun vadede, hayallerinizi ve düşlerinizi %100 de olmasa bile tahmin eden, size özel ve tam sizin istediğiniz gibi bir hayat sunan Laplace’ın şeytanı.

Dünyada İnternet kullanıcılarının %80’ni Google kullanıcısı. Türkiye'de, 50 Milyona yakın İnternet kullanıcısı olduğunu ve bu kullanıcıların %98’inin Google kullandığını düşünürsek, neyi ne kadar istediğinize verdiğiniz bilgilerin miktarı ve doğruluğu ölçüsünde siz karar vereceksiniz.

Ya da Google’dan başka bir Laplace’ ın Şeytanını tercih edeceksiniz.

 kobitek.com

Yaşam

 

     Zorunlu olmayan sayıları çöpe atın: yaş, kilo, boy. Doktorunuz düşünsün onları. Bunun için ücret alıyor sizden.

     Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. Suratsızlar, negatifler sizi aşağı çeker.

     Öğrenmeyi sürdürün: Bilgisayar, el sanatları, bahçecilik, ne olursa. Beyniniz atıl kalmasın. Atıl kafa, iblisin tezgahıdır. İblisin adı da, "alzheimer"dır.

     Küçük şeylerden zevk almaya bakın.

     Sık sık, uzun uzun, vargücünüzle gülün. Soluksuz kalıncaya kadar gülün.

     Gözyaşları olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.

     Sevdiklerinizle doldurun çevrenizi; aile, kedi, köpek, kuş, balık, yadigarlar, müzik, bitkiler, hobiler, ne olursa. Eviniz sığınağınızdır. Tadını çıkartın.

     Sağlığınızın kıymetini bilin. İyiyse üstüne titreyin. Bozuksa düzeltin. Siz kendiniz düzeltemiyorsanız yardım sağlayın.

     Vicdan azabından uzak durun. Çarşı pazarda gezin, komşu illerde ya da dış ülkelerde dolaşın; ama sakın suçluluk, pişmanlık duygusuna yönelmeyin.

     Sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söyleyin, hissettirin her fırsatta.

     Unutmayın ki yaşam, aldığımız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.

                                                                                                           George Carlin