27 Kasım 2014
Martin Luther Cehennem korkusu
Samuel Ullman - Gençlik
Gençlik hayatın bir evresi değil, bir akıl ve ruh durumudur. Mesele gül yanaklı, al dudaklı olmak ya da esnek dizlere sahip olmak değil, arzulu olmak, nitelikli hayal gücüne ve güçlü duygulara sahip olmak meselesidir; O, yaşamı besleyen pınarların taze kalmasıdır.
Gençlik cesaretin korkaklığa, maceracılığın kolaycılığa galip gelmesidir. Bu duruma 60 yaşındaki bir adamda 20 yaşındaki bir delikanlıda olduğundan daha fazla rastlanması sıkça görülen bir şeydir. Kimse yaşadığı yıllar yüzünden yaşlanmaz. Bizi yaşlı yapan ideallerimizden uzaklaşmamızdır.
Yıllar cildimizi kırıştırabilir fakat yaşama coşkusunu yitirmek ruhumuzu kırıştırır. Üzüntü, korku ve özgüven eksikliği kalbi büker, ruhu toza döndürür.
60 ında veya 16 sında, farketmez, her insanın kalbinde merakın cazibesi, o şaşmaz çocuksu "bundan sonra ne olacak?" tutkusu ile yaşam denen oyunun heyecanı vardır. Sizin ve benim kalplerimizin merkezinde bir telsiz istasyonu bulunuyor; o, insanlardan ve sonsuzluktan güzellik, ümit, neşe, cesaret ve güç mesajları aldığı sürece genç kalırsınız.
Antenler kapanır ve ruhunuz kuşku karları ile kötümserlik buzlarıyla kaplanırsa yirmi yaşında bile olsanız yaşlanmışsınızdır. Ama antenleriniz iyimserlik dalgalarını yakalamak için açık durduğu sürece, seksen yaşında bir genç olarak ölmeyi ümit edilebilirsiniz...
Samuel Ullman / 1917
Pablo Neruda " Gün asla kaymaz ellerinden. Korursun güneşi, toprağı, menekşeleri. Uyuduğunda zarif gölgenle. Ve aynen böyle, her sabah. Hayat verirsin bana."
Postacı ve şair arasındaki konuşma şöyle gelişir:
- Demek istiyorum ki, ozan olsaydım söylemek istediğim her şeyi söyleyebilirdim.
- Ne söylemek istiyorsun peki?
- İşte asıl sorun bu ya. Ozan olmadığım için söyleyemiyorum.
Neruda, genç postacıya sahili izleyerek körfeze gitmesini ve yol boyunca denizi gözlemleyerek metaforlar üretmesini önerir. Metaforun ne demek olduğunu soran postacıya örnek olsun diye de, bir şiirini okur:
Her an kendinde doğuyor.
Diyor ki, evet, diyor ki hayır, hayır
Evet diyor maviler içinde,
Köpükler içinde, hızlı hızlı
Diyor ki hayır hayır
Sakin duramıyor hiçbir zaman
Sürekli çarparak bir kayaya, ama başaramayarak onu inandırmaya
Benim adım deniz diyor
Böylece yedi yeşil diliyle, yedi denizden ona doğru koşuyor
Onu öpücüklere boğuyor, ıslatıyor
Adını yineleyerek göğsünü dövüyor.
Ve böylelikle güzel bir dostluk başlar, Şilili şair Pablo Neruda ile postacı Mario Jimenez arasında!..
Bir gün, Mario, âşık olduğunu açıklar. Neruda, ''Ağır hastalık sayılmaz, çaresi var,'' diyerek kızın adını sorar. Postacı âşık olduğu kızın adını söyleyince İtalyan şair Dante'yi anımsar Neruda: ''Beatrice...'' (Dante'nin büyük aşkının adı da Beatrice'dir, Beatrice Portineri.)
Postacı Mario, sevgilisini anlatırken Neruda'ya partisi tarafından Şili Cumhurbaşkanlığı'na aday gösterildiği haberi gelir. Cumhurbaşkanlığı'na Allende seçilince kazanmaya niyeti olmayan şair memnunluk içinde yeniden köyüne döner. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Neruda, daha sonra Paris'e büyükelçi olarak gönderilir. Şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Sürekli olarak mektup yazan Neruda, postacı dostuna ses alma aracı göndererek şunları ister: ''Denizi özlüyorum. Kuşları özlüyorum. Bana evimin seslerini gönder. Bahçeye gir ve çanları çal. İlk önce rüzgârın hareketiyle sallanan küçük çanların ince seslerini kaydet, sonra büyük çanın ipini beş altı kez çek. Kayalıklarda yürü Mario, dalgaların patlayışını kaydet.''
Mario Jimenez şair dostunun ''metafor''a ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlayarak isteğini yerine getirir!..
Pablo Neruda evine döndüğünde oldukça hastadır. Ama, kısa bir süre sonra çok sevdiği ülkesinde büyük bir düş kırıklığı yaşar: Şili'de faşistler yönetimi ele geçirirler... Dikta rejiminin askerleri şairin evini abluka altına alırlar. İstedikleri, zaten hasta olan devrimci şairin bir an önce ölmesidir.
Ama, Mario, şairin kapısını çalmayı başarır. Neruda, yıllar önce kendisine şair olmak istediğini söyleyen postacı dostunu görünce tutamaz gözyaşlarını... Beatrice ile evlenmiş, bir de oğlan babası olmuştur Mario... Neruda hasta yatağından kalkıp pencereden denizi görmek ister ama Mario, ''Serin bir rüzgâr esiyor...'' diyerek karşı çıkar. Neruda'nın yanıtı muhteşemdir: ''Ne gizlemek istiyorsun benden? Belki de pencereyi açtığımda deniz artık orada, aşağıda olmayacak? Onu da mı götürdüler?''
Faşistlerin şaire ulaşmasını yasakladıkları telgrafları ezberleyen Mario, hepsini birer birer okur!.. Son anlarında hastaneye kaldırılan Neruda'nın Şili'deki tüm ozanlarınkine benzeyen ''davul gibi'' bedenini çürümeye yolculayanlar arasında sadık dostu Mario Jimenez de vardır... Böylelikle şairin iki dizesi gerçek olur.
Neden böyle sadık bana iskeletim?
Ataol Behramoğlu - Ağustos konuğu
-Arıdan irice, kanatları renkli-
Dolaştı bir süre, vızıldamadan.
Sonra bulup yolunu pencerenin
Çıkıp gitti
Bir öykü çeviriyordum Çehov'dan
Masamda bira bardağı
-Odam, kitaplarım,olağan dünyam-
Tül perdede ağustos ışınları
Tanık oldu yaşamıma
Bu uçucu böcek, sadece bir an
Çıkıp gitti sonra
Tıpkı yaşamıma bir an katılan
Sonra yitip giden bir sevgili gibi
Franz Kafka "Belirli bir noktadan sonra geri dönüş yoktur. Bu noktaya erişmek de gerekir."
Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.
İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet’ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötür geri dönemiyorlar.
Sen ödevsin. Ama görünürde öğrenci yok.
Olumsuz davranışlarda bulunmak bizden istenir, olumlu davranışlar ise zaten bizimdir.
Bir kitap, içimizdeki donmuş denize indirilmiş bir baltadır.
Aylaklık bütün kötülüklerin kaynağı, bütün erdemlerin tacıdır.
Kargalar, bir tek karganın göğü yok edebileceğini ileri sürer. Ona kuşku yok; ama göklerin kulağı duymaz böyle bir savı; çünkü gökler kargaların yokluğu demektir.
Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görülür, bir başkası ise erişilmez.İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği eski hücresinden alınıp ilk işi nefret etmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp yakarır. Bunda belli bir inancın kalıntısı da etkilidir. Taşınma sırasında efendi koridorda görünecek tutuklaya şöyle bir bakacak ve diyecektir ki: “Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık…
Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umudumuzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar.
Dünyayla arandaki savaşımda, dünyanın yanında ol.
Gerçek bir düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.
Yıllar önce birgün, tabii oldukça üzgün bir halde, Laurenziberg yamaçlarında oturuyordum. Yaşamdan dilediklerimi gözden geçiriyordum. En önemli ya da bana en çekici geleni, bir yaşam görüşü kazanma dileğiydi(ve -bu tabii ki onun zorunlu bir kısmıydı- yazarak bu hayat görüşünün doğruluğuna başkalarını ikna etmekti); öyle ki yaşam yine kendi doğal, keskin iniş çıkışlarını koruyacak ama aynı zamanda aynı açıklıkta bir hiç, bir rüya, bir boşlukta dolanıp duruş olarak kabul edecekti. Güzel bir dilekti belki, ama eğer doğru dürüst dilemiş olsaydım onu.
Dünyadaki uyumsuzluk, şükür ki sadece sayısal bir uyumsuzluğa benziyor.
Öte tarafa göçenlerden birçoğunun gölgesi, ölüm ırmağının dalgalarını durmaksızın yalar; çünkü ırmak bizim bulunduğumuz yerden o tarafa akar ve hala bizim denizlerimizden tuzlu tadını taşır. Sonra birden tiksintiyle kabarır ırmak, gerisin geriye akar ve ölüleri yeniden yaşamın içine bırakır. Ama ölüler mutludur; şükran türküleri söyleyip gazaba gelmiş ırmağı okşayıp severler.
Belki bir şeylere sahipsin, ama kendi varlığın yok savına verdiği cevap, bir titreme ve yürek çarpıntısı oldu sadece.