29 Mart 2019

20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı


Virginia Woolf

Sanatın Dar Köprüsü
Bugün  giderek  daha  fazla  sayıda  eleştirmen,  günümüze  sırtını dönüp  gözlerini  dikerek  geçmişe  bakıyor.  Hiç  kuşkusuz  akıllıca  bir tutum  bu; günümüzde yazılanlar hakkında hiçbir yorum yapmayıp bu görevi, kitap tanıtma yazıları yazanlara, adları kadar yaptıkları tanıtma da  geçici  olan  bu  kişilere  bırakıyorlar.  Ama  bazen,  kendi  kendine soruyor  insan,  eleştirmenin  sorumluluğu  yalnızca  geçmişe  karşı mıdır,  gözleri  hep  geçmişe  mi  bakmalıdır diye.  Eleştirmen  bir nebze olsun  başını kaldırıp gözlerini,  ıssız adadaki  Robinson Crusoe örneği, geleceğe  çevirerek,  adanın  sisli,  pek  seçilemeyen  çizgilerine  bakıp gelecekte  oralara  ulaşılabileceğini  neden  düşünmez  acaba?  Bu hesapların  nereye  kadar doğru çıkacağı  hiçbir zaman  kestirilemez el­bette,  fakat  bizimki  gibi  bir devirde  böyle  varsayımlara  hoşgörü  ile bakmak  eğilimi  büyüktür.  Çünkü  bu  devir,  olduğumuz  yere  hızla demir atabileceğimiz bir devir değildir, her şey etrafımızda dönmekte; bizler de  hareket  etmekteyiz.  Ama  eleştirmenin  görevi,  nereye  gitti­ğimizi söylemek, hiç değilse tahmin etmek değil midir?

Belli  ki  böyle  bir sorgulama çok  dar  bir açıdan  yapılabilir,  fakat belki  kısa  bir  uzam  içinde  tek  bir  mutsuzluk  ve  zorlanma  anından yola çıkarak bunu  incelemek ve bu şekilde,  bu güçlüğü yendiğimizde hangi yöne gidebileceğimizi  tahmin etmek mümkün olabilir.

Önümüzde  uzanan  bir güçlük,  bir doyumsuzluk  olduğunu  farketmeksizin  hiç kimse modern yazını  uzun  süre okuyamaz.  Yazarlar her cephede  başaramayacakları  şeylere kalkışıyor, kullandıkları  biçimleri onlara  uygun  düşmeyen  anlamlar  taşımaya zorluyorlar.  Bunun  pek çok  nedeni  olduğu  söylenebilir,  fakat  birini  seçmek gerekirse,  bununnedeni  şiirin,  artık  bize,  kuşaklar  boyu  atalarımıza  hizmet  verdiği biçimde  hizmet  vermekte  yetersiz  kalmasıdır.  Şiir  bize  atalarımıza yaptığı  gibi  özgürce hizmet vermemektedir.  Eskiden  o denli  enerjiyi, o  denli  dehayı  taşıyabilen,  büyük  sözel  kanal,  ifade  kanalı  daralmış, bir kenara atılmış görünmektedir.

Fakat, aslında bu,  belli  sınırlar içinde  gcçcrlidir; çağımız lirik  şiir konusunda  zengindir,  hatta  belki  bu  konuda  daha  zengin  bir  başka dönem  olmamıştır.  Fakat  gerek  bizim  kuşağımız,  gerekse  gelecek kuşaklar için öylesine kişisel  ve öylesine hapsedilmiş olan  lirik çığlık umutsuzluğun,  ya  da  kendinden  geçmenin  ifadesi  olarak  yetersiz kalmaktadır. Çünkü beyin  ürkütücü,  karışık  ve üstesinden  gelinemez duygularla doludur.  Üç  milyon  yıllık olan dünyamızda insan  yaşamı bir saniyelik bir zaman  dilimi  ise de  insan  beyni,  sınırsız bir kapasi­teye  sahiptir.  Yaşam  bitmez tükenmez bir biçimde  güzel,  fakat itici; diğer  insanlar  hayranlık  olduğu  kadar  nefret  uyandırıcıdır;  inançlar bilim ve din arasında kalarak yok edilmiştir. Bütün beraberlik bağları kopartılmış  ise  de  bir  denetim  duygusu  gereksinmesi  süregelmiştir. İşte  yazarlar  bu  kuşku  ve  çekişme  ortamında  yapıtlarını  vermek zorunda kalmışlardır.  Bir gül  yaprağının  bir kaya kütlesini  sarıp sar­malamaya  uygun  olmadığı  gibi,  iyi  bir  lirik  dokusu  bu  bakış  açısını yansıtmaya artık uygun değildir.

Fakat  geçmişte  bu  tutumu  çelişkiler  ve  çatışmalarla  dolu  bu  tu­tumu ki  bu tutum, bir karekterin diğer karakterle çatışmasını  zorunlu kılarken  aynı  zamanda  genel  anlamda  biçimlendirici  bir  güce  gerek olduğunu  da  düşündürmekte  ve  düzenle  zorbalığı  birleştiren  bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır ifade edebilmemizi neye boçluyuz diye kendimize soracak olursak, bu soruyu bir zamanlar «biçim» vardı diye  yanıtlamalıyız.  İşte  bu  biçim  lirik  şiir  değil,  tiyatro  idi,  Eliza­beth  dönemi  tiyatrosunun  şiir diliydi.  Bu  biçimin  bugün  artık  hiçbir biçimde yeniden yaşatılabilmesi olasılığı yoktur.

Çünkü  şiirsel  oyunun  durumuna  baktığımızda  onu  dünyadaki hiçbir  gücün  yeniden  canlandıramayacağını  görürüz.  Bu  biçim  en hırslı,  en  büyük  dehalar  tarafından  kullanılmış  ve  kullanılmaktadır. Dryden'ın  ölümünden  bu  yana bütün  büyük ozanlar şiirsel  oyun yaz­mayı  denemişlerdir.  Wordsworth  ve  Coleridge,  Shelley  ve  Keats, Tennyson,  Swinburne,  ve  Browning  (gibi  bugün  yalnızca ölmüş  bu­lunan  şairleri  saydığımızda bile) hemen  hepsi  şiirsel  oyun  yazmışlar, fakat  hiçbiri  başarılı  olamamıştır.  Yazdıkları  oyunlar  içinde,  belki yalnızca  Swinburne’in Atalanta'sı  ile  Shelley'ın Prometheus'u  hâlâ okunmakta,  aynı  yazarların  diğer yapıtları  ile karşılaştırıldığında,  bu oyunlar da giderek daha az okunmaktadır. Bunlar dışında kalan bütünoyunlar  kitaplıklarımızın  üst  raflarına  tırmanmış,  başlarını  kanat­larının  içine  sokarak  derin  bir  uykuya  dalmışlardır.  Hiç  kimse  de isleyerek onları  bu uykudan uyandırmayacaktır.

Yine de  bu  başarısızlığın  nedenini  açıklamaya çalışmak,  geleceği yorumlamamızda bir ışık tutacaksa,  yerinde olacaktır. Ozanların artık niçin  şiirsel  oyunlar  yazamadıkları  sorusunun  yanıtı  belki  de  bu konuda aydınlatıcı olabilir.

«Yaşama  karşı  bir  tavır»  olarak  adlandırabileceğimiz  belirsiz, gizemli  bir şey  vardır.  Eğer bir an  için  başımızı  edebiyattan  kaldırıp yaşama çevirirsek -hepimizin  tanıdığı, yaşamla kavga halinde,  hiçbir zaman  istediklerini  elde  edememiş  mutsuz  insanlar  vardır.  Bunlar şaşkın,  öfkeli,  bulundukları  yerden  her  şeyin  kötüye  gittiğini  gören huzursuz  insanlardır.  Bunların  yanında,  çok  mutlu  ve  doygun göründükleri  halde gerçekle  bütün  bağlarını  koparmış  bir başka grup insan  da  vardır.  Bütün  şefkatlerini  küçük  köpeklere  ve antika  porse­lene  yöneltir,  kendi  sağlıklarından  ve sosyetik olayların  iniş  çıkışları dışında hiçbir şeyle ilgilenmezler. Fakat,  bize asıl  çarpıcı gelen,  niçin geldiğini  de  anlayamadığımız  bir  başka  grup  daha  vardır.  Bunlar doğalarının ya da koşullarının gereği olan öyle konumlarda bulunurlar ki,  önemli  konularda yeteneklerini  dolu  dolu  kullanabilirler.  Bu  kişi­lerin  mutlaka mutlu ya da başarılı  olmaları gerekmez, ancak o işte bu­lunmaktan  bir haz almakta,  yaptıklarına karşı  bir ilgi duymaktadırlar.

Belki  de bu durum onların  içinde  bulundukları koşulların,  kendilerine uyan  bir  ortam  içine  doğmuş  olmalarının  bir sonucudur.  Fakat  daha önemlisi,  bu  durum,  bu  insanların  özelliklerinin  mutlu  bir  iç  denge içinde olmasının  bir sonucudur.  Bu nedenle,  bu  insanlar,  olaylara on­ları çarpık gösterecek garip bir açıdan bakmazlar; olayları sisli  bulanık bir biçimde seyretmezler;  ama açık seçik,  bir oran duygusuyla,  onları iyi  kavrayacak bir biçimde gözleyip, eyleme geçtiklerinde  kendilerini sonuca ulaştıracak hareketi yaparlar.

Aynı  şekilde,  bir  yazarın  da  yaşamı  diğerinden  farklı  da  olsa yaşama  karşı  bir  tavrı  vardır.  Yazarların  da  huzursuz  bir  bakışı, şaşkınlığı,  düş  kırıklığı  olabilir;  yazar olarak  ulaşmak  istedikleri  yere ulaşamamış  olabilirler.  Bu,  örneğin,  George  Gissing'in  romanlarında kolayca  görülebilir.  Sonra  banliyölere  çekilebilirler,  ilgilerini köpekler,  düşesler güzellikler,  duygusallıklar,  züppelikler  üzerinde yoğunlaştırabilirler.  Pek  çok  başarılı  yazarımız  bu  deneyimleri yaşamıştır.  Diğer  bazı  yazarlar  ise  doğaları  ve  koşulları  içinde yeteneklerini  önemli  şeyler  konusunda  rahatça  sergileyip  uyumlu gözükebilirler.  Sebep  hızlı  ya  da  kolayca  yazabildikleri,  hemen başarılı  ve  tanınmış  oldukları  değildir.  Edebiyatın  bütün  önemli dönemlerinde  ve  Elizabeth  dönemi  oyun  yazarlarında  oldukça  göze batan bir niteliği şöyle bir çözümlemeye çalışalım:  Bunların hepsinde yaşama  karşı  aynı  tavır  varmış  gibi,  kollarını  rahat  oynatacakları  bir durumda bulunuyorlarmış gibi, içeriği ne denli  farklı şeylerden olursa olsun  amaçlarına  hep  uygunmuş  gibi  görünen  bir  bakış  açısıyla yazıyorlar.

Bu durum, elbette  ki,  kısmen  içinde bulundukları  koşulların sonu­cudur.  Halkın  okumaktan  çok  oyun  seyretmeye  yönelik  isteği,  kent­lerin küçüklüğü,  insanları  ayıran  mesafelerin kısalığı, en  eğitilmiş in­sanın  bile  içinde  bulunduğu  cehalet,  Elizabeth  dönemi  yazarlarının düşlerini  aslanlar,  tek boynuzlu atlar, düşesler,  şiddet ve bilinmezlik­lerle  süslemelerini  kolaylaştırmıştır.  Ne  olduğunu  tam  olarak açıkla­yamadığımız, ancak işin içinde olduğunu hissedeceğimiz bir şey de bu durumu  pekiştirmiştir.  Bu  yazarların  hepsinde  yaşama  karşı  kendi­lerini  özgürce  ve  dolu  dolu  ifade  etmelerine  olanak  veren  bir  tavır vardır.  Shakespeare'ın  oyunları  şaşkın,  baskı  altındaki  bir  kafanın yaratıları  değildir;  onlar  Shakespeare  düşüncesinin  en  esnek kılıflarıdır.  Yazar  en  küçük  bir  zorlanma  hissetmeksizin  felsefi konuşmalardan sarhoş dalaşma geçebilir; aşk şarkılarından tartışmaya, saf neşeden derin spekülasyonlara atlayabilir. Bütün Elizabeth dönemi oyun  yazarları  için  söylenebilecek  şey,  okuyucuyu  sıksalar  bile  ki bazen sıkarlar onların kafalarında korkuya, tedirginliğe yer olmadığı, kısıtlayıcı, ket vurucu, ürkütücü düşünceler beslemedikleridir.

Oysa şiirsel  oyun  biçiminde yazılmış çağdaş  bir oyunu ki çağdaş şiir  için  de  bu  söylenebilir  açtığımızda  yazarın  rahat  olamadığını hemen  farkederiz.  İlk  düşüncemiz  onun  korktuğu,  zorlandığı  ve çevresinden  tedirgin  olduğudur.  Ve  ne  kadar  da  haklıdır!  diye bağırasımız  gelir.  Çünkü  hangimiz  vücudunu  ehramla  örtmüş Xenocrates denilen bu adam ile battaniyelere sarınmış Eudoxa denilen bu  kadının  karşısında  sakin  kalabilir?  Yine  de  bilinmez  bir  nedenle çağdaş  şiirsel  oyun  her  defasında  Bay  Robinson  değil,  Xenocrates hakkında  yazılmıştır;  Londra'nın  Charing  Cross  Road  sokağı  değil, Yunanistan'ın  Teselya'sında  geçiyormuş  izlenimi  vermektedir.  Oysa Elizabeth  dönemi  yazarları,  oyunlarının  mekânını  yabancı  ülkelere taşıdıklarında,  kadın  ve  erkek  kahramanlarını,  prens  ve  prensesler olarak  göstermek  istediklerinde  sahneyi  bir  uçtan  öbür  uca  ince  bir perdeyle  ayırırlar,  olur biterdi.  Sahnedeki  kişilere  derinlik  ve mesafe kazandıran  doğal bir beceriydi bu. Fakat ülke hep İngiltere kalır, Bohemyalı  prensin  İngiliz  asilzadesinden  farkı  olmazdı.  

Bizim  modern şiirsel  oyun  yazarlarımız  ise  geçmişin  ve  mesafenin  perdesini  farklı bir  nedenle  kullanmak  istiyorlar.  Onlar  derinliği  artıran  bir  perde değil, gizleyen bir perde arıyorlar; oyunlarını  şimdiki zamandan kork­tukları  için  geçmiş  zamana yerleştiriyorlar.  Eğer milattan  sonra  1927 yılında beyinlerinde dönüp duran,  taklalar atan düşünceleri,  hayalleri, sempati ve antipatileri dile getirmeye kalkarlarsa, şiirsel ahlâkın bozu­lacağının  farkındalar;  bu  nedenle  yalnızca  kekeliyebileceklerini, scndcleyebileccklerini,  odada  kalmak,  ya da odadan  çıkmak  zorunda kalacaklarını  biliyorlar.  Elizabeth dönemi  yazarları  yaşam  karşısında onlara  mutlak  bir  özgürlük  sağlayan  bir  tavır  geliştirmişlerdi;  oysa çağdaş oyun yazarlarının ya hiç bir tavırları yok, ya da öyle gergin bir tavırları  var  ki  ellerini  kollarını  bağlıyor,  geleceğe  bakışlarını karartıyor. Bu nedenle ya hiçbir şey söylemeyen, ya da serbest vezinin olanaklarına uygun düşen  bir şeyler söyleyen  Xenocrates'e sığınıyor­lar.

Yine  de  acaba  kendimizi  daha  iyi  ifade  edemez  miyiz?  Değişen nedir, ne oldu da yazar kafasındakileri İngiliz şiirinin eski kanallarına boşaltıp  kendini  ifade  etmekten  alıkoyan  böyle  bir  bakış  açısına itildi? Bu soruya bir yanıt bulmak için  herhangi  bir kentin  büyük cad­delerinde dolaşmak yeterli olacaktır. Cadde boyunca uzanan kiremitten duvar, her birinin içinde, kapısını kilitleyip, pencerelerini demirleterek özel  yaşamını  korumaya çalışan  tek  tek  insanların  yaşadığı  kutulara ayrılmıştır.  Bu  insanlar  diğer  insanlarla  başları  üzerinden  geçen tellerle, tavandan dökülen  ses dalgalarıyla bağlanmışlardır.  

Bu  sesler onlara  tiz  bir tonla dünyanın  dört  bir yanında olan  savaşları,  işlenen cinayetleri, yapılan grev ve devrimleri anlatmaktadır. İçlerinden biriyle konuşacak  olursak  onun  ihtiyatlı,  sırküpü,  kuşkucu  bir  hayvana dönüştüğünü,  gölgesinden  korktuğunu  ve  faka  basmamak  için  son derece dikkatli hareket ettiğini  görürüz.  Gerçekte çağdaş yaşamda bir insanın  böyle  hareket  etmesi  için  hiçbir  zorlama  yoktur.  Örneğin, özel yaşamda şiddet olayları yoktur, bütün  karşılaşmalarımızda birbi­rimize  karşı  nazik,  hoşgörülü  ve  uyumlu  davranıyoruz.  Savaş  bile bireyler  arasında  değil,  toplumlar  ve  şirketler  arasında  yapılıyor. Düello  tarihe  karıştı.  Evlilik  bağı  kopmaksızın  sonsuza  dek  çekiştirilebilir.  Kısacası  günlük yaşamda insan eskiye göre daha sakin, daha yumuşak ve daha kendine dönük.

Ama arkadaşımızla  şöyle  bir yürüyüş yapmak  bile  bize  onun  her şeye çirkinliğe, kirliliğe,  güzelliğe, eğlenceye karşı  ne denli duyarlı olduğunu gösterir.  Kendisini nereye götüreceğini dikkate almadan her düşüncenin  peşine  takılır  o.  Eskiden  insanın  kendi  kendine  bile söyleyemediği  şeyleri  herkesin  önünde  açık  açık  tartışır.  îşte  bu özgürlük ve merak, günümüz insanının en belirgin  özelliğinin ortaya çıkmasına neden olmuştur:  Onun kafasında birbirleriyle açıktan açığahiçbir  ilişkisi  olm ayan  şeyler,  garip  bir  biçim de  birbirlerini çağrıştırlar. Önceden tek tek ve birbirlerinden farklı bir biçimde gelen duygular,  artık  aynı  şekilde  gelmemektedirler.  Güzellik,  biraz çirkin­lik, eğlence, biraz nefret  ve  zevk,  biraz acı  haline dönüşmüştür.  Eski­den beyne bir bütünlük  içinde giren duygular artık eşikte parçalanmak­tadırlar.

Örneğin  bir  ilkbahar  gecesi,  gökte  ay,  bülbüller  şakıyor,  söğüt ağaçları  nehrin  üzerine doğru sarkmış.  Evet,  ama aynı  zamanda yaşlı, hasta bir kadın  yağlı  paçavralarını  iğrenç  bir demir parmaklığın  üze­rinde  ayıklamakta.  Kadın  ve  ilkbahar,  insanın  beynine  birlikte girmekte, karışmasalar da harmanlanmaktadırlar.  Birbirlerine bu denli aykırı  düşen bu  iki  duygu,  bu  birliktelikte  birbirlerini  âdeta ısırmakta ve tekmelemektedir.  Oysa bülbülün şarkısını  duyan  Keats'ın hissettiği duygu,  güzellik karşısında duyulan coşkudan,  insanın  kaderine düşen mutsuzluk karşısında duyulan üzüntüye dönüşse  bile  tek  ve bütüncül bir duygudur.  Kendine zıt düşen hiçbir şey yoktur. Onun yazdığı şiirde üzüntü, güzelliğin gölgesi gibidir. Modern düşünce güzelliğin yanında onun  gölgesinin  değil,  güzelliğe zıt düşen  bir duygunun  bulunacağını söyler.  

Çağımız şairi öten  bülbülden  «kirli  kulakların tıkacı»  diye söz eder. Günümüzde çağdaş güzelliğin etrafında onunla güzel olduğu için dalga geçen  alaycı  bir ruh  dolaşmaktadır;  dahası  aynayı  bize  çevirip güzelin  öbür  yanağında  bir  çukur  ve  bir  deformasyon  olduğunu göstermektedir.  Çağdaş kafa sanki bütün duygularını  kanıtlamak ister gibi  çalışmakta ve  her şeyi  olduğu  gibi  kabul  etme gücünü  kendinde bulamamaktadır.  Kuşkucu  ve  sorgulayıcı  tutum,  elbette  insan  ruhu­nun  büyük ölçüde  tazelenmesine  ve  hızlanmasına yol  açmıştır.  Çağ­daş  yazında  çok  keyif  verici  olmasa  da  sağlıklı  bir  içtenlik  ve dürüstlük  vardır.  Oscar  Wilde  ve  Walter  Peter  ile  sıkıntı  ve  koku yaymaya başlayan çağdaş yazın, Samuel Butler ve Bernard Shaw tüy­lerini yakmaya başlayıp tuzlarını burnuna sürünce hemen XIX.  yüzyıl gevşekliğinden  sıyrılıverdi.  Gözünü  açıp  doğruldu,  ve  hapşırmaya başladı.  Bu da doğal olarak şairleri korkutup kaçırdı.

Çünkü şiir her zaman için değişmez bir şekilde güzelliğin yanında olmuştu. Her zaman  kafiye, ölçü, sözcük seçimi  gibi  belli ayrıcalıklar üzerinde ısrar etmişti. Hiçbir zaman yaşamın alelade amaçları  için kul­lanılmamıştı.  Düzyazı  her  zaman  bütün  pis  işleri  üstlenmişti;  mek­tupları yanıtlamış, faturaları  ödemiş, makaleler yazmış, söylevler çek­miş,  işadamlarının,  dükkân  sahiplerinin,  avukatların,  askerlerin, köylülerin  gereksinmelerini karşılamıştı. Oysa  şiir  papazlarını  alıp  bu  işlerden  uzak  durmuştu.  Belki  bu uzaklaşmanın  cezasını  da esnekliğini  yitirmekle  çekmişti.  Şiir bütün donatımıyla  peçesi,  çelenkleri,  anıları,  çağrışımlarıyla-  konuşmaya başlar  başlamaz  etkiler,  varlığını  bize  hisettirir.  

Ancak  şiirden  şu düzensizliği,  bu  uyumsuzluğu,  şu  yergiyi,  bu  çelişkiyi,  merakı...küçük ayrı  odalarda doğan anlık,  tuhaf duyguları,  uygarlığın öğrettiği geniş  boyutlu,  genel  fikirleri  anlatmasını  istersek,  şiirin  bunu  yapa­bilmek  için  yeterince  hızlı,  yeterince  yalın  ve  yeterince  kapsamlı hareket edemediğini görürüz. Aksam kendini ele verecek, tavırları faz­la abartılı  kaçacaktır.  Bunlar yerine şiir bize  ihtirasın  tatlı  lirik çığlık­larını  sunacak,  krallara özgü  bir el hareketiyle bize geçmişe sığınmayı emredecektir.  Günümüz düşüncesine ayak uydurmak gerektiğinde ise kendini  kurnazlıkla,  bilerek,  hemencecikihtirasla çeşitli  acıların,  se­vinçlerin kollarına atacaktır. Don Juaıı'da Byron, bize bir yol gösterip şiirin  ne  esnek  bir  araç  olabileceğini  kanıtlamıştı,  ancak  hiç  kimse onun yolunu izlemedi, sunduğu aracı daha fazla kullanmadı.  Biz de şi­irsel oyundan yoksun kaldık.

Böylece şiirin ona yüklemeye hazırlandığımız görevi yerine getirip getiremeyeceği  konusunu  düşünme  noktasına  geldik.  Belki  burada taslak  olarak  kabaca çok  genel  anlamda özetlenen,  ve  çağdaş düşün­ceye atfedilen duygular, kendilerini  şiirden  çok düzyazıya teslim edip düzyazıda  ifade  bulabilmektedirler.  Belki  de  düzyazı  şiirin  yerini  al­maktadır,  ya  da  almıştır  bile,  ve  bir  zamanlar  şiire  yüklediğimiz görevleri yerine getirmektedir.

O  zaman  cüret edip,  alay  edilmeyi  de  göze  alarak,  bu  kadar  hızla giden  bizlerin  hangi  yöne  gittiğim izi  görmeye  çalıştığımızda düzyazıya  yöneldiğimiz  tahmininde  bulunabiliriz.  Yani  önümüzdeki on,  onbeş  yıl  içinde düzyazıyı,  daha önce  kulanmayı  hiç  düşünmedi­ğimiz  amaçlar için  kullanmaya başlayacağız.  Pek  çok sanat  biçimini çoktan yiyip bitirmiş olan roman denilen o yamyam, daha da fazlasını midesine  indirmiş  olacak.  Roman adı  altında gizlenen,  farklı  tarzdaki pek  çok  kitap  için  de  yeni  isimler bulmak  zorunda  kalacağız.  Büyük bir olasılıkla'sözdc romanlar arasında ne ad  vereceğimizi  bilemeyece­ğimiz bir tanesi  bulunacak.  Düzyazıyla yazıldığı  halde  biçeminde şi­irin  pek  çok  özelliğini  taşıyan  bir  tür  olacak  bu.  Şiirin  coşkusuyla, düzyazının aleladeliğini  birleştirecek.  

Dramatik olacak,  fakat oyun ol­mayacak.  Okunacak,  oynanmayacak.  Ona  ne  isim  takacağımızın büyük  bir önemi  yok.  Önemli  olan  ufukta gördüğümüz  bu  kitap,  saf ve  yalın  şiirin  şu  anda dile  getirmeyip  atladığı  ve  tiyatronun  da aynı şekilde pek konuksever davranmadığı duyguları ifade etmekte kullanı­labileceğidir. O halde bu  kitabı  tanımaya, onunla uzlaşmaya çalışalım ve doğasının,  bakış açısının  ne olabileceğini  şöyle bir düşünelim.

Her şeyden önce onun,  tanıdığımız biçimiyle romandan,  öncelikle yaşamdan  biraz daha uzak durmasıyla ayrılacağını  tahmin  edebiliriz. Şiirin  verdiği  kadarıyla  yaşamın  ana  hatlarını  verecek,  ama  ayrıntı vermeyecektir.  Düzyazı edebiyatın harikulade özelliklerinden biri olan olguları belgeleme  gücünden daha az yararlanacaktır. Evlerden, gelir­lerden.  kişilerin mesleklerinden  ve karakterlerinden çok az bahsedecek, toplumsal  roman  ya  da  çevreci  romanla  çok  az  ilişkisi  olacaktır.  Bu kısıtlamaları  yüzünden  karakterlerinin duygu  ve düşüncelerini  yakın­dan canlılıkla ifade etmekle birlikte farklı bir açı kullanacaktır. Buraya kadar  romanın  yaptığı  biçimde  yalnızca  insanların  birbirleriyle  olan ilişkileri,  ya  da  birlikteki  etkinliklerini  vermekle  kalmayıp,  şiirde olduğu  gibi  aklın  genel  fikirlerle  ilişkisini  ve  düşüncenin  yalnızlık­taki  monologunu  da  yansıtıp,  bu  yönüyle  de  şiire  benzeyecektir. Çünkü  romanın  egemenliği  altında  insan  aklının  bir  bölümünü  in­celedik,  ama bir başka  bölümünü  bıraktık.  

Yaşamın  geniş  ve  önemli bir  kısmının  güller,  bülbüller,  şafak  vakti,  günbatımı,  yaşam,  ölüm, yazgı  gibi  şeyler  konusundaki  duygularımız  olduğunu  unuttuk;  za­manım ızın  çoğunu  uyuyup  düşler  görerek,  düşünüp  okuyarak geçirdiğimizi,  çoğu  kez  yalnız  olduğumuzu  unuttuk;  bütünüyle kişisel  ilişkilerle  meşgul  olmadığımızı,  bütün  enerjimizi  ekmeğimizi kazanmak  için  harcamadığımızı  unuttuk.  Ruhbilimsel  roman  yazarı, ruhbilimini  çok  rahatlıkla  kişisel  görüşmelerle  sınırlandırma  eğili­mindeydi.  Biz  ise  bazen  bitmez  tükenmez,  dur  durak  bilmez  aşık olma,  aşık olamama çözümlemelerinden kaçmayı özleriz; Tom'un Judith  için  ne duyduğu,  Judith'inse Tom  için  ne duyup  ne  duymadığını düşünmekten bıkar,  biraz daha kişisel  olmayan ilişkileri  ararız.  Fikir­leri, düşleri, düşgücünü, şiiri  özleriz.

İşte  Elizabeth  dönemi  tiyatro  yazarlarının  zaferi,  bütün  bunları bize  vermiş  olmalarıdır.  Şair  yapıtında  Hamlet'in  Ophelia  ile  olan ilişkisinin  ona  özge  özelliklerini  her  zaman  aşarak,  bize,  yalnızca onun  kişisel  sorgulamasını  değil,  devleti  ve  bütün  insan  yaşamını kapsayacak bir sorgulama halinde sunmayı başarır.  Örneğin Measııre for Measııre1  adlı  oyununda Shakespeare ince ruhçözümsel ayrıntılarla dolu  bölümleri,  derin  düşünceleri,  olağanüstü  düşlemlerle  karıştırır. Fakat  gözden  kaçırmamamız  gereken  şey,  eğer  Shakespeare  bize  bu derinliği,  bu  ruhsal  durumu  sunuyorsa,  aynı  zamanda Shakespeare'in bize  başka  bazı  şeyler  vermeye  çalışmadığıdır.  Yani  bu  oyunlar «uygulamalı  sosyoloji»nin konusu olamazlar. Eğer biz onlara bakarak Elizabeth döneminin toplumsal ve ekonomik koşullarını ararsak, boşa kürek çekmiş oluruz.

Bu bakımdan roman, ya da gelecekte yazılacak olan roman  türü şi­irin bazı özelliklerini benimseyecektir. Bu tür,  insanın doğa ve kaderle ilişkisinden  söz  edip  insanın  düşlerini,  diişgücünü  dile  getirecektir. Fakat  aynı  zamanda yergi,  iç çelişki, sorgulama ile yaşamın genişliği, kargaşası  ve kısıtlılığından da bahsedecektir. Dahası, çağdaş düşünce dediğimiz  o garip uyumsuzluklar kümesinin  kalıbını  da alacaktır.  Bu nedenle, göğsüne demokratik bir sanat olan düzyazının değerli ayrıca­lıklarını;  özgürlüğünü,  korkusuzluğunu  ve  esnekliğini  de  yapıştırıp çıkacaktır ortaya. Çünkü düzyazı her yere girip çıkabilecek kadar alçak gönüllüdür;  onun  için  hiçbir yer girilemeyecek  kadar aşağılık, pis ya da  sefil  olamaz.  Hem  çok  sabırlı,  hem  de  çok  mülkiyetçidir.  Uzun yapışkan  diliyle  gerçeğin  bütün  küçük  ayrıntılarını  yalayıp  yutar, sonra da bu ayrıntıları çok derin  labirentlerde biriktirir; arkasında yal­nızca mırıltıların,  fısıltıların duyulabildiği  kapıları  sessizce dinler du­rur.  Sürekli  kullanılan  aracının  tazeliğiyle  çağdaş  aklın  bütün  döne­meçlerini  izleyebilir  ve  tipik  değişimlerini  kaydeder.  Arkada  bırak­tığımız Proust  ve Dostoevskiy'e bakarak bunun  böyle olacağına karar verebiliriz.

Hem  sıradan,  hem  de  karmaşık  şeyleri  işlemeye  uygun  olan düzyazı,  acaba  çok  heybetli  olan  basit  şeyleri  de  anlatabilir  mi? Örneğin  apansız  gelen  şaşırtıcı  duyguları  verebilir  mi?  Övgü şarkılarını,  aşk  ilahilerini  söyleyip,  dehşetle  bağırabilir  mi?  Gülü, bülbülü,  ya  da  gecenin  güzelliğini  övebilir  mi?  Şairin  şiirde  yaptığı gibi  bir  sıçrayışta  konusunun  kalbine  sıçrayabilir  mi?  Sanmam. Büyülü  ve  esrarlı  konulardan,  kafiye  ve  ölçüden  vazgeçtiği  için  bu düzyazının  ödeyeceği  cezadır.  Düzyazı  yazarlarının  cesur oldukları, araçlarını  her zaman yeni  bir girişim  yapmaya  zorladıkları doğrudur. Ne  var ki,  insan düzyazıda «güzel  yerler»,  Hoıaz'ın dediği  gibi  «mor yerler» ya da şiir gördüğünde bir rahatsızlık hisseder hep. Mor yere iti­raz  onun  mor olmasına değil,  leke  olmasınadır.  

Meredith'in Richard Feverel yapıtındaki  «Diversion  on  a  Penny  W histle»1  bölümünü hatırlayın.  Bu  bölüm  ne  de  hantal,  vurgusu  bozuk  şiirsel  bir ritimle başlar  değil  mi?  «Altın  gibi  çayırlar;  altın  gibi  akan  çaylar,  çam ağaçlarının kızıl altın tepesi.  Güneş alçalarak toprağa doğru, tarlalarda sularda yürüyordu.» Ya da Charlotte Bronte'nin Villette adlı yapıtının sonundaki  kasırga betimlemesini  anımsayın.  Bu bölümler parlak söz­lerle dolu,  lirik ve süslüdür; onları  bir antolojiye alır, ya da romandançıkararak okursak kulağa çok hoş gelirler; ancak romanın akışı  içinde rahatsız  edicidirler.  Çünkü  gerek  Meredith,  gerek  Charlotte  Bronte roman yazarı olduklarını söylüyorlardı; yaşama iyice yaklaşıp yazdık­larında bizim  bir ritim,  gözlem  ve  şiirsel bir bakış  aramamızı  istiyor­lardı.  Biz  bu  isteği  ve  çabayı  içimizde  duyuyorduk;  tam  yazarın düşgücünc kendimizi sonuna dek bırakmışken, onaylama ve sanrılarla dolu bir trans halindeyken yarı yarıya uyanmak zorunda kalıyorduk.

Şimdi bir başka kitaba bakalım.  Bu  kitap düzyazı  olarak yazılmış ve  roman  olarak  adlandırılması  bir  tarafa  bırakılırsa  başlangıçtan itibaren  farklı  bir  tutum  benimsemiş. Tristram  Shandy yaşama mesafe  alıp  farklı  bir  ritim  tutturarak  bizi  farklı  bir  görüş  açısına hazırlıyor.  Bu  şiirle dolu  bir kitap,  fakat biz onu  asla farketmiyoruz. Baştan aşağı koyu bir mora boyanmış olmakla birlikte lekeli olmayan bir kitap. Yansıttığı ruh  hali  her  zaman değişse  bile,  bu değişimlerde bizi  inanç  ve  onaylamanın  derinliklerinden  çekip  çıkaran  ne  bir  sil­kinme,  ne  de  bir  sarsıntı  hissediliyor.  Sterne  aynı  solukta  gülüyor, alay  ediyor,  hatta  ağzını  bozuyor  ve  sonra  şöyle  bir  pasaja  geçe­biliyor:

«Zaman  çok  çabuk  harcıyor:  yazdığım  her  harf,  yaşamın  kalemimi nasıl  bir  hızla  izlediğini  anlatıyor  sanki;  onun  her  günü  her  saati  sevgili Jenny  boynundaki  yakutlardan  daha  değerli  ve  sanki  rüzgârlı  bir  günde hafif bulutlar gibi  başımızın üzerinden  uçup  gidiyor,  bir daha asla dönmü­yorlar.  Sen  saçındaki  şu  bukleyle  oynarken  -her  şey  nasıl  da  değişiyor, görüyor  musun?  Bak,  grileşiyor  işte;  Hoşçakal  demek  için  elini  her öpüşüm  ve  onu  izleyen  yokluğun  kısa  bir  süre  sonra  gerçekleşecek ayrılığımızın  habercileri  gibi.  Tanrım  sen her ikimize  de  acı!

Bölüm IX
Şimdi,  bu  çığlık  çığlığa  lafazanlık  hakkında dünya  ne  düşünür bilmem ama bana göre  metelik etmez.»

Yazar buradan Toby amcama, onbaşıya, Bayan Shandy ve diğerle­rine geçiyor.

İnsan  onun  yazısında  şiirin  kolaylıkla  ve  doğallıkla  düzyazıya, düzyazının ise şiire dönüştüğünü görüyor. Sterne kendini kalabalıktan biraz  ayırarak,  ellerini  yavaşça  düşgücü,  zekâ  ve  fantezi  üzerinde gezdiriyor;  bunların yetiştikleri  yüksek dallara uzanarak, doğalıkla ve kuşkusuz kendi  isteğiyle, aşağıda yerde yetişen daha doyurucu sebze­leri yeme hakkından vazgeçiyor. Çünkü ne yazık ki bazı şeylerden  fe­ragat etmenin kaçınılmaz olduğu doğru. Sanatın dar köprüsünü eliniz­de bütün araçlarla geçebilmeniz mümkün değil. Ya bazılarını bırakacaksımz, ya da birkaçını  elinizden  nehrin  ortasına düşüreceksiniz,  ya da daha kötüsü siz de dengenizi yitirip boğulacaksınız.

Bu  nedenle,  o  zaman  bu  henüz  adı  konulmayan  roman  biçimi yaşamın  gerisinde  duracak  bir  biçimde  yazılacak,  çünkü  bu  şekilde yaşamın  daha  önemli  konuları  için  daha  geniş  bir  bakış  açısı yakalanacaktır. Bu  roman  düzyazıyla yazılacak,  çünkü  düzyazı  eğer ona pek çok romancının  yaptığı  gibi  kucak  kucak ayrıntı,  kovalar do­lusu olay yüklemeyip, onu yük hayvanı durumundan kurtarırsanız-  bu haliyle,  yerden  yükselebilme  yeteneği  olduğunu  size  kanıtlayacaktır. Belki  bir  sıçrayışta  değil,  ama  her  şeyi  peşine  takarak,  dalga  dalga yükselecek,  bunu  yaparken  de  günlük  yaşamda  insan  karakterinin kendine  özgü  özelliklerini,  tuhaflıklarını,  oyunlarını  sergilemeyi sürdürecektir.

Bununla birlikte hâlâ bir soru yanıtlanmamıştır: Düzyazı dramatik olabilir  mi?  Hiç  kuşkusuz  Shaw  ve  İbsen  düzyazıyı  çok  büyük  bir başarıyla ve  dramatik yönüyle  kullandılar,  ama  bunu  yaparken  gele­neksel  dramatik  biçime  sadık  kaldılar.  Bu  biçimin,  geleceğe  dönük olarak, şiirsel  bir oyun yazacak yazarın gereksinimlerini yanıtlayacak bir biçim  olmadığı  ortadadır.  Düzyazı  ile  yazılan  bir oyun,  esneklik­ten  uzak, sınırlı  ve amaçları açısından aşırı  vurguludur. Ağının gözleri arasından  söylemek  istediklerinin  ancak  yarısının  geçmesine  izin verir.  Yazar diyaloglarının  içine bütün yorumunu,  bütün çözümleme­lerini  koyup,  vermek  istediği  bütün  zenginliği  sığdıramaz.  Fakat yazar yine de,  tiyatronun  patlayıcı duygusal  etkilerine gıpta etmekte­dir;  okuyucularından  kan  almak  istemekte,  yalnızca  onların zekâlarının  duyarlı  noktalarına  vurmakla,  bu  noktaları  gıdıklamakla yetinmek  istememektedir. Trişinim  Shandy'nın  anlatım  yapısındaki gevşeklik  ve  özgürlük  Toby  amca  ve  Onbaşı  Trim  gibi  karakterleri sarıp  sarmalamakta,  yüzeye  çekmekte,  ancak  bu  iki  karakteri  iki  uca itmemekte,  ya  da  dramatik  bir  karşıtlık  oluşturacak  şekilde  öne sürmemektedir.  

Bu  nedenle,  bu  kitabın  yazarı  için  karmakarışık  ve çelişkili  duygularını,  genellemeler ve  basitleştirmeler yapabilen  çok titiz  ve  mantıklı  bir düşgücünün  eline  terketmek  kaçınılmaz  oluyor. Kargaşa  çirkindir,  şaşkınlık  nefret  uyandırır,  bir  sanat  yapıtında  her şey  denetim  altına  alınmalı  ve  düzene  sokulmalıdır.  Yazarın  çabası genelleştirmek ve ayırmaktır.  Ayrıntıları  numaralandırmak yerine on­larla bloklar dikecektir.  Böylelikle onun  karakterleri  -çağdaş romanın ikincil  karakterlerinin  psikolojinin  çıkarları  uğruna  feragat ettikleri dramatik  bir güce erişeceklerdir.  Bundan  sonra da,  çok  iyi  seçilememekle  birlikte,  uzaklarda  ufuk çizgisinde;  müziğin  gücü,  manzaranın verdiği  zevk,  ağaçların  görünümünün ya da renk oyunlarının  üzerimizdeki etkisi, kalabalıkların içimizde uyandırdığı duygular, bazı yerler­de  bazı  insanlar  tarafından  bize  mantık  dışı  bir  biçimde  yöneltilen açıklanamaz öfke ve nefret duyguları, hareket etmenin neşesi, şarabın verdiği  sarhoşluk  duygusu  gibi  duygular  üzerinde  çeşitlemeler  gelir. İnsan  yazarın  ilgi  alanlarını,  yaşamın  geniş  bir  bölümünü  etkileyen, fakat şimdiye dek romancıların dikkatinden kaçmış konuları dramatize etmek  için  nasıl  genişleteceğini  tahmin  edebiliyor.  Romanın  her anı henüz söze dökülememiş olağanüstü sayıdaki sezgilerin buluşma nok­tası  ve  merkezi  durumundadır.  Yaşam  her  zaman  onu  söze  dökmek isteyen  bizlerin  düşünebileceğinden  kaçınılmaz  bir  biçimde  daha zengindir.

Kuşkusuz yaşamı,  yukarıda verilen  anahatları  içinde  bile dile  ge­tirmeye  girişecek yazarın  bütün  cesaretini  toplamak zorunda kalaca­ğını  söylemek için  kâhin  olmak gerekmez.  Düzyazının  yeni  gelen  bir yazarın  isteklerine  boyun  eğmek  için  ilkadım  dersleri  alacağını düşünmek boşuna olur. Yine de günümüzde sözü edilmeye değer bazı belirtiler  varsa,  o  da  düzyazının  gelişme  içinde  olduğudur.  Hiç kuşkusuz İngiltere,  Fransa ve Amerika'ya dağılmış birtakım yazarlar kendilerine usanç veren bağlardan kurtulup özgürleşiyorlar; bu yazarlar önemli  konularda daha kolaylıkla ve doğallıkla söz sahibi  olacakları bir noktada bulunup  yaşama karşı  tavırlarını  yeniden  belirlemek  du­rumunda olduklarının bilincindeler. Ve herhangi  bir kitap bizim  ilgi­mizi çektiğinde,  onun  güzel  ya da parlak bir kitap  olduğundan değil, yazarın  yaşama  karşı  yeni  tavrının  sonucu  olduğunu  biz okuyucular biliyoruz;  ve  yine,  bu  tavrın  içinde  onu  devamlı  kılacak  tohumların çoktan yeşermeye başladığını biliyoruz.
Yayına Hazırlayan 
Prof.Dr. Hüseyin Salihoğlu

TIK

20. yüzyıl edebiyat sanatı


Maksim Gorki - Yararsız Bir Adam

"Şunu bunu görüyor gözüm. Eğriyi doğruyu seçiyorum. Seçiyorum da...Yani nedir bu olanlar? Neden, niçin, anlamıyorum. Bir başka hayat vardır bu dünyada mutlaka. Bir başka hava, bir başka güneş... başka insanlar vardır mutlaka. Başka türlü bir hayat vardır..."

Henüz dört yaşında yetim, yedi yaşında ise öksüz kalan Yevsey Klimkov'un cümleleri bunlar. Toplum denen karmaşık ilişkiler yumağına çok küçük yaşta, pusuladan yoksun bir şekilde adeta fırlatılan Klimkov, gözlemlerinden ve erkenden edindiği acı tecrübelerinden yola çıkarak bir insan inşa etmeye çalışıyor. Çarlık Rusyası'nın son zamanlarına denk gelen bu kişilik mücadelesi, dönemin sosyal yapısının insanlara dayattığı mücadeleye karışıyor.

Gorki; adalet, dostluk, güven, aidiyet kavramlarını böyle bir arka planda ustalıkla sorgularken Yevsey Klimkov'un kendinden bir "insan yaratma" çabasını da toplumsal olandan ayırmadan aynı usta bakış açısıyla gözler önüne seriyor.