13 Ağustos 2017

Atatürk "Bilim ve Teknoloji"


Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir. İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır. 1923

Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fenin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. 1924

Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız... Aksine yükselmiş, ilerlemiş, medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan olacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkumdur. 1922

Başarılı olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum sağlamak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 1923

Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. 1923

Bu millet ve memleket ilme, irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş, olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, parti parti eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa'ya, Amerika'ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz. İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanat nerede varsa gidip, öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye ok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur. 1923

İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar. Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız, bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel (yapıcı) yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.

İlerlemek yolunda yapılacak her önemli teşebbüsün, kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların en az dereceye indirilmesi için tedbir ve teşebbüslerde hata yapmamak lazımdır. 1927(2-600)

İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma ve icat yeteneğidir.  1930(15-262)

Manevî kuvvet ise özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir.  1922 (4-223)

Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle ilmi olması şarttır.  (13)

Her yeni yetişen kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse o zaman, ancak o zaman gelecek nesiller birbirinden kademe kademe yüksek seviyede bir yükselme grafiği meydana getirebilir ki, insanlığın ilerlemesinin amacı da budur.  1918(40)

Bir millet için mutluluk olan birşey diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim, ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz. Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlam, dürüst bir görüşle görmeliyiz.  1923 (5-141)

Hayati gerçekleri bilerek, bilmeyenlere de uygun bir yol ile veya zor ile anlatarak amacımıza yürüyeceğiz... Bizi o amaca varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat çiftçi arkadaşlar, muhterem babalar, bizim için bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı eren memleketini seven, gerçeği gören kimselerden böyle bir düşman çıkmaz. İçimizde böyleleri çıkarsa onlar ya aklı ermeyen cahiller, ya memleketini sevmeyen kötüler, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Biz cahil dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kasdetmiyoruz. Kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de, özellikle sizlerin içinizde görüldüğü gibi gerçeği gören gerçek bilginler çıkar.  1923 (5-132)

Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve mutlu Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zorunluluktur.  1937 (4-381)

Memleket için kaçınılmaz olan sanayiinin kurulması bitmedikçe her yönden kalp huzuru duymamıza imkân yoktur. Bu sebeple, memleketin sanayiye ait donanımını tamamlamak için, bütün gayret ve dikkatinizi çekmeyi yerinde buluyorum.  1933 (4-359)

Türkiye'de devlet madenciliği, milli kalkınma hareketiyle yakından ilgili, önemli konulardan biridir. Genel sanayileşme düşüncemizden başka, maden arama ve işletme işine, her şeyden önce dış ödeme vasıtalarımızı, döviz gelirimizi artırabilmek için devam etmeye ve özel bir önem vermeye mecburuz. Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarına en yüksek gelişme hızım vermesini ve bulunacak madenlerin, verimlilik hesapları yapıldıktan sonra planlı şekilde hemen İşletmeye konulmasını temin etmemiz lazımdır. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için, üç yıllık bir plan yapılmalıdır. 1937 (4-382)

İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur.  1923 (5-91)

Harp sanayi kuruluşlarımızı, daha çok geliştirme ve genişletme için alınan tedbirlere devam edilmeli ve sanayileşme çalışmamızda da ordu ihtiyacı ayrıca göz önünde tutulmalıdır...Bütün uçaklarımızın ve motorlarının memleketimizde yapılması ve hava harp sanayimizin de bu esasa göre geliştirilmesi gerekir. Hava Kuvvetlerinin kazandığı önemi göz önünde tutarak, bu çalışmayı planlaştırmak ve bu konuyu layık olduğu önemle milletin görüşünde canlı tutmak lazımdır. 1937 (4-387)

İlim, tercüme ile olmaz, inceleme ile olur. (70-167)

Ben, manevî miras olarak hiç bir ayet, hiç bir dogma, hiç bir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları biledeğişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.  (129-18)

 

Umberto Eco - Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti

 

Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı bu kitabın içeriğini Umberto Eco’nun Harvard Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiği Norton Seminerleri Notları oluşturuyor. Anlatıya dair oldukça ufuk açıcı bilgiler barındıran bu kitap, altı ayrı bölümden (konferanstan) oluşuyor.

Ormana Girmek

Umberto Eco ilk bölüme Italio Calvino’nun 8 yıl önce hızlılık konusunda verdiği konferansa değinerek başlıyor. Her kurmaca anlatının zorunlu olarak hızlı olduğunu söyleyen Eco, sözlerine şöyle devam ediyor:

…çünkü anlatı, olayları ve kişileriyle bir dünya kurarken, bu dünya ile ilgili her şeyi söyleyemez. Belli şeylere değinir ve kalanı için okurdan bir dizi boş alanı doldurarak iş birliği yapmasını ister. Kaldı ki, daha önce yazmış olduğum gibi, her metin, okurdan onun işine katılmasını isteyen tembel bir araçtır. Bir metin, alıcının anlaması gereken her şeyi söylerse mahvolurduk: Asla sona ermezdi böyle bir metin. Size telefon eder ve “yola çıkıp, bir saat içinde geliyorum” dersem, yola çıkmamın yanı sıra arabamı alacağımı da örtülü olarak belirtmiş olurum.

Umberto Eco’ya göre bir komedi yazarı yarattığı karakterlerden daha fazla şey söylerse onlardan daha komik bir hale gelebilir. Eco bu görüşünü Achille Campanile’nin Agosto, mogliemia non ti conosco adlı eserinden bir bölümü inceleyerek destekliyor.

Hızlılık konusunda düşüncelerini aktarmaya devam eden Eco, bu konuda okurun konumuna işaret ediyor:

Bir öykü az ya da çok hızlı veya az ya da çok kısa olabilir, ancak öykünün kısalığı, yönelinen okur göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.

Eco, bu bölümün ilerleyen kısımlarında Borges’in bir eğretilemesini kullanarak anlatı ve orman arasında bir benzerlik kuruyor.

Bir orman yolları çatallanan bir bahçedir. Bir ormanda çizilmiş patikalar bulunmadığında bile, herkes belli bir ağacın, vb. sağından ya da solundan ilerlemeye karar vererek, her karşılaştığı ağaçta bir seçim yaparak kendi güzergâhını çizebilir. Bir anlatı metninde okur her an bir seçim yapmaya zorlanır. Hatta bu seçim zorunluluğu herhangi bir sözel anlatım düzeyinde, en azından bir geçişli fiilin belirdiği her durumda kendini gösterir. Konuşucu cümlesini bitirmeye çalışırken, bilinçdışı olarak da olsa biz bir seçim yapar, onun seçimini önceler ya da hangi seçimin yapılacağını kaygıyla kendi kendimize sorarız.

Eco bu konuda bazı yazarların öngörüler konusunda okuyucuyu özgür bıraktığını, bazılarının da kısıtladığını örnekler üzerinden inceliyor. Bunun ardından ise daha önceki kitaplarında geliştirmiş olduğu Örnek Yazar ve Örnek Okur kavramlarına değiniyor.

Eco, “Örnek Okur” ve “Örnek Yazar” kavramlarına dayanarak yazarın metinle, metnin okurla kurduğu ilişkiyi bir tür “işbirliği” olarak tanımlıyor. Her bir metnin farklı bir “Örnek Okur”u olduğunu söylüyor:

Bir metin “Bir varmış bir yokmuş” ile başlıyorsa, kendi örnek okurunu hemen seçtiğine dair bir işaret göndermiş olur: Bu okur ya bir çocuk olmalıdır ya da sağduyunun ötesine giden bir öyküyü kabul etmeye hazır birisi.

Örnek Okur ve Örnek Yazar konusunda Gerard de Nerval’in Sylvie’sine sık sık değinen Eco, kendi okuma deneyimleri üzerinde duruyor. Ardından bu bölümü bitirip okuyucuyu bir sonraki bölüme davet ediyor:

Ve işte böylece ben, bedensiz, cinsiyetsiz (ve bu ilk konferansla başlayıp sonuncusuyla bitecek tarih dışında tarihsiz) ses, sizi, Kibar Okurlar, sonraki beş buluşma oyunumda iş birliği yapmaya davet ediyorum.

Loisy Ormanları

Umberto Eco ikinci bölüme bir anlatı ormanında dolaşmanın iki yolu olduğunu söyleyerek başlıyor:

İlkinde, bir ya da daha fazla yolu denersiniz (oradan olabildiğince çabuk çıkmak ya da Büyükanne’nin, Parmak Çocuk’un veya Hânsel ile Gretel’in evine ulaşabilmek için); ikincisinde, ormanın yapısını ve neden bazı patikalara girilip, diğerlerine girilemediğini anlamaya çalışırsınız.

Eco için ideal okur ikincisidir. Çünkü birinci türden okur için yalnıza öykünün sonu önemlidir. İkinci okur ise Örnek Okur, yani ideal okurdur. Çünkü Örnek Okur birden fazla okuma yapan ve anlatı ormanını doğru bir şekilde dolaşan okurdur. Bu örnek ‘‘Örnek Yazar’’ için de geçerlidir. Umberto Eco bu konuda Nerval’in Sylvie’sini ele alır ve bu eserden örnekler vererek analeks, proleks kavramlarını açıklar:

Genette’in dediği gibi, analeks âdeta anlatıcının herhangi bir unutkanlığını giderme işlevini görmektedir, proleks ise anlatısal sabırsızlığın bir göstergesidir.

“Bak dinle, dün Piero’ya rastladım, belki hatırlarsın, hani iki yıl önce o her sabah koşan kişi (analeks). Yüzü solgundu, nedenini ancak daha sonra anladım {proleks), bana dedi ki -ha, sana söylemeyi unuttum, onu gördüğümde bir bardan çıkıyordu ve saat henüz sabahın onuydu, anlarsın ya {analeks)- sonra Piero bana dedi ki -hadi, bil bakalım bana ne dedi {proleks)- bana dedi ki…”

Eco, Sylvie romanının analeks ve proleks kullanımı açısından oldukça karmaşık olduğunu ve metnin üzerine bir sis çökmüş olduğunu ifade eder. Fakat bu sis yalnızca ampirik okuru caydırmaktadır. Örnek Okur ise bu sisten büyülenecektir.

Eco’nun bu bölüme Loisy Ormanları adını vermiş olması Sylvie adlı romandan ne kadar fazla etkilendiğini göstermektedir. Bu roman onu büyülemiştir. Kendisi de bu durumu birçok kez dile getirir ve bu büyünün sebebini anlamaya çalışır. Eco, Rus biçimcilere değinerek Fabula ve Syuzhet kavramlarını Slyvie romanı üzerinden açıklar. Öykü ve Olay Örgüsü arasındaki ilişki üzerinden Loisy ormanına girer:

Bir önceki konferansta, Sylvie’yi yıllardır neredeyse anatomik bir işleme tabi tuttuktan sonra, bu kitabın benim için hiçbir zaman büyüsünü yitirmediğini ve onu her yeniden okuyuşumda Sylvie ile olan aşk öykümün (anlatı olarak mı anlatı kahramanı olarak mı Sylvie bilemiyorum) ilk kez başladığını söylemiştim. Bu stratejinin “yapı”sını, kuralını bildiğime göre, bu nasıl mümkün olabiliyor? Şöyle: Yapı, metinden çıkıldığı zaman kurulabilir; ancak okumaya dönerseniz, metne geri dönerseniz ve kendinizi metnin akışına bırakırsanız, Sylvie hızlı okunamaz. Hızlı okuyabilirsiniz elbette, eğer belli bir cümleyi bulmak istiyorsanız, ancak bu durumda metni okuyor olmazsınız, bir konuda metne danışıyor ya da bir bilgisayar gibi tarama yapıyor olursunuz. Farklı cümleleri anlamaya çalışarak metni okursanız, Sylvie’nin sizi adımınızı yavaşlatmaya zorladığını fark edersiniz. Yavaşlar yavaşlamaz da, metne girdiğiniz anahtarı, Ariadne ipliğini unutursunuz. Yeniden kendinizi Loisy ormanında yitirir, çıkış yolunu bulamazsınız…

Ormanda Oyalanmak

Umberto Eco bu bölümde bir önceki bölümlerde değindiği hızlılık konusuyla bağlantılı olarak bir metinde oyalama noktalarının önemi üzerinde duruyor. Ve bunu orman eğretilemesi üzerinden devam ettiriyor:

Ormana, gezmek için gidilir. Bir kurttan ya da bir gulyabaniden kaçma telaşı içinde değilseniz, ormanda oyalanmaktan, ağaçların arasından süzülerek ağaçsız alanlar üzerinde gölgeler oluşturan ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, ağaçların çevresindeki bitki ve çiçekleri incelemekten zevk alırsınız. Oyalanmak, vakit kaybetmek anlamına gelmez; çoğu zaman, bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan.

Eco’ya göre okuyucu için tahmin unsuru çok önemlidir. Okuyucu sürekli olarak özdeşleştiği karakterin yazgısı üzerine tahmin yürütür. Bu durum okuma esnasında dramatik gerilimi yükseltir.

Eco, anlatıda oyalama üzerine verdiği örnekler çerçevesinde bazı okuyucuların anlatıdaki oyalama noktalarını hızlıca geçtiğine dikkat çeker. Ardından bir anlatıda zamanın üç biçimde belirdiğini ifade eder: Öykü zamanı, söylem zamanı ve okuma zamanı.

Öykü zamanı, anlatının içeriğinin bir parçasını oluşturur. Metin “bin yıl geçti” diyorsa, öykü zamanı bin yıldır. Ancak dilsel anlatım düzeyinde, yani kurmaca söylem düzeyinde, sözceyi (enunciato) yazmak (ve okumak) için gereken süre çok kısadır. İşte bu yüzden, hızlı bir söylem zamanı çok uzun bir öykü zamanını dile getirebilir.

Öykü, söylem ve okuma zamanlarının çakıştığı örneklerin de olduğunu ifade eden Eco, bu konuda Georges Perec’ten bir örnek veriyor. Perec’in ilginç bir şekilde Saint-Sulpice meydanında 18 Ekim 1974’ten 20 Ekim 1974’e dek gerçekleşen her şeyi “canlı olarak” betimlediğini aktarıyor. Bunun ardından bir filmin pornografik olup olmadığını da filmin öykü, söylem ve okuma-izleme zamanının denk oluşuyla değerlendirdiğini ifade ediyor.

Eco bu bölümün sonlarına doğru Manzoni’nin I promessi sposi adlı eserini ele alıyor. Eserin girişinde Manzoni’nin bir gölü betimleme şekli üzerinden ilginç noktalara değiniyor:

Bu bölümü gözümüzün önünde bir haritayla okumayı deneseydik, betimlemenin iki sinema tekniğini (zoom ve ağır çekim) çağrıştırarak ilerlediğini görecektik. Bana bir XIX. yüzyıl yazarının sinema tekniğini bilmediğini söylemeyin: Tam tersine, XIX. yüzyıl anlatısının tekniklerini bilenler sinema yönetmenleridir. Manzoni’nin betimlemesi ağır ağır yere inmekte olan bir helikopterden yapılan çekim gibidir (ya da Tanrı’nın yeryüzündeki bir insanı belirlemek için gökyüzünün yukarılarından bakışını gezdiriş tarzını yeniden üretiyor gibi).

Olası Ormanlar

Umberto Eco, bu bölümde kurmaca ve gerçek kavramları üzerinden anlatı ormanını inceliyor. Okurun bir anlatı metniyle karşı karşıya geldiği noktada hayali bir kurmaca anlaşması imzaladığını ve ifade edilen gerçekliği bu şekilde kabul ettiğini aktarıyor. 

Eco’ya göre kurmaca dünya ile gerçek dünya arasında hassas bir alışveriş söz konusudur. Gerçek dünya üzerindeki deneyimlerimiz kurmaca dünyasındaki ön kabullerimizi etkilemektedir.

Ancak, bir öykü anlattığımda, sözünü ettiğim mekânların gözümün önünde olması hoşuma gider: Bu bana, anlattığım olayla ilgili bir tür güven verir ve anlatı kişileriyle özdeşleşmemi sağlar. (…) Kırmızı Şapkalı Kız’ın bir çocuk gibi, annesinin ise kaygılı, sorumluluk sahibi yetişkin bir kadın gibi davranması bize doğal görünür. Niçin? Çünkü deneyimlerimizin dünyasında, gerçek dünya adını verdiğimiz dünyada böyle olmaktadır

Eco, kurmacanın bizi bir dünyanın sınırları içine kapattığını ve bir biçimde bizi o dünyayı ciddiye almaya zorladığını ifade ediyor. Bunun ardından kurmaca dünyaların gerçek dünyanın asalakları olduğunu aktarıyor. Bu durumu Kafka’nın Dönüşüm eserinden bir örnek vererek açıklıyor:

Kısacası, saçma bir dünya kurmak için Kafka onu gerçek dünyanın artalanı üzerine yerleştirmek gereksinimini duyar. Gregor Samsa’nın böcek olarak uyanması fantastik bir durumdur. Fakat Kafka bu durumu gerçekçi bir şekilde betimler. (…) Görüldüğü gibi, en olanaksız dünyanın bile, olanaksız olabilmesi için, gerçek dünyada olanaklı olan şeylerin oluşturduğu zemine dayanması gerekir.

Eco, kurmaca dünya ve gerçek dünya arasında yaptığı karşılaştırmalara kişiler bazında bir yorum getiriyor:

Eski bir denememde Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ının kahramanı Julien Sorel’i, babamızdan daha iyi tanıdığımızı yazmıştım: Çünkü babamızın anlayamadığımız birçok yönünü, dile getirmediği birçok düşüncesini, görünüşte herhangi bir açıklaması olmayan birçok hareketini, söylemediği sevgilerini, saklı tuttuğu gizlerini, çocukluğunun anılarını ve olaylarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, oysa bir anlatı kişisi hakkında bilmemiz gereken her şeyi biliriz.

Bunun ardından, yazarların gerçek dünya ile kurmaca dünya arasındaki alışverişleri konusuna geri dönüyor. Bazı yazarların okuyucuya gereğinden fazla şey söylediğini, anlatının amaçları açısından gereksiz şeylere değindiklerini örnekler üzerinden ifade ediyor.

Eco’ya göre gerçek dünya düzensizdir. Kurmaca ise deneyimin düzensizliğine biçim vermektir. Bir kurmaca metni okumak gerçek dünyada olup biten sonsuz şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun oynamak gibidir. Eco bu durumu çocuk ve oyun ilişkisi üzerinden açıklar:

Ancak bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar.

Eco’ya göre gerçek dünyanın temsilini kabul etme tarzımız, kurmaca bir kitabın temsil ettiği olası dünyanın temsilini kabul etme tarzımızdan farklı değildir.

Gerçek dünyada Doğruluk (Truth), anlatı dünyalarında ise Güven (Trust) ilkesinin egemen olması gerektiğini düşünürüz. Oysa, gerçek dünyada da Doğruluk ilkesi kadar Güven ilkesi önemlidir.

Bölümün sonlarına doğru ise gerçek dünyaya kıyasla kurmaca dünyanın ontolojik açıdan daha konforlu bir yer olduğunu roman örneğiyle açıklıyor:

Başka, çok önemli estetik nedenlerin ötesinde, romanları şu nedenle okuduğumuzu düşünüyorum: Romanlar bize doğruluk kavramının tartışmaya açılamayacağı bir dünyada yaşamanın getirdiği rahatlatıcı duyguyu veriyor, oysa gerçek dünya çok daha yanıltıcı bir yer gibi görünüyor.

Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay

Umberto Eco, bu bölümde Arjantin kıyılarında ortaya çıkan bir denizaltı söylentisinin basın ve halk tarafından nasıl büyük bir hikâyeye dönüştürüldüğünü anlatarak başlıyor.  Eco için denizaltından ziyade insanların büyük bir hevesle denizaltı ‘‘karakterinin’’ yaratılmasına katkıda bulunmuş olmaları ilginç bir noktadır.

Uydurulmuş bir öykünün nasıl kurulduğunun gerçek öyküsü olan bu öyküden çıkarılacak pek çok ders var. Bu öykü bizlere, yaşama biçim vermek için nasıl sürekli olarak anlatısal şemalardan yararlanma eğilimi gösterdiğimizi belirtiyor.

Eco’ya göre anlatı okurdan belli bir seviyede ansiklopedik bilgi istemektedir. Fakat okurdan istenen bu ansiklopedik bilginin kapsamının ne olduğu bir tahmin konusu olarak kalmaktadır. Bunu keşfetmek, örnek yazarın stratejisini keşfetmek demektir. Örnek yazarın stratejisi anlatının kendine has kurallarını ortaya koymaktadır.

Bir kurmaca yapıtı okumak, kurmaca dünyasını yöneten iktisadi ölçütler ile ilgili bir tahminde bulunmak demektir. Bunun bir kuralı yoktur; daha doğrusu, her yorumbilgisel çevrimde olduğu gibi, metni temel alarak kuralı çıkarsama girişiminde bulunduğunuz anda belirlemeniz gerekir kuralı. Bu nedenle, okumak bir bahistir. Bize ne önerdiğini açık bir biçimde söylemeyen bir sesin önerilerine bağlı kalacağımıza bahse gireriz.

Bölümün sonlarına doğru gerçek ve kurmaca ilişkisi üzerinden karşılaştırmalar yapan Eco, anlatının, gerçekle olan ilişkimizde kendimizi rahat hissettirdiğini ifade ediyor. Ardından keskin bir ayrımdan bahsediyor:

Her şifre çözücü için altın bir kural vardır: Her mesaj çözülebilir, yeter ki bunun bir mesaj olduğu bilinsin. Gerçek dünyadaki sorun, binlerce yıldır kendimize bir mesajın olup olmadığını ve varsa bu mesajın bir anlamının bulunup bulunmadığını sormamızdır. Anlatısal bir evrende, o evrenin bir anlam oluşturduğunu, onun kökeni olarak ve okuma yönergelerinin bütünü olarak onun arkasında yetki sahibi bir varlık olduğunu kesin olarak biliriz.

Fakat gerçek hayatta bu durum daha farklıdır. Eco bu durumu oldukça şiirsel bir şekilde ifade ederek bu bölümü bitiriyor:

Sonsuzun sisi içinde kaybolan bir Baba İmgesi’nin peşindeyiz; o yüzden bıkmamacasına kendimize neden Hiçlik değil de Varlık olduğu sorusunu soruyoruz.

Kurmaca Tutanaklar

Umberto Eco bu bölümde önceki bölümlerde sık sık bahsettiği gerçek hayat ve kurmaca arasındaki karşılaştırmalara yeni bir pencere açıyor. Anlatı dünyalarının gerçek hayata göre daha rahat olduğunu ifade eden Eco, ‘‘Eğer kurmaca anlatı dünyaları böylesine küçük ve aldatıcı bir biçimde rahatsa, neden tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı anlatı dünyaları kurmaya çalışmayalım?’’ sorusuyla bu bölüme başlıyor. Eco’ya göre Dante, Rabelais, Shakespeare, Joyce gibi yazarlar tam olarak bunu yapmışlardır. Bu yazarların anlatıları tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı dünyalardır.

Eco, kurmacanın insanlara gerçeklikten daha rahat geldiği için insanların gerçekliği sanki kurmaca bir anlatıymış gibi yorumladığını aktarıyor. Bu durumu tarih yazımı üzerinden örneklendiriyor.

Eco, anlatıyı doğal ve yapay olarak ikiye ayırıyor. Doğal anlatıyı ‘‘Gerçekten olmuş, anlatanın olduğuna inandığı veya gerçekten olduğuna bizi inandırmaya (yalan söyleyerek) çalıştığı bir olaylar dizisi’’ olarak ifade ediyor. Yapay anlatıyı ise kurmaca anlatının temsil ettiğini; kurmaca anlatıların hakikati söylüyor gibi yaptığını ya da hakikati bir kurmaca söylem evreninde söylediklerini aktarıyor.

Eco, doğal ve yapay anlatı karşılaştırmasına ‘‘bağlam’’ konusunu ekleyerek devam ediyor. Eco, okurun bir gazetede çıkan yapay anlatıyı bile bir doğal anlatıymış gibi ciddiye aldığını, kendine ait bir hikaye üzerinden örnekleyerek ifade ediyor. Bağlam konusunu genişleten Eco, bir kitabın kapak fotoğrafı gibi dış özelliklerin bile okuyucuyu yapay anlatıya hazırladığını söylüyor.

Şu halde, çoğunlukla kurmaca bir dünyaya girmeye karar vermeyiz: Kendimizi onun içinde buluruz ve belli bir noktada bunun farkına varıp, yaşadığımızın bir rüya olduğuna karar veririz.

Bunun ardından kült anlatılar ve karakterler üzerine eğilen Eco, Hamlet, İlahi Komedya gibi eserlerin ‘‘parçalanabilir’’ yapısının bu eserleri ve karakterlerini kült yaptığını iddia ediyor.

Kutsal Kitap’ın büyük, çok eskilere dayanan başarısı çeşitli parçalara ayrılabilmesinden kaynaklanmaktadır, çünkü farklı yazarların eseridir. İlahi Komedya hiçbir biçimde parçalara ayrılabilir bir yapıt değildir, ancak yapıtın karmaşıklığı ve yapıtta beliren insanlarla anlatılan olayların sayısı (Dante’nin sözlerini kullanmak gerekirse, Gökyüzü ile Yeryüzü) nedeniyle, yapıt o derece parçalara ayrılabilir bir nitelik kazanmıştır ki, İlahi Komedya’nın fanatik hayranları onu bir bulmacamsı oyunlar deposu gibi kullanmaktadırlar.

Son olarak insanların kurmaca eserler okumasının altındaki motivasyona değinen Eco, bu konuyu şu sözlerle açıklayıp bölümü bitiriyor:

Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz, çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü (günah çıkardığımız rahibe, psikanalistimize anlattığımız, bir güncenin sayfalarına yazdığımız öykümüzü). Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsüyle çakıştırmayı umuyoruz.

Yazar: Umberto ECO

Çevirmen: Kemal ATAKAY

Hermann Hesse - Boncuk Oyunu

 

Hesse, on yılı aşkın meşakkatli bir çalışmanın ardından, tüm dünyanın savaş cehennemini yaşadığı 1943’te İsviçre’de yayımladığı “BONCUK OYUNU” romanında, Doğu ve Batı felsefelerinin kusursuz bir bileşiminden oluşan yeni ve ütopik bir dünya düzeni sunar okura. Sanat ve bilimde disiplinlerarası bir uyum üzerine kurulu, Hesse’nin düş ve düşün gücünün ürünü, fütüristik bir oyun olan “Boncuk Oyunu”, bu yeni düzenin simgesidir.

Toplumsal ahlakın bireyin iç ahlakını yok ettiğine inanan Hesse, bu olgunluk dönemi eserinde Batı’nın toplumsal dayatmalarına karşı Doğu’nun bireysel özgürlüğünü yüceltir, söz konusu yeni dünya düzenini bireysellik üzerine temellendirir: “Tanrı senin içindedir, kavramlarda ve kitaplarda değil. Gerçek yaşanır, öğretilmez.”

Nobel Edebiyat Ödülü (1946) sahibi Hesse başyapıtı “Boncuk Oyunu”nda, değerlerin dönüşümü uğruna mücadelenin sürmesi gereğini vurgulayan açık bir diyalektik sunar.

Örselenmiş zamanımızın bizlere sunduğu az sayıda gözü pek ve özgün tasarıdan biri… – Thomas Mann

Hesse’nin romanı üzerine daha uzun düşündükçe, bu romanın hayali bir geleceğe odaklanan bir teleskop değil fakat günümüz gerçekliğine dair bir paradigmayı rahatsız edici netlikte yansıtan bir ayna olduğunun açıkça farkına varırız. – Theodore Ziolkowski

Hesse yüzyılımızın yol gösterici karakterlerinden biri. – Ralph Freedman

*

Eh, her yıl olduğu gibi o yıl da konuklar akın etmişti Waldzell'e. İçlerinden pek çoğunun hiçbir şeyden haberi yoktu, bazıları ise Magister Ludi'nin sağlık durumu konusunda endişeliydi ve oyunun seyrine ilişkin can sıkıcı önsezilerle festivale gelmişti. Waldzell ve yakındaki yerleşim birimleri insanla dolup taşmaktaydı, tarikat yöneticileri ve yüksek eğitim kurulu üyeleri neredeyse tam kadro şenlikte hazır bulunuyordu. Ayrıca, ülkenin uzak köşelerinden ve dış ülkelerden bir bayram havası içinde turistler gelerek konukevlerini doldurmuştu. Her zamanki gibi festival, oyun arifesindeki akşam, meditasyona ayrılmış bir saatle açıldı, çan sesiyle verilen bir işaret üzerine insandan geçilmeyen bütün şenlik alanı huşuyla karışık derin bir sessizliğe gömüldü. Ertesi sabah da müzik gösterilerinden birincisi gerçekleştirildi ve oyunun ilk bölümüyle bu bölümdeki her iki müzik temasına ilişkin meditasyonun duyurusu yapıldı. Üzerinde Boncuk Oyunu üstadının festival giysisiyle Bertram'ın davranışlarında vakur ve serinkanlı bir hava esiyordu, ama adamda bet beniz kalmamıştı, halinde günden güne artan aşırı bir yorgunluk, bir ıstırap ve tevekkül ifadesi okunuyordu, son günlerde gerçekten bir gölgeye benzemişti. Oyunun daha ikinci günüydü ki, Magister Thomas'ın sağlık durumunun kötüleşip ölümle pençeleştiği haberi ortalığa yayıldı ve aynı günün akşamı hasta üstatla "gölgesini" konu alan söylentiye sağda solda ve işe daha bir aşina kişilerin çevresinde ilk katkılar başladı. Vicus Lusorum'un en iç kesiminden, magister adaylarından kaynaklanan bu söylentiye göre, üstat sözde festivali yönetmek istiyor ve yönetecek güçte görüyordu kendini, ama açgözlü "gölgesi" hesabına özveride bulunarak festivali yönetme işini ona havale etmişti. Gelgelelim, bu yüce rolün pek üstesinden geleceğe benzemediği ve festivalin bir düş kırıklığıyla sonlanacağı tehlikesi baş gösterdiği için festivalden, "gölgesinden" ve onun başarısızlığından kendisini sorumlu tutan üstat, yapılan hatanın kefaretini bizzat ödemek istemişti; sağlık durumundaki ani kötüleşmenin ve ateşindeki yükselmenin nedeni de bundan başka bir şey değildi. Kuşkusuz söylentinin daha değişik çeşitlemeleri de vardı, ama elit çevreninki böyleydi ve elit çevre, bu çalışkan yeni kuşak, duruma hazin gözüyle baktığını ve onun herhangi bir şekilde değiştirilip iyi, güzel ve zararsız gösterilmesini desteklemek istemediğini böylece açığa vuruyordu. Terazinin bir gözünde üstada karşı saygı, öbür gözünde "gölgesine" karşı kin ve nefret yer almaktaydı. Ucu üstada dokunsa bile, "gölgesinin" başarısızlığa uğraması ve tepetaklak yıkılıp gitmesi bir dilek olarak gönüllerde yaşıyordu. Derken bir gün geçmişti aradan; bu kez ortada dönen söylentiye göre, güya magister hasta yatağında, temsilcisiyle elit gruptaki iki senyörden birbirleriyle güzel güzel geçinip festivale gölge düşürmemelerini ısrarla rica etmişti. Bir başka gün de ortada yeni bir söylenti dolaşmaya başlamıştı; buna göre, ölmeden son arzusunu dikte ettirmişti üstat ve yöneticilere kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kişinin ismini açıklamıştı; bazı isimler dolaşmaya başlamıştı dillerde, magisterin sağlık durumunun sürekli kötüye gittiğine ilişkin haberlerin yanı sıra bu ve benzeri söylentiler almış yürüyor, her ne kadar festivalin ilerki bölümünü izlemekten vazgeçerek Waldzell'den ayrılıp gidenler çıkmıyorsa da, gerek konukevlerindeki, gerek festival salonundaki şenlikli hava günden güne bulutlanıyordu. Bütün organizasyon ağır ve kasvetli bir baskı altındaydı, ama dışarıdan bakınca yine de her şey düzgün bir biçimde olup bitmekteydi; ancak, herkesin daha önceden aşinası olup beklediği neşe ve sevinçten bu festivalde pek eser yoktu. Bitimine iki gün kala festivalin hazırlayıcısı Magister Thomas gözlerini bir daha açmamak üzere hayata yumunca, Kastalya yöneticileri tüm çabalarına karşın ölüm haberinin duyulmasının önüne geçemediler. Ne tuhaftır ki, düğümün bu şekilde çözülmesi, festival izleyicilerinden bazısının içini rahatlatmıştı. Boncuk Oyunu öğrencilerinin, özellikle elit gruba mensup olanlarının Ludus sollemnis'in bitiminden önce yas tutmalarına ya da birbirlerine nöbetleşe yerini bırakan gösteriler ve meditasyonlarla festival günlerindeki etkinliklerin çok sıkı şekilde belirlenmiş akışını en ufak biçimde aksatmalarına izin verilmemişse de, en son festival töreni ve festival gününü ağız ve gönül birliği etmişler gibi öyle bir tutum ve hava içinde kutlamışlardı ki, saygıdeğer üstadın ölümü için bir matemden farksızdı adeta. Beri yandan, aynı kişiler aşırı yorgun düşmüş, uykusuz, sararmış yüzü ve yarı kapalı gözleriyle temsilcilik görevini sürdüren Bertram'ın çevresinin dondurucu bir yalnızlık atmosferiyle sarılıp kuşatılmasına çalışmışlardı.


Mina Urgan - Bir Dinozorun Anıları

 Zaten insanlar gülümseyerek mutsuzluklarını hem gizlemesini, hem de biraz yenmesini öğrenirler. Gülümsemeyi, gülmeyi, gülmece yeteneğini, “humour” denilen şeyi, yani başkalarının halinden çok kendi haline gülebilmeyi işte bu yüzden önemserim. Bu gülmece yeteneğinden yoksun olanlar, kendilerini hafiften alaya alamayanlar, tam insan değildirler benim gözümde.

Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, ışıl ışıl ışıldayan çok güzel bir çakıltaşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıltaşı gün ışığına çıkacaktır.

Ben tarafsız değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.

Belleğim de hiç güçlü değildir. Bunun nedeni, birçok şeyi kafamdan tamamiyle silmek istememdir belki de. Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.

Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında neredeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin "genç olduğum için aman ne mutluyum" dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar "Ah! Gençken ne mutluydum!" diyerek kendilerini avutup dururlar.

I am an atheist still thank God...Luis Buñuel

Bir dostluğun devamı için az çok aynı çizgide fikir birliği olduğu sürece, ayrı kentlerde ya da ayrı ülkelerde yaşamanız, yıllarca birbirinizi görmemeniz dostluğu hiç zedelemez. Buluşur buluşmaz, iletişim yeniden kuruluverir dakikasında.

İstanbul büyümesine büyüdü; ama çirkinleşerek büyüdü.

Kafa işi yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum. Çünkü, kendi suçu olmadan, salt ailesinin ekonomik durumundan ötürü, kol işçisi Ahmet Efendiden kafasını işletmek olasılıklarının esirgendiği için, onun benim gibi profesör değil de çöpçü kaldığını düşünüyorum ve bu yüzden de ömrü boyunca benden daha az para kazanarak cezalandırılmasına gönlüm râzı değil.

Sürekli olarak kişisel mutluluk peşinde koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir.
Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında,
gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar mutlu olabilirler.
‘’Bana ne dünyanın şurasında burasında, hatta kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa;
benim evimde yok ya’’ derler böyleleri.
Başkalarını sokan yılanın günün birinde onları da sokabileceğini hiç düşünmezler bu geri zekalı ‘’bana ne’’ciler.

5 Mayıs 1972’de Deniz’lerin sabaha karşı asıldıklarını duyduğum gün çok yoğun bir utanç yaşamıştım. O üç çocuk kan dökmemişlerdi, kimseyi öldürmemişlerdi ve henüz yirmi beş yaşına basmamışlardı.
Başka bir utanç günüm, Kasım 1982’de faşist anayasasının neredeyse bütün memleket tarafından kabul edildiği gündü.
Bütün Türkler adına utanç duydum.

Yurtseverlikle milliyetçilik kavramları birbirlerine karışır genellikle. Oysa bu ikisi
arasında dünyalar kadar fark vardır.
Yurtsever, doğduğu büyüdüğü toprakları sever; kendi milletinin insanlarına yakınlık
duyar.
Oysa milliyetçi, kendi memleketini yeryüzünün en üstün ülkesi, bu ülkenin insanlarını dünyanın en üstün soyu sayar. ...Böylece faşizme yönelir.

Gelgelelim, "gençlik yanılgılarıdır, olur böyle şeyler" diyerek hoşgörebileceğimiz yaşı çoktan geçmiş, neredeyse kırkına gelmiş bir adam, hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiyi sömürüp, dalavereyle muazzam servetler yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sanıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala köktendinci bir yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa; 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarı yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmaksa; bizler demokrasi adına neden böyle bir adama hoşgörü gösterelim.?

Bir insan ne denli üstün zekalı ve bilgili olursa olsun, eğer duyarlılıktan yoksunsa; kafa açısından görkemli bir dev, duygu açısından zavallı bir cüceyse, ben neyleyim böyle bir adamın dostluğunu?

Ancak kadınlara özgü bilinen niteliklerle erkeklere özgü bilinen nitelikleri kendi benliklerinde uyumla kaynaştıranlar gerçek insanlardır. Cinsel açıdan değil, ama ruhsal açıdan biraz hermafrodit olmak gerekir, gerçek bir insan sayılabilmek için.

Psikolojik açıdan kadın erkek ayrımını tamamiyle yanlış buluyorum. Çünkü gerçek bir insan kadın ve erkeğin uyumlu bir karışımıdır.


Delikanlı ihtiyarlar vardır.
Deli kanları dört nala koşar
Çatladı çatlayacak damarlarında.
O deli kanlarını artık pompalayamayan 
Bir et parçası değildir yürekleri. 
Çırpınan bir kızıl güvercindir
Göğüs kafeslerinde.

Emily Dickinson - Şiir ve Kadın

Doğa sarıyı daha az kullanır
Diğer renklerden;
Günbatımlarına sakla hepsini
Saçıp savurarak maviyi

Bir kadın gibi harcar kızılı
Oysa çok az kullanır sarıyı
Ve ancak geldiğinde yeri
Bir aşığın sözcükleri gibi.

Tanrı konusunu işlerken şüphecilikten de ayrılmadı. Bunu aşağıdaki dizelerinde görebiliriz:
Cenneti yukarıda hiç bulamaz
Aşağıda bulamayan.
Tanrı'nın konutu benimkiyle yanyana
Eşyası aşktan.


 Bir çok şiirinde umutsuz olan meçhul aşk ilişkisinden bahsediyor:
“Bana, tatlım, iki miras bıraktın,
Aşk mirasıydı biri
 Gökteki Tanrı sevinirdi,
 O’na sunulsaydı eğer; 
 Bana acının sınırlarını bıraktın/
Engin deniz gibi;
 Sonsuzluk ve zaman arasında,
 Senin bilincin ve benimki.“

“Kalbim, unutacağız onu,
 Bu gece, sen ve ben.
Ben ışığı unutayım,
Onun sıcaklığını sen. 
Unuttuğun vakit, söyle bana,
 Ola ki düşüncem donar.
Acele et, oyalanırken sen,
Hatırlayabilirim tekrar.“ 

Agorafobik Kadınlar....
 Agorafobi kavramına gerçekten kadın perspektifinden bakmak için, tarihin en ünlü münzevilerinden biri olan Amerikalı kadın şair Emily Dickinson'ın yaşantısına bakmak gerek. Dickinson, bir şiirin de şöyle der:
"Yazgıysa neden bütün bunlara
Diyarı yok erkek akrabanın
Bir zindandan başka
Hapsettiği –Yalnızca Ev"