25 Mart 2019

Wilhelm Reich "Sevgi, çalışma ve bilgi yaşamımızın tükenmez kaynaklarıdır. Öyleyse, yaşamı onların yönetmesi gerekir."

Önümüzdeki yüzyıllar boyunca dostlarını öldürecek, bütün halkların, proleterlerin ve tüm ülkelerin führerlerini efendilerin olarak selâmlayacaksın. Her geçen gün, her geçen hafta, her geçen onyıl bir efendiyi bırakıp öteki efendiyi göklere çıkaracaksın; bu arada kendi bebelerinin yakarılarını, delikanlılarının perişanlığını, kadın ve erkeklerin özlemlerini işitmeyeceksin.

Yüzyıllar boyunca, yaşamın korunması gereken durumlarda kan dökeceksin ve özgürlüğü cellatların yardımıyla sağlayacağına inanacaksın; böylece kendini tekrar tekrar aynı bataklığın içinde bulacaksın. Yüzyıllar boyunca, kendilerini bir şey sanan laf ebelerinin dediklerini yapacaksın ve yaşam, senin yaşamın, seni çağırdığında sağır kesilecek, duymayacaksın. Çünkü yaşamdan korkuyorsun, küçük adam, çok korkuyorsun. Yaşamı öldüreceksin, bunu yaparken de "sosyalizm" uğruna, ya da "devlet", "ulusal onur" uğruna, ya da "Tanrı'nın büyüklüğü" uğruna yaptığına inanacaksın. Bilmediğin ve bilmek istemediğin tek bir şey var: Kendi zavallılığını saatten saate, günden güne yaratmakta olan kendinsin; çocuklarını anlamıyorsun; yürekliliklerinin, özgüvenlerinin gelişmesine fırsat vermeden öldürüyorsun onları, köreltiyorsun; dimdik durmalarına fırsat kalmadan belkemiklerini yok ediyorsun; sevgiyi çalıyorsun, para delisisin, başkalarına üstün olmak, onları yönetmek, güçlü olmak için can atıyorsun; iktidar delisisin sen, "efendi" olabilmek için kapında köpek besliyorsun.

İşte bütün bunları bilmiyorsun sen küçük adam. Yüzyıllar boyunca yolunu sapıtacaksın, sonunda sen ve senin gibiler, genel bir toplumsal sefalet sonucu hep birlikte öleceksiniz; sonunda, ilk kez kendi içine baktığında, varlığının korkunçluğu ve çirkinliği, ince, zayıf bir kıvılcım halinde belirecek. Bu senin içinde yanan ilk kıvılcım olacak. Sonra yavaş yavaş ilerleyecek ve karanlıkta el yordamıyla yolunu bulan biri gibi, dostunu —yaşamın sevgi, çalışma ve bilgi üzerine kurulduğuna inanan adamı aramayı öğreneceksin; onu anlamayı ve ona saygı duymayı öğreneceksin. Bundan sonra yaşamın için kitaplığın boks maçından daha önemli olduğunu anlamaya başlayacaksın; ormanda düşüne düşüne yürümenin sokaklarda tören yürüyüşü yapmaktan daha önemli olduğunu, iyileştirmenin öldürmekten, sağlıklı bir özgüvenin ulusal bilinçten daha önemli olduğunu ve alçakgönüllülüğün yurtsever ya da yurt düşmanı naralardan daha iyi olduğunu anlamaya başlayacaksın.

Bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldur. Bugün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe kötü ve aşağılık yöntemle varılmaz. Yaptığın her toplumsal devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insancıllıktan uzak oluşu seni de seni de kötü ya da insanlıkdışı yapmakta ve böylece ereğe varmanı da olanaksız kılmaktadır.

TIK

WİLHELM REİCH - DİNLE KÜÇÜK ADAM


Neyzen Tevfik - Azab-ı Mukaddes

 
Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!
Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney im ve mey imle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz.
Size fazla bir hizmet olamadı. Şimdilik:
Başı yoktur sonu yoktur bu kitab-ı dehrin
Ortasından elimizde iki üç yaprak var mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. Baki hürmetler, hepinizin gözlerinizden öperim.


KITA
Felsefemdir kitab-ı imanım,
Taparım kendi ruhumun sesine.
Secde eyler hakikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.
Neyzen Tevfik



Çoban Armağanını Sunarken! 

Her eser yazanın gittiği yola uyarak şu karalamalarım için bir iki kelimelik söz de ben söyleyeyim.

Aşinalarım iyi bilirler ki ben şimdiye kadar kendi kendime hasbihal kılıklı yazdığım üç beş satırı hiçbir zaman okuyun di­ye kimseye sunmadım. Zaten bence şu muhakkak ki, herhangi bir yazıyı bitirinceye kadar, duyduğum cılız heyecanımın ne­şesini hisseder gibi olurum. Eserin bitmesiyle beraber o heye­can da uçar gider. Yani onlar bende yok veya yanmış sayılır. Israrsız tekrarına lüzum dahi görmem.

Bunların kitap şeklinde basılması ne hatırımdan ne de ha­yalimden geçti. Fakat yıllardan beri birçok dostlarım, belki de bana bir teselli olur diye bu birkaç mısraın basılmasını ısrarla teklif ettiler. Hâlâ da eder dururlar. Hatta:"Bunları  bize  ver,  biz  bastıralım.  Sen  karışma,"  diyenler pek çok olmuştur.

Bense bu teklifin ne kadar güç olduğunu bildiğim için bu sözleri ne dostlarım söylemiş, ne de ben duymuşum gibi te­lakki ettim.

Ne garip ki benim bu yoldaki ümitsizliğim, şu son yıllarda canlanır gibi oldu. Hatta aziz dostlarımdan birkaç zatın tenezzülen himmetleriyle şimdi de basılıyor. Bu kitap haline geliş, ayakkabımın pençesini yaptırmakta tereddüt gösteren benim için, kudretimin yetmeyeceği bir mesele.

Memleketçe bilindiği üzere bu yazıların hemen pek çoğu has­tanelerde, diğer kısmı meyhanelerde, baştan çıktığım perişanlık devirlerinde yazılmış veya sayıklanmıştır.  Bersami  hamlelerin tufan ve girdapları ortasında dönerken, şuraya buraya veya has­tane duvarlarına karalanan veya mırıldandığım sıralarda tesa­düfen yanımda bulunanlar tarafından not edilen bu dağınık söz­lerde, asla mutlak bir hikmet olduğunu kabul etmiyorum.

Nitekim tıp fakültesinde ve diğer hastanelerdeyken; adiarı güzide hekimlerimiz arasında sayılan Doktor İsmail Celal Pa­şa,  Derviş  Asaf  Paşa  ve  daha  isimlerini  unuttuğum  birçok muhterem dostlarım tarafından o zamanlar okunmuş, gülün­müş, birçok tarafları şaka ve latife olarak kabul edilmiştir.

Yıllardan beri geçirdiğim ruhi hamlelerin üzerimde hüküm sürdüğü anlarda hemen hemen gayrişuurî ve gayriiradî dene­cek bir halet-i  maraziye devrinde ifade edilen bahis  mevzuu şiirlerin, sonlarındaki söylenme tarihleri de bunun böyle oldu­ğunu tespit etmektedir.

Muasırlarımın diliyle yazdığım bu şiirlerde Arapça ve Fars­ça kelimeler çok gibi görünecektir. Bugün için bilhassa genç­ler tarafından anlaşılması zor olan  bu kelimeleri çıkarıp ata­mazdık. Kitabın sonundaki lügatçe bu mahzuru kısmen olsun, telafi edecektir zannederim.

Şimdiye kadar ben, gerek sazımdan, gerek sözümden dün­ya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim. Yet­miş yıldır sazımla sözüm yüzünden elime geçen para; Tavuk- pazan meyhanelerinde, hesabını bilir bir sarhoşa meze dahi temin edemez. Anlatayım:

Sazımı hiçbir zaman paraya tabi kılmadım. Böyle bir vazi­yeti  beni yaşatan en büyük hayat arkadaşım, sadık ve vefalı neyime karşı hakaret telakki ederim. Doldurduğum  yüze  yakın  plaktan  aldığımın  yüzüne  dahi bakmadım.

İşgal devrinde Eskişehir’deyken, Hiç’i yazmıştım. Bunu üs­tat Ahmet Halit Bey basmak lütufkârlığında bulundu. Müteşek­kirim.  Kaç  nüsha  basıldı?  Bunu  sormak cüretini  kabul  ede­
mem.  Yalnız  şunun  farkındayım ki,  hepsini tanıdığım  halde, hiçbir işportacının sergisinde veya bir aktar dükkânında kese­kâğıdı olarak da görmedim.

İşte bu ilk perişannamenin kârından Ahmet Halit Yaşaroğlu, Sirkeci’de Manto denilmekle maruf olan meyhaneciye beş lira olan borcumu verdi. Bana da zannedersem bir miktar ki­tap vermişti. Onları ise Eskişehir’de Yunanlılar alıp götürdüler.

Cumhuriyet’in ilanından sonra iki formalık diğer bir eseri­mi  rahmetli  Haşan  Sait  Çelebi  bastırdı.  Bana da eser sahibi olarak, Avukat Haşan Hayri’den aldığı bir lirayı getirip verdi.
Telif hakkı ödeniyor, şaka değil.

Birkaç sene evveldi. Çapanoğlu Münir Süleyman bana, ha­yat ve ahvalimden ve birkaç perişan sözümden seçme yapa­rak bir kitap yazacağını söyledi

Benim için böyle konuşmaya bile değmez olan bu kitabın basılmasını manalı bir sükût ile karşıladım. Yani demek isti­yordum ki:

“Bu kadar aşinalığımıza ve dostluğumuza binaen artık bu kitabın  basılmasından sonra bırakacağı kârdan,  bana da kü­çük bir kemik parçası fırlatırsınız!” Bu sadece bir ümitti.

O   günlerde otuzuncu veya bilmem kaçıncı dosyamı tanzim ettirmek için Bakırköy Tımarhanesi’nde bulunuyordum. Kita­bın basıldığını kıymetli Doktor Neşet Halil Öztan söyledi.

Hastanede gayet güzel bakılıyordum. Buna rağmen otelin oda kirası veya insan olmak bahanesiyle asgari derecedeki ih­tiyaçlardan bazılarını teyemmüm kabilinden gidermek için, bu kitaptan üç beş kuruş gelir diye ümitleniyordum. Elimden gel­diği kadar bekledim. Hiçbir ses çıkmadı.

“Meşguliyetleriyle  beni  düşünemediler,”  diye  tevil  ettim. Aziz kadehdaşım Tarık Carım’la haber gönderdim. Bizim Ta­rık, münfail bir suratla dönüp geldi. Sebebini sordum. Münir Süleyman  Çapanoğlu’nun  fena  halde  hiddetlenip,  köpürüp, Tarık Carım’a adeta nahoş bir vaziyette:

“Ne  parasıymış!”  diyerek  çıkıştığını  anladım.  Ben  de  sö­zümden vazgeçtim.

İşte, sevgili okuyucularım, bu kitaptan kalıp kalmadığını siz benden daha iyi bilirsiniz!

Anlattığım bu vaziyetlere göre açıkça:

“Davul senin  boynunda kalsın,  parsayı  biz toplayacağız,” demek istediler.

Ayrıca birçok gazete ve mecmualarda haberim olmadan veya yanlış bir şekilde veyahut da bana ait olmayan parçalar basıldı.

Saygısız  ve  münasebetsiz  bazı  şöhret  sevdalıları,  benim adımla etrafa fışkı attılar. Böylece memleketimin kıymetleriy­le aramı açmaya çalıştılar.

Hatta yine böyle bir hadisede Ahmet Emin Yalman’a Bakır­köy Tımarhanesi’nden  gönderdiğim ve
Vatan gazetesinin  26 Kasım  1945 tarihli sayısında çıkan  mektubumun  bir yerinde şöyle demiştim:

“Kimler tarafından yazıldığı bence malum olmayan bu yolda­ki daha birçok hezeyanların bana isnat edildiğini biliyorum. Hat­ta ağızdan ağza yayılmazdan evvel maarifçi birçok dostlanma hususi surette  okudukları  ve yazdıkları  bu  melanet zifoslarını, bana isnat etmekten çekinmeyen bulanık ruhlu,  kuş beyinli şa­hısların kimler olduğunu; aşinalarımın keskin zekâları seçmekte ve şahsiyetlerini tayindehiç de güçlük çekmemektedirler... ”

Çok şükür bütün gayretime rağmen fısıltıyla konuşup hay­kırdığını  zannedenler  kadar  cesur;  yüzlerine  maske  takıp emek, fikir, ad ve haysiyet hırsızlığı yapanlar kadar medeni bir insan olamadım.

Bu bahis açılmışken şü alakayı kaydetmeden geçemeyece­ğim. 
Vatan gazetesi son zamanlarda bazı şiirlerimi her birini on beş yirmi liralık ücretle basmak nezaketini gösterdi. Bu im­kânı veren Ahmet Emin Yalman’a burada teşekkür ederim.

Azâb-ı Mukaddesim, bence çok kıymetli olan hazırlanması himmetinin  kahramanı;
Vatan gazetesi  muharrirlerinden  hu­kukçu İhsan Ada’dır.

Eğenin bu kıymetli çocuğu, Akdeniz dalgalarının ninnileriy­le büyüyen bu Türk genci, eserin vücuda gelmesi için yorul­mak bilmez bir şekilde çalıştı. Fikren, bedenen, nakden feda­kârlık yapmıştır. Şu kalenderane yazıların yolunda yapılan bu fedakârlığın, eserin fakirane kıymetiyle müsavi olmadığını bi­lirim. Rodoslu İhsan’ın bu gayret ve yardımlarının minnetini ödeyemeyeceğim.

Bu hususta ehemmiyetli ve vâkıfane bir şekilde yardımı do­kunan, diğer dostumuzla; yanlarında bulunan şiirlerimin kop­yasını vermeleri için yapılan müracaatları kabul edenlere de­rin minnet hislerimi bildiririm.

Bu  eserin  basılması  hususunda  ayrıca  güçlükler  vardı. Bence bu cildi, yukarıda da söylediğim gibi doğrudan doğru­ya bastırmak imkânsızdı. Yaptığımız bazı teşebbüsler arasın­da Kardeşler Basımevi aramızda kararlaştırılan hükümler da­iresinde basmayı deruhte etti. Telif hakkı ve kitap verdi. Bu hususta gösterdiği lütuftan dolayı basımevinin sahiplerinden Kemal Onan’a teşekkür ederim.

Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!

Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; neyim ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bas­tınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!

Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Ha­talarıma göz yumup bunları hoş görünüz!

Size fazla bir hizmetim olamadı. Şimdilik;

Başı yoktur sonu yoktur şu kitab-ı dehrin, 
Ortasından elimizde iki üç yaprak var. mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. 
Baki hürmet­ler, hepinizin gözlerinizden öperim.

Beşiktaş, Saman İskelesi, 10 Eylül 1948
Neyzen Tevfik Kolaylı

Abidin Dino " Mutluluğun değil ama sevincin resmini zaman zaman yaptım."



“Mutluluğun değil ama sevincin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun yapıldı da, mutluluğun hayır. Büyük sevinçler yaşadım. Evet, tekrar tekrar yaşadım. Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasaydı, çoktan yok olmuştum.” 


 


Şükran Kurdakul - Al Beni Sevecenliğine


Ben sevdayım, al beni sevecenliğine
Ben gülüm, dallarına aşıla beni
Çocuğum ben, göğsünde büyüt,
Umudum ben, düşüncende geliştir.

Acıyım, gerçeği ararsan bende,
İnancım, coşkuyu yaşarsan bende..


Erich Fromm - Psikanaliz Ve Zen Budizm


Bu  kitap  1957  yılı  Ağustos  ayının  ilk  haftasında  Mek­sika,  Cuernavaca’da  Özerk  Meksika  Ulusal  Üniversitesi, Tıp  Fakültesi  Psikanaliz  Bölümünün  çağrısı  üzerine  ya­pılmış  bir  toplantıdaki  çalışmalardan  kaynaklanmıştır.

Bundan  yirmi  yıl  önce  bir  ruhbilimci  meslektaşlarının Zen  Budizm  gibi  «gizemci»,  dinsel  bir sistemle  ilgilendiğini duysa  şaşırır,  hatta  apışır  kalırdı.  Hele  meslektaşlarının çoğunun  yalnız  ilgilenmekle  kalmayıp  adamakıllı  bu  işin içinde  olduklarını  ve  birlikte  geçirmiş  oldukları  hafta içinde  Dr.  Suzuki'yi  yakından  tanımanın,  görüşlerini  iz­lemenin,  üzerlerinde  en  azından  son  derece  uyarıcı  ve tazeleyici  bir  etki  yapmış  olduğunu  öğrenmiş  olsaydı şaşkınlığı  büsbütün  artardı.

Bu  değişime  neden  olan  etkenler  bu  kitapta  anla­tılacaktır.  Burada  kısaca  özetlemek  için  bu  nedenleri psikanaliz  kuramındaki  yeni  gelişmelere,  Batı  dünyasın­daki  hem  düşünsel,  hem  ruhsal  ortam  değişikliğine  ve  ki­taplarıyla,  konuşmalarıyla,  kişiliğiyle  Batı  dünyasını  Zen Budizmle  tanıştırmış  olan  Dr.  Suzuki'nin  çalışmalarına bağlayabiliriz.

Ben  bu  toplantıda  yaptığım  konuşmayı  bütünüyle yeni  baştan  gözden  geçirerek  bu  kitabı  meydana  getir­dim.  Hem  biraz  genişlettim,  hem  de  içeriğinde  bazı  de­ğişiklikler  yaptım.  Bu  değişiklikleri  yapmama  toplantının benim  üzerimde  yaptığı  etki  neden  oldu.  Gerçi  toplantı öncesinde  de  Zen  Budizmle  ilgili  edebiyatla  tanışıklığım vardı;  gene  de  toplantının  üzerimde  yaptığı  uyarıcı  etki ve  konu  üzerinde  sonradan  da  düşünmemi  sürdürmüş  ol­mam  görüşlerimde  değişmelere  ve  önemli  gelişmelere  yol açtı.  Bu  sözlerimle  yalnızca  Zen  konusundaki  anlayışım­daki  değişimi  değil,  ama  aynı  zamanda  bilinçdışım  oluş­turan  şeylerin  neler  olduğu,  bilinçdışının  bilince  dönüş­türülmesi  ve  psikanaliz  yoluyla  tedavinin  amacı  gibi  psik­analizle  ilgili  görüşlerimde  olan  değişimi  de  anlatmak  isti­yorum.