27 Temmuz 2018

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Max Horkheimer | Signatures
Aklın bugünkü bunalımının temelinde, düşüncenin belli bir noktadan sonra böyle bir nesnelliği ya hiç kavrayamaması ya da bir sanrı olarak reddetmesi yatmaktadır. bu süreç giderek bütün rasyonel kavramlara yayılmış, sonunda hiçbir gerçeklik kendi başına akla uygun görülemez olmuştur; içerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de. ... Öznelci görüş geçerli olunca, düşünce de herhangi bir amacın kendi içinde değerli olup olmadığını belirleyemez olur. Ülkülerin benimsenebilirliği, eylem ve inançlarımızın ölçütleri, ahlak ve siyasetin temel ilkeleri ve bütün önemli kararlarımız, aklın dışındaki etmenlere bağlı duruma gelir. Bunların eğilimlerin, mizaçların sonucu olduğu kabul edilir; pratik, ahlaki ya da estetik kararlarda doğruluktan söz etmek anlamsızlaşır. 

İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de.

Akıl, bu görevini, dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir.

Daimon da ruha dönüşmüştür ve ruh da ideaları algılayabilen gözdür.

Yeni çağda akıl kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girmiştir.

Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır.

Evet, düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için, gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir; ama buna karşı dil de büyü aşamasına geri dönerek öç almaktadır sanki. Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır.

Pragmatizmde görüş ufkunun daralması, bir düşüncenin anlamını bir planını ya da bir taslağın anlamı düzeyine düşürmektedir.

Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar; dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini göremez. Oysa ‘olgu’ kavramı bile bir üründür, toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü. Bu kavramda mübadelenin soyut nesnesi, verili kategori içindeki bütün yaşantı nesneleri için bir model olarak düşünülmüştür.

Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkum etmektedir.

Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.

Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar, her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir.

Her öznenin içindeki ego, yöneticinin temsilcisi olmuştur.

Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların neredeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir.

İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.

İlerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür.

Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini.

Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir.

Öznel akıl adını verdiğimiz yaklaşım, sorumsuzluğa, keyfiliğe düşmekten ve basit bir zihin oyununa dönüşmekten korkan bilincin kendini özne ile nesne arasındaki yabancılaşmaya, toplumsal şeyleşme sürecine uydurmasıyla ortaya çıkan tutumdur.

Bugün en parlak düşünürler bile düşünmeyi planlamayla karıştırmaktadırlar. Toplumsal adaletsizlik ve din kılığına bürünmüş ikiyüzlülük karşısında dehşete kapılan bu insanlar, ideoloji gerçeklikle birleştirmek, ya da kendi deyimleriyle söylersek, mühendis aklını dine uygulayarak gerçekliği isteklerimize uydurmaya çalışmaktadırlar.

Bilim, doğadaki bilinmeyen karşısında duyduğumuz korkuyu yenmemizi sağlamıştır: Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz.

Çeviren: Orhan Koçak