Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı bu kitabın içeriğini
Umberto Eco’nun Harvard Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiği Norton
Seminerleri Notları oluşturuyor. Anlatıya dair oldukça ufuk açıcı
bilgiler barındıran bu kitap, altı ayrı bölümden (konferanstan)
oluşuyor.
Ormana Girmek
Umberto Eco ilk bölüme Italio Calvino’nun 8 yıl önce hızlılık
konusunda verdiği konferansa değinerek başlıyor. Her kurmaca anlatının
zorunlu olarak hızlı olduğunu söyleyen Eco, sözlerine şöyle devam
ediyor:
…çünkü anlatı, olayları ve kişileriyle bir dünya kurarken, bu dünya
ile ilgili her şeyi söyleyemez. Belli şeylere değinir ve kalanı için
okurdan bir dizi boş alanı doldurarak iş birliği yapmasını ister. Kaldı
ki, daha önce yazmış olduğum gibi, her metin, okurdan onun işine
katılmasını isteyen tembel bir araçtır. Bir metin, alıcının anlaması
gereken her şeyi söylerse mahvolurduk: Asla sona ermezdi böyle bir
metin. Size telefon eder ve “yola çıkıp, bir saat içinde geliyorum”
dersem, yola çıkmamın yanı sıra arabamı alacağımı da örtülü olarak
belirtmiş olurum.
Umberto Eco’ya göre bir komedi yazarı yarattığı karakterlerden daha
fazla şey söylerse onlardan daha komik bir hale gelebilir. Eco bu
görüşünü Achille Campanile’nin Agosto, mogliemia non ti conosco adlı eserinden bir bölümü inceleyerek destekliyor.
Hızlılık konusunda düşüncelerini aktarmaya devam eden Eco, bu konuda okurun konumuna işaret ediyor:
Bir öykü az ya da çok hızlı veya az ya da çok kısa olabilir, ancak
öykünün kısalığı, yönelinen okur göz önünde bulundurularak
değerlendirilmelidir.
Eco, bu bölümün ilerleyen kısımlarında Borges’in bir eğretilemesini kullanarak anlatı ve orman arasında bir benzerlik kuruyor.
Bir orman yolları çatallanan bir bahçedir. Bir ormanda çizilmiş
patikalar bulunmadığında bile, herkes belli bir ağacın, vb. sağından ya
da solundan ilerlemeye karar vererek, her karşılaştığı ağaçta bir seçim
yaparak kendi güzergâhını çizebilir. Bir anlatı metninde okur her an bir
seçim yapmaya zorlanır. Hatta bu seçim zorunluluğu herhangi bir sözel
anlatım düzeyinde, en azından bir geçişli fiilin belirdiği her durumda
kendini gösterir. Konuşucu cümlesini bitirmeye çalışırken, bilinçdışı
olarak da olsa biz bir seçim yapar, onun seçimini önceler ya da hangi
seçimin yapılacağını kaygıyla kendi kendimize sorarız.
Eco bu konuda bazı yazarların öngörüler konusunda okuyucuyu özgür
bıraktığını, bazılarının da kısıtladığını örnekler üzerinden inceliyor.
Bunun ardından ise daha önceki kitaplarında geliştirmiş olduğu Örnek
Yazar ve Örnek Okur kavramlarına değiniyor.
Eco, “Örnek Okur” ve “Örnek Yazar” kavramlarına dayanarak yazarın
metinle, metnin okurla kurduğu ilişkiyi bir tür “işbirliği” olarak
tanımlıyor. Her bir metnin farklı bir “Örnek Okur”u olduğunu söylüyor:
Bir metin “Bir varmış bir yokmuş” ile başlıyorsa, kendi örnek okurunu
hemen seçtiğine dair bir işaret göndermiş olur: Bu okur ya bir çocuk
olmalıdır ya da sağduyunun ötesine giden bir öyküyü kabul etmeye hazır
birisi.
Örnek Okur ve Örnek Yazar konusunda Gerard de Nerval’in Sylvie’sine
sık sık değinen Eco, kendi okuma deneyimleri üzerinde duruyor. Ardından
bu bölümü bitirip okuyucuyu bir sonraki bölüme davet ediyor:
Ve işte böylece ben, bedensiz, cinsiyetsiz (ve bu ilk konferansla
başlayıp sonuncusuyla bitecek tarih dışında tarihsiz) ses, sizi, Kibar
Okurlar, sonraki beş buluşma oyunumda iş birliği yapmaya davet ediyorum.
Loisy Ormanları
Umberto Eco ikinci bölüme bir anlatı ormanında dolaşmanın iki yolu olduğunu söyleyerek başlıyor:
İlkinde, bir ya da daha fazla yolu denersiniz (oradan olabildiğince
çabuk çıkmak ya da Büyükanne’nin, Parmak Çocuk’un veya Hânsel ile
Gretel’in evine ulaşabilmek için); ikincisinde, ormanın yapısını ve
neden bazı patikalara girilip, diğerlerine girilemediğini anlamaya
çalışırsınız.
Eco için ideal okur ikincisidir. Çünkü birinci türden okur için
yalnıza öykünün sonu önemlidir. İkinci okur ise Örnek Okur, yani ideal okurdur.
Çünkü Örnek Okur birden fazla okuma yapan ve anlatı ormanını doğru bir
şekilde dolaşan okurdur. Bu örnek ‘‘Örnek Yazar’’ için de geçerlidir.
Umberto Eco bu konuda Nerval’in Sylvie’sini ele alır ve bu eserden örnekler vererek analeks, proleks kavramlarını açıklar:
Genette’in dediği gibi, analeks âdeta anlatıcının herhangi bir
unutkanlığını giderme işlevini görmektedir, proleks ise anlatısal
sabırsızlığın bir göstergesidir.
“Bak dinle, dün Piero’ya rastladım, belki hatırlarsın, hani iki yıl
önce o her sabah koşan kişi (analeks). Yüzü solgundu, nedenini ancak
daha sonra anladım {proleks), bana dedi ki -ha, sana söylemeyi unuttum,
onu gördüğümde bir bardan çıkıyordu ve saat henüz sabahın onuydu,
anlarsın ya {analeks)- sonra Piero bana dedi ki -hadi, bil bakalım bana
ne dedi {proleks)- bana dedi ki…”
Eco, Sylvie romanının analeks ve proleks kullanımı açısından oldukça
karmaşık olduğunu ve metnin üzerine bir sis çökmüş olduğunu ifade eder.
Fakat bu sis yalnızca ampirik okuru caydırmaktadır. Örnek Okur ise bu
sisten büyülenecektir.
Eco’nun bu bölüme Loisy Ormanları adını vermiş olması Sylvie adlı
romandan ne kadar fazla etkilendiğini göstermektedir. Bu roman onu
büyülemiştir. Kendisi de bu durumu birçok kez dile getirir ve bu büyünün
sebebini anlamaya çalışır. Eco, Rus biçimcilere değinerek Fabula ve
Syuzhet kavramlarını Slyvie romanı üzerinden açıklar. Öykü ve Olay
Örgüsü arasındaki ilişki üzerinden Loisy ormanına girer:
Bir önceki konferansta, Sylvie’yi yıllardır neredeyse anatomik bir
işleme tabi tuttuktan sonra, bu kitabın benim için hiçbir zaman büyüsünü
yitirmediğini ve onu her yeniden okuyuşumda Sylvie ile olan aşk öykümün
(anlatı olarak mı anlatı kahramanı olarak mı Sylvie bilemiyorum) ilk
kez başladığını söylemiştim. Bu stratejinin “yapı”sını, kuralını
bildiğime göre, bu nasıl mümkün olabiliyor? Şöyle: Yapı, metinden
çıkıldığı zaman kurulabilir; ancak okumaya dönerseniz, metne geri
dönerseniz ve kendinizi metnin akışına bırakırsanız, Sylvie hızlı
okunamaz. Hızlı okuyabilirsiniz elbette, eğer belli bir cümleyi bulmak
istiyorsanız, ancak bu durumda metni okuyor olmazsınız, bir konuda metne
danışıyor ya da bir bilgisayar gibi tarama yapıyor olursunuz. Farklı
cümleleri anlamaya çalışarak metni okursanız, Sylvie’nin sizi adımınızı
yavaşlatmaya zorladığını fark edersiniz. Yavaşlar yavaşlamaz da, metne
girdiğiniz anahtarı, Ariadne ipliğini unutursunuz. Yeniden kendinizi
Loisy ormanında yitirir, çıkış yolunu bulamazsınız…
Ormanda Oyalanmak
Umberto Eco bu bölümde bir önceki bölümlerde değindiği hızlılık konusuyla
bağlantılı olarak bir metinde oyalama noktalarının önemi üzerinde
duruyor. Ve bunu orman eğretilemesi üzerinden devam ettiriyor:
Ormana, gezmek için gidilir. Bir kurttan ya da bir gulyabaniden kaçma
telaşı içinde değilseniz, ormanda oyalanmaktan, ağaçların arasından
süzülerek ağaçsız alanlar üzerinde gölgeler oluşturan ışığı gözlemekten,
karayosunlarını, mantarları, ağaçların çevresindeki bitki ve çiçekleri
incelemekten zevk alırsınız. Oyalanmak, vakit kaybetmek anlamına gelmez;
çoğu zaman, bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan.
Eco’ya göre okuyucu için tahmin unsuru çok önemlidir. Okuyucu sürekli
olarak özdeşleştiği karakterin yazgısı üzerine tahmin yürütür. Bu durum
okuma esnasında dramatik gerilimi yükseltir.
Eco, anlatıda oyalama üzerine verdiği örnekler çerçevesinde bazı
okuyucuların anlatıdaki oyalama noktalarını hızlıca geçtiğine dikkat
çeker. Ardından bir anlatıda zamanın üç biçimde belirdiğini ifade eder: Öykü zamanı, söylem zamanı ve okuma zamanı.
Öykü zamanı, anlatının içeriğinin bir parçasını oluşturur. Metin “bin
yıl geçti” diyorsa, öykü zamanı bin yıldır. Ancak dilsel anlatım
düzeyinde, yani kurmaca söylem düzeyinde, sözceyi (enunciato) yazmak (ve
okumak) için gereken süre çok kısadır. İşte bu yüzden, hızlı bir söylem
zamanı çok uzun bir öykü zamanını dile getirebilir.
Öykü, söylem ve okuma zamanlarının çakıştığı örneklerin de olduğunu
ifade eden Eco, bu konuda Georges Perec’ten bir örnek veriyor. Perec’in
ilginç bir şekilde Saint-Sulpice meydanında 18 Ekim 1974’ten 20 Ekim
1974’e dek gerçekleşen her şeyi “canlı olarak” betimlediğini aktarıyor.
Bunun ardından bir filmin pornografik olup olmadığını da filmin öykü,
söylem ve okuma-izleme zamanının denk oluşuyla değerlendirdiğini ifade
ediyor.
Eco bu bölümün sonlarına doğru Manzoni’nin I promessi sposi adlı eserini ele alıyor. Eserin girişinde Manzoni’nin bir gölü betimleme şekli üzerinden ilginç noktalara değiniyor:
Bu bölümü gözümüzün önünde bir haritayla okumayı deneseydik,
betimlemenin iki sinema tekniğini (zoom ve ağır çekim) çağrıştırarak
ilerlediğini görecektik. Bana bir XIX. yüzyıl yazarının sinema tekniğini
bilmediğini söylemeyin: Tam tersine, XIX. yüzyıl anlatısının
tekniklerini bilenler sinema yönetmenleridir. Manzoni’nin betimlemesi
ağır ağır yere inmekte olan bir helikopterden yapılan çekim gibidir (ya
da Tanrı’nın yeryüzündeki bir insanı belirlemek için gökyüzünün
yukarılarından bakışını gezdiriş tarzını yeniden üretiyor gibi).
Olası Ormanlar
Umberto Eco, bu bölümde kurmaca ve gerçek
kavramları üzerinden anlatı ormanını inceliyor. Okurun bir anlatı
metniyle karşı karşıya geldiği noktada hayali bir kurmaca anlaşması
imzaladığını ve ifade edilen gerçekliği bu şekilde kabul ettiğini
aktarıyor.
Eco’ya göre kurmaca dünya ile gerçek dünya arasında hassas bir
alışveriş söz konusudur. Gerçek dünya üzerindeki deneyimlerimiz kurmaca
dünyasındaki ön kabullerimizi etkilemektedir.
Ancak, bir öykü anlattığımda, sözünü ettiğim mekânların gözümün
önünde olması hoşuma gider: Bu bana, anlattığım olayla ilgili bir tür
güven verir ve anlatı kişileriyle özdeşleşmemi sağlar. (…) Kırmızı
Şapkalı Kız’ın bir çocuk gibi, annesinin ise kaygılı, sorumluluk sahibi
yetişkin bir kadın gibi davranması bize doğal görünür. Niçin? Çünkü
deneyimlerimizin dünyasında, gerçek dünya adını verdiğimiz dünyada böyle
olmaktadır
Eco, kurmacanın bizi bir dünyanın sınırları içine kapattığını ve bir
biçimde bizi o dünyayı ciddiye almaya zorladığını ifade ediyor. Bunun
ardından kurmaca dünyaların gerçek dünyanın asalakları olduğunu
aktarıyor. Bu durumu Kafka’nın Dönüşüm eserinden bir örnek vererek
açıklıyor:
Kısacası, saçma bir dünya kurmak için Kafka onu gerçek dünyanın
artalanı üzerine yerleştirmek gereksinimini duyar. Gregor Samsa’nın
böcek olarak uyanması fantastik bir durumdur. Fakat Kafka bu durumu
gerçekçi bir şekilde betimler. (…) Görüldüğü gibi, en olanaksız dünyanın
bile, olanaksız olabilmesi için, gerçek dünyada olanaklı olan şeylerin
oluşturduğu zemine dayanması gerekir.
Eco, kurmaca dünya ve gerçek dünya arasında yaptığı karşılaştırmalara kişiler bazında bir yorum getiriyor:
Eski bir denememde Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ının kahramanı Julien
Sorel’i, babamızdan daha iyi tanıdığımızı yazmıştım: Çünkü babamızın
anlayamadığımız birçok yönünü, dile getirmediği birçok düşüncesini,
görünüşte herhangi bir açıklaması olmayan birçok hareketini, söylemediği
sevgilerini, saklı tuttuğu gizlerini, çocukluğunun anılarını ve
olaylarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, oysa bir anlatı kişisi hakkında
bilmemiz gereken her şeyi biliriz.
Bunun ardından, yazarların gerçek dünya ile kurmaca dünya arasındaki
alışverişleri konusuna geri dönüyor. Bazı yazarların okuyucuya
gereğinden fazla şey söylediğini, anlatının amaçları açısından gereksiz
şeylere değindiklerini örnekler üzerinden ifade ediyor.
Eco’ya göre gerçek dünya düzensizdir. Kurmaca ise deneyimin
düzensizliğine biçim vermektir. Bir kurmaca metni okumak gerçek dünyada
olup biten sonsuz şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun
oynamak gibidir. Eco bu durumu çocuk ve oyun ilişkisi üzerinden açıklar:
Ancak bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi
görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da
uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine
getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar.
Eco’ya göre gerçek dünyanın temsilini kabul etme tarzımız, kurmaca
bir kitabın temsil ettiği olası dünyanın temsilini kabul etme
tarzımızdan farklı değildir.
Gerçek dünyada Doğruluk (Truth), anlatı dünyalarında ise Güven
(Trust) ilkesinin egemen olması gerektiğini düşünürüz. Oysa, gerçek
dünyada da Doğruluk ilkesi kadar Güven ilkesi önemlidir.
Bölümün sonlarına doğru ise gerçek dünyaya kıyasla kurmaca dünyanın
ontolojik açıdan daha konforlu bir yer olduğunu roman örneğiyle
açıklıyor:
Başka, çok önemli estetik nedenlerin ötesinde, romanları şu nedenle
okuduğumuzu düşünüyorum: Romanlar bize doğruluk kavramının tartışmaya
açılamayacağı bir dünyada yaşamanın getirdiği rahatlatıcı duyguyu
veriyor, oysa gerçek dünya çok daha yanıltıcı bir yer gibi görünüyor.
Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay
Umberto Eco, bu bölümde Arjantin kıyılarında ortaya çıkan bir
denizaltı söylentisinin basın ve halk tarafından nasıl büyük bir
hikâyeye dönüştürüldüğünü anlatarak başlıyor. Eco için denizaltından
ziyade insanların büyük bir hevesle denizaltı ‘‘karakterinin’’
yaratılmasına katkıda bulunmuş olmaları ilginç bir noktadır.
Uydurulmuş bir öykünün nasıl kurulduğunun gerçek öyküsü olan bu
öyküden çıkarılacak pek çok ders var. Bu öykü bizlere, yaşama biçim
vermek için nasıl sürekli olarak anlatısal şemalardan yararlanma eğilimi
gösterdiğimizi belirtiyor.
Eco’ya göre anlatı okurdan belli bir seviyede ansiklopedik bilgi
istemektedir. Fakat okurdan istenen bu ansiklopedik bilginin kapsamının
ne olduğu bir tahmin konusu olarak kalmaktadır. Bunu keşfetmek, örnek
yazarın stratejisini keşfetmek demektir. Örnek yazarın stratejisi
anlatının kendine has kurallarını ortaya koymaktadır.
Bir kurmaca yapıtı okumak, kurmaca dünyasını yöneten iktisadi
ölçütler ile ilgili bir tahminde bulunmak demektir. Bunun bir kuralı
yoktur; daha doğrusu, her yorumbilgisel çevrimde olduğu gibi, metni
temel alarak kuralı çıkarsama girişiminde bulunduğunuz anda belirlemeniz
gerekir kuralı. Bu nedenle, okumak bir bahistir. Bize ne önerdiğini
açık bir biçimde söylemeyen bir sesin önerilerine bağlı kalacağımıza
bahse gireriz.
Bölümün sonlarına doğru gerçek ve kurmaca ilişkisi üzerinden
karşılaştırmalar yapan Eco, anlatının, gerçekle olan ilişkimizde
kendimizi rahat hissettirdiğini ifade ediyor. Ardından keskin bir
ayrımdan bahsediyor:
Her şifre çözücü için altın bir kural vardır: Her mesaj çözülebilir,
yeter ki bunun bir mesaj olduğu bilinsin. Gerçek dünyadaki sorun,
binlerce yıldır kendimize bir mesajın olup olmadığını ve varsa bu
mesajın bir anlamının bulunup bulunmadığını sormamızdır. Anlatısal bir
evrende, o evrenin bir anlam oluşturduğunu, onun kökeni olarak ve okuma
yönergelerinin bütünü olarak onun arkasında yetki sahibi bir varlık
olduğunu kesin olarak biliriz.
Fakat gerçek hayatta bu durum daha farklıdır. Eco bu durumu oldukça şiirsel bir şekilde ifade ederek bu bölümü bitiriyor:
Sonsuzun sisi içinde kaybolan bir Baba İmgesi’nin peşindeyiz; o
yüzden bıkmamacasına kendimize neden Hiçlik değil de Varlık olduğu
sorusunu soruyoruz.
Kurmaca Tutanaklar
Umberto Eco bu bölümde önceki bölümlerde sık sık bahsettiği gerçek
hayat ve kurmaca arasındaki karşılaştırmalara yeni bir pencere açıyor.
Anlatı dünyalarının gerçek hayata göre daha rahat olduğunu ifade eden
Eco, ‘‘Eğer kurmaca anlatı dünyaları böylesine küçük ve aldatıcı bir
biçimde rahatsa, neden tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve
kışkırtıcı anlatı dünyaları kurmaya çalışmayalım?’’ sorusuyla bu bölüme
başlıyor. Eco’ya göre Dante, Rabelais, Shakespeare, Joyce gibi yazarlar
tam olarak bunu yapmışlardır. Bu yazarların anlatıları tıpkı gerçek
dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı dünyalardır.
Eco, kurmacanın insanlara gerçeklikten daha rahat geldiği için
insanların gerçekliği sanki kurmaca bir anlatıymış gibi yorumladığını
aktarıyor. Bu durumu tarih yazımı üzerinden örneklendiriyor.
Eco, anlatıyı doğal ve yapay olarak ikiye ayırıyor. Doğal anlatıyı
‘‘Gerçekten olmuş, anlatanın olduğuna inandığı veya gerçekten olduğuna
bizi inandırmaya (yalan söyleyerek) çalıştığı bir olaylar dizisi’’
olarak ifade ediyor. Yapay anlatıyı ise kurmaca anlatının temsil
ettiğini; kurmaca anlatıların hakikati söylüyor gibi yaptığını ya da
hakikati bir kurmaca söylem evreninde söylediklerini aktarıyor.
Eco, doğal ve yapay anlatı karşılaştırmasına ‘‘bağlam’’ konusunu
ekleyerek devam ediyor. Eco, okurun bir gazetede çıkan yapay anlatıyı
bile bir doğal anlatıymış gibi ciddiye aldığını, kendine ait bir hikaye
üzerinden örnekleyerek ifade ediyor. Bağlam konusunu genişleten Eco, bir
kitabın kapak fotoğrafı gibi dış özelliklerin bile okuyucuyu yapay
anlatıya hazırladığını söylüyor.
Şu halde, çoğunlukla kurmaca bir dünyaya girmeye karar vermeyiz:
Kendimizi onun içinde buluruz ve belli bir noktada bunun farkına varıp,
yaşadığımızın bir rüya olduğuna karar veririz.
Bunun ardından kült anlatılar ve karakterler üzerine eğilen Eco,
Hamlet, İlahi Komedya gibi eserlerin ‘‘parçalanabilir’’ yapısının bu
eserleri ve karakterlerini kült yaptığını iddia ediyor.
Kutsal Kitap’ın büyük, çok eskilere dayanan başarısı çeşitli
parçalara ayrılabilmesinden kaynaklanmaktadır, çünkü farklı yazarların
eseridir. İlahi Komedya hiçbir biçimde parçalara ayrılabilir bir yapıt
değildir, ancak yapıtın karmaşıklığı ve yapıtta beliren insanlarla
anlatılan olayların sayısı (Dante’nin sözlerini kullanmak gerekirse,
Gökyüzü ile Yeryüzü) nedeniyle, yapıt o derece parçalara ayrılabilir bir
nitelik kazanmıştır ki, İlahi Komedya’nın fanatik hayranları onu bir
bulmacamsı oyunlar deposu gibi kullanmaktadırlar.
Son olarak insanların kurmaca eserler okumasının altındaki
motivasyona değinen Eco, bu konuyu şu sözlerle açıklayıp bölümü
bitiriyor:
Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz,
çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta,
yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı
söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü
arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü (günah
çıkardığımız rahibe, psikanalistimize anlattığımız, bir güncenin
sayfalarına yazdığımız öykümüzü). Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü
evrenin öyküsüyle çakıştırmayı umuyoruz.
Yazar: Umberto ECO
Çevirmen: Kemal ATAKAY