03 Aralık 2022

Engelli insanlara saygı, insanlığa saygıdır.

 


 

 

Şiir ve Yaşam - Ahmet Telli

 

 I-
Yaşananı aşan sevda yorumu
Şiirin kanıyla yoğrulmamışsa
Gülün hevengini coşturan bengisu
Verilmemiştir çeliğin damarına

-II-
Şiirden söz açılınca
Diyor ki bana konuğum
- Başka söze gerek yok
Aşktır onun tarihçesi

 

Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı - Romain Gary

BİR

Bitti. Big Sur plajı bomboş, kuma uzanmış yatıyorum; tam düştüğüm yere. Denizin üstündeki yoğun sis çevremdeki bütün çizgileri yumuşatıyor. Ufukta tek bir gemi direği yok. Önümde koca bir kaya ve üstünde binlerce kuş... Bir başka kayada da kalabalık bir fok ailesi: Baba fok, ağzında bir balık, pırıl pırıl ve dipdiri sulara batıp çıkıyor. Deniz kırlangıçları bazen yere öyle yakın uçuyor ki soluğum kesiliyor, yıllar ötesinin özlemi uyanmış gibi içimde bir kıpırtı başlıyor: Biraz, biraz daha yaklaşsalar, yüzüme konsalar, koynuma, kollarıma sığınsalar, çepeçevre kuşatsalar beni... Kırk dört yaşındayım, ama hâlâ esas olarak sıcak şeyler düşlüyorum. Hanidir kumun üstünde kıpırtısız yatıyorum ve artık pelikanlarla karabataklar çember oluşturdu çevremde. Derken dalgalar ayaklarımın dibine bir fok bırakıp çekiliyor. Yüzgeçlerinin üstünde doğrulup, gözleri bende, bir an öyle kalıyor, sonra yine Okyanus’a dönüyor. Gülümsüyorum ona; biraz bilge, biraz ağırbaşlı ve biraz hüzünlü, hâlâ orada... 

Annem seferberlikte benimle vedalaşabilmek için tam beş saat taksi yolculuğu yapmıştı. O sırada Salon-De-Provence’ta, Hava Okulu’nda eğitim çavuşuydum. 

Taksi yaşlı, külüstür bir Renault’ydu. Bir ara arabanın önce yüzde ellisi, sonra da yüzde yirmi beşi bizimdi. Ama yıllar önceydi bu; şimdiyse taksinin tek sahibi öteki ortak olan şoför Rinaldi. Yumuşak başlı, çekingen, duygulu bir adamdı Rinaldi ve annem onun hoşgörüsünden de yararlanıp arabanın üstünde hâlâ bazı manevi hakları olduğuna inanıyordu. Şoför Rinaldi’yi Nice’in üç yüz kilometre ötesindeki Salon-De-Provence’a kadar, beş kuruş almadan yola düşüren de annemin işte bu “manevi hakları”ydı. Ve sevgili Rinaldi, savaşın üzerinden yıllar geçtikten sonra bile, elini iyiden iyiye kırlaşmış saçlarına götürüp biraz kızgın, biraz hayran, annemin “onun ayağını nasıl yerden kestiği”ni şöyle anlatır:

 “Taksiye bindi ve sadece şöyle dedi: ‘Salon-De-Provence’a çek. Oğluma güle güle diyeceğim!’ İtiraz edecek oldum: Yol git-gel on saatten fazla çekerdi... O berbat Fransızcasıyla derhal sözümü kesip beni polis çağırıp tutuklatmakla tehdit etti. Çünkü seferberlikteydik ve ben kaçmaya çalışıyordum! Size getirmek için hazırladığı paketlerle –neler yoktu içinde: Sucuklar, jambonlar, kavanoz kavanoz reçeller– arabama yerleşmiş, durmadan konuşuyordu. Oğlu bir kahramandı, onu son bir kez öpmek istiyordu ve artık tartışmamalıydım. Sonra biraz ağladı. Sizin yaşlı hanım sürekli çocuk gibi ağlardı. Ve ben yıllardır tanıdığım bu kadını dayak yemiş köpek gibi –özür dilerim Bay Romain ama annenizi siz de tanırsınız arabanın içinde sessiz sessiz ağlar görünce artık hayır diyemedim. Çoluk çocuk yok nasıl olsa, koyuver yakasını gitsin, diye düşündüm ve önümüzdeki beş yüz kilometreden fazla da olsa alt tarafı bir taksilik yola gidecektik. ‘Tamam,’ dedim, ‘gideriz, ama prensip gereği benzin parası sizden.’ ‘Ama yedi yıl önce ortak değil miydik biz?’ O halde arabada onun da söz hakkı vardı! Zararı yok, sizi çok sevdiğini, bu yüzden de yaptıklarının önemli olmadığını söyleyebilirsiniz isterseniz...” 

Elinde bastonu, ağzında Gauloise sigarası, çaylak erlerin alaycı bakışları arasında kantinin önünde arabadan inerken gördüm onu. Teatral bir tavırla kollarını bana açıp oğlunun ona koşmasını bekledi geleneğe uygun şekilde.

Kasketim kaşımın üstünde, omuzlarımı düşürerek, umursamaz bir tavırla yanına gittim. Üstümde delikanlıların askere havacı gitme sebebi olan deri bir ceket vardı, ellerim cebimdeydi. “Sert”, “sahici” ve “yiğit” olarak nam salmak için az ter dökmediğim bu sert erkekler dünyasına yaptığı yersiz ziyarete canım sıkılmış, kızmıştım. Becerebildiğim kadar alaycı ve soğuk öptüm onu ve çevredekilerin bakışlarından kurtulmak için onu usta bir çalımla arabanın arkasına çekmek üzere hamle ettim. Ama o beni daha iyi seyredebilmek için sadece bir adım geriledi. Bir eli göğsünde, gözleri gülüyor, yüzü neşeyle parlıyordu. Ha, bir de gürültülü gürültülü burnundan soluyordu. Eskiden de böyleydi; keyifli olduğunu anlamak için burnundan soluduğunu görmek yeterdi. Herkesin duyabileceği bir sesle ve güçlü bir Rus aksanıyla haykırdı: 

“Guynemer! İkinci bir Guynemer olacaksın sen! Görürsün bak,anneciğin hiç yanılmaz!” 

Yüzümü al bastığını hissettim, arkamda kahkahalar patlıyordu üst üste, ama o kahvenin önüne yığılan çaylaklara dönüp bastonunu tehditkâr bir tavırla sallayarak ikinci cümlesini patlattı bu defa ilham gelmiş gibi: 

“Kahraman olacaksın sen! General Gabriele d’Annunzio olacaksın! Fransız Büyükelçisi! Bu gerizekâlılar senin kim olduğunu bilmiyor!” 

Sanırım hiçbir oğul anasından o an benim kadar nefret etmemiştir. Kudurmuş bir öfkeyle mırıldanıp beni Hava Ordusu’na rezil ettiğini söylemeye çalışıyor, onu arabanın arkasına çekmek için yeni bir hamleye hazırlanıyordum ki yüzü anında değişti, dudakları titremeye başladı. Ve beni her defasında yenik düşüren o bağışlamasız sözler ağzından bir kez daha döküldü: 

“Ne o, yaşlı anandan utanıyor musun?” 

Sahte erkeklik, sertlik, kendimi uzun zamandır boyamaya çalıştığım o gösteriş sırmaları bir anda ayaklarımın dibine dökülüverdi. Fırlayıp kolumu omzuna attım, boştaki öteki kolumla da arkadaşlarıma daha sonra dünyanın bütün askerlerinin bildiğini öğreneceğim o çok tanıdık hareketi sarkıttım – hani kolunuzu dimdik ileri uzatır, orta parmağınızı başparmakla birleştirir yukarıdan aşağı sallarsınız ya, işte onu. Gerçi bu İngiltere’de biraz değişik uygulanırmış; Latin ülkelerinde tek parmak yeterliyken onlar bu işi iki parmakla yaparmış; eh, bu bir yapı, mizaç sorunu. 

 Çevirmen:Alev Er

Fransız edebiyatının en sıradışı ve üretken kalemlerinden, prestijli Goncourt ödülünü iki kez kazanmış Romain Gary, namı diğer Émile Ajar, aydınlık bilincini derin bir mizah duygusuyla harmanladığı ve şiirsel bir dille kaleme aldığı başyapıtı Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı'da, tek başına ayakta durmaya çalışırken biricik oğlunu da yetiştirip hayata hazırlamak için boğuşan göçmen bir kadının zorluklar karşısında verdiği amansız mücadeleyi, onun ihtişamlı bir yazgıya erişebilmesi adına seferber ettiği o büyük enerjiyi ve oğlunun "çok sevdiği o kadının naif hayallerinin yansımasını" yaşamına aktarabilmek için gösterdiği muazzam çabayı anlatır.

Ağıtlar - Refik Durbaş

 

Gözleri bir umudu, bir dalgınlığı yaşıyor
Ağzında kalabalık bir öpüşme ormanı
-Kalbindeki katiyyen ben değilim
yüzünde küçük inzal kuşları.