Virginia Woolf
Sanatın Dar Köprüsü
Bugün giderek daha fazla sayıda eleştirmen, günümüze sırtını dönüp gözlerini dikerek geçmişe bakıyor. Hiç kuşkusuz akıllıca bir tutum bu; günümüzde yazılanlar hakkında hiçbir yorum yapmayıp bu görevi, kitap tanıtma yazıları yazanlara, adları kadar yaptıkları tanıtma da geçici olan bu kişilere bırakıyorlar. Ama bazen, kendi kendine soruyor insan, eleştirmenin sorumluluğu yalnızca geçmişe karşı mıdır, gözleri hep geçmişe mi bakmalıdır diye. Eleştirmen bir nebze olsun başını kaldırıp gözlerini, ıssız adadaki Robinson Crusoe örneği, geleceğe çevirerek, adanın sisli, pek seçilemeyen çizgilerine bakıp gelecekte oralara ulaşılabileceğini neden düşünmez acaba? Bu hesapların nereye kadar doğru çıkacağı hiçbir zaman kestirilemez elbette, fakat bizimki gibi bir devirde böyle varsayımlara hoşgörü ile bakmak eğilimi büyüktür. Çünkü bu devir, olduğumuz yere hızla demir atabileceğimiz bir devir değildir, her şey etrafımızda dönmekte; bizler de hareket etmekteyiz. Ama eleştirmenin görevi, nereye gittiğimizi söylemek, hiç değilse tahmin etmek değil midir?
Belli ki böyle bir sorgulama çok dar bir açıdan yapılabilir, fakat belki kısa bir uzam içinde tek bir mutsuzluk ve zorlanma anından yola çıkarak bunu incelemek ve bu şekilde, bu güçlüğü yendiğimizde hangi yöne gidebileceğimizi tahmin etmek mümkün olabilir.
Önümüzde uzanan bir güçlük, bir doyumsuzluk olduğunu farketmeksizin hiç kimse modern yazını uzun süre okuyamaz. Yazarlar her cephede başaramayacakları şeylere kalkışıyor, kullandıkları biçimleri onlara uygun düşmeyen anlamlar taşımaya zorluyorlar. Bunun pek çok nedeni olduğu söylenebilir, fakat birini seçmek gerekirse, bununnedeni şiirin, artık bize, kuşaklar boyu atalarımıza hizmet verdiği biçimde hizmet vermekte yetersiz kalmasıdır. Şiir bize atalarımıza yaptığı gibi özgürce hizmet vermemektedir. Eskiden o denli enerjiyi, o denli dehayı taşıyabilen, büyük sözel kanal, ifade kanalı daralmış, bir kenara atılmış görünmektedir.
Fakat, aslında bu, belli sınırlar içinde gcçcrlidir; çağımız lirik şiir konusunda zengindir, hatta belki bu konuda daha zengin bir başka dönem olmamıştır. Fakat gerek bizim kuşağımız, gerekse gelecek kuşaklar için öylesine kişisel ve öylesine hapsedilmiş olan lirik çığlık umutsuzluğun, ya da kendinden geçmenin ifadesi olarak yetersiz kalmaktadır. Çünkü beyin ürkütücü, karışık ve üstesinden gelinemez duygularla doludur. Üç milyon yıllık olan dünyamızda insan yaşamı bir saniyelik bir zaman dilimi ise de insan beyni, sınırsız bir kapasiteye sahiptir. Yaşam bitmez tükenmez bir biçimde güzel, fakat itici; diğer insanlar hayranlık olduğu kadar nefret uyandırıcıdır; inançlar bilim ve din arasında kalarak yok edilmiştir. Bütün beraberlik bağları kopartılmış ise de bir denetim duygusu gereksinmesi süregelmiştir. İşte yazarlar bu kuşku ve çekişme ortamında yapıtlarını vermek zorunda kalmışlardır. Bir gül yaprağının bir kaya kütlesini sarıp sarmalamaya uygun olmadığı gibi, iyi bir lirik dokusu bu bakış açısını yansıtmaya artık uygun değildir.
Fakat geçmişte bu tutumu çelişkiler ve çatışmalarla dolu bu tutumu ki bu tutum, bir karekterin diğer karakterle çatışmasını zorunlu kılarken aynı zamanda genel anlamda biçimlendirici bir güce gerek olduğunu da düşündürmekte ve düzenle zorbalığı birleştiren bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır ifade edebilmemizi neye boçluyuz diye kendimize soracak olursak, bu soruyu bir zamanlar «biçim» vardı diye yanıtlamalıyız. İşte bu biçim lirik şiir değil, tiyatro idi, Elizabeth dönemi tiyatrosunun şiir diliydi. Bu biçimin bugün artık hiçbir biçimde yeniden yaşatılabilmesi olasılığı yoktur.
Çünkü şiirsel oyunun durumuna baktığımızda onu dünyadaki hiçbir gücün yeniden canlandıramayacağını görürüz. Bu biçim en hırslı, en büyük dehalar tarafından kullanılmış ve kullanılmaktadır. Dryden'ın ölümünden bu yana bütün büyük ozanlar şiirsel oyun yazmayı denemişlerdir. Wordsworth ve Coleridge, Shelley ve Keats, Tennyson, Swinburne, ve Browning (gibi bugün yalnızca ölmüş bulunan şairleri saydığımızda bile) hemen hepsi şiirsel oyun yazmışlar, fakat hiçbiri başarılı olamamıştır. Yazdıkları oyunlar içinde, belki yalnızca Swinburne’in Atalanta'sı ile Shelley'ın Prometheus'u hâlâ okunmakta, aynı yazarların diğer yapıtları ile karşılaştırıldığında, bu oyunlar da giderek daha az okunmaktadır. Bunlar dışında kalan bütünoyunlar kitaplıklarımızın üst raflarına tırmanmış, başlarını kanatlarının içine sokarak derin bir uykuya dalmışlardır. Hiç kimse de isleyerek onları bu uykudan uyandırmayacaktır.
Yine de bu başarısızlığın nedenini açıklamaya çalışmak, geleceği yorumlamamızda bir ışık tutacaksa, yerinde olacaktır. Ozanların artık niçin şiirsel oyunlar yazamadıkları sorusunun yanıtı belki de bu konuda aydınlatıcı olabilir.
«Yaşama karşı bir tavır» olarak adlandırabileceğimiz belirsiz, gizemli bir şey vardır. Eğer bir an için başımızı edebiyattan kaldırıp yaşama çevirirsek -hepimizin tanıdığı, yaşamla kavga halinde, hiçbir zaman istediklerini elde edememiş mutsuz insanlar vardır. Bunlar şaşkın, öfkeli, bulundukları yerden her şeyin kötüye gittiğini gören huzursuz insanlardır. Bunların yanında, çok mutlu ve doygun göründükleri halde gerçekle bütün bağlarını koparmış bir başka grup insan da vardır. Bütün şefkatlerini küçük köpeklere ve antika porselene yöneltir, kendi sağlıklarından ve sosyetik olayların iniş çıkışları dışında hiçbir şeyle ilgilenmezler. Fakat, bize asıl çarpıcı gelen, niçin geldiğini de anlayamadığımız bir başka grup daha vardır. Bunlar doğalarının ya da koşullarının gereği olan öyle konumlarda bulunurlar ki, önemli konularda yeteneklerini dolu dolu kullanabilirler. Bu kişilerin mutlaka mutlu ya da başarılı olmaları gerekmez, ancak o işte bulunmaktan bir haz almakta, yaptıklarına karşı bir ilgi duymaktadırlar.
Belli ki böyle bir sorgulama çok dar bir açıdan yapılabilir, fakat belki kısa bir uzam içinde tek bir mutsuzluk ve zorlanma anından yola çıkarak bunu incelemek ve bu şekilde, bu güçlüğü yendiğimizde hangi yöne gidebileceğimizi tahmin etmek mümkün olabilir.
Önümüzde uzanan bir güçlük, bir doyumsuzluk olduğunu farketmeksizin hiç kimse modern yazını uzun süre okuyamaz. Yazarlar her cephede başaramayacakları şeylere kalkışıyor, kullandıkları biçimleri onlara uygun düşmeyen anlamlar taşımaya zorluyorlar. Bunun pek çok nedeni olduğu söylenebilir, fakat birini seçmek gerekirse, bununnedeni şiirin, artık bize, kuşaklar boyu atalarımıza hizmet verdiği biçimde hizmet vermekte yetersiz kalmasıdır. Şiir bize atalarımıza yaptığı gibi özgürce hizmet vermemektedir. Eskiden o denli enerjiyi, o denli dehayı taşıyabilen, büyük sözel kanal, ifade kanalı daralmış, bir kenara atılmış görünmektedir.
Fakat, aslında bu, belli sınırlar içinde gcçcrlidir; çağımız lirik şiir konusunda zengindir, hatta belki bu konuda daha zengin bir başka dönem olmamıştır. Fakat gerek bizim kuşağımız, gerekse gelecek kuşaklar için öylesine kişisel ve öylesine hapsedilmiş olan lirik çığlık umutsuzluğun, ya da kendinden geçmenin ifadesi olarak yetersiz kalmaktadır. Çünkü beyin ürkütücü, karışık ve üstesinden gelinemez duygularla doludur. Üç milyon yıllık olan dünyamızda insan yaşamı bir saniyelik bir zaman dilimi ise de insan beyni, sınırsız bir kapasiteye sahiptir. Yaşam bitmez tükenmez bir biçimde güzel, fakat itici; diğer insanlar hayranlık olduğu kadar nefret uyandırıcıdır; inançlar bilim ve din arasında kalarak yok edilmiştir. Bütün beraberlik bağları kopartılmış ise de bir denetim duygusu gereksinmesi süregelmiştir. İşte yazarlar bu kuşku ve çekişme ortamında yapıtlarını vermek zorunda kalmışlardır. Bir gül yaprağının bir kaya kütlesini sarıp sarmalamaya uygun olmadığı gibi, iyi bir lirik dokusu bu bakış açısını yansıtmaya artık uygun değildir.
Fakat geçmişte bu tutumu çelişkiler ve çatışmalarla dolu bu tutumu ki bu tutum, bir karekterin diğer karakterle çatışmasını zorunlu kılarken aynı zamanda genel anlamda biçimlendirici bir güce gerek olduğunu da düşündürmekte ve düzenle zorbalığı birleştiren bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır ifade edebilmemizi neye boçluyuz diye kendimize soracak olursak, bu soruyu bir zamanlar «biçim» vardı diye yanıtlamalıyız. İşte bu biçim lirik şiir değil, tiyatro idi, Elizabeth dönemi tiyatrosunun şiir diliydi. Bu biçimin bugün artık hiçbir biçimde yeniden yaşatılabilmesi olasılığı yoktur.
Çünkü şiirsel oyunun durumuna baktığımızda onu dünyadaki hiçbir gücün yeniden canlandıramayacağını görürüz. Bu biçim en hırslı, en büyük dehalar tarafından kullanılmış ve kullanılmaktadır. Dryden'ın ölümünden bu yana bütün büyük ozanlar şiirsel oyun yazmayı denemişlerdir. Wordsworth ve Coleridge, Shelley ve Keats, Tennyson, Swinburne, ve Browning (gibi bugün yalnızca ölmüş bulunan şairleri saydığımızda bile) hemen hepsi şiirsel oyun yazmışlar, fakat hiçbiri başarılı olamamıştır. Yazdıkları oyunlar içinde, belki yalnızca Swinburne’in Atalanta'sı ile Shelley'ın Prometheus'u hâlâ okunmakta, aynı yazarların diğer yapıtları ile karşılaştırıldığında, bu oyunlar da giderek daha az okunmaktadır. Bunlar dışında kalan bütünoyunlar kitaplıklarımızın üst raflarına tırmanmış, başlarını kanatlarının içine sokarak derin bir uykuya dalmışlardır. Hiç kimse de isleyerek onları bu uykudan uyandırmayacaktır.
Yine de bu başarısızlığın nedenini açıklamaya çalışmak, geleceği yorumlamamızda bir ışık tutacaksa, yerinde olacaktır. Ozanların artık niçin şiirsel oyunlar yazamadıkları sorusunun yanıtı belki de bu konuda aydınlatıcı olabilir.
«Yaşama karşı bir tavır» olarak adlandırabileceğimiz belirsiz, gizemli bir şey vardır. Eğer bir an için başımızı edebiyattan kaldırıp yaşama çevirirsek -hepimizin tanıdığı, yaşamla kavga halinde, hiçbir zaman istediklerini elde edememiş mutsuz insanlar vardır. Bunlar şaşkın, öfkeli, bulundukları yerden her şeyin kötüye gittiğini gören huzursuz insanlardır. Bunların yanında, çok mutlu ve doygun göründükleri halde gerçekle bütün bağlarını koparmış bir başka grup insan da vardır. Bütün şefkatlerini küçük köpeklere ve antika porselene yöneltir, kendi sağlıklarından ve sosyetik olayların iniş çıkışları dışında hiçbir şeyle ilgilenmezler. Fakat, bize asıl çarpıcı gelen, niçin geldiğini de anlayamadığımız bir başka grup daha vardır. Bunlar doğalarının ya da koşullarının gereği olan öyle konumlarda bulunurlar ki, önemli konularda yeteneklerini dolu dolu kullanabilirler. Bu kişilerin mutlaka mutlu ya da başarılı olmaları gerekmez, ancak o işte bulunmaktan bir haz almakta, yaptıklarına karşı bir ilgi duymaktadırlar.
Belki de bu durum onların içinde bulundukları koşulların, kendilerine uyan bir ortam içine doğmuş olmalarının bir sonucudur. Fakat daha önemlisi, bu durum, bu insanların özelliklerinin mutlu bir iç denge içinde olmasının bir sonucudur. Bu nedenle, bu insanlar, olaylara onları çarpık gösterecek garip bir açıdan bakmazlar; olayları sisli bulanık bir biçimde seyretmezler; ama açık seçik, bir oran duygusuyla, onları iyi kavrayacak bir biçimde gözleyip, eyleme geçtiklerinde kendilerini sonuca ulaştıracak hareketi yaparlar.
Aynı şekilde, bir yazarın da yaşamı diğerinden farklı da olsa yaşama karşı bir tavrı vardır. Yazarların da huzursuz bir bakışı, şaşkınlığı, düş kırıklığı olabilir; yazar olarak ulaşmak istedikleri yere ulaşamamış olabilirler. Bu, örneğin, George Gissing'in romanlarında kolayca görülebilir. Sonra banliyölere çekilebilirler, ilgilerini köpekler, düşesler güzellikler, duygusallıklar, züppelikler üzerinde yoğunlaştırabilirler. Pek çok başarılı yazarımız bu deneyimleri yaşamıştır. Diğer bazı yazarlar ise doğaları ve koşulları içinde yeteneklerini önemli şeyler konusunda rahatça sergileyip uyumlu gözükebilirler. Sebep hızlı ya da kolayca yazabildikleri, hemen başarılı ve tanınmış oldukları değildir. Edebiyatın bütün önemli dönemlerinde ve Elizabeth dönemi oyun yazarlarında oldukça göze batan bir niteliği şöyle bir çözümlemeye çalışalım: Bunların hepsinde yaşama karşı aynı tavır varmış gibi, kollarını rahat oynatacakları bir durumda bulunuyorlarmış gibi, içeriği ne denli farklı şeylerden olursa olsun amaçlarına hep uygunmuş gibi görünen bir bakış açısıyla yazıyorlar.
Bu durum, elbette ki, kısmen içinde bulundukları koşulların sonucudur. Halkın okumaktan çok oyun seyretmeye yönelik isteği, kentlerin küçüklüğü, insanları ayıran mesafelerin kısalığı, en eğitilmiş insanın bile içinde bulunduğu cehalet, Elizabeth dönemi yazarlarının düşlerini aslanlar, tek boynuzlu atlar, düşesler, şiddet ve bilinmezliklerle süslemelerini kolaylaştırmıştır. Ne olduğunu tam olarak açıklayamadığımız, ancak işin içinde olduğunu hissedeceğimiz bir şey de bu durumu pekiştirmiştir. Bu yazarların hepsinde yaşama karşı kendilerini özgürce ve dolu dolu ifade etmelerine olanak veren bir tavır vardır. Shakespeare'ın oyunları şaşkın, baskı altındaki bir kafanın yaratıları değildir; onlar Shakespeare düşüncesinin en esnek kılıflarıdır. Yazar en küçük bir zorlanma hissetmeksizin felsefi konuşmalardan sarhoş dalaşma geçebilir; aşk şarkılarından tartışmaya, saf neşeden derin spekülasyonlara atlayabilir. Bütün Elizabeth dönemi oyun yazarları için söylenebilecek şey, okuyucuyu sıksalar bile ki bazen sıkarlar onların kafalarında korkuya, tedirginliğe yer olmadığı, kısıtlayıcı, ket vurucu, ürkütücü düşünceler beslemedikleridir.
Oysa şiirsel oyun biçiminde yazılmış çağdaş bir oyunu ki çağdaş şiir için de bu söylenebilir açtığımızda yazarın rahat olamadığını hemen farkederiz. İlk düşüncemiz onun korktuğu, zorlandığı ve çevresinden tedirgin olduğudur. Ve ne kadar da haklıdır! diye bağırasımız gelir. Çünkü hangimiz vücudunu ehramla örtmüş Xenocrates denilen bu adam ile battaniyelere sarınmış Eudoxa denilen bu kadının karşısında sakin kalabilir? Yine de bilinmez bir nedenle çağdaş şiirsel oyun her defasında Bay Robinson değil, Xenocrates hakkında yazılmıştır; Londra'nın Charing Cross Road sokağı değil, Yunanistan'ın Teselya'sında geçiyormuş izlenimi vermektedir. Oysa Elizabeth dönemi yazarları, oyunlarının mekânını yabancı ülkelere taşıdıklarında, kadın ve erkek kahramanlarını, prens ve prensesler olarak göstermek istediklerinde sahneyi bir uçtan öbür uca ince bir perdeyle ayırırlar, olur biterdi. Sahnedeki kişilere derinlik ve mesafe kazandıran doğal bir beceriydi bu. Fakat ülke hep İngiltere kalır, Bohemyalı prensin İngiliz asilzadesinden farkı olmazdı.
Bizim modern şiirsel oyun yazarlarımız ise geçmişin ve mesafenin perdesini farklı bir nedenle kullanmak istiyorlar. Onlar derinliği artıran bir perde değil, gizleyen bir perde arıyorlar; oyunlarını şimdiki zamandan korktukları için geçmiş zamana yerleştiriyorlar. Eğer milattan sonra 1927 yılında beyinlerinde dönüp duran, taklalar atan düşünceleri, hayalleri, sempati ve antipatileri dile getirmeye kalkarlarsa, şiirsel ahlâkın bozulacağının farkındalar; bu nedenle yalnızca kekeliyebileceklerini, scndcleyebileccklerini, odada kalmak, ya da odadan çıkmak zorunda kalacaklarını biliyorlar. Elizabeth dönemi yazarları yaşam karşısında onlara mutlak bir özgürlük sağlayan bir tavır geliştirmişlerdi; oysa çağdaş oyun yazarlarının ya hiç bir tavırları yok, ya da öyle gergin bir tavırları var ki ellerini kollarını bağlıyor, geleceğe bakışlarını karartıyor. Bu nedenle ya hiçbir şey söylemeyen, ya da serbest vezinin olanaklarına uygun düşen bir şeyler söyleyen Xenocrates'e sığınıyorlar.
Yine de acaba kendimizi daha iyi ifade edemez miyiz? Değişen nedir, ne oldu da yazar kafasındakileri İngiliz şiirinin eski kanallarına boşaltıp kendini ifade etmekten alıkoyan böyle bir bakış açısına itildi? Bu soruya bir yanıt bulmak için herhangi bir kentin büyük caddelerinde dolaşmak yeterli olacaktır. Cadde boyunca uzanan kiremitten duvar, her birinin içinde, kapısını kilitleyip, pencerelerini demirleterek özel yaşamını korumaya çalışan tek tek insanların yaşadığı kutulara ayrılmıştır. Bu insanlar diğer insanlarla başları üzerinden geçen tellerle, tavandan dökülen ses dalgalarıyla bağlanmışlardır.
Yine de acaba kendimizi daha iyi ifade edemez miyiz? Değişen nedir, ne oldu da yazar kafasındakileri İngiliz şiirinin eski kanallarına boşaltıp kendini ifade etmekten alıkoyan böyle bir bakış açısına itildi? Bu soruya bir yanıt bulmak için herhangi bir kentin büyük caddelerinde dolaşmak yeterli olacaktır. Cadde boyunca uzanan kiremitten duvar, her birinin içinde, kapısını kilitleyip, pencerelerini demirleterek özel yaşamını korumaya çalışan tek tek insanların yaşadığı kutulara ayrılmıştır. Bu insanlar diğer insanlarla başları üzerinden geçen tellerle, tavandan dökülen ses dalgalarıyla bağlanmışlardır.
Bu sesler onlara tiz bir tonla dünyanın dört bir yanında olan savaşları, işlenen cinayetleri, yapılan grev ve devrimleri anlatmaktadır. İçlerinden biriyle konuşacak olursak onun ihtiyatlı, sırküpü, kuşkucu bir hayvana dönüştüğünü, gölgesinden korktuğunu ve faka basmamak için son derece dikkatli hareket ettiğini görürüz. Gerçekte çağdaş yaşamda bir insanın böyle hareket etmesi için hiçbir zorlama yoktur. Örneğin, özel yaşamda şiddet olayları yoktur, bütün karşılaşmalarımızda birbirimize karşı nazik, hoşgörülü ve uyumlu davranıyoruz. Savaş bile bireyler arasında değil, toplumlar ve şirketler arasında yapılıyor. Düello tarihe karıştı. Evlilik bağı kopmaksızın sonsuza dek çekiştirilebilir. Kısacası günlük yaşamda insan eskiye göre daha sakin, daha yumuşak ve daha kendine dönük.
Ama arkadaşımızla şöyle bir yürüyüş yapmak bile bize onun her şeye çirkinliğe, kirliliğe, güzelliğe, eğlenceye karşı ne denli duyarlı olduğunu gösterir. Kendisini nereye götüreceğini dikkate almadan her düşüncenin peşine takılır o. Eskiden insanın kendi kendine bile söyleyemediği şeyleri herkesin önünde açık açık tartışır. îşte bu özgürlük ve merak, günümüz insanının en belirgin özelliğinin ortaya çıkmasına neden olmuştur: Onun kafasında birbirleriyle açıktan açığahiçbir ilişkisi olm ayan şeyler, garip bir biçim de birbirlerini çağrıştırlar. Önceden tek tek ve birbirlerinden farklı bir biçimde gelen duygular, artık aynı şekilde gelmemektedirler. Güzellik, biraz çirkinlik, eğlence, biraz nefret ve zevk, biraz acı haline dönüşmüştür. Eskiden beyne bir bütünlük içinde giren duygular artık eşikte parçalanmaktadırlar.
Örneğin bir ilkbahar gecesi, gökte ay, bülbüller şakıyor, söğüt ağaçları nehrin üzerine doğru sarkmış. Evet, ama aynı zamanda yaşlı, hasta bir kadın yağlı paçavralarını iğrenç bir demir parmaklığın üzerinde ayıklamakta. Kadın ve ilkbahar, insanın beynine birlikte girmekte, karışmasalar da harmanlanmaktadırlar. Birbirlerine bu denli aykırı düşen bu iki duygu, bu birliktelikte birbirlerini âdeta ısırmakta ve tekmelemektedir. Oysa bülbülün şarkısını duyan Keats'ın hissettiği duygu, güzellik karşısında duyulan coşkudan, insanın kaderine düşen mutsuzluk karşısında duyulan üzüntüye dönüşse bile tek ve bütüncül bir duygudur. Kendine zıt düşen hiçbir şey yoktur. Onun yazdığı şiirde üzüntü, güzelliğin gölgesi gibidir. Modern düşünce güzelliğin yanında onun gölgesinin değil, güzelliğe zıt düşen bir duygunun bulunacağını söyler.
Ama arkadaşımızla şöyle bir yürüyüş yapmak bile bize onun her şeye çirkinliğe, kirliliğe, güzelliğe, eğlenceye karşı ne denli duyarlı olduğunu gösterir. Kendisini nereye götüreceğini dikkate almadan her düşüncenin peşine takılır o. Eskiden insanın kendi kendine bile söyleyemediği şeyleri herkesin önünde açık açık tartışır. îşte bu özgürlük ve merak, günümüz insanının en belirgin özelliğinin ortaya çıkmasına neden olmuştur: Onun kafasında birbirleriyle açıktan açığahiçbir ilişkisi olm ayan şeyler, garip bir biçim de birbirlerini çağrıştırlar. Önceden tek tek ve birbirlerinden farklı bir biçimde gelen duygular, artık aynı şekilde gelmemektedirler. Güzellik, biraz çirkinlik, eğlence, biraz nefret ve zevk, biraz acı haline dönüşmüştür. Eskiden beyne bir bütünlük içinde giren duygular artık eşikte parçalanmaktadırlar.
Örneğin bir ilkbahar gecesi, gökte ay, bülbüller şakıyor, söğüt ağaçları nehrin üzerine doğru sarkmış. Evet, ama aynı zamanda yaşlı, hasta bir kadın yağlı paçavralarını iğrenç bir demir parmaklığın üzerinde ayıklamakta. Kadın ve ilkbahar, insanın beynine birlikte girmekte, karışmasalar da harmanlanmaktadırlar. Birbirlerine bu denli aykırı düşen bu iki duygu, bu birliktelikte birbirlerini âdeta ısırmakta ve tekmelemektedir. Oysa bülbülün şarkısını duyan Keats'ın hissettiği duygu, güzellik karşısında duyulan coşkudan, insanın kaderine düşen mutsuzluk karşısında duyulan üzüntüye dönüşse bile tek ve bütüncül bir duygudur. Kendine zıt düşen hiçbir şey yoktur. Onun yazdığı şiirde üzüntü, güzelliğin gölgesi gibidir. Modern düşünce güzelliğin yanında onun gölgesinin değil, güzelliğe zıt düşen bir duygunun bulunacağını söyler.
Çağımız şairi öten bülbülden «kirli kulakların tıkacı» diye söz eder. Günümüzde çağdaş güzelliğin etrafında onunla güzel olduğu için dalga geçen alaycı bir ruh dolaşmaktadır; dahası aynayı bize çevirip güzelin öbür yanağında bir çukur ve bir deformasyon olduğunu göstermektedir. Çağdaş kafa sanki bütün duygularını kanıtlamak ister gibi çalışmakta ve her şeyi olduğu gibi kabul etme gücünü kendinde bulamamaktadır. Kuşkucu ve sorgulayıcı tutum, elbette insan ruhunun büyük ölçüde tazelenmesine ve hızlanmasına yol açmıştır. Çağdaş yazında çok keyif verici olmasa da sağlıklı bir içtenlik ve dürüstlük vardır. Oscar Wilde ve Walter Peter ile sıkıntı ve koku yaymaya başlayan çağdaş yazın, Samuel Butler ve Bernard Shaw tüylerini yakmaya başlayıp tuzlarını burnuna sürünce hemen XIX. yüzyıl gevşekliğinden sıyrılıverdi. Gözünü açıp doğruldu, ve hapşırmaya başladı. Bu da doğal olarak şairleri korkutup kaçırdı.
Çünkü şiir her zaman için değişmez bir şekilde güzelliğin yanında olmuştu. Her zaman kafiye, ölçü, sözcük seçimi gibi belli ayrıcalıklar üzerinde ısrar etmişti. Hiçbir zaman yaşamın alelade amaçları için kullanılmamıştı. Düzyazı her zaman bütün pis işleri üstlenmişti; mektupları yanıtlamış, faturaları ödemiş, makaleler yazmış, söylevler çekmiş, işadamlarının, dükkân sahiplerinin, avukatların, askerlerin, köylülerin gereksinmelerini karşılamıştı. Oysa şiir papazlarını alıp bu işlerden uzak durmuştu. Belki bu uzaklaşmanın cezasını da esnekliğini yitirmekle çekmişti. Şiir bütün donatımıyla peçesi, çelenkleri, anıları, çağrışımlarıyla- konuşmaya başlar başlamaz etkiler, varlığını bize hisettirir.
Çünkü şiir her zaman için değişmez bir şekilde güzelliğin yanında olmuştu. Her zaman kafiye, ölçü, sözcük seçimi gibi belli ayrıcalıklar üzerinde ısrar etmişti. Hiçbir zaman yaşamın alelade amaçları için kullanılmamıştı. Düzyazı her zaman bütün pis işleri üstlenmişti; mektupları yanıtlamış, faturaları ödemiş, makaleler yazmış, söylevler çekmiş, işadamlarının, dükkân sahiplerinin, avukatların, askerlerin, köylülerin gereksinmelerini karşılamıştı. Oysa şiir papazlarını alıp bu işlerden uzak durmuştu. Belki bu uzaklaşmanın cezasını da esnekliğini yitirmekle çekmişti. Şiir bütün donatımıyla peçesi, çelenkleri, anıları, çağrışımlarıyla- konuşmaya başlar başlamaz etkiler, varlığını bize hisettirir.
Ancak şiirden şu düzensizliği, bu uyumsuzluğu, şu yergiyi, bu çelişkiyi, merakı...küçük ayrı odalarda doğan anlık, tuhaf duyguları, uygarlığın öğrettiği geniş boyutlu, genel fikirleri anlatmasını istersek, şiirin bunu yapabilmek için yeterince hızlı, yeterince yalın ve yeterince kapsamlı hareket edemediğini görürüz. Aksam kendini ele verecek, tavırları fazla abartılı kaçacaktır. Bunlar yerine şiir bize ihtirasın tatlı lirik çığlıklarını sunacak, krallara özgü bir el hareketiyle bize geçmişe sığınmayı emredecektir. Günümüz düşüncesine ayak uydurmak gerektiğinde ise kendini kurnazlıkla, bilerek, hemencecikihtirasla çeşitli acıların, sevinçlerin kollarına atacaktır. Don Juaıı'da Byron, bize bir yol gösterip şiirin ne esnek bir araç olabileceğini kanıtlamıştı, ancak hiç kimse onun yolunu izlemedi, sunduğu aracı daha fazla kullanmadı. Biz de şiirsel oyundan yoksun kaldık.
Böylece şiirin ona yüklemeye hazırlandığımız görevi yerine getirip getiremeyeceği konusunu düşünme noktasına geldik. Belki burada taslak olarak kabaca çok genel anlamda özetlenen, ve çağdaş düşünceye atfedilen duygular, kendilerini şiirden çok düzyazıya teslim edip düzyazıda ifade bulabilmektedirler. Belki de düzyazı şiirin yerini almaktadır, ya da almıştır bile, ve bir zamanlar şiire yüklediğimiz görevleri yerine getirmektedir.
O zaman cüret edip, alay edilmeyi de göze alarak, bu kadar hızla giden bizlerin hangi yöne gittiğim izi görmeye çalıştığımızda düzyazıya yöneldiğimiz tahmininde bulunabiliriz. Yani önümüzdeki on, onbeş yıl içinde düzyazıyı, daha önce kulanmayı hiç düşünmediğimiz amaçlar için kullanmaya başlayacağız. Pek çok sanat biçimini çoktan yiyip bitirmiş olan roman denilen o yamyam, daha da fazlasını midesine indirmiş olacak. Roman adı altında gizlenen, farklı tarzdaki pek çok kitap için de yeni isimler bulmak zorunda kalacağız. Büyük bir olasılıkla'sözdc romanlar arasında ne ad vereceğimizi bilemeyeceğimiz bir tanesi bulunacak. Düzyazıyla yazıldığı halde biçeminde şiirin pek çok özelliğini taşıyan bir tür olacak bu. Şiirin coşkusuyla, düzyazının aleladeliğini birleştirecek.
Böylece şiirin ona yüklemeye hazırlandığımız görevi yerine getirip getiremeyeceği konusunu düşünme noktasına geldik. Belki burada taslak olarak kabaca çok genel anlamda özetlenen, ve çağdaş düşünceye atfedilen duygular, kendilerini şiirden çok düzyazıya teslim edip düzyazıda ifade bulabilmektedirler. Belki de düzyazı şiirin yerini almaktadır, ya da almıştır bile, ve bir zamanlar şiire yüklediğimiz görevleri yerine getirmektedir.
O zaman cüret edip, alay edilmeyi de göze alarak, bu kadar hızla giden bizlerin hangi yöne gittiğim izi görmeye çalıştığımızda düzyazıya yöneldiğimiz tahmininde bulunabiliriz. Yani önümüzdeki on, onbeş yıl içinde düzyazıyı, daha önce kulanmayı hiç düşünmediğimiz amaçlar için kullanmaya başlayacağız. Pek çok sanat biçimini çoktan yiyip bitirmiş olan roman denilen o yamyam, daha da fazlasını midesine indirmiş olacak. Roman adı altında gizlenen, farklı tarzdaki pek çok kitap için de yeni isimler bulmak zorunda kalacağız. Büyük bir olasılıkla'sözdc romanlar arasında ne ad vereceğimizi bilemeyeceğimiz bir tanesi bulunacak. Düzyazıyla yazıldığı halde biçeminde şiirin pek çok özelliğini taşıyan bir tür olacak bu. Şiirin coşkusuyla, düzyazının aleladeliğini birleştirecek.
Dramatik olacak, fakat oyun olmayacak. Okunacak, oynanmayacak. Ona ne isim takacağımızın büyük bir önemi yok. Önemli olan ufukta gördüğümüz bu kitap, saf ve yalın şiirin şu anda dile getirmeyip atladığı ve tiyatronun da aynı şekilde pek konuksever davranmadığı duyguları ifade etmekte kullanılabileceğidir. O halde bu kitabı tanımaya, onunla uzlaşmaya çalışalım ve doğasının, bakış açısının ne olabileceğini şöyle bir düşünelim.
Her şeyden önce onun, tanıdığımız biçimiyle romandan, öncelikle yaşamdan biraz daha uzak durmasıyla ayrılacağını tahmin edebiliriz. Şiirin verdiği kadarıyla yaşamın ana hatlarını verecek, ama ayrıntı vermeyecektir. Düzyazı edebiyatın harikulade özelliklerinden biri olan olguları belgeleme gücünden daha az yararlanacaktır. Evlerden, gelirlerden. kişilerin mesleklerinden ve karakterlerinden çok az bahsedecek, toplumsal roman ya da çevreci romanla çok az ilişkisi olacaktır. Bu kısıtlamaları yüzünden karakterlerinin duygu ve düşüncelerini yakından canlılıkla ifade etmekle birlikte farklı bir açı kullanacaktır. Buraya kadar romanın yaptığı biçimde yalnızca insanların birbirleriyle olan ilişkileri, ya da birlikteki etkinliklerini vermekle kalmayıp, şiirde olduğu gibi aklın genel fikirlerle ilişkisini ve düşüncenin yalnızlıktaki monologunu da yansıtıp, bu yönüyle de şiire benzeyecektir. Çünkü romanın egemenliği altında insan aklının bir bölümünü inceledik, ama bir başka bölümünü bıraktık.
Her şeyden önce onun, tanıdığımız biçimiyle romandan, öncelikle yaşamdan biraz daha uzak durmasıyla ayrılacağını tahmin edebiliriz. Şiirin verdiği kadarıyla yaşamın ana hatlarını verecek, ama ayrıntı vermeyecektir. Düzyazı edebiyatın harikulade özelliklerinden biri olan olguları belgeleme gücünden daha az yararlanacaktır. Evlerden, gelirlerden. kişilerin mesleklerinden ve karakterlerinden çok az bahsedecek, toplumsal roman ya da çevreci romanla çok az ilişkisi olacaktır. Bu kısıtlamaları yüzünden karakterlerinin duygu ve düşüncelerini yakından canlılıkla ifade etmekle birlikte farklı bir açı kullanacaktır. Buraya kadar romanın yaptığı biçimde yalnızca insanların birbirleriyle olan ilişkileri, ya da birlikteki etkinliklerini vermekle kalmayıp, şiirde olduğu gibi aklın genel fikirlerle ilişkisini ve düşüncenin yalnızlıktaki monologunu da yansıtıp, bu yönüyle de şiire benzeyecektir. Çünkü romanın egemenliği altında insan aklının bir bölümünü inceledik, ama bir başka bölümünü bıraktık.
Yaşamın geniş ve önemli bir kısmının güller, bülbüller, şafak vakti, günbatımı, yaşam, ölüm, yazgı gibi şeyler konusundaki duygularımız olduğunu unuttuk; zamanım ızın çoğunu uyuyup düşler görerek, düşünüp okuyarak geçirdiğimizi, çoğu kez yalnız olduğumuzu unuttuk; bütünüyle kişisel ilişkilerle meşgul olmadığımızı, bütün enerjimizi ekmeğimizi kazanmak için harcamadığımızı unuttuk. Ruhbilimsel roman yazarı, ruhbilimini çok rahatlıkla kişisel görüşmelerle sınırlandırma eğilimindeydi. Biz ise bazen bitmez tükenmez, dur durak bilmez aşık olma, aşık olamama çözümlemelerinden kaçmayı özleriz; Tom'un Judith için ne duyduğu, Judith'inse Tom için ne duyup ne duymadığını düşünmekten bıkar, biraz daha kişisel olmayan ilişkileri ararız. Fikirleri, düşleri, düşgücünü, şiiri özleriz.
İşte Elizabeth dönemi tiyatro yazarlarının zaferi, bütün bunları bize vermiş olmalarıdır. Şair yapıtında Hamlet'in Ophelia ile olan ilişkisinin ona özge özelliklerini her zaman aşarak, bize, yalnızca onun kişisel sorgulamasını değil, devleti ve bütün insan yaşamını kapsayacak bir sorgulama halinde sunmayı başarır. Örneğin Measııre for Measııre1 adlı oyununda Shakespeare ince ruhçözümsel ayrıntılarla dolu bölümleri, derin düşünceleri, olağanüstü düşlemlerle karıştırır. Fakat gözden kaçırmamamız gereken şey, eğer Shakespeare bize bu derinliği, bu ruhsal durumu sunuyorsa, aynı zamanda Shakespeare'in bize başka bazı şeyler vermeye çalışmadığıdır. Yani bu oyunlar «uygulamalı sosyoloji»nin konusu olamazlar. Eğer biz onlara bakarak Elizabeth döneminin toplumsal ve ekonomik koşullarını ararsak, boşa kürek çekmiş oluruz.
Bu bakımdan roman, ya da gelecekte yazılacak olan roman türü şiirin bazı özelliklerini benimseyecektir. Bu tür, insanın doğa ve kaderle ilişkisinden söz edip insanın düşlerini, diişgücünü dile getirecektir. Fakat aynı zamanda yergi, iç çelişki, sorgulama ile yaşamın genişliği, kargaşası ve kısıtlılığından da bahsedecektir. Dahası, çağdaş düşünce dediğimiz o garip uyumsuzluklar kümesinin kalıbını da alacaktır. Bu nedenle, göğsüne demokratik bir sanat olan düzyazının değerli ayrıcalıklarını; özgürlüğünü, korkusuzluğunu ve esnekliğini de yapıştırıp çıkacaktır ortaya. Çünkü düzyazı her yere girip çıkabilecek kadar alçak gönüllüdür; onun için hiçbir yer girilemeyecek kadar aşağılık, pis ya da sefil olamaz. Hem çok sabırlı, hem de çok mülkiyetçidir. Uzun yapışkan diliyle gerçeğin bütün küçük ayrıntılarını yalayıp yutar, sonra da bu ayrıntıları çok derin labirentlerde biriktirir; arkasında yalnızca mırıltıların, fısıltıların duyulabildiği kapıları sessizce dinler durur. Sürekli kullanılan aracının tazeliğiyle çağdaş aklın bütün dönemeçlerini izleyebilir ve tipik değişimlerini kaydeder. Arkada bıraktığımız Proust ve Dostoevskiy'e bakarak bunun böyle olacağına karar verebiliriz.
Hem sıradan, hem de karmaşık şeyleri işlemeye uygun olan düzyazı, acaba çok heybetli olan basit şeyleri de anlatabilir mi? Örneğin apansız gelen şaşırtıcı duyguları verebilir mi? Övgü şarkılarını, aşk ilahilerini söyleyip, dehşetle bağırabilir mi? Gülü, bülbülü, ya da gecenin güzelliğini övebilir mi? Şairin şiirde yaptığı gibi bir sıçrayışta konusunun kalbine sıçrayabilir mi? Sanmam. Büyülü ve esrarlı konulardan, kafiye ve ölçüden vazgeçtiği için bu düzyazının ödeyeceği cezadır. Düzyazı yazarlarının cesur oldukları, araçlarını her zaman yeni bir girişim yapmaya zorladıkları doğrudur. Ne var ki, insan düzyazıda «güzel yerler», Hoıaz'ın dediği gibi «mor yerler» ya da şiir gördüğünde bir rahatsızlık hisseder hep. Mor yere itiraz onun mor olmasına değil, leke olmasınadır.
İşte Elizabeth dönemi tiyatro yazarlarının zaferi, bütün bunları bize vermiş olmalarıdır. Şair yapıtında Hamlet'in Ophelia ile olan ilişkisinin ona özge özelliklerini her zaman aşarak, bize, yalnızca onun kişisel sorgulamasını değil, devleti ve bütün insan yaşamını kapsayacak bir sorgulama halinde sunmayı başarır. Örneğin Measııre for Measııre1 adlı oyununda Shakespeare ince ruhçözümsel ayrıntılarla dolu bölümleri, derin düşünceleri, olağanüstü düşlemlerle karıştırır. Fakat gözden kaçırmamamız gereken şey, eğer Shakespeare bize bu derinliği, bu ruhsal durumu sunuyorsa, aynı zamanda Shakespeare'in bize başka bazı şeyler vermeye çalışmadığıdır. Yani bu oyunlar «uygulamalı sosyoloji»nin konusu olamazlar. Eğer biz onlara bakarak Elizabeth döneminin toplumsal ve ekonomik koşullarını ararsak, boşa kürek çekmiş oluruz.
Bu bakımdan roman, ya da gelecekte yazılacak olan roman türü şiirin bazı özelliklerini benimseyecektir. Bu tür, insanın doğa ve kaderle ilişkisinden söz edip insanın düşlerini, diişgücünü dile getirecektir. Fakat aynı zamanda yergi, iç çelişki, sorgulama ile yaşamın genişliği, kargaşası ve kısıtlılığından da bahsedecektir. Dahası, çağdaş düşünce dediğimiz o garip uyumsuzluklar kümesinin kalıbını da alacaktır. Bu nedenle, göğsüne demokratik bir sanat olan düzyazının değerli ayrıcalıklarını; özgürlüğünü, korkusuzluğunu ve esnekliğini de yapıştırıp çıkacaktır ortaya. Çünkü düzyazı her yere girip çıkabilecek kadar alçak gönüllüdür; onun için hiçbir yer girilemeyecek kadar aşağılık, pis ya da sefil olamaz. Hem çok sabırlı, hem de çok mülkiyetçidir. Uzun yapışkan diliyle gerçeğin bütün küçük ayrıntılarını yalayıp yutar, sonra da bu ayrıntıları çok derin labirentlerde biriktirir; arkasında yalnızca mırıltıların, fısıltıların duyulabildiği kapıları sessizce dinler durur. Sürekli kullanılan aracının tazeliğiyle çağdaş aklın bütün dönemeçlerini izleyebilir ve tipik değişimlerini kaydeder. Arkada bıraktığımız Proust ve Dostoevskiy'e bakarak bunun böyle olacağına karar verebiliriz.
Hem sıradan, hem de karmaşık şeyleri işlemeye uygun olan düzyazı, acaba çok heybetli olan basit şeyleri de anlatabilir mi? Örneğin apansız gelen şaşırtıcı duyguları verebilir mi? Övgü şarkılarını, aşk ilahilerini söyleyip, dehşetle bağırabilir mi? Gülü, bülbülü, ya da gecenin güzelliğini övebilir mi? Şairin şiirde yaptığı gibi bir sıçrayışta konusunun kalbine sıçrayabilir mi? Sanmam. Büyülü ve esrarlı konulardan, kafiye ve ölçüden vazgeçtiği için bu düzyazının ödeyeceği cezadır. Düzyazı yazarlarının cesur oldukları, araçlarını her zaman yeni bir girişim yapmaya zorladıkları doğrudur. Ne var ki, insan düzyazıda «güzel yerler», Hoıaz'ın dediği gibi «mor yerler» ya da şiir gördüğünde bir rahatsızlık hisseder hep. Mor yere itiraz onun mor olmasına değil, leke olmasınadır.
Meredith'in Richard Feverel yapıtındaki «Diversion on a Penny W histle»1 bölümünü hatırlayın. Bu bölüm ne de hantal, vurgusu bozuk şiirsel bir ritimle başlar değil mi? «Altın gibi çayırlar; altın gibi akan çaylar, çam ağaçlarının kızıl altın tepesi. Güneş alçalarak toprağa doğru, tarlalarda sularda yürüyordu.» Ya da Charlotte Bronte'nin Villette adlı yapıtının sonundaki kasırga betimlemesini anımsayın. Bu bölümler parlak sözlerle dolu, lirik ve süslüdür; onları bir antolojiye alır, ya da romandançıkararak okursak kulağa çok hoş gelirler; ancak romanın akışı içinde rahatsız edicidirler. Çünkü gerek Meredith, gerek Charlotte Bronte roman yazarı olduklarını söylüyorlardı; yaşama iyice yaklaşıp yazdıklarında bizim bir ritim, gözlem ve şiirsel bir bakış aramamızı istiyorlardı. Biz bu isteği ve çabayı içimizde duyuyorduk; tam yazarın düşgücünc kendimizi sonuna dek bırakmışken, onaylama ve sanrılarla dolu bir trans halindeyken yarı yarıya uyanmak zorunda kalıyorduk.
Şimdi bir başka kitaba bakalım. Bu kitap düzyazı olarak yazılmış ve roman olarak adlandırılması bir tarafa bırakılırsa başlangıçtan itibaren farklı bir tutum benimsemiş. Tristram Shandy yaşama mesafe alıp farklı bir ritim tutturarak bizi farklı bir görüş açısına hazırlıyor. Bu şiirle dolu bir kitap, fakat biz onu asla farketmiyoruz. Baştan aşağı koyu bir mora boyanmış olmakla birlikte lekeli olmayan bir kitap. Yansıttığı ruh hali her zaman değişse bile, bu değişimlerde bizi inanç ve onaylamanın derinliklerinden çekip çıkaran ne bir silkinme, ne de bir sarsıntı hissediliyor. Sterne aynı solukta gülüyor, alay ediyor, hatta ağzını bozuyor ve sonra şöyle bir pasaja geçebiliyor:
«Zaman çok çabuk harcıyor: yazdığım her harf, yaşamın kalemimi nasıl bir hızla izlediğini anlatıyor sanki; onun her günü her saati sevgili Jenny boynundaki yakutlardan daha değerli ve sanki rüzgârlı bir günde hafif bulutlar gibi başımızın üzerinden uçup gidiyor, bir daha asla dönmüyorlar. Sen saçındaki şu bukleyle oynarken -her şey nasıl da değişiyor, görüyor musun? Bak, grileşiyor işte; Hoşçakal demek için elini her öpüşüm ve onu izleyen yokluğun kısa bir süre sonra gerçekleşecek ayrılığımızın habercileri gibi. Tanrım sen her ikimize de acı!
Bölüm IX
Şimdi, bu çığlık çığlığa lafazanlık hakkında dünya ne düşünür bilmem ama bana göre metelik etmez.»
Şimdi bir başka kitaba bakalım. Bu kitap düzyazı olarak yazılmış ve roman olarak adlandırılması bir tarafa bırakılırsa başlangıçtan itibaren farklı bir tutum benimsemiş. Tristram Shandy yaşama mesafe alıp farklı bir ritim tutturarak bizi farklı bir görüş açısına hazırlıyor. Bu şiirle dolu bir kitap, fakat biz onu asla farketmiyoruz. Baştan aşağı koyu bir mora boyanmış olmakla birlikte lekeli olmayan bir kitap. Yansıttığı ruh hali her zaman değişse bile, bu değişimlerde bizi inanç ve onaylamanın derinliklerinden çekip çıkaran ne bir silkinme, ne de bir sarsıntı hissediliyor. Sterne aynı solukta gülüyor, alay ediyor, hatta ağzını bozuyor ve sonra şöyle bir pasaja geçebiliyor:
«Zaman çok çabuk harcıyor: yazdığım her harf, yaşamın kalemimi nasıl bir hızla izlediğini anlatıyor sanki; onun her günü her saati sevgili Jenny boynundaki yakutlardan daha değerli ve sanki rüzgârlı bir günde hafif bulutlar gibi başımızın üzerinden uçup gidiyor, bir daha asla dönmüyorlar. Sen saçındaki şu bukleyle oynarken -her şey nasıl da değişiyor, görüyor musun? Bak, grileşiyor işte; Hoşçakal demek için elini her öpüşüm ve onu izleyen yokluğun kısa bir süre sonra gerçekleşecek ayrılığımızın habercileri gibi. Tanrım sen her ikimize de acı!
Bölüm IX
Şimdi, bu çığlık çığlığa lafazanlık hakkında dünya ne düşünür bilmem ama bana göre metelik etmez.»
Yazar buradan Toby amcama, onbaşıya, Bayan Shandy ve diğerlerine geçiyor.
İnsan onun yazısında şiirin kolaylıkla ve doğallıkla düzyazıya, düzyazının ise şiire dönüştüğünü görüyor. Sterne kendini kalabalıktan biraz ayırarak, ellerini yavaşça düşgücü, zekâ ve fantezi üzerinde gezdiriyor; bunların yetiştikleri yüksek dallara uzanarak, doğalıkla ve kuşkusuz kendi isteğiyle, aşağıda yerde yetişen daha doyurucu sebzeleri yeme hakkından vazgeçiyor. Çünkü ne yazık ki bazı şeylerden feragat etmenin kaçınılmaz olduğu doğru. Sanatın dar köprüsünü elinizde bütün araçlarla geçebilmeniz mümkün değil. Ya bazılarını bırakacaksımz, ya da birkaçını elinizden nehrin ortasına düşüreceksiniz, ya da daha kötüsü siz de dengenizi yitirip boğulacaksınız.
Bu nedenle, o zaman bu henüz adı konulmayan roman biçimi yaşamın gerisinde duracak bir biçimde yazılacak, çünkü bu şekilde yaşamın daha önemli konuları için daha geniş bir bakış açısı yakalanacaktır. Bu roman düzyazıyla yazılacak, çünkü düzyazı eğer ona pek çok romancının yaptığı gibi kucak kucak ayrıntı, kovalar dolusu olay yüklemeyip, onu yük hayvanı durumundan kurtarırsanız- bu haliyle, yerden yükselebilme yeteneği olduğunu size kanıtlayacaktır. Belki bir sıçrayışta değil, ama her şeyi peşine takarak, dalga dalga yükselecek, bunu yaparken de günlük yaşamda insan karakterinin kendine özgü özelliklerini, tuhaflıklarını, oyunlarını sergilemeyi sürdürecektir.
Bununla birlikte hâlâ bir soru yanıtlanmamıştır: Düzyazı dramatik olabilir mi? Hiç kuşkusuz Shaw ve İbsen düzyazıyı çok büyük bir başarıyla ve dramatik yönüyle kullandılar, ama bunu yaparken geleneksel dramatik biçime sadık kaldılar. Bu biçimin, geleceğe dönük olarak, şiirsel bir oyun yazacak yazarın gereksinimlerini yanıtlayacak bir biçim olmadığı ortadadır. Düzyazı ile yazılan bir oyun, esneklikten uzak, sınırlı ve amaçları açısından aşırı vurguludur. Ağının gözleri arasından söylemek istediklerinin ancak yarısının geçmesine izin verir. Yazar diyaloglarının içine bütün yorumunu, bütün çözümlemelerini koyup, vermek istediği bütün zenginliği sığdıramaz. Fakat yazar yine de, tiyatronun patlayıcı duygusal etkilerine gıpta etmektedir; okuyucularından kan almak istemekte, yalnızca onların zekâlarının duyarlı noktalarına vurmakla, bu noktaları gıdıklamakla yetinmek istememektedir. Trişinim Shandy'nın anlatım yapısındaki gevşeklik ve özgürlük Toby amca ve Onbaşı Trim gibi karakterleri sarıp sarmalamakta, yüzeye çekmekte, ancak bu iki karakteri iki uca itmemekte, ya da dramatik bir karşıtlık oluşturacak şekilde öne sürmemektedir.
Bu nedenle, bu kitabın yazarı için karmakarışık ve çelişkili duygularını, genellemeler ve basitleştirmeler yapabilen çok titiz ve mantıklı bir düşgücünün eline terketmek kaçınılmaz oluyor. Kargaşa çirkindir, şaşkınlık nefret uyandırır, bir sanat yapıtında her şey denetim altına alınmalı ve düzene sokulmalıdır. Yazarın çabası genelleştirmek ve ayırmaktır. Ayrıntıları numaralandırmak yerine onlarla bloklar dikecektir. Böylelikle onun karakterleri -çağdaş romanın ikincil karakterlerinin psikolojinin çıkarları uğruna feragat ettikleri dramatik bir güce erişeceklerdir. Bundan sonra da, çok iyi seçilememekle birlikte, uzaklarda ufuk çizgisinde; müziğin gücü, manzaranın verdiği zevk, ağaçların görünümünün ya da renk oyunlarının üzerimizdeki etkisi, kalabalıkların içimizde uyandırdığı duygular, bazı yerlerde bazı insanlar tarafından bize mantık dışı bir biçimde yöneltilen açıklanamaz öfke ve nefret duyguları, hareket etmenin neşesi, şarabın verdiği sarhoşluk duygusu gibi duygular üzerinde çeşitlemeler gelir. İnsan yazarın ilgi alanlarını, yaşamın geniş bir bölümünü etkileyen, fakat şimdiye dek romancıların dikkatinden kaçmış konuları dramatize etmek için nasıl genişleteceğini tahmin edebiliyor. Romanın her anı henüz söze dökülememiş olağanüstü sayıdaki sezgilerin buluşma noktası ve merkezi durumundadır. Yaşam her zaman onu söze dökmek isteyen bizlerin düşünebileceğinden kaçınılmaz bir biçimde daha zengindir.
Kuşkusuz yaşamı, yukarıda verilen anahatları içinde bile dile getirmeye girişecek yazarın bütün cesaretini toplamak zorunda kalacağını söylemek için kâhin olmak gerekmez. Düzyazının yeni gelen bir yazarın isteklerine boyun eğmek için ilkadım dersleri alacağını düşünmek boşuna olur. Yine de günümüzde sözü edilmeye değer bazı belirtiler varsa, o da düzyazının gelişme içinde olduğudur. Hiç kuşkusuz İngiltere, Fransa ve Amerika'ya dağılmış birtakım yazarlar kendilerine usanç veren bağlardan kurtulup özgürleşiyorlar; bu yazarlar önemli konularda daha kolaylıkla ve doğallıkla söz sahibi olacakları bir noktada bulunup yaşama karşı tavırlarını yeniden belirlemek durumunda olduklarının bilincindeler. Ve herhangi bir kitap bizim ilgimizi çektiğinde, onun güzel ya da parlak bir kitap olduğundan değil, yazarın yaşama karşı yeni tavrının sonucu olduğunu biz okuyucular biliyoruz; ve yine, bu tavrın içinde onu devamlı kılacak tohumların çoktan yeşermeye başladığını biliyoruz.
Kuşkusuz yaşamı, yukarıda verilen anahatları içinde bile dile getirmeye girişecek yazarın bütün cesaretini toplamak zorunda kalacağını söylemek için kâhin olmak gerekmez. Düzyazının yeni gelen bir yazarın isteklerine boyun eğmek için ilkadım dersleri alacağını düşünmek boşuna olur. Yine de günümüzde sözü edilmeye değer bazı belirtiler varsa, o da düzyazının gelişme içinde olduğudur. Hiç kuşkusuz İngiltere, Fransa ve Amerika'ya dağılmış birtakım yazarlar kendilerine usanç veren bağlardan kurtulup özgürleşiyorlar; bu yazarlar önemli konularda daha kolaylıkla ve doğallıkla söz sahibi olacakları bir noktada bulunup yaşama karşı tavırlarını yeniden belirlemek durumunda olduklarının bilincindeler. Ve herhangi bir kitap bizim ilgimizi çektiğinde, onun güzel ya da parlak bir kitap olduğundan değil, yazarın yaşama karşı yeni tavrının sonucu olduğunu biz okuyucular biliyoruz; ve yine, bu tavrın içinde onu devamlı kılacak tohumların çoktan yeşermeye başladığını biliyoruz.
Yayına Hazırlayan
Prof.Dr. Hüseyin Salihoğlu
TIK