14 Ekim 2019

Osho "Sen aydınlandığın an, varoluşun tümü aydınlanır. Eğer sen karanlıksan, tüm varoluş karanlıktır. Bu tamamen sana bağlı."


Meditasyon hakkında dünyanın her yerinde hüküm süren bin bir yanlışlık var. Meditasyon çok basittir: O, bilinçten başka bir şey değildir. Kutsal sözleri yinelemek değil, o bir mantra tekrarlamak veya zikir çekmek değildir. Bunlar hipnotize edici metotlardır. Onlar sana belirli bir tür rahatlama verebilir ― bu rahatlamada hiçbir yanlışlık yok; şayet biri sadece gevşemeye çalışıyorsa, o mükemmelen iyidir. Herhangi hipnotize edici bir metodun yardımı olabilir, ama biri gerçeği bilmek istiyorsa, o yeterli değildir. 

Meditasyon basitçe senin bilinçsizliğini bilinçliliğe dönüştürmek anlamına gelir. Normalde zihnimizin sadece onda biri bilinçlidir, ve onda dokuzu bilinçsizdir. Zihnimizin yalnızca küçük bir kısmı, ince bir tabaka, ışığa sahiptir; başka bir deyişle adeta tüm ev karanlığın içindedir. Ve meydan okuma, kuytu bir yer veya karanlık bir köşe bile kalmamacasına tüm ev ışıkla dolana kadar bu küçük ışığı yaymaktır. 

Tüm ev ışıkla dolduğunda, yaşam bir mucize olur; büyüleyici bir niteliğe sahip olur. Artık o sıradan değildir ― her şey olağanüstü olur. Sıradan olan kutsala dönüşür, ve hayatın küçük şeyleri kimsenin hayal edemediği kadar olağanüstü derecede anlamlı olmaya başlar. Sıradan taşlar elmas kadar güzel görünür; tüm varoluş aydınlanır. Sen aydınlandığın an, varoluşun tümü aydınlanır. Eğer sen karanlıksan, tüm varoluş karanlıktır. O tamamen sana bağlıdır. 
 

Çerçöp - Haydar Ergülen

 

“Hem ‘çerçöp’ün hem de ‘çer’in çeşitli anlamları var sözlüklerde. Hem o anlamlara uygun bir kitap bu hem de ‘çer’e benim yakıştırdığım ya da öyle sandığım ‘yol’a. Öyleyse çerçi de yolcu oluyor. Ama eli boş gitmeyen yolcu.”  

 

Yorgunsun - E. E. Cummings

Yorgunsun,
(Sanırım)
Daimi bulmacasından yaşamanın ve
yapmanın;
Ben de öyleyim.

Benimle gel, öyleyse,
Ve gideriz uzak, çok uzaklara––
(Sadece sen ve ben, anlasana!)

Oynadın,
(Sanırım)
Ve kırdın en düşkün olduğun
oyuncakları,
Ve biraz yorgunsun şimdi;
Kırılan şeylerden bıkmış, ve––
Sadece yorgun.
Ben de öyleyim.

Fakat gözlerimde bir rüya ile gelirim
bu gece,
Ve bir gül ile çalarım umutsuz
kapısını kalbinin––
Aç!
Sana göstereceğim için kimsenin
bilmediği yerleri,
Ve eğer istersen,
Mükemmel yerlerini uykunun.

Hadi, gel benimle!
Seni üfleyeceğim şu harika kabarcığa,
aya,
Süzülen daima ve bir gün;
Sana sümbül şarkısını söyleyeceğim
Muhtemel yıldızların;
Girişeceğim korkutulmamış bozkırlarına
rüyaların,
Tek bir çiçeği bulana kadar,
Senin küçük kalbini (sanırım) saklayacağım
Ay denizden çıkarken.

Çev. Nihan Albayrak


Yanılgı - Cahit Sıtkı Tarancı


Değil kardeşim değil , dal yeşil gök mavi değil
Bilsen ben hangi alemdeyim sen hangi alemde
Aklından geçer mi dersin, aklımdan geçen şeyler
Sanmam
Yıldız ve rüzgar payımız müsavi değil
Sen kendi gecende gidersin ben kendi gecemde
Vazgeç
Ayrıdır bindiğimiz gemiler


Oğuz Atay "sensin ümidi bütün karanlıkların bütün yaralı Donkişotların yeraltında yaşayanların "

Selim derdim bu belki senin çevrendekilerin tarifi senin değil zavallı çocuk derdi anlamıyorsun güneş girmeyen eve bizler gireriz benim gibi görünüşü zararsız olanları da vardır asıl onlar tehlikelidir insanı kalbinden sokarlar elimi ısırırdı birden ben bağırınca gülerek Frankeştayn Kurt Adamı zehirledi diye bağırırdı bana senden başka kimse dayanamaz sen de dayanamazsın önümde eğilirdi sensin ümidi bütün karanlıkların bütün yaralı Donkişotların yeraltında yaşayanların ve ecinni tayfasının kaptanı sensin karanlıkta birbirlerine çarpanların sebepsiz gülenlerin sebepsiz ağlayanların acıyla dudaklarını kemirenlerin birbirinin suratına bardak fırlatanların sensin Floransnaytingeyli ey karanlıklar kuşu biraz da bizim için öt arkadaşlarının tavırlarını takınarak beni korkuturdu neden onlarla görüşüyorsun Selim’im derdim insanı bırakmazlar kanına girerler beni de ısırdılar bir kere bu nedenle her gece ay doğunca her yanımı kıllar kaplıyor dişlerim uzuyor ve pencerenin üzerine çıkarak oradan yapma Selim derdim bırak beni canım Selim bu hayalet tarifine hiç uymuyordu korkutucu arkadaşlarına hiç benzemiyordu onları tanıyor muydunuz Turgut hayır ben de tanımıyordum tanımak istemiyordum Selim’in üstüne çökerek her biri ayrı bir tarafa sürüklemek istiyordu onun iyi niyetini ülkücü tutumunu anlamadığım yanlış yollarda kullanmaya çalışıyorlardı Selim de onların etkisiyle benim bu anlayışsızlığımı bilgisizliğime ve kadınlık içgüdülerime ve küçük burjuvalığıma ve tutuculuğuma veriyordu ben ortalıkta kötü birşeyler olduğunu seziyordum herkesin birbirini kötülediği birbirinin suratına ve arkasından nefretini haykırdığı bir ortamda bunaltıyorlardı onu kime inanacağını bilmiyordu bilemiyordu ona da saldırıyorlardı bu bir cehennemdi içindekilerin farketmediği yakıcı bir hayattı birşeylere kin duyuyorlardı anlayamıyordum  Selim için korkuyordum arkadaşlarının iyiye güzele duydukları arzuya inanmıyordum herkesin birbirine gerçek bir saygı duyacağı toplumu özlemelerini yadırgıyordum birbirlerine saygıları yoktu kinle gülüyorlar en yakın dostlarının kurmaya çalıştıkları bütün iç ve dış düzenleri öfkeyle yıkmaya çalışıyorlardı Selim kızıyordu bunları söylediğim zaman onlara dokunulmasına izin vermiyordu benim aklım ermezdi düzenin ancak böyle yıkılacağını anlayamazdım bütün kötülüklerin düzende olduğunu görmek için belirli bir eğitim gerekiyordu benimle bu konuda konuşmak istemiyordu ona beni kötülüyorlardı tanımadan genellikle kötülüyorlardı karşılık veremiyordu onlara içine düştüğü çıkmazda çırpınıyordu benden ayrılmayı bile düşünüyordu bu yolun sonu tehlikeliydi bana da tehlikeyi bulaştırmak istemiyordu onu da sevmiyorlardı hor görüyorlardı bir gece bir arkadaşı çok sarhoş olduğu bir sırada senin ne işin var aramızda diye çatmış Selim’e ne arıyorsun bizim gibilerin arasında hepimizi ezen yaşatmayan ağırlıklar var onlara isyan ediyoruz seni ezen ne var seni aramıza hangi kuvvet sürükledi hangi dış etken buraya itti seni senin ezilmişliğini çarpılmışlığını anlamıyorum boş yere sürükleniyorsun bizimle sen aslında yumuşak çatışmasız çelişmesiz bir şeysin ağlamış masaları yumruklamış sen bizden değilsin bizi hor görüyorsun şimdi benden iğreniyorsun diye haykırmış pencereden kusmuş beni bırakma bende kal gitmeyeceksin değil mi beni bırakmayacaksın değil mi diye yalvarmış annesinden nefret ediyormuş bütün bu insanların arasında ne işim var benim diyordu bütün bu insanların içinde ne işin var senin diyordum peki Günseli bırakıyorum hepsini bütün bu karışıklıktan çıkıyorum istifa ediyorum kutu gibi bir eve yerleşiyoruz seninle kendi yağımızla kavruluyoruz tencerenin dibini tutmadan pişiyoruz kendi zevkimize göre döşüyoruz her tarafı tavana kadar aplikler dört bir yanı sarıyor tavandan sarkan lamba tam yemek masasının üstüne isabet ediyor kendi başımızın çaresine bakıyoruz kendi bacağımızdan asılıyoruz yatak odasına güllü perdeler asıyoruz ben çarşıdan patlıcan alıyorum sen ortalığa bakıyorsun resmini dairede masamın üstüne koyuyorum sen de resmimi tuvaletinin üstüne yerleştiriyorsun yatağımızın yanında kitaplarımız duruyor benim komodinimin üstünde benimkiler duruyor senin komodininin üstünde seninkiler duruyor ışıklarımız da gece lambalarımız da ayrı fakat kalplerimiz bir çarpıyor sen dört ben altı sayfa okuyunca uykumuz geliyor aynı anda birbirimize doğru dönüyoruz öpüşüyoruz aynı anda Fransızlar gibi iyi geceler diliyoruz Amerikalılar gibi birbirimize arkamızı dönüyoruz sabaha tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz büfenin üstüne hiçbir şey koymuyoruz radyonun üstüne hiçbir şey koymuyoruz çünkü diğer küçük burjuvalar gibi görmemiş değiliz onlardan farkımızı biliyoruz gene de söylemiyoruz birbirimize bilmiyormuş gibi yapıyoruz sehpa örtüsü de kullanmıyoruz ama bunları hesaplayarak değil içimizden öyle geldiği için yapıyoruz onlardan farkımızı belirtmeye tenezzül etmiyoruz mutfaktaki kavanozların üstünde tuzbiberşekerkahve yazmıyor nedense öyle kavanozları almak gelmiyor içimizden yolda yürürken sanki o anda aklımıza gelmiş gibi bir dükkâna girip sana bir ayakkabı alıveriyoruz akşam ben kapıdan içeri girer girmez öpüşmüyoruz beş dakika sonra öpüşüyoruz her gün ayrı bir zamanda öpüşüyoruz ne zaman ne yapacağımız belli olmuyor serseri bir küçük burjuva ailesiyiz ne kabul günümüz var ne de belirli toplanma günlerimiz dedikodu da yapmıyoruz yemekten sonra koltuklarımıza oturuyoruz öyle kimsenin belli bir koltuğu yok kim ne bulursa onun üstüne oturuyor kimseyi çekiştirmiyoruz saat on ikiye yaklaştığı halde yarın erken kalkacaksın yatsan iyi olur demiyorsun bana başıboş bir hayat sürüyoruz ben her sabah daireye gidiyorum fakat nasıl oluyorsa gidişim kimsenin gidişine benzemiyor serseri bir memurum evden durağa tam bir sokak serserisi gibi yürüyorum ne otobüse binişimde ne biletçiye para uzatışımda ne dairede masamın başında oturuşumda hiçbirinde beylik bir durum yok olamıyor istesek de küçük burjuvalaşamıyoruz onlar gibi düşünemiyoruz yatakta birbirimize şiirler okuyoruz kitapları tartışıyoruz dünya umurumuzda değil sersem derdim aptal derdim ona Selim aldırmaz bir tavırla devam ederdi sersem aptal diyoruz birbirimize diğer karıkocalar gibi şekerim canım tatlım balım birtanem filan demiyoruz anahtarı paspasın altına koymuyoruz kaç kere içerde unuttuk da çilingir getirmek gerekti hesabımızı bilmiyoruz paramız olduğu halde ayın sonunu getiremiyoruz Avrupa gezileri için para biriktiremiyoruz yeter canım Selim derdim çocuklarımız oluyor üst üste istediğimizden değil istemediğimizden de değil tedbir de almıyoruz olmasın diye doktora filan da gitmiyoruz bununla uğraşacak değiliz ya hiçbir şeyimizi beğenmiyor dostlarımız bize öğütler veriyorlar ne onlara ne de büyüklerimize aldırıyoruz kayınpederlerimize kaynanalarımıza saygıda kusur ediyoruz çocukların terbiyelerini bozuyorlar onları şımartıyorlar diye üzülmüyoruz eğitimleriyle de uğraşmıyoruz üstünkörü bir terbiye veriyoruz akşamları derslerine çalıştırmıyoruz okula gidip öğretmenleriyle konuşmuyoruz hangi biriyle uğraşalım tam altı tane gülüyordum bana acı Selim diyordum siz bu gerçeklerden hoşlanmıyorsunuz o halde başka gerçeklere dönelim
 
Tutunamayanlar
 

Fakir Baykurt'u Anmak mı, Anlamak mı?

Niçin ölüm yıldönümlerinde akla gelir, iz bırakmış kişiler? Garip gider. Ölüm tarihini temel alış, yuğ törenlerini düşündür. Hani onda, ölenin kalıtını paylaşmak gibi ilkel sevinç vardır ya ürkütür beni. İz bırakmışları, doğum yıldönümlerinde anmak, daha yeğ değil mi? İyi ki sen geldin de bize ön açtın; o izden yürüyoruz ilerisine, seni unutmadık, açtığın çığırı, insanlık için, kocaman bir yola dönüştüreceğiz demek, halkayı halkaya ekleyerek tarihin olumluluk zincirini, karanlıktan aydınlığa doğru uzatmak olmaz mı böylesi?

Ekim ayındayız (2002): Fakir Baykurt için anma toplantıları yapılacak. Kimileri, gerçeğinden yaklaşacak ona, kimileri ise, kendilerini öne çıkarma basamağı yapacak etkinlikleri. Hele, salt inanca dayalı cemaatlerce yapılıyorsa anma toplantıları, o güzel insanlar nesneleştirilir, katkı maddesi olarak kullanılır, gerçeğin üstü küllenir. İşte o nedenle, anmak mı, anlamak mı diyorum. Anmak; birini ya da bir şeyi akla getirmek, sözünü etmek yada onu düşünmek; anlamak; bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bilgi edinmek; içinde bulunulan durumun gerçeğini kavramak. Anlamak kavramı; neyin ne demek olduğunu öğrenmek için, karşılaştırmalardan sonuç çıkarmayı, olandan yeni üretimi, bilgiyi ilerisine sıçratmayı, bulunduğunuz durumu doğru algılamayı içeriyor. Durağan değil, düşünüşü, ilerisine koşturan bir kavram.

2002'nin Ekiminde, Fakir Baykurt' un ülkesi ne durumda? Dili, ekini (kültürü) yabancı etkiye iyice açılmış; ulusal bağımsızlığı kağşamış; ekonomisi dibe vurmuş, kaldırılan kapitülasyonun kıskacına düşmüşüz yeniden. Sanki dünyanın ilk bağımsızlık savaşını vermemişiz, Sevr ile yüz yüzeyiz yine. Türkiye geçmişteki çağdaş kazanımlarını, tüketip yabancıya ve geriye savruluşa teslim olmanın ayıbını yaşıyor şimdi. Böyle bir ülkede, kalemiyle edimiyle aydınlanmacılığa koşulmuş, sosyal değişimlere örneklik etmiş bir yazarın yetişmesi şaşırtıcı. Kim bu Fakir Baykurt, nereden, nasıl çıktı geldi aydınlık yüzüyle, ön açıcılığıyla?

Fakir'e, köy enstitüleri, Kurtuluş Savaşı felsefesi üstüne temellenen uluslaşma, kültürleşme, kalkınma sürecinden bakmak gerekir. Çünkü köy enstitüleri, ulusal bağımsızlık savaşının öngördüğü Yeni Türkiye'yi oluşturma kurumlarından birisiydi. Köy enstitüleri, Türk ulusunun, dünya eğitim ve bilim felsefesine önemli bir katkısıdır. Köy enstitülü Fakir hem toplumsal hem de yazınsal bir aydınlamacıdır. Aydınlanma denildiği zaman, hemen bilim gelir akla. Doğrudur da, bilimin ana toprağı anadilinizdir. Dil, düşünceyi; düşünce dili yeder, evriltir. Dille düşüncenizi dokur, duygularınızı kanatlandırırsınız, edebiyatla ulusal ve evrensel bakış açınızı seçer, düşünüş üretimine durursunuz; oradan bilimi yakalarsınız. Aydınlamaya başlar, dünyaya bakışınızı ayarlar, yaşamınıza ona göre biçim ve yön verirsiniz.

O nedenle, Cumhuriyet, dil devrimine ön verdi. Çağını doldurmuş bir imparatorluğun, ulusal düşünüş dizgesinden yoksun, yabandan derleme dili, çağın kavramlarını anlatmaya yetmezdi. Onunla bilim yapamazdınız. Edebiyatınız, sizi söyleyemezdi. Halkı başka, devleti başka telden çalan bir yapı, nasıl ulus olabilirdi, nasıl devlet olabilirdi? İmparatorluğu bitiren nedenlerden birisi de ulusal dili olmamak, kendi diliyle düşünememek. Dolayısıyla bilim yapamamaktır. O nedenle çağ dışı kalmıştır.

Çağdaşlaşma, yenileşmemiz, Türk-çe'deki gelişmelerimizle doğru orantılıdır. Ne kadar Türkçe konuştuksa, o kadar Türkçe düşündük. Türkçe düşündüğümüz oranda ulusal edebiyatımız açılım kazandı, bilimde ivme kazandık. Türkçe düşünüp Türkçe yazmaya başlayışımızla, edebiyatımızın, bilimimizin boyut kazanışı ve dışa açılışı başattır.

Fakir'in, bu arada köy enstitülerinin edebiyatımızdaki yerini belirlemek için, Türk edebiyatının dönemlerine kısaca bir göz atmak gerekir:

Tanzimat; Batıya öykünerek sorunlarımızı dile getirme, insanımızı edebiyatın öznesi yapma özleminde. Doğrultusunun bilincini edinememiş, yöntemini bulamamış henüz. Açmazı öykünmecilik.

Meşrutiyetler: Tanzimat'ın özentiyle aldığı türleri geliştirmeye, halkı edebiyata sokmaya çalışıyor. Ama si-yasal çalkantılardan başını alamıyor.

Milli Edebiyat; geçmişten gelen halk edebiyatının diline, biçemine öykünerek, bizi söylemeye yöneliyor, ama biçimi aşıp içeriğe inemiyor. Avurdu dolu, sesi kıvamını bulmuş değil. Becerisi, özlemine göre hayli kısıtlı.

Cumhuriyet (1923-1950); Ulusal dille düşünmeye, yazmaya çalışıyordu. Dilde, düşünüşünü ve duyuşunu dokumada önemli aşamalardan geçti. Bunun yanında Kurtuluşun coşkusu, eskinin çelici tortulardan sakınma ve kurmakta olduğu toplumsal düzeni koruma güdüsü; edebiyatımıza övgüsel, coşkusal gölgeleri ağdırmış, ulusal ülküsü dışına karşı titizliği, sakınıcılığı sezdiriyordu. Anılan aksaklıklarına karşın, gelişmeciliğe kapalı değildi öyle. Onun getirileri, alttan alta, daha ilerisine gebe bırakıyordu edebiyatımızı, düşünüşümüzü.

Toplumculuğun önüne kütük atmış gibi görünen bu dönemi, daha doğru algılayabilmek için Cumhuriyetin, ana doğrultusuna, köy enstitülerinin ana toprağına değinelim kısaca: Daha Kurtuluş Savaşı sürerken (Nisan 1921) Mustafa Kemal, Ankara'da eğitim şurasını (eğitim danışma kurulunu) toplamıştı. Düşman denize döküldüğünde (9 Eylül 1922), askeri başarının yetmediğini, asıl kurtuluşun bundan sonra başlayacağını söylüyordu. Kurtuluş Savaşı özgörevinin (misyonunun) üstüne temellenecek Türk Devrimi / Aydınlanması, nasıl uygulamaya geçirilecekti, yolu yöntemi neydi?
* Kaderci toplum, eleştirel düşünüş kazanmalı,
* Bunun için ümmetten ulusa (millete) geçilmeli,
* Kul, kafası öte dünyaya ayarlı insanı birey kimliğine ulaştırır, yurttaş yaparsanız, ulus olabilirdiniz.
* Çağını kavrayamamış kültür çevremizi değiştirip, çağdaş kültürle ulusal kültürü emiştirerek ulusal kimliğimizi yüceltebilirdik.
* İlkel tarımdan rasyonel (usa dayanan) üretime yönelmeliydik.
* Sanayi devrimini gerçekleştirerek, demokrasinin itici, gücünü yaratmalı, yurdu bayındır, insanımızı mutlu kılabilmeydik.
* Ondan sonra oligarşik yapıdan eksiksiz demokrasiye geçebilirdik.

Bu gerek ve isterler yasayla, özlemle yaşama indirilemezdi. Çağının ve ulusal gereklerin insanını yetiştirmeliydiniz. İnsanı değiştiren dönüştüren, ona sorumluluk kazandıran, haklarını koruma bilincini aşılayan, toplumsal kişiliğini oluşturan eğitimdir. İşte bu gerçek ve zorunluluktan ötürü; bilimsel, kültürel birikimleri olan Avrupa'nın İtalya'sında, Almanya'sında, 1940'lara doğru faşizmin temelleri atılırken, Türkiye'de köy enstitüleri kuruluyordu, eğitim seferberliğine girişilmişti. Salt köy enstitüleri mi? Liselerde felsefe, mantık vardı, Batı aydınlanmasına ön açan klasiklerden kimi yardımcı kitap olarak kullanılıyordu. Felsefe kitaplarında Marks da vardı.

Bu seferberlikte öncelik köye verildi: Çünkü Türkiye'nin %80'i köylüydü. O köylüydü, Kurtuluş Savaşının ön saflarında çarpışan, şehit olan. Köy, yüzyıllardır kendi üstüne kilitlenmiş, insanı Etiler çağını aşamamıştı: Kara sapandan, bulgur pilavı, kuru fasulye, turşudan ötesine ulaşamamıştı. Asur çarığını bulabilirse mutlanıyordu. Çağdaş devletin tepesiyle tabanı, birbirinde uzaksa nasıl anlaşacaklar, nasıl birbiriyle elleşip iş kotarıp ilerleyebileceklerdi? Demokrasiyi kuracaksanız, önce onun insanını yetiştireceksiniz. Onlar, demokrasiyi bölüşecek, kollayacak koruyacak bilinç ve anlayışa ulaşabilirse, Ortaçağ karanlığından sıyrılabilirdiniz.

Nasıl bir eğitimle? Atatürk: "Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasına üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygar bir zevkten çok, donanım ve güç haline getirmektir. "diyordu ve ekliyordu: "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür." Kültürleşecek, uluslaşacaktık önce. Düşünüşümüzün kirizmasını yapacaktık. Eğitimle edineceğimiz kişilikle bilimi kullanacak, kişisel, toplumsal yaşamamıza esenlik getirebilecektik.

Bakar mısınız, Atatürk, bilgi zorlama aracı olmasın, yaşamı kolaylaştırsın, kişiyi başarılı kılsın diyor. Yaşadığımız çağa, bilgi çağı deniliyor. Bilimin yaşama uygulanışına (teknolojiye) sahip olanlar, onun gücüyle egemenliklerini pekiştirmek, dünyanın bir bölümünü çıkarlarına köle yapmak için ellerinden geleni arkalarına koymuyor. Zorlama aracı olarak kullanıyor bilgiyi. Emperyalizmin paramparça ettiği İmparatorluktan, çağdaş bir devlet yaratan ve savaşın hemen arkasından "Yurtta barış, dünyada barış" diyen Atatürk'teki insanlık ülküsü ile, sözüm ona demokrasi adına, olur olmaz bütün eksiklikleri Cumhuriyet'e, Mustafa Kemal'e fatura eden demokrasi sahtekârları arasındaki farkı görüyor musunuz? O'nun, "eğitim uygulamalı, yaşamsal olsun, insanın başarısı, mutluluğu için yapılsın" buyruğu değil midir, köy enstitülerindeki eğitim uygulaması?

O köy enstitüleriyle halkın dili girdi yazınımıza. Halkımız, sorunlarımız, edebiyatımızın öznesi oldu. Edebiyat coğrafyamız genişledi. Belli bir kesimin tekelinden çıkıyordu edebiyat ve düşünüş. Öyle ki, o köy enstitülü yazarlardan etkilenen kuşak sosyalizme yöneliyordu. Toplumda kıpırdanmalar seziliyordu. Birilerinin sömürüsünün önü kesilecekti. Egemenlik, Cumhuriyetin amaçladığı gibi halka mı geçecekti? Kuşkulanıyor, korkuyorlardı. O köy enstitülerden Fakir Baykurt, Cumhuriyet'in aydınlanma / çağdaşlaşma doğrultusu diye yukarıda saydıklarımın gerçekleşmesi için yazıyordu, okunuyordu. Bir de öğretmenler sendikasının başına geçmişti. Halk, bu sendikayı, siyasal parti sanıyor, seviyordu.

Egemen çevrelerin iyice huzuru kaçtı: İçlerine sindiremedikleri, kıyın kıyın saldırıp yıkmaya çalıştıkları, Cumhuriyetin, gerçekten yaşama inmesinin savaşımına duran Fakir Baykurt'a fırsat verirler miydi?

Fakir'in dışlanışı, yurtdışına itelenişi; Cumhuriyetin, Mustafa Kemal düşünüşünün inkârıydı. Uluslaşma / kültürleşme sürecimize ket vurmaydı, toplumumuzun yönünü, yeniden Ortaçağ karanlığa çekip sömürüyü sürdürme oyunuydu elbette.

Geçen gün, Fakir'i anmak için yapılan toplantıda konuştu, Binnur Bacı. İlkokul'dan ötesine ulaşamamış, bu köylü kadını, Fakir'i duyuyor, onu okumaya çalışıyor. 49 yaşında kitap sahibi olarak edebiyat dünyasına girebiliyor. O toplantıdaki dili ne kadar aydınlık, ne kadar çıplak gerçekti. O oranda da incelikli, esprili. Aynı zamanda uyanık bilinçli. Ülkemizi, yukarıda değindiğimiz açmaza getirenlerin topunu cendereden geçirseniz, bir Binnur Bacı damıtamazsınız. Köy enstitüleri kapatıldıktan yıllar sonra Fakir'i tanımaya çalışan Binnur Bacı gibi kaç Binnur olacaktı; köy enstitüleri kapatılmasa, Cumhuriyet eğitiminin doğrultusu saptırılmasaydı, bir düşünün. Bir daha düşünün Fakir'in gücünü, ona kimin, neden, niçin saldırıya geçtiğini, ışıktan ürkenleri...

Kuruluşundan 62 yıl; kapatılışından 56 yıl sonra köy enstitüleri niye gündemde? Ömrü kısa (5-6 yıl), tartışması bu kadar uzun bir eğitim kurumu var mıdır dünyada? Halkın köy enstitülerine özlemi, Kurtuluş Savaşı felsefesi üstüne temellenen dizgemize özlemdir; öfkesi, bugünkü çarpık eğitime tepkidendir. 1919'un olanaksızlık ve ufuk darlığında mazlum milletlere örnek olacak bir tansığı (mucizeyi) gerçekleştiren Türk ulusu, neden yeniden bir ulusal imeceye koşulmasın? Şu kılıf değiştirmiş kapitalizmin küreselleşme, globalleşme etiketli palavrasına karşı çıkanlar var, dünyanın uzak köşelerinde. Onların ayaklanan damarlarında Mustafa Kemal düşünüşünün nabzı mı atıyor dersiniz.

Öyleyse ulusal değer ve dertlerimizin yazarı, savaşımcısı Fakir'in boyutu bildiğimizin ötesine taşar. Onu anlamak, algılayabilmek için, içinde oluştuğu dönemi, aldığı eğitimi, edim ve tutumuyla yapıtlarını incelemek irdelemek gerekir.

Toplumunda iz bırakanlar, anmalık değil, aydınlık içindir. Hele çıkarcı, sadece kuru inancından başka değeri olmayanların aracı olamaz, bize izlek çizenler. Dünyada ne ki varsa gelişim adına, kirtim kirtim birikimlerin örgüsüdür. Onun tezgâhtarı Fakir benzeri yazarlar, düşünürler, bilim adamlarıdır. Onların köprüsünden geçeriz ötelere.

Aralık 2002
   Osman Bolulu 
 
 

Ömür Törpüsü - Metin Eloğlu


Yaşamak istiyorum
Yaşamak istiyorsun
Yaşamak istiyor

Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Böyle barış olur mu?
Böyle hürriyet olur mu?
Böyle kardeşlik olur mu?
Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
Ama böyle yaşamak olur mu!