09 Mayıs 2021
Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler - Ortega y Gasset
José Ortega y Gasset, Camus’ye göre, “Nietzsche’den sonra belki de en büyük Avrupa’lı yazardır”.
1955 yılında hayata veda eden İspanyol filozof José Ortega y Gasset, 1925 yılında kaleme aldığı “Sanatın İnsansızlaştırılması” ve “Roman Üstüne Düşünceler” başlıklı iki uzun denemesinde, çağının sanatı ve edebiyatı üzerine düşüncelerini ortaya koyuyor.
“Sanatın İnsansızlaştırılması” ve “Roman Üstüne Düşünceler” çarpıcı, cesur, derinlikli ve isabetli saptamalarıyla, güncelliğini koruyan, her zaman heyecanla okunacak klasik metinlerden.
“Kimi dostlarımdan, özellikle de bazı genç yazarlardan bir roman yazmakta olduklarını işittiğimde, bunu nasıl olup da sakin bir ses tonuyla söylediklerine pek şaşırıyor, onların yerinde olsam tir tir titrerdim diye düşünüyorum. O sükûnetin altında büyük çaplı bir bilinçsizliğin yattığından kuşkulanıyorum, belki de haksızımdır, ama başka türlüsü elimden gelmiyor işte.”
Halkın Yeni Sanatı Beğenmemesi
Fransa’nın dâhi düşünürü Guyau’nun iyi geliştirilmemiş, ama yine de dâhice olan birçok düşüncesi arasında, sanatı toplumbilimsel açıdan inceleme tasarımını da saymak gerekir. İlk bakışta insana kısır bir konuymuş gibi geliyor. Sanatı toplumsal etkileri yönünden ele almak turpu yapraklarından yakalamaya ya da insanı gölgesinden incelemeye pek benzer görünüyor. Sanatın toplumsal etkileri, ilk bakışta estetik özüne öylesine yabancı, öylesine uzak bir şey ki, onlardan yola çıkarak biçemlerin derinine nasıl inileceği pek anlaşılamıyor. Guyau, kuşkusuz, dâhice tasarımından en iyi sonucu almış değil. Yaşamının kısalığı, öyle trajik bir telaşla ölüme koşuşu, esinlerini berraklaştırmasını, ilk elde düşünülen en açık seçik şeyleri bir yana bırakarak öze ilişkin en derin şeyleri irdelemesini engelledi. Denebilir ki Toplumbilimsel Açıdan Sanat kitabından varolan yalnızca adı; kalanı hâlâ yazılmayı bekliyor.
Bir sanat toplumbiliminin ne denli verimli olacağını, hiç beklemediğim bir anda, birkaç yıl önce, bir gün Debussy ile başlayan yeni müzik çağı üstüne bir şeyler yazmak durumunda kaldığımda keşfettim. Niyetim yeni müzik ile geleneksel müzik arasındaki biçem ayrılığını elimden geldiğince açıklıkla tanımlamaktı. Sorun kesinkes estetik nitelikliydi, gelgelelim en kestirme yaklaşımın bir toplumsal olgudan yola çıktığını fark ettim: Yeni müziğin halk tarafından beğenilmemesinden.
Bugün dileğim daha genel düzlemde konuşmak ve Avrupa ’da hâlâ bir geçerliği olan tüm sanatlara değinmek: Yani, yeni müziğin yanı sıra yeni resim sanatına, yeni şiire, yeni tiyatroya. Gerçekten de her tarihsel çağın tüm dışavurumlarında kendi kendisiyle sımsıkı bir dayanışma içinde bulunuşu şaşırtıcı, gizemli bir şeydir. En değişik sanatlarda aynı esin, aynı biyolojik biçem nabız gibi atar. Genç müzisyenin hiç farkına varmaksızın seslerle gerçekleştirmeyi amaçladığı şey, çağdaşı olan ressam, şair, tiyatro yazarıyla aynı estetik değerlerdir. Ve bu sanatsal anlam tıpkılığı, kaçınılmaz biçimde aynı toplumsal sonucu verecektir. Gerçekten de, yeni müziğin halk tarafından beğenilmeyişine öteki esin perilerinin de beğenilmeyişleri karşılık veriyor. Genç sanatların hiçbiri beğenilmiyor, bu da öyle rastlantılardan falan ileri gelmiyor, o sanatların kendi özünden kaynaklanan bir yazgının gereği.
Diyeceksiniz ki her biçem yeni doğduğunda bir karantina aşamasından geçirilir; Hernani’nin çevresindeki savaşımı ve romantizm ortaya çıktığında verilen bütün öteki savaşımları anımsatacaksınız. Öyle ama, yeni sanatın halk tarafından beğenilmeyişi olayının bambaşka bir çehresi var. Halka malolmayan şey ile halkın beğenmediği şey arasında ayrım yapmak gerekir. Yenilik getiren biçem halka maloluncaya değin bir süre geçer; halka malolmuş değildir, ama beğenilmiyor da denemez. Genelde ileri sürülen romantik sanatın patlak verişi, sanatın şimdi sergilediğinin tam tersi yönde bir toplumsal olguydu. Romantizm, eski klasik sanatı zaten hiçbir zaman bağrından kopmuş bir şey gibi görmemiş olan “halk”ın gönlünü çok çabuk kazanmıştı. Romantizm’in savaşmak zorunda kaldığı düşman, aslında şiirde “eski rejim”in eskimiş kalıplarında kasılıp kalmış bir seçkin azınlık oldu. Romantik yapıtlar –basımevinin icadından sonra– çok sayıda baskısı yapılan ilk kitaplardır. Romantizm halkın tam anlamıyla benimsediği bir biçem oldu. Demokrasinin ilk çocuğuydu, kitleler de onu olabildiğine şımarttılar.
Oysa yeni sanat, kitleleri karşısına almış durumda ve hep öyle kalacak. Özü gereği halkın beğenisini kazanamıyor, dahası: Halkın beğenisine karşıt. Ürettiği bir yapıt halkta hemen kendiliğinden tuhaf bir toplumsal etkiye yol açıyor. İkiye bölüyor halkı: Bir yanda kesin azınlıkta kalan ufacık bir yandaş topluluğu; ötede sayısız karşıtlar çoğunluğu. (Ne idüğü belirsiz züppe türünü bir yana bırakalım). Dolayısıyla, sanat yapıtı, iki karşıt gruba ayıran, kalabalığın biçimsiz kitlesini iki değişik ve kesin insan sınıfına bölüp seçen bir toplumsal güç işlevi görüyor.
Bu iki uzlaşmaz sınıfı birbirinden ayıran ilke nedir? Aslında her sanat yapıtı fikir ayrılıklarına yol açar: Kimilerinin hoşuna gider, kimilerinin gitmez. Bu ayrım düzenli bir nitelik taşımaz, belli bir ilkeye uyuyor değildir. Kişisel karakterimiz rastlantısal niteliğine göre bizi iki öbekten birine sokacaktır. Ne var ki yeni sanat söz konusu olduğunda, ayrım, kişisel beğeni farklarından daha derin bir düzlemde gerçekleşiyor. Sorun genç yapıtların halkın çoğunluğunun hoşuna gitmemesi, azınlığın hoşuna gitmesi değil. Sorun şu ki çoğunluk, kitle, onu anlamıyor. Hernani’nin gösterilerine giden eski kafalılar Victor Hugo’nun dramını pek güzel anlıyorlardı, anladıkları içindir ki hoşlanmıyorlardı. Belli bir sanatsal duyarlığa bağlı kalmışlardı, romantik yazarın kendilerine önerdiği yeni sanatsal değerlerden iğreniyorlardı.
Bana kalırsa, yeni sanatın “toplumbilimsel bakış açısından” özelliği,
halkı şu iki sınıfa ayırması: Anlayanlar ve anlamayanlar. Bu durumda,
bir kesimde, ötekine bağışlanmamış olan bir anlama organı var demek
oluyor; demek bunlar insan soyunun iki ayrı türü. Öyle anlaşılıyor ki
yeni sanat, romantik sanat gibi, herkese göre değil, özel yeteneği
bulunan bir azınlığa yönelik. İşte kitlelerde öfke uyandırması bundan
ötürü. İnsan bir sanat yapıtını sevmese de, anlamışsa, kendini ona üstün
duyar ve sinirlenmesine gerek kalmaz. Ama yapıtın yol açtığı
hoşnutsuzluk anlaşılamamış olmasından ileri geliyorsa, insan mahcup
olur, sezinlediği karanlık aşağılık bilincini dengeleyebilmek için de
yapıt karşısında küçümsemesini belirterek kendini kanıtlar. Genç sanat,
yalnızca ortaya çıkmasından ötürü, halim selim kentsoyluyu kendini
nasılsa öyle duymaya zorlamaktadır: Sanatın kutsal ilkelerinden nasibini
alamamış, her türlü saf güzelliğe kör ve sağır bir yaratık; dedik ya
halim selim bir kentsoylu işte. Ha, şimdi yüzyıl süreyle kitlelere
yaranmaya çalıştıktan, “halk”ı göklere çıkardıktan sonra insan öyle
elini kolunu sallayarak, cezasızca yapamaz bunu. Her şeye egemen olmaya
alışmış bulunan kitle, yeni sanat karşısında kendi “insan hakları”nın
çiğnendiğini duyar, çünkü yeni sanat ayrıcalıklılarındır, soylu
sinirlere, içgüdüsel bir aristokrasiye göredir. Genç esin perileri
nereye giderse gitsin, kitleler kovar onları.
Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler
Friedrich Schiller ve Sahne
Ama sahne için eser olmadıkça bütün bu sözler neye yarar? Bu yolda dramatik eserler gerek; ve işte Schiller'in ilk eserleri o çağ için yeni bir dünyaya pencere açan eserler oldu: Bunların başında da 'Die Râuber = Haydutlar' gelmektedir.
Schiller, 'Haydutlar'ında, her şeyden önce 'insan'ı ele almıştır; hem de bütün iç hayatiyle canlı bir varlık olan insanı göstermek istemiştir. Dramatik davranışın başlangıcını da o, burada görmüştür. Konu olarak bu eser, iki ayrı yaradılışta, biribirini çekemiyen, biribirine düşman olan iki kardeş motifini işler.
Kritisizm
Eleştirici Felsefe
Bu görüşü sistemleştiren ve geliştiren Immanuel KANT (1724-1804) tır. Kant empirizm ile rasyonalizmi uzlaştırmaya çalışır. Kant’a göre insan bilgisi deneyle başlar fakat deneyden doğmaz. Deney bilgilerimizin sadece hammaddesini oluşturur. Bu hammaddenin bilgi haline gelebilmesi için bir kalıba, forma sokulması gerekir. Kant insan zihninde duyarlılık, imgelem, ve anlayış olmak üzere üç ayrı parça olduğunu söyler. Bunlar dış dünyadan gelen malzemeye form kazandırır.
-Duyarlılık; Dış dünyadan duyular yoluyla gelen izlenimleri alır ve birbirine bağlar.
-Anlayış; Duyarlılıktan gelen malzemeyi aklın a priori (deneyden önce) kategorilerine yerleşir. Kategoriler 12 tanedir ve dış dünyadan gelen malzemeye biçim vererek bilgiyi oluşturur. Bu nedenle insan dış dünyadan aldığı malzemenin ne olduğunu hiçbir zaman bilemez. Ancak 12 kategorinin verdiği şekle göre bilebilir.
Eşyanın veya varlığın zihnimizde işlemden geçmeden önceki haline kant ‘’numen’’ adını verir. Onların zihnimizden geçtikten sonraki haline ‘’fenomen’’ adını verir.
Kant’ın felsefi sisteminde insan, dış dünyayı zihnin yapısına, kategorilerin malezemeye verdiği şekle göre bilir. Zihin formları olan kategoriler bütün insanlarda aynıdır. Bu nedenle herkesi elde ettiği bilgi aynıdır, kesindir, genel-geçerdir ve zorunludur. Kant felesefi düşüncesine dogmatik olarak başlamış, Hume’nin etkisiyle dogmatizm ve septisizmi uzlaştıran bir görüşe yani kritisizme ulaşmıştır.
Kant pozitif doğa bilimlerinin konusu olan bilgilerin doğru, kesin ve genel-geçer olduğunu açıklamak suretiyle bilim dünyasına büyük katkılar sağlamıştır.